Sır
18.Ocak.2017, 16:25
1- الم “Elif, Lâm, Mîm.”
Huruf-u Mukattaa
“Elif, Lâm, Mîm.” Bu ve emsali lafızlar, kendileriyle kelimelerin meydana geldiği harflerin isimleridirler.
İbnu Mes’ud, Hz. Peygamberden şöyle rivayet eder:
“Kim Allahın kitabından bir harf okursa, ona bir hasene verilir. Hasene ise, on katıyladır. “Elif lâm-mim” bir harftir demiyorum. Lakin elif bir harftir, lâm bir harftir, mim bir harftir.”
Bu harflerle, Kur’ana muaraza etmek isteyenlere meydan okunmuştur.1
Eğer Kur’an Allahın kelâmı değil insan sözü olsaydı, ona muaraza edenler birbirlerine yardım da etmelerine rağmen buna yakın şeyler söylemekten elbette âciz kalmazlardı.
Böylece, bu ifadeler Kur’anın bir nevi i’cazını gösterir. Daha ilk ifadelerinde, muhataplarının kulaklarına bu i’cazı duyurur. Çünkü harfleri isimleriyle söylemek okuma yazma bilen ve öğreten kimselere hastır. Kur’anı kendisinden dinledikleri Hz. Peygamber ise, okuma yazması olmayan bir ümmîdir. Ondan kitabet ve tilavetin meydana gelmesi, doğrusu hiç beklenmeyen garip bir durumdur, harikulâdedir.
Hem de sûre başlarında geçen bu harfler, öyle dizilmişlerdir ki, büyük edipler de bunu yapmaktan aciz kalır. Şöyle ki:
Sûre başlarında yer alan bu harfler (huruf-u mukattaa) on dört tanedir.
Bu ise, -şayet lâm elif doğrudan bir harf sayılmazsa- harflerin yarısıdır.
Bu harfler, yirmidokuz defa sûre başlarında yer alır, bu ise, hece harflerinin sayısıdır.
Kur’an-ı Kerimde huruf-u mukataa bir, iki, üç, dört ve beş harfli olarak zikredilir.2
Huruf-u mukataanın, sûrelerin isimleri olduğu da söylenmiştir.
Ayrıca, bu harflerin, kendilerinin de içinde bulundukları bazı kelimelere bir işaret olduğuna dikkat çekilmiştir.
İbnu Abbasın şöyle dediği rivayet edilir: “Elif, Allahın ihsanlarına, lâm harfi lütfuna, mim harfi de mülkünü işarettir.”
Yine O’ndan şöyle bir rivayet vardır:
“Elif – lâm – mim’in manası: Ben Allahım, bilirim, demektir.”
İbnu Abbasa göre, elif harfi Allaha, lâm harfi Cibrile, mim harfi Muhammede işaret eder. Yani, “Kur’an, Cibrilin lisanı ile Allah tarafından Hz. Muhammede (asm) indirilmiştir.”
Bu harflerin, ebced ve cifir yoluyla kavimlerin müddet ve ecellerine işaret olduğunu söyleyenler de vardır. Rivayete göre, Yahudilerden bir grup Hz. Peygambere geldiğinde, onlara Bakaranın başından “Elif – lâm – mim’i” okudu. Onlar, ebced yoluyla bunu hesaplayıp dediler: Müddeti yetmiş bir yıl olan bir dine nasıl girelim?
Rasulallah (asm) onlara tebessüm etti. Bunun üzerine, “başka da var mı?” dediler. Hz. Peygamber onlara “elif – lâm – mim – sad”, “elif - lâm – ra” ve “elif – lâm – mim – ra”yı okudu. Bunun üzerine, “bize iş karıştı. Hangisini esas alacağımızı bilmiyoruz” dediler.
Bu harflerin Kur’anın isimleri olduğu da söylenmiştir.
Keza, bunların Allahın isimleri olduğuna da dikkat çeken olmuştur.
“Elif – lâm – mim”le alâkalı şöyle bir nükteye dikkat çekilir:
Elif, harfi boğazın gerisinden çıkar. Burası, harflerin çıkış yerlerinin başlangıcıdır.
Lâm harfi dilden çıkar, bu da harflerin mahrecinin ortasıdır.
Mim harfi ise dudaktan çıkar, bu da harflerin mahrecinin sonudur. Demek ki, kulun kelâmının hem evveli, hem ortası, hem de sonu Allahı zikir olmalıdır.
Bu harflerle ilgili olarak, “bunlar sadece Allahın bildiği birer sırdır” görüşüne de yer verilir. Buna yakın bir görüş, dört halifeden ve sahabeden rivayet edilir. Belki de onlar “bu harfler Allah ile Rasulü arasında birer sırdır, hem birer rumuzdur, diğer insanlar bunlara muhatap değillerdir” manasını murat ettiler. Çünkü bir mana ifade etmeyen şeyle hitap etmek, uygun
bir şey değildir.
2- ذَلِكَ الْكِتَابُ “İşte o kitap.”
“İşte o kitap” ifadesi, indirilmesi vaad edilen Kur’ana işarettir. Cenab-ı Hak şöyle bildirir:
“Doğrusu biz sana ağır bir söz ilka edeceğiz.” (Müzzemmil, 5) Mukaddes kitaplarda da Kur’andan bahsedilmiştir.3
لاَ رَيْبَ فِيهِ “Onda hiç bir şüphe yoktur.”
Bunun manası “açık ayetleri, parlak delilleri sebebiyle, akıllı kişi düzgün bir bakışla ona baktığında, onun mu’cize seviyesinde ilâhî bir vahiy olduğundan şüphelenmez” anlamına gelir. Yoksa “kimsenin onun hakkında bir şüphesi yoktur” demek değildir. Görmez misin, Allahu Teâlâ şöyle bildirir: “Eğer kulumuza indirdiğimizden bir şüphe içinde iseniz, haydi onun mislinden bir sûre getirin.” (Bakara, 23)
Bu ayet, onlardan şüpheyi uzak görmedi, ama onlara, kendilerini rahatlatacak yolu gösterdi.
O da, onun herhangi bir sûresine muaraza için ellerinden geleni yapmalarıdır.
Bunu yapamadıklarında şu tahakkuk eder: Demek ki, Kur’anda şüpheye mecal yok, onda tereddüde mahal olacak bir yer bulunmamaktadır.
Şu manaya geldiğine de dikkat çekilmiştir: “O Kur’anda müttakiler için asla bir şüphe yoktur.”
Rayb, (şüphe) kelimesi, nefsin bir şeye mutmain olmayıp tereddütte kalması hâlidir. Şek de aynı manayı bildirir. Çünkü şek, nefsi tereddüde sevkeder, itminana engel olur. Hadiste şöyle bildirilmiştir: “Şüpheli şeyi bırak, şüpheli olmayana bak.”
Çünkü şek, tereddüde sevkeder, sıdk ise itminana sebeptir.
هُدًى لِّلْمُتَّقِينَ “Müttakiler için yol göstericidir.”
Kur’an, onları hakka sevkeder. Hidayetin manası, delâlet, yani rehberlik yapmaktır.
Bu rehberliğin, maksada ulaştıran bir rehberlik olduğuna dikkat çekilmiştir.
“Herhalde ya biz, ya da siz mutlak bir hidayet üzereyiz veya açık bir dalalet içindeyiz.” (Sebe, 24) ayetinde hidayet kelimesi dalalet kelimesine mukabil olarak kullanılmıştır.
Kur’an hidayetinin müttakilere has kılınması, bu rehberlikten onların istifade etmeleri ve O’nun ayetlerinden yararlanmaları sebebiyledir. Yoksa Kur’anın yol göstermesi umum insanlaradır. Bir başka ayette “O, insanlara bir rehberdir” (Bakara, 185) denilmesi bunu gösterir.
