Sır
18.Ocak.2017, 15:36
ÖNCEKİ bölümde, gökyüzündeki bir nokta, bize âlemin büyüklüğünü ve bizim bu âlem içindeki küçüklüğümüzü hatırlattı. Fakat bu, sadece 'uzay' boyutunu içeren bir hatırlatma idi. Hadisenin bir de zaman boyutu var ki, onunla beraber düşünüldüğünde, insanın kâinat içindeki hiçliği daha da aşikâr hal alıyor.
Aslında biz uzaydan söz ettiğimizde, zamanı da işin içine katmış oluruz. Çünkü uzayın derinliklerinde, milyonlarca yahut milyarlarca ışık yılı uzaklıklardaki galaksileri, biz bugünkü durumlarıyla değil, milyonlarca veya milyarlarca sene önceki halleriyle seyretmekteyizdir. Saniyede 300 bin kilometre hızla Aydan bize bir saniyede, Güneşten ise 8 dakikada ulaşıveren ışığın milyarlarca senede ancak alabildiği uzaklıkların ne anlama geldiğini artık siz tasavvur edin!
Kâinatın tarihi, bu rakamlardan da anlaşılabileceği gibi, milyarlarca yıl öncesine—bugün kabul edilen değerlerle 10-15 milyar yıl öncesine—dayanıyor. Peki, biz bu zamanın neresindeyiz dersiniz?
Eğer kâinat tarihini 24 saatlik bir gün ile temsil edecek olursak, Güneş Sisteminin ve üzerinde yaşadığımız gezegenin doğumu, günün ikindi vaktine rastlar.
İkindiden sonra hayata gözünü açan Dünya üzerinde ise kendinizi sakın aramaya kalkmayın. Zira sizin değil, tüm insan neslinin ömrü, 24 saatin en son saniyesi içindedir! Bütün bir insanlık tarihi, kurulan ve yıkılan uygarlıklar, savaşlar, felâketler, hükümdarlıklar, imparatorluklar, televizyon haberleri ve gazete manşetleri, işte bu saniyede yer alır. Bu son saniyenin içinde, ülkelerin savaşı ile iki komşu arasındaki bahçe kavgası arasında bir fark görebiliyor musunuz?
Yahut ömrünüzün o pek büyük sorunlarını bu son saniye içinden bulup çıkarabiliyor musunuz?
Bu manzara, bir açıdan bakıldığında, insanı tümüyle bir hiçlik duygusu içine atıyor. Ve 'Kimim ben? Neyim, neciyim? Niçin buradayım? Bu koca âlemin içinde, toz zerresi bile etmeyen bir gezegenin üzerinde, bir saniyenin bilmem kaçıncı kademedeki bir fraksiyonu içinde ben ne arıyorum, ne ifade ediyorum ve ne değer taşıyorum?' gibi sorular cevapsız, hattâ anlamsız kalıyor.
Ancak, bir başka açıdan bakıldığında, gerek zamanın, gerekse uzayın o büyüklük ölçüleri, insanın karşısında birden bire küçülüveriyor.
Ve o koca âlemde, koca insanlık tarihinde, insan, bir toz zerresinin üzerinde, bir küçücük ânın pençesinde, sonsuzluğu yakalıyor.
İnsan, Âlemlerin Rabbine muhatap oluyor.
Âlemlerin Rabbi insana kitap gönderiyor.
Ona hitabı öğretiyor. Beyanı öğretiyor. Konuşmayı öğretiyor. Anlayıp anlatmayı öğretiyor.
Ve o cismi küçücük, ömrü kısacık insan, bulunduğu o daracık mekândan, Âlemlerin Rabbini dinliyor, kâinatın en uzak köşelerini görüyor, Rabbinin en muhteşem eserlerini seyrediyor.
'O Rahmân,
'Kur'ân'ı öğretti.'
Bu iki kısa âyet, insanı bulunduğu mekândan ve zamandan alıyor, kâinatın ne uzay, ne de zaman ölçülerine sığmayacak bir huzura yükseltiyor.
Aslında biz uzaydan söz ettiğimizde, zamanı da işin içine katmış oluruz. Çünkü uzayın derinliklerinde, milyonlarca yahut milyarlarca ışık yılı uzaklıklardaki galaksileri, biz bugünkü durumlarıyla değil, milyonlarca veya milyarlarca sene önceki halleriyle seyretmekteyizdir. Saniyede 300 bin kilometre hızla Aydan bize bir saniyede, Güneşten ise 8 dakikada ulaşıveren ışığın milyarlarca senede ancak alabildiği uzaklıkların ne anlama geldiğini artık siz tasavvur edin!
Kâinatın tarihi, bu rakamlardan da anlaşılabileceği gibi, milyarlarca yıl öncesine—bugün kabul edilen değerlerle 10-15 milyar yıl öncesine—dayanıyor. Peki, biz bu zamanın neresindeyiz dersiniz?
Eğer kâinat tarihini 24 saatlik bir gün ile temsil edecek olursak, Güneş Sisteminin ve üzerinde yaşadığımız gezegenin doğumu, günün ikindi vaktine rastlar.
İkindiden sonra hayata gözünü açan Dünya üzerinde ise kendinizi sakın aramaya kalkmayın. Zira sizin değil, tüm insan neslinin ömrü, 24 saatin en son saniyesi içindedir! Bütün bir insanlık tarihi, kurulan ve yıkılan uygarlıklar, savaşlar, felâketler, hükümdarlıklar, imparatorluklar, televizyon haberleri ve gazete manşetleri, işte bu saniyede yer alır. Bu son saniyenin içinde, ülkelerin savaşı ile iki komşu arasındaki bahçe kavgası arasında bir fark görebiliyor musunuz?
Yahut ömrünüzün o pek büyük sorunlarını bu son saniye içinden bulup çıkarabiliyor musunuz?
Bu manzara, bir açıdan bakıldığında, insanı tümüyle bir hiçlik duygusu içine atıyor. Ve 'Kimim ben? Neyim, neciyim? Niçin buradayım? Bu koca âlemin içinde, toz zerresi bile etmeyen bir gezegenin üzerinde, bir saniyenin bilmem kaçıncı kademedeki bir fraksiyonu içinde ben ne arıyorum, ne ifade ediyorum ve ne değer taşıyorum?' gibi sorular cevapsız, hattâ anlamsız kalıyor.
Ancak, bir başka açıdan bakıldığında, gerek zamanın, gerekse uzayın o büyüklük ölçüleri, insanın karşısında birden bire küçülüveriyor.
Ve o koca âlemde, koca insanlık tarihinde, insan, bir toz zerresinin üzerinde, bir küçücük ânın pençesinde, sonsuzluğu yakalıyor.
İnsan, Âlemlerin Rabbine muhatap oluyor.
Âlemlerin Rabbi insana kitap gönderiyor.
Ona hitabı öğretiyor. Beyanı öğretiyor. Konuşmayı öğretiyor. Anlayıp anlatmayı öğretiyor.
Ve o cismi küçücük, ömrü kısacık insan, bulunduğu o daracık mekândan, Âlemlerin Rabbini dinliyor, kâinatın en uzak köşelerini görüyor, Rabbinin en muhteşem eserlerini seyrediyor.
'O Rahmân,
'Kur'ân'ı öğretti.'
Bu iki kısa âyet, insanı bulunduğu mekândan ve zamandan alıyor, kâinatın ne uzay, ne de zaman ölçülerine sığmayacak bir huzura yükseltiyor.