Kur’an hidayetinden özellikle takva ehlinin istifade etmesi şuna da işaret eder: Ona dikkatle bakanlardan, ancak aklını keskin kılan ve o aklı ayetleri tefekkürde ve mu’cizelere bakmakta kullanan kimse faydalanabilir. Çünkü Kur’an, sıhhati korumak için gereken faydalı gıdalar gibidir. Eğer bünye sağlıklı değilse, o faydalı gıdalar bir işe yaramaz. Şu ayet, bu manaya işaret eder:
“Biz Kur’ân’dan, mü’minler için bir şifa ve rahmet indiririz.” (İsra, 82)
Kur’an ayetleri içinde mücmel – müteşabih ayetlerin olması, O’nun yol gösterici olmasına zarar vermez.
Müttaki kelimesi vikaye kelimesinden gelir. Kişinin zararlı şeylerden kendini korumasını ifade eder. Şeriat örfünde “kendini ahirette zarar verecek şeylerden koruyan kimseye verilen isimdir.”
Takvanın üç mertebesi vardır:
1-Şirkten sakınmak.
Bu, ebedi azaptan kurtulmayı netice verir.
“…Ve onları takva kelimesi üzerinde durdurdu.” (Fetih, 26) ayeti bu manaya bakar.4
2-Günah fiillerden kaçınmak.
Bazı âlimler küçük günahları terk etmeyi de buna dâhil etmişlerdir.
Şeriatta bu, “takva” namıyla meşhurdur. Şu ayet, bu mertebeye bakar: “O beldelerin halkı iman etseler ve günahlardan korunsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bereketler açardık.” (A’raf, 96)
3-Kalbinin derinliklerini (sırrını) Hak’tan meşgul edecek şeylerden uzak kılmak ve bütün benliğiyle Allaha yönelmektir.
Bu, hakiki takvadır. Şu ayetten matlup olan da budur: “Ey iman edenler! Allah’tan hakkıyla korkun.” (Âl-i İmran, 102)
Konumuz olan, “Müttakiler için yol göstericidir” ayeti üç cihetle de tefsir edilmiştir.
Bakara sûresinin başında yer alan bu dört cümle, birbiriyle son derece kuvvetli irtibatlı olduğundan, ayrıca atıf kullanılmamıştır. Her bir sonraki cümle, öncekini isbat eder.
الم Şuna delalet eder: Kendisiyle meydan okunan Kitap, onların da kullandıkları
böyle harflerden meydana gelmiştir.
ذَلِكَ الْكِتَابُ İkinci cümle olup meydan okuma cihetini ortaya koyar.
لاَ رَيْبَ فِيهِ Üçüncü cümle olup kitabın kemâline şehadet eder. Yani, ilâhî kitap olan Kur’an son derece kemâldedir. Bütün hükümlerinin hak ve yakînî olması bunu gösterir.
هُدًى لِّلْمُتَّقِينَ Dördüncü cümledir. Bu da Kur’anın hak olduğunu, çevresinde şek ve tereddüde mahal olmadığını te’kid eder.
Veya öncekilerden yola çıkılarak sonrakiler isbat edilebilir. Şöyle ki:
Evvela, kendisiyle meydan okunan ve benzerini getirmekten aciz kaldıkları kitabın, onların da bildiği harflerden müteşekkil olduğu nazara verildi.
Buradan şu sonuç ortaya çıktı: Demek ki, o kitap, en mükemmel bir kitaptır. Öyleyse ona asla bir şüphe arız olamaz. Çünkü, kendisi hakkında şek ve şüphenin olması, mükemmelliğe aykırıdır ve en büyük noksandır. Böyle bir kitap, hiç şüphesiz müttakilere rehberdir.
Bu dört cümlenin her birinde, cezaletli bir nükte vardır.5 Şöyle ki:
Birinci cümlede hazf ve hükmün illetiyle beraber maksada bir remiz vardır.
İkinci cümlede elif – lâm – ile (“el kitab” şeklinde gelmesiyle) azametini bildirme vardır.
Üçüncü cümlede, batıl bir manayı vehmettirmemek için zarfın te’hiri vardır.6
Dördüncü cümlede hem hazf, hem daha etkili anlatım için masdar ile tavsif etmek, azametini beyan için elif – lâmsız getirilmesi ve hidayetin müttakilere has olduğunu beyan etmek vardır.
3- ِالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ “Onlar ***ba iman ederler.”
Önceki ayette geçen “müttakîn” kelimesi, “takva sahipleri” anlamındadır.
Takva ise, lüzumsuz şeyleri terk etmek anlamına gelir. Kur’anın müttakilere yol gösterici olduğunu beyandan sonra, “onlar ***ba iman ederler…” denilmesi, o müttakileri belli kayıtlarla beyan eder.7
Bu durumda, onların takva sahibi olmalarını bildirerek kötülüklerden uzak olmalarına, devamında bildirilen özelliklerle de güzel vasıflarla süslenmelerine işaret edilmiştir. Bu, önce demirin paslarını alıp, ardından da istenilen bir şekil verilmesine benzer.
Veya takva kelimesi bütün iyilikleri yapmak ve her türlü kötülükten kaçmak şeklinde de değerlendirilebilir. Buna göre, müttakiler burada belli vasıflarla anılmıştır. Bunlar da, amellerin aslı ve hasenatın esası olan iman etmek, namaz kılmak ve Allah yolunda vermektir. Çünkü bunlar kalp, beden ve malla ilgili amellerin başlıcalarıdır. Bunları yapanlar genelde diğer hayırlı amelleri de yaparlar, günahlardan da uzak kalırlar. Cenab-ı Hakkın şu sözüne bakmaz mısın: “Çünkü namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkor.” (Ankebut, 45)
Hz. Peygamber de şöyle der:
“Namaz dinin direğidir.”
“Zekât, İslâmın köprüsüdür.”
Ameller içinde “***ba iman, namazı düzgün kılmak ve zekâtı vermek” özelliklerinin nazara verilmesi, bunların “takva” ismi altına giren diğer amellere üstünlüğünü ortaya koyar.
“İman”, “emn” kelimesinden alınmış olup, lügatte “tasdik etmek” anlamındadır.
Istılah olarak ise iman; tevhid, nübüvvet, yeniden diriliş ve ahirette amellerin karşılığını görmek gibi Hz. Muhammedin dininden olduğu kati olarak bilinen esasları tasdik etmektir.
Hadisçilerin ekserisi, Mu’tezile ve Hariciler nezdinde, iman üç şeyden meydana gelir:
1-Hak bir itikad.
2-Bunu tasdik etmek.
3-Muktezasıyla amel etmek.
İtikatta problemi olan münafıktır, ikrarda (tasdikte) problemi olan kâfirdir, amelde problemi olan fasıktır, Hariciler nezdinde ise, amelde problemi olan da kâfirdir. Mu’tezile ise, amelde problemi olanı küfre dâhil etmez, ama mü’min de saymaz.8
Gerçekte ise iman, tasdikten ibarettir. Buna delalet eden durumlardan biri, Cenab-ı Hakkın imanı kalbe nisbet etmesidir. Mesela:
-“İşte onlar o kimselerdir ki, Allah onların kalplerine imanı yazdı.” (Mücadile, 22)
-“Kalbi iman ile mutmain olduğu halde küfre zorlananlar dışında, her kim imanından sonra küfre kalbini açarsa, işte onlara Allah’tan bir gadab vardır.” (Nahl, 106)
-“Onlar öyle kimselerdir ki, Allah, onların kalplerini temizlemek istememiştir.” (Maide, 41)9
-“İman henüz kalplerinize girmedi.” (Hucurat, 14)10
Cenab-ı Hakkın Kur’anın nice yerinde sahih ameli imana atfetmesi de iman ve amelin farklı şeyler olduğunu gösterir.
Ayrıca Cenab-ı Hak, mü’minlerin günahlarına da dikkat çekmiştir. (Yani, günah sahibi olmak mü’mini kâfir yapmaz) Mesela:
-“Ancak öldüren kimse, kardeşi (öldürülenin velisi) tarafından affedilirse,
marûf (aklın ve dinin gereklerine uygun) bir yol izlemek ve güzellikle diyet ödemek gerekir.” (Bakara, 178)
-“Eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarında sulh yapın.” (Hucurat, 9)11
-“İman edip de imanlarına bir zulüm bulaştırmayanlar var ya; işte güven onların hakkıdır.” (En’am, 82)12
İmandan maksad kalp ile tasdik olduğuna göre, acaba mücerret tasdik yeter mi? Yoksa ona imkânı olan kimsenin dil ile ikrarda da bulunması gerekir mi? Bu konuda ihtilaf edilmiştir. İkincinin esas alınması daha doğru görülmektedir. Çünkü Allahu Teâlâ, ihmâli olan cahilden ziyade onu söylemekten kaçınanı kınamıştır.
***b, masdardır. “Sonra hepiniz, ***bı da görülen âlemi de bilene döndürüleceksiniz.” (Tevbe, 94) Bu ayette, “şehadet” kelimesi gibi “***b” kelimesinin de masdar olarak gelişi, mübalağa ifade eder. ***btan murat, hissin idrak etmediği ve aklın bedihî olarak gerekli görmediği gizli şeydir.13
***b, iki kısımdır:
1-Delili olmayan ***b.
2-Delili olan ***b.
Birinciye misal, şu ayettir:
“***bın anahtarları O’nun katındadır.” (En’am, 59)
İkinciye misal ise, Allahın varlığı ve sıfatları, ahiret günü ve halleri gibi durumlardır. Konumuz olan ayetteki ***b, bu ikinci kısımdandır.
Ancak, ayetteki “***b” kelimesi, cümle içinde hâl olarak da düşünülebilir.
O zaman mana şöyle olur: “Onlar, sizin gıyabınızda da iman ederler. Münafıklar gibi yapmazlar. Çünkü münafıklar, iman edenlerle karşılaştıklarında “Âmenna” derler. Şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise “biz gerçekten sizinleyiz. Biz ancak mü’minlerle alay eden kimseleriz” derler. Veya iman edilen şeylerin ***bta olması açısından da bakılabilir.
Şöyle rivayet edilir:
“Kendisinden başka ilah olmayan Allaha yemin ederim ki, hiçbir kimse ***ba imandan daha efdal bir imanda bulunmadı.” İbnu Mes’ud, bunu rivayetten sonra “Onlar ***ba iman ederler” ayetini okur.
***btan muradın kalp olduğu da söylenmiştir, çünkü kalp de gözden ıraktır. Yani, “Onlar kalpleriyle iman ederler. Yoksa dilleriyle kalplerinde olmayanı söyleyen kimseler gibi yapmazlar.”
وَيُقِيمُونَ الصَّلاةَ “Ve namazı ikâme ederler.”
Onlar, namazın rükünlerini mu’tedil bir şekilde yaparlar, namazın fiillerine gölge düşürecek durumlardan namazı korurlar.
Keza, onu eda etmek için ciddi bir ***ret içinde olurlar, fütur getirmezler, gevşeklik göstermezler.
“Namazı kılarlar” demek yerine, kıyam kökünden gelen “ikâme ederler” denilmesi, namazda aynı zamanda kıyam da bulunduğundandır. Nitekim namazdan diğer rükünleriyle de bahsedilmiştir. Kunut, rükû, sücud, tesbih gibi.14
Ancak, ilk nazara verilen mana daha zâhirdir. Çünkü daha meşhurdur ve hakikate daha yakındır. Böyle ifade edilmesi, medhedilmeye layık olan namazın farz ve sünnet şeklindeki zahiri hududlarına ve huşu ve kalben Allaha yönelmek gibi batınî hukuklarına riayet edilen namaz olduğuna uyarıda bulunur. Yoksa namazında gafil olanların namazı medhe layık değildir.
Bundan dolayı Kur’anda “salat” kelimesiyle ifade edilmiştir. Bu kelime “dua” anlamına da gelir. Zaten, namazda dua da bulunmaktadır.
وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ “Ve onlara rızık olarak verdiklerimizden (Allah yolunda) infak ederler.”
Rızık, lügatte “pay” anlamındadır. Allahu Teâlâ şöyle bildirir:
“Ve rızkınızı, yalanlamanızdan ibaret mi kılıyorsunuz?” (Vakıa, 82)
Mu’tezile mezhebi, Allah haramdan faydalanmayı men etmiş ve ondan sakınmayı emretmiş iken, haramdan imkân vermesini muhal görerek “haram, rızık değildir” dediler. Bu ayetle de delil getirip “görmez misin, Allahu Teâlâ burada rızkı nefsine isnat ederek, onların mutlak helalden infak ettiklerine dikkat çekti. Çünkü haramdan vermek, medhi icap ettirmez. Ve Allah şu ayette de rızık olarak verdiklerinden bir kısmını haram kılan müşrikleri
kınadı:
“De ki: Allah’ın sizin için indirdiği; sizin de, bir kısmını helâl, bir kısmını haram kıldığınız rızıklar hakkında ne dersiniz? De ki: Allah mı size izin verdi? Yoksa Allah’a iftira mı ediyorsunuz?” (Yunus, 59)
Ehl-i Sünnet ise, üstteki ayette Allahın rızkı nefsine isnad etmesini tazim ve infaka teşvîk olarak anladılar. Diğer ayetteki zemmi (kınamayı) da haram olmayan bir şeyin haram kabul edilmesi yönünden değerlendirdiler. Ayrıca rızkın harama da şümulüne şu hadisten delil getirdiler:
Hz. Peygamber Amr Bin Gurre’ye şöyle der: “Allah seni temiz bir rızıkla rızıklandırmıştı. Ama sen, Allahın sana helâl kıldığına bedel, Allahın sana haram kıldığı rızkı seçtin.”
Ayrıca, şu nokta da önemlidir: Şayet haram rızık rızık değilse, ömrü boyunca haram yiyen birisi rızıklanmamış sayılacaktır. Hâlbuki şu ayette de görüldüğü gibi durum böyle değildir:
“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın.” (Hûd, 6)
Bir şeyi infak etmek, onu elden çıkarmaktır. Şayet Arabçada ilk iki harfi sırasıyla N-F olan kelimeleri tek tek incelesen, hepsinde gitmek ve çıkmak manasına bir delâlet bulursun.
Bu infaktan anlaşılan, malı farz ve nafile olarak hayır yolunda sarfetmektir.
Ayetteki infakı, “zekâtlarını verirler” şeklinde açıklayan, infakın en efdal şeklini zikretmiş olur veya kardeşi hükmünde olan sadakaya yakınlığı sebebiyle, burada tahsis etmiş olur.
Ayette, mefulün öne alınması, yapılacak infakın başkasının malından değil, bizzat Allahın verdiğinden yapılmasına özen gösterilmesi içindir.15
Ayette “onlara rızık olarak verdiklerimizi” denilmeyip “rızık olarak verdiklerimizden infak ederler” denilmesi yasaklanmış olan israftan mükellefi men etmek içindir.16
Ayette, Allahın ikram ettiği bütün zahirî ve batınî nimetlerden başkalarına infak etmekte belli bir kayıt olması da muhtemeldir. Hz. Peygamber şöyle buyurur:
“Bir kısım ilim vardır ki, bazı hazineden infak edilmediği gibi, başkasına söylenmez.”
Bazıları da şöyle diyerek, Allahın rızık olarak verdiklerinin sırf maddî rızık olmadığına dikkat çekmişlerdir: “Onlar, kendilerine özel olarak verdiğimiz marifet nurlarından başkalarına da feyz olarak verirler.”
4- َ والَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ “Ve onlar hem sana indirilene iman ederler, hem de senden önce indirilenlere.”
Ayette, Abdullah Bin Selâm gibi ehl-i kitaptan iman edenler nazara verilmektedir.
Bu ayet, önceki “Onlar ***ba iman ederler” ayetine atfedilmiştir. Bunlar da onlarla beraber medhedilen müttakilere, özel olanların genel içinde dâhil olması şeklinde, dâhildirler. Çünkü biraz sonra iki defa َأُوْلَئِكَ “işte onlar” ifadesi gelecektir. Bunlardan birincisi şirk ve inkârdan kurtulup iman edenlerdir.
İkincisi ise, önceden iman etmiş olan kitap ehlinden İslâma girenlerdir. Böylece her iki ayet, müttakileri iki kısmıyla tafsil etmektedir. Bu atıf, İbnu Abbasın görüşüdür.
Veya ayet “müttakiler” ifadesine atıftır, müttaki mü’minleri beyan eder. Sanki şöyle ifade etmiş olur: “Kur’an, şirkten sakınanlara ve diğer dinlerden iman edenlere bir rehberdir.” Burada “Ve onlar hem sana indirilene iman ederler, hem de senden önce indirilenlere” ayetinden murat, doğrudan doğruya önceki iman ettiği bildirilen kimseler olması da muhtemeldir.17
Yani, onlar, aklın idrak ettiklerine toptan iman ettikleri gibi, bu imanı tasdik eden bedenî ve mâlî ibadetleri de yaparlar. Aynı zamanda ancak haber yoluyla bilinebilenlere de iman ederler.
Ayette والَّذِينَ “onlar ki…” ifadesinin iki defa tekrar edilmesi her iki yolun farklılığına bir tenbihtir.
Veya onlardan bir taife, ehl-i kitaptan İslama girenlerdir. Bu durumda onların ayette bahsi, genel içinde özelin yer alması kabilinden olur. Mesela, “Melekler geldi” dedikten sonra ayrıca Cebrail ve Mikaili de söylememiz gibi. Bu tarzda, genel içinde kitap ehlinden bazılarına dikkat çekilmesi, şanlarının yüceliğini göstermek ve emsallerine teşvikte bulunmak içindir.
İnzal, bir şeyi yüksekten aşağıya indirmektir. İlahi kitapların nüzülü, meleğin ruhanî bir alışla Allahtan alması veya levh-i mahfuzdan hıfz şeklinde alıp indirmesi ve peygambere bildirmesi şeklinde olabilir.
Ayette “onlar sana indirilene iman ederler” denilmiştir. Bundan murat, Kur’anın tamamı ve şerîatın (dinin) tümüdür.
Ayette her ne kadar bir kısmı indirilmemiş ise de inzal fiilinin geçmiş zaman kipiyle ifadesi, henüz inmemiş olanlar da tağlip yoluyla inmiş gösterilmesindendir veya inmesi beklenenleri, sanki inmiş gibi olmasındandır. Bunun bir nazirini şu ayette görürüz: (Ahkaf, 30) Çünkü Cinler Kur’anın tamamını dinlememişlerdi ve o vakitte Kur’anın tamamı henüz inmemişti.
Ayette “hem de senden önce indirilenlere iman ederler” ifadesinden maksat; Tevrat, İncil ve önceki semavi diğer kitaplardır. Onların hepsine toplu olarak iman etmek farz-ı ayndır. Peygamber efendimize indirilene ise, onunla ibadet ettiğimiz için ayrıntılarıyla iman etmek farz olur. Ancak bu herkese tek tek farz olmayıp, farz-ı kifaye yoluyladır. Çünkü herkesin Kur’anı ayrıntılarıyla bilmesi vacip olsa, bu sıkıntıya ve maişette problemlere
yol açar.
وَبِالآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ “Ahirete de kesin olarak onlar iman ederler.”
Ahirete de öyle tereddütsüz inanırlar ki, “cennete ancak Yahudiler ve Hristiyanlar girecek”, ve “cehennem ateşi bize sayılı günler dışında dokunmayacak” gibi batıl inanışlar, bu imanla ortadan kalkar.
Keza, bu yakînî imanla,
-“Cennet nimetleri dünya nimetleri cinsinden mi olacak, yoksa farklı
mı olacak?
-Cennet devam edecek mi?” şeklindeki tereddütlerden kurtulurlar.
Ayette “Ahirete de kesin olarak onlar iman ederler” denilmesi, ehl-i kitaptan İslâma girmeyenlere bir tarizdir. Yani, onların ahiret hakkındaki itikadı, gerçeğe mutabık değildir ve bir yakînden sadır olmamıştır.
Yakîn, tefekkür ve istidlal yoluyla bir şeyi şek ve şüpheden uzak bir şekilde bilmektir. Bundan dolayı Allahu Teâlânın ilmi ve zarurî bilgiler yakîn ile nitelendirilmez.
Ahiret kelimesi “ahir”, yani “diğer” kelimesinin müennesidir. “İşte şu ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde büyüklenmeyi ve bozgunculuğu istemeyen kimselere veririz.” (Kasas, 83) ayetinde geçtiği gibi, “dâr” (yurt) kelimesinin sıfatıdır. “Dünya yurdu” yerine kısaca “dünya” denilmesi gibi, “ahiret yurdu” yerine de kısaca “ahiret” denilmektedir.18
5- أُوْلَئِكَ عَلَى هُدًى مِّن رَّبِّهِمْ “İşte onlardır Rab’lerinden bir hidayet üzere olanlar.”
Bu ifade, sûrenin başında bildirilen müttakilerin durumunu bildirir. “(Kur’an), müttakiler için yol göstericidir” denilince, sanki “onları buna ehil kılan özellikler nelerdir?” denilmiş, buraya kadar sayılan özelliklerle buna cevap verilmiştir.
Bu ifade, evveline bağlı olmadan müstakil bir cümle de olabilir. Sanki bu, önceki hükümlerin ve özelliklerin bir sonucu olmuştur.
“İşte onlardır Rab’lerinden bir hidayet üzere olanlar” ifadesinde, onların sanki bir şeye yükselip binmelerine işaret eden bir temsil vardır.
Böyle bir şeyi elde etmek, ancak:
-Fikri ön kabullerden boşaltmak,
-Yapılan amelle ilgili devamlı nefis muhasebesi yapmakla gerçekleşir.
Ayette hidayet kökünden gelen ىًدُه “hüden” ifadesinin elif-lâmsız gelişi, o hidayetin büyüklüğünü gösterir. Öyle ki künhüne ulaşılamaz, kadri tam bilinemez.
Bu hidayetin Allah tarafından verildiğinin ve muvaffak edenin O olduğunun ayrıca bildirilmesi, bu hidayetin büyüklüğünü te’kid eder.
وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ “Ve işte onlardır felaha erenler.”
Ayette,أُوْلَئِكَ “İşte onlar” ifadesinin tekrarı, onların bu sıfatlarla muttasıf olmalarının, her ne kadar her bir netice onların diğerlerinden ayrılmalarına kâfi ise de, her iki neticeyi de gerekli kıldığına bir tenbihtir.
Bir başka ayette, kâfirler anlatılırken “İşte onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha da aşağıdırlar. İşte onlar gafillerin ta kendileridir.” (A’raf, 179) iki defa أُوْلَئِكَ “işte onlar” ifadesinin geçmesi, mevzumuz olan ayetten farklıdır. Çünkü gafletlerinin tescil edilmesi ve hayvanlara benzetilmeleri bir şey olduğundan, ikinci cümle birinci cümleyi ikrar etmektedir. Bundan dolayı atıf münasip olmadığından atıf vavı kullanılmamıştır.
Ama burada ise, her iki cümlenin mefhumu farklı olduğundan atıf vavı ile birbirlerine bağlanmışlardır. Ayette geçen ْهُمُ “hüm” zamiri haberi sıfattan ayırır ve nisbeti kuvvetlendirir.
Ayrıca, isnad edilen durumun isnad edilene özel olduğunu ifade eder.19
Müflih, matlubunu elde eden demektir. Sanki o, kendisine zafer cihetleri açılan kimsedir.
Bu kelimenin elif – lâm ile “el– müflihun” şeklinde gelmesi, onların ma’lum ve marûf olmalarına delalet eder. Yani, ahirette felaha erecekleri sana anlatılan müttakiler, işte bu kimselerdir.
Veya herkesin felaha erenlerin hakikati ve özelliklerinden bildiğine işaret
eder.20
Tenbih: Dikkat et, Allahu Teâlâ müttakilerin nail olacakları şeyleri nasıl da değişik cihetlerden nazara verdi. Bunlar, başka hiç kimsenin nail olamıyacağı hallerdir.
Kelâmın
وَأُوْلَئِكَ
“işte onlar…” şeklinde ifadesi, hükmün illetini beyan
eder. Yani, onların önceden sayılan vasıfları, bu mükâfatlarına sebep olmuştur.
وَأُوْلَئِكَ “İşte onlar” ifadesinin tekrarı, manayı kuvvetlendirmekte, yeni bir mazhariyetlerini ifade etmektedir. Haberin elif – lâmlı gelmesi, arada “hüm” zamirinin bulunması, hepsi birer belağat inceliğidir. Bunlar, o müttakilerin kıymetini ortaya koyar, onların peşinden gitmeye insanları teşvik eder.
Mu’tezile, bu ayette “işte onlardır felaha erenler” ifadesinden yola çıkarak ehl-i kıbleden olan fasıkların azapta ebedi kalacaklarına delil getirmek istemiştir. Bu iddiaya şöyle cevap verilir: Ayette anlatılan felaha erenlerden murat, kâmil manada felaha erenlerdir. Buradan, bu özelliğe sahip olmayanların felahın kemaline ulaşamadıkları anlaşılır, yoksa doğrudan doğruya felaha ermeyecekleri manası anlaşılmaz.21
6- إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنذِرْهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ “Şüphesiz o inkâr edenleri uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir, iman etmezler.”
Allahu Teâlâ, has kullarını, seçkin velilerini onları hidayet ve felaha ehil kılan sıfatlarıyla anlattıktan sonra, onların zıddı olan inatçı münkirleri nazara verdi. Bunlara ilâhî hidayet (yol gösterme) fayda vermemekte, ayetler ve uyarılar bir işe yaramamaktadır.
“Şüphesiz iyiler naim (cennetin)dedirler ve facirler ise cehennemdedirler.” (İnfitar, 13-14) ayetinde iyiler ve facirlerin akibeti anlatılırken atıf vavı ile birbirine bağlanmışken, burada kâfirlerin kıssası, mü’minlerin kıssasına atıf yoluyla bağlanmamıştır. Çünkü her ikisinde maksat aynı değildir. Orası Kitabın (Kur’anın) zikri ve şanını beyan için iken, burası kâfirlerin inadını ve dalalette ısrarını açıklamak içindir.
Ayette geçen إِنَّ “İnne”, te’kid ve tahkik ifade eder. Şu ayette olduğu gibi, tereddüt olan yerlerde kullanılır:
“Şüphesiz biz onu yeryüzünde kudret sahibi kıldık.” (Kehf, 83 – 84)
“Ve Musa dedi: “Ey Firavun! Şüphesiz ben âlemlerin Rabbinden bir elçiyim.” (A’raf, 104)22
Müberred, bu konuda şöyle der:
“Abdullah ayakta” dediğinde, bu sadece onun ayakta olduğunu haber vermektir.
“Abdullah gerçekten ayakta” dediğinde ise, onun ayakta olup olmadığını sorana cevap verirsin, “Abdullah, hiç şüphesiz gerçekten ayaktadır” dediğinde ise, onun ayakta olduğunu inkâr edene cevap verirsin.
Ayette geçen َالَّذِينَ “Ellezine” belirlilik ifade eder. Bu açıdan bakıldığında Ebu Cehil, Ebu Leheb, Velid Bin Muğire ve Yahudilerin bazı âlimleri gibi kimselere bakar, onların iman etmeyeceklerini haber verir.
Veya cins ifade eder, genel anlamda küfürde inat edenlerin durumunu anlatır.
Küfür, kelime itibariyle örtmek anlamındadır. Çiftçiye ve geceye de “kafir” denilir, çünkü çiftçi tohumları örter, gece de her şeyi.
Istılah olarak küfür, Peygamberden geldiği zaruri olarak bilinen bir şeyi inkâr etmektir.
***r-i müslimlerin kıyafetine girmek, papaz kuşağı kuşanmak gibi hallerin küfürden sayılması, İslamı yalanlamaya delalet ettikleri cihetten küfür sayılmıştır. Aslında bunlar hadd-i zatında küfür değillerdir. Ancak Hz. Peygamberi tasdik eden birinin böyle şeylere cür’et etmemesi gerekir.
“Kur’an mahlûktur” diyen Mu’tezile, bu ayette küfür fiilinin geçmiş zaman sığasıyla gelmesini de delil olarak kullanır. Hâlbuki, böyle bir durum, ilimde olduğu gibi kelâmda sonradan meydana gelmeyi gerektirmez.23
İnzar, korkutmaktır. Burada murat, Allahın azabından korkutulmalarıdır.
Hz. Peygamber hem müjdeleyici hem de uyarıcı olarak gönderilmişken, burada sadece uyarmakla alakalı durum nazara verildi. Çünkü azap ile uyarmak kalpte daha etkili ve nefiste daha müessirdir. Zira zararı def etmek, menfaat celbetmekten daha önce gelir. Durum böyleyken uyarı bunlara fayda vermiyorsa, müjdelemenin fayda vermeyeceği hayli hayli aşikârdır.
“Onlar iman etmezler.”
Bu ifade, önceki ayette mücmel olarak anlatılan durumu açıklığa kavuşturmaktadır.
Yani, onlar uyarılsa da uyarılmasa da bir şey değişmeyecek, imana girmeyeceklerdir.
Bu ayet, “teklif-i ma lâ yutak” yani “altından kalkılamayacak bir şeyle Allahın insanları mükellef kılması caizdir” diyenlerin delil olarak kullandıkları ayetlerden biridir. Onlara göre, Allah onlara imanı emretmekle beraber iman etmeyeceklerini de haber vermiştir. Şayet iman etseler, O’nun haberi yalan olacaktır ve onların imanının şümülü, kendilerinin iman etmeyeceklerini de içine alacaktır. Bu ise iki zıddın içtimaı demektir.
Meselenin hakikati şudur: Her ne kadar zâtında yapılamayacak bir şeyle mükellef kılmak aklen caiz olsa bile, yapılacak araştırma neticesinde fiilen böyle bir durumun olmadığı ortadadır. Öte yandan bir şeyin vukuunu ve veya olmamasını haber vermek, ona olan kudreti ortadan kaldırmaz. Kulun kendi iradesiyle yaptığı fiillerde, kaderin bir zorlaması söz konusu değildir.
Uyarmanın bazı kâfirlere fayda vermeyeceği bildirildikten sonra yine de uyarmanın yapılması, onların Allah nezdinde bir delilleri kalmaması içindir.24
Aynı zamanda bu durum, Hz. Peygamber için tebliğin efdaliyetini gösterir.
Çünkü ayette “onlar için birdir” denilmiş, “senin için uyarmakla uyarmamak birdir” denilmemiştir. Nitekim bir başka ayette, putlara tapanlara hitaben, “Eğer siz onları yola çağırsanız, size uymazlar. Onları ha çağırmışsınız, ha çağırmayıp susmuşsunuz, sizin için fark etmez.” (A’raf, 193) denilmiştir.
Ayetin belli şahısların iman etmeyeceklerini bildirmesi, ***btan haber vermektir ve bu da Kur’an mu’cizelerinden biridir.
7- ْ خَتَمَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ “Allah onların kalplerini de kulaklarını da mühürledi.”
Ayet, önceki ayette bildirilen belli kâfirlerin iman etmemelerinin sebebini ve onu gerektiren durumu beyan eder.
Aslında kalplerinde bir mühür ve gözlerinde bir perde yoktur. Bundan murat, küfür ve günahı hoş gösteren, iman ve taatı da çirkin gösteren bir durumun nefislerinde meydana gelmesidir. Bu durum,
-Yoldan sapmaları,
-Taklidde kalmaları,
-Sağlıklı bir bakıştan yüz çevirmeleri sebebiyledir. Böylece artık onların kalplerine hak nüfuz etmez, kulakları mühürlenir, öğüt alamazlar. Afak ve enfüste dikilen ayetler,25 bunlardan ibret alanlara çok manalar ifade ederken,
bunlara fayda vermez. Böylece sanki perdelenmiş gibi olur, görmeleri
engellenir.
Cenab-ı Hakkın böyle mühür ve perde ile anlatması, istiare yoluyla bir anlatımdır.26
Allahu Teâlâ, bu tarzda Kur’anda değişik yerlerde onların inkârını nazara vermiştir. Mesela,
“İşte onlar, o kimselerdir ki; Allah kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlemiştir.” (Nahl, 108) Bu ayette onların inkârı, Allahın kalplerini mühürlemesi ile ifade edilmiştir.
“Kalbini, bizi anmaktan gafil kıldığımız kimseye uyma.” (Kehf, 28) Bu ayette onların küfrü, Allahın onları gafil kılmasıyla anlatılmıştır.
“…Ve kalplerini kaskatı kıldık.” (Maide, 13) Bu ayette, onların kalplerinin
katı kılındığı nazara verilmiştir.
Bütün bunlarda temel nokta şudur: Bütün mümkinat (varlıklar) Allaha dayanır, onun kudretiyle meydana gelir. Bu açıdan bunlar Allaha isnad edilir.
Yaptıkları fiillere sebep olma noktasından ise kendilerine isnad edilirler. Mesela şu ayetlere bakalım:
“Verdikleri sağlam sözü bozmalarından, Allah’ın âyetlerini inkâr etmelerinden, peygamberleri haksız yere öldürmelerinden ve “kalplerimiz kılıflıdır” demelerinden dolayı (başlarına türlü belâlar verdik.)
Aksine, inkârları sebebiyle Allah onların kalplerini mühürlemiştir.” (Nisa, 155)27
“İşte bu, şu sebepledir: Onlar iman ettiler, sonra inkâr ettiler. Bu yüzden kalpleri mühürlendi. Artık onlar anlamazlar.” (Münafikun, 3)28
Ayet, onlara sıfatlarının çirkinliğini ve akıbetlerinin vehametini şiddetle
beyan etmektedir.
Mu’tezile mezhebi mensupları, bu gibi ayetlerde hayli zorlandılar ve bunları te’vil için bazı vecihler zikrettiler:
1-Onlara göre, , haktan yüz çevirmeleri ve bunun kalplerinde yerleşmesi sonucu olarak, küfür onların tabiatı haline gelince, kalplerinin tab’ı yaratılışla alakalı fıtrî bir vasfa benzetildi.
2-Bu gibi ayetlerden murat, onların kalplerinin halini, Allahın anlayıştan boş olarak yarattığı hayvanların kalpleri ile temsil etmektir. Nasıl ki ölen biri için “vadi onu alıp götürdü” denilir. Uzun süre görülmeyen biri hakkında,
“Anka kuşu onu uçurdu” ifadesi kullanılır. Bunların temsilî bir anlatım olması gibi, bu ayetler de öyledir, zahirine göre anlaşılmamalıdır.
3-Ayetlerde medar-ı bahs olan durumlar gerçekte şeytanın veya kâfirin fiilidir. Ama, Allahın onlara verdiği güçle bunu yaptıklarından fiilin müsebbibine isnadı şeklinde Allaha nisbet edilmiştir.
4-Onların kalpleri küfürde kökleşti ve sağlamlaştı. Zorla onlara imanı kabul ettirmekten başka bir yol kalmadı, ama mükellef olabilmeleri için de böyle bir yol söz konusu olmadı. Dolayısıyla, onların imanı terki, kalplerinin mühürlenmesiyle ifade edildi. Çünkü bu onların imanına bir engeldir. Bunda, onların azgınlıkta haddi aşmalarını ve dalalete sapmakta çok ileri gittiklerini hissettirmek vardır.
5-Kâfirlerin kalplerinin mühürlenmesi gibi ifadeler, onların hâlini hikâye etmek tarzında onlarla ince bir alay (tehekküm) ve istihza da olabilir. Mesela Kur’an onların şöyle dediğini nakleder:
“Dediler: Senin bizi davet ettiğin şeye karşı kalplerimiz kapalıdır.
“Kulaklarımızda da bir ağırlık var. Seninle bizim aramızda bir de perde var.” (Fussılet, 5)
6-Onların kalplerinin mühürlenmesi ahirette olabilir. Geçmiş zaman
üslûbuyla söylenmesi, bunun muhakak olacağını bildirmek içindir. Şu ayet de buna şehadet eder:
“Ve biz, o kâfirleri kıyamet günü yüzleri üstü sürünür bir şekilde kör, dilsiz ve sağır oldukları halde haşredeceğiz.” (İsra, 97)
7-Kalbin mühürlenmesinden murat, meleklerin bildiği nişanla kalplerinin işaretlenmesi de olabilir. Melekler bu nişanı görür ve onlara buğzederler, onlardan uzak kalırlar.
İşte, kalplerin mühürlenmesi veya insanların dalalete sevkinin Allaha nisbet edilmesi gibi meselelerde bizimle Mu’tezilenin meseleye yaklaşımları bu şekildedir.
“… kulaklarını da mühürledi.”
Onların kulaklarının da mühürlü olduğunu anlatan bu ayet, kalplerin mühürlendiğini anlatan kısma atfedilmiştir. Başka bir ayette ise, kulak daha geçer, kalbin mühürlenmesi ona atıfla söylenir:
“Hevâsını ilâhı edineni gördün mü? Allah onu bir ilim üzere saptırdı. Kulağını ve kalbini mühürledi ve gözüne de perde çekti.” (Casiye, 23)
Kalp ve kulak, bütün cihetlerden idrak etmekte ortaktırlar. Bundan dolayı, her cihetten gelebilen idrake engel olan mühürlenme cezasına maruz kaldılar. Gözün idraki ise sadece ön cihetten olduğundan, bu cihete mani olan perde ile iktifa edildi. “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürledi” demek yerine “Allah onların kalplerini de kulaklarını da mühürledi” denilmesi yapılan mühürlemenin şiddetine ve her iki mührün farklı farklı olduğuna daha ziyade delâlet etmesi içindir.
وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ “Gözlerinin üzerinde de bir perde vardır.”
Ayetteki “ebsar” kelimesi “basar” kelimesinin çoğuludur, “gözün idrak etmesidir.” Mecazen görme kuvveti ve göz için de kullanılır. Benzeri bir durum “sem” kelimesi için söz konusudur. Muhtemelen ayette işitme ve görme uzuvları kastedilmektedir. Çünkü mühürleme ve perdeleme olayının azalarla münasebeti ***et açıktır. Kalp, ilmin mahallidir. Bazen “kalp” denildiğinde bununla akıl ve marifetin murat edildiği de olur. Mesela şu ayette olduğu gibi:
“Şüphesiz bunda, kendisinde bir kalp olan yahut gafletten uzak bir halde kulak veren kimseler için bir öğüt vardır.” (Kâf, 37)
وَلَهُمْ عَذَابٌ عظِيمٌ “Ve onlar için çok azim (büyük) bir azap vardır.”
Ayet, kâfirler için bir tehdid ve onların layık oldukları akibeti beyandır.
“Azîm” ve “kebir” kelimeleri ikisi de büyüklüğü ifade eder. “Azîm” kelimesinin zıddı “hakîr” iken “kebir” kelimesinin zıddı “sağîr” (küçük) kelimesidir. Hakîr kelimesi sağirden daha aşağıyı ifade ettiği gibi, azîm kelimesi de kebir kelimesinden daha üstte olanı ifade eder. Buradaki ayette, azabın “azîm” kelimesiyle vasıflandırılması, diğer azaplarla mukayese edildiğinde, diğer azapların buna nisbetle küçük kaldığını anlatır.
“Azim” kelimesinin bilinmezlik ifade eden elif-lamsız gelişi, bu azabın künhünün Allah dışında kimsenin bilemeyeceği kadar büyük olduğunu bildirir.
1 Yani, “ey insanlar, size okunan Kur’an, işte böyle harflerden meydana gelmiştir.
Haydi, böyle harfleri kullanarak Kur’anın nazirini yapınız.”
2 Mesela, Nun bir harf, Ha-Mîm iki harf, Elif-Lâm-Mîm üç harf, Elif-Lâm-Mîm-Ra dört harf ve Kef-He-Ye-Ayn-Sad ise beş harftir.
3 “İşte o kitap” ifadesi “hani önceki semavî kitaplarda indirileceği bildirilen kitap
var ya, Kur’an işte o kitaptır” manasına işaret eder.
4 Ayette anlatılanlar, Hudeybiye seferine katılan mü’minlerdir.
5 Cezalet: Kelamı meydana getiren kelimelerin özenle ve hassasiyetle seçilmesi ve bunun sonucu olarak kelamın hem parça parça, hem de bir bütün olarak ihtişamlı olmasıdır. Yani, cezalet nazımla alakalı bir durumdur. Kur’anın mu’cizelik yönlerinden biri de “nazmındaki cezalet”tir. Kur’anın lafzında fesafat, manasında belağat ve nazmında ise cezalet vardır.
6 Yoksa “ama diğer ilâhî kitaplarda bir şüphe var” manası tevehhüm edilebilir.
7 Yani, o müttakiler, “***ba inanan, namazı düzgün kılan, Allah yolunda infakta bulunan” kimselerdir.
8 Buna “el-menzile beyne’l- menzileteyn” denir.
9 Ayet, Tevratın hükmünü uygulamak istemeyen bazı Yahudiler hakkında inmiştir.
10 Ayet, İslama yeni girmiş bazı bedeviler münasebetiyle inmiştir. İmanın hakikatının
henüz kalplerine yerleşmediğini anlatır. Sadece “iman ettik” demekle imanın hakikatına ulaşılmış olmaz.
11 Mü’minlerin birbiriyle dövüşmesi ve savaşması elbette ***et nahoş bir durumdur.
Ama hasbe’l-beşer böyle bir hata işlediğinde de küfre girmiş olmaz. Ayette mü’minlerden iki grup denilmesi, bunun bir delilidir.
12 Ayette geçen “zulüm”den murat şirktir. Bu konuda şöyle rivayet edilir: Ayet nazil olduğunda, bu hüküm sahabilere ağır geldi ve “hangimiz nefsine zulmetmiyor
ki?” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Ayetin manası sizin
zannettiğiniz gibi değil. O ancak Hz. Lokmanın, oğluna “Çünkü şirk, elbette
çok büyük bir zulümdür.” demesi tarzındadır.” (Lokman, 13)
13 Mesela, melekler bize nisbetle ***bî varlıklardır, biz bunları duyu organlarımızla
idrak edemeyiz. Ayrıca bunların varlığı akıl açısından zorunlu da değildir, ama akıl onların varlığını red de edemez. Eğer varlıkları aklen bedihî olsaydı, kimsenin
melekleri inkâr etmemesi gerekirdi.
14 Mesela bkz. Zümer 9, Mürselat 48, Hicr 98 ve A’lâ 1. ayetlere bakılabilir. Bu ayetlerde, sırasıyla kunut, rükû, secde ve tesbih ifadeleri namazı da tazammun eder.
15 Yani, Ali’den alıp Veli’ye vermek tarzında olmamalı, Allahın kendisine nasip ettiğinden vermelidir.
16 Yani, mallarının hepsini vermezler, bir kısmını verirler. Bir başka ayette, eldeki malın tamamının verilmemesi, açıktan ifade edilmiştir. (İsra, 29)
17 Yani, o müttaki mü’minlerin bir özelliği de, sadece Kur’ana iman etmekle kalmayıp,
önceki semavî kitaplara ve sahifelere de iman etmeleridir.
18 Yani, dünya bu gördüğümüz âlem, ahiret ise, diğer âlemdir.
19 Yani, işte onlardır felaha erenler, başkası değil. Felâha erenleri görmek istiyorsanız
onlara bakınız, çünkü onlar felâha erenlerin ta kendileridir.
20 Yani, bazıları “falanca felaha erdi” deyince, mesela onun zengin olduğunu anlar,
veya büyük bir beladan kurtulduğunu anlar… İşte, ayette müttaki mü’minlerin felaha erdiklerinin anlatılması, felah kelimesinin çağrıştırdığı bütün güzelliklere bunların sahip olduklarını ifade eder. Mesela, bu cümleden olmak üzere şunlar hatırlanabilir:
“İşte onlardır cehennemden kurtulanlar.”
“İşte onlardır Cenab-ı Hakkın rü’yetine nail olanlar…”
“İşte onlardır cennete alınanlar.”
21 Mesela, “bugün çarşıda kazanan falanca kimse oldu” dediğimizde en ziyade onun kazandığı anlaşılır. Bu cümleden yola çıkarak başkalarının hiçbir şey kazanamadıkları
söylenemez. Demek ki, kâmil manada kurtulan, felaha eren kimseler müttaki mü’minlerdir. Ama bundan hareketle fasık – günahkâr mü’minlerin asla kurtulamayacakları, cehennemde ebedi kalacakları söylenemez.
22 Muhatap, söylenen meselede tereddüt içindeyse, “şüphesiz, gerçekten…” gibi ifadelerle mana kuvvetlendirilir. İnsanlar Zülkarneynin saltanatı konusunda şüpheyle bakabildiğinden ve Firavun, Hz. Musa’nın peygamberliğini şüpheyle karşıladığından, “inne” ile anlatılmıştır.
23 Allahın her şeyi kuşatan bir ilmi vardır. O, neyin ne şekilde olacağını önceden de bilir. Bizler ise, bir şey meydana geldiğinde biliriz. Kendi bilmemizi Allahın bilmesiyle
karşılaştırmak, çok yanlış bir kıyas olur. Allahın kelâmı da ilmi gibi bir sıfatıdır
ve ezelidir.
24 Yoksa, “bize bir uyarıcı gelmedi, gelseydi dinlerdik” diyebilirler.
25 Âfak ve enfüs, birbirine mukabil olarak kullanılan iki kelimedir. Âfak, insanın
dışındaki âlemi, enfüs ise insanın kendisini ifade eder. Bu iki kelime, “Âfakta ve kendi nefislerinde ayetlerimizi onlara göstereceğiz.” ayetinden alınmıştır (Fussılet, 53).
26 İstiare, bir kelimenin mânasını geçici olarak başka mânada kullanmak veya herhangi bir varlığa, ya da mefhuma asıl adını değil de, benzediği başka bir varlığın
adını verme san’atıdır. “Adam sevinçten uçuyordu” dediğimizde, “uçuyordu” kelimesinde istiare vardır. Kuşa ait olan bu özellik, mecazi anlamda çok sevinçli kimse hakkında kullanılmıştır. Onun gibi, kâfirlerin kalplerinde bir mühür ve gözlerinde
bir perde olmamakla beraber, bu kelimeler kullanılmak sûretiyle iman etmemeleri
ve gerçekleri görmemeleri çok daha etkili bir şekilde anlatılmıştır.
27 Burada küfür o müşriklere, kalplerinin tab’ı ise Allaha nisbet edilmiştir.
28 Burada iman ve küfür o münafıklara nisbet edilirken, kalplerinin tab’ı inkârlarına bir ceza olarak anlatılmıştır.
Huruf-u Mukattaa
“Elif, Lâm, Mîm.” Bu ve emsali lafızlar, kendileriyle kelimelerin meydana geldiği harflerin isimleridirler.
İbnu Mes’ud, Hz. Peygamberden şöyle rivayet eder:
“Kim Allahın kitabından bir harf okursa, ona bir hasene verilir. Hasene ise, on katıyladır. “Elif lâm-mim” bir harftir demiyorum. Lakin elif bir harftir, lâm bir harftir, mim bir harftir.”
Bu harflerle, Kur’ana muaraza etmek isteyenlere meydan okunmuştur.1
Eğer Kur’an Allahın kelâmı değil insan sözü olsaydı, ona muaraza edenler birbirlerine yardım da etmelerine rağmen buna yakın şeyler söylemekten elbette âciz kalmazlardı.
Böylece, bu ifadeler Kur’anın bir nevi i’cazını gösterir. Daha ilk ifadelerinde, muhataplarının kulaklarına bu i’cazı duyurur. Çünkü harfleri isimleriyle söylemek okuma yazma bilen ve öğreten kimselere hastır. Kur’anı kendisinden dinledikleri Hz. Peygamber ise, okuma yazması olmayan bir ümmîdir. Ondan kitabet ve tilavetin meydana gelmesi, doğrusu hiç beklenmeyen garip bir durumdur, harikulâdedir.
Hem de sûre başlarında geçen bu harfler, öyle dizilmişlerdir ki, büyük edipler de bunu yapmaktan aciz kalır. Şöyle ki:
Sûre başlarında yer alan bu harfler (huruf-u mukattaa) on dört tanedir.
Bu ise, -şayet lâm elif doğrudan bir harf sayılmazsa- harflerin yarısıdır.
Bu harfler, yirmidokuz defa sûre başlarında yer alır, bu ise, hece harflerinin sayısıdır.
Kur’an-ı Kerimde huruf-u mukataa bir, iki, üç, dört ve beş harfli olarak zikredilir.2
Huruf-u mukataanın, sûrelerin isimleri olduğu da söylenmiştir.
Ayrıca, bu harflerin, kendilerinin de içinde bulundukları bazı kelimelere bir işaret olduğuna dikkat çekilmiştir.
İbnu Abbasın şöyle dediği rivayet edilir: “Elif, Allahın ihsanlarına, lâm harfi lütfuna, mim harfi de mülkünü işarettir.”
Yine O’ndan şöyle bir rivayet vardır:
“Elif – lâm – mim’in manası: Ben Allahım, bilirim, demektir.”
İbnu Abbasa göre, elif harfi Allaha, lâm harfi Cibrile, mim harfi Muhammede işaret eder. Yani, “Kur’an, Cibrilin lisanı ile Allah tarafından Hz. Muhammede (asm) indirilmiştir.”
Bu harflerin, ebced ve cifir yoluyla kavimlerin müddet ve ecellerine işaret olduğunu söyleyenler de vardır. Rivayete göre, Yahudilerden bir grup Hz. Peygambere geldiğinde, onlara Bakaranın başından “Elif – lâm – mim’i” okudu. Onlar, ebced yoluyla bunu hesaplayıp dediler: Müddeti yetmiş bir yıl olan bir dine nasıl girelim?
Rasulallah (asm) onlara tebessüm etti. Bunun üzerine, “başka da var mı?” dediler. Hz. Peygamber onlara “elif – lâm – mim – sad”, “elif - lâm – ra” ve “elif – lâm – mim – ra”yı okudu. Bunun üzerine, “bize iş karıştı. Hangisini esas alacağımızı bilmiyoruz” dediler.
Bu harflerin Kur’anın isimleri olduğu da söylenmiştir.
Keza, bunların Allahın isimleri olduğuna da dikkat çeken olmuştur.
“Elif – lâm – mim”le alâkalı şöyle bir nükteye dikkat çekilir:
Elif, harfi boğazın gerisinden çıkar. Burası, harflerin çıkış yerlerinin başlangıcıdır.
Lâm harfi dilden çıkar, bu da harflerin mahrecinin ortasıdır.
Mim harfi ise dudaktan çıkar, bu da harflerin mahrecinin sonudur. Demek ki, kulun kelâmının hem evveli, hem ortası, hem de sonu Allahı zikir olmalıdır.
Bu harflerle ilgili olarak, “bunlar sadece Allahın bildiği birer sırdır” görüşüne de yer verilir. Buna yakın bir görüş, dört halifeden ve sahabeden rivayet edilir. Belki de onlar “bu harfler Allah ile Rasulü arasında birer sırdır, hem birer rumuzdur, diğer insanlar bunlara muhatap değillerdir” manasını murat ettiler. Çünkü bir mana ifade etmeyen şeyle hitap etmek, uygun
bir şey değildir.
2- ذَلِكَ الْكِتَابُ “İşte o kitap.”
“İşte o kitap” ifadesi, indirilmesi vaad edilen Kur’ana işarettir. Cenab-ı Hak şöyle bildirir:
“Doğrusu biz sana ağır bir söz ilka edeceğiz.” (Müzzemmil, 5) Mukaddes kitaplarda da Kur’andan bahsedilmiştir.3
لاَ رَيْبَ فِيهِ “Onda hiç bir şüphe yoktur.”
Bunun manası “açık ayetleri, parlak delilleri sebebiyle, akıllı kişi düzgün bir bakışla ona baktığında, onun mu’cize seviyesinde ilâhî bir vahiy olduğundan şüphelenmez” anlamına gelir. Yoksa “kimsenin onun hakkında bir şüphesi yoktur” demek değildir. Görmez misin, Allahu Teâlâ şöyle bildirir: “Eğer kulumuza indirdiğimizden bir şüphe içinde iseniz, haydi onun mislinden bir sûre getirin.” (Bakara, 23)
Bu ayet, onlardan şüpheyi uzak görmedi, ama onlara, kendilerini rahatlatacak yolu gösterdi.
O da, onun herhangi bir sûresine muaraza için ellerinden geleni yapmalarıdır.
Bunu yapamadıklarında şu tahakkuk eder: Demek ki, Kur’anda şüpheye mecal yok, onda tereddüde mahal olacak bir yer bulunmamaktadır.
Şu manaya geldiğine de dikkat çekilmiştir: “O Kur’anda müttakiler için asla bir şüphe yoktur.”
Rayb, (şüphe) kelimesi, nefsin bir şeye mutmain olmayıp tereddütte kalması hâlidir. Şek de aynı manayı bildirir. Çünkü şek, nefsi tereddüde sevkeder, itminana engel olur. Hadiste şöyle bildirilmiştir: “Şüpheli şeyi bırak, şüpheli olmayana bak.”
Çünkü şek, tereddüde sevkeder, sıdk ise itminana sebeptir.
هُدًى لِّلْمُتَّقِينَ “Müttakiler için yol göstericidir.”
Kur’an, onları hakka sevkeder. Hidayetin manası, delâlet, yani rehberlik yapmaktır.
Bu rehberliğin, maksada ulaştıran bir rehberlik olduğuna dikkat çekilmiştir.
“Herhalde ya biz, ya da siz mutlak bir hidayet üzereyiz veya açık bir dalalet içindeyiz.” (Sebe, 24) ayetinde hidayet kelimesi dalalet kelimesine mukabil olarak kullanılmıştır.
Kur’an hidayetinin müttakilere has kılınması, bu rehberlikten onların istifade etmeleri ve O’nun ayetlerinden yararlanmaları sebebiyledir. Yoksa Kur’anın yol göstermesi umum insanlaradır. Bir başka ayette “O, insanlara bir rehberdir” (Bakara, 185) denilmesi bunu gösterir.
Kur’an hidayetinden özellikle takva ehlinin istifade etmesi şuna da işaret eder: Ona dikkatle bakanlardan, ancak aklını keskin kılan ve o aklı ayetleri tefekkürde ve mu’cizelere bakmakta kullanan kimse faydalanabilir. Çünkü Kur’an, sıhhati korumak için gereken faydalı gıdalar gibidir. Eğer bünye sağlıklı değilse, o faydalı gıdalar bir işe yaramaz. Şu ayet, bu manaya işaret eder:
“Biz Kur’ân’dan, mü’minler için bir şifa ve rahmet indiririz.” (İsra, 82)
Kur’an ayetleri içinde mücmel – müteşabih ayetlerin olması, O’nun yol gösterici olmasına zarar vermez.
Müttaki kelimesi vikaye kelimesinden gelir. Kişinin zararlı şeylerden kendini korumasını ifade eder. Şeriat örfünde “kendini ahirette zarar verecek şeylerden koruyan kimseye verilen isimdir.”
Takvanın üç mertebesi vardır:
1-Şirkten sakınmak.
Bu, ebedi azaptan kurtulmayı netice verir.
“…Ve onları takva kelimesi üzerinde durdurdu.” (Fetih, 26) ayeti bu manaya bakar.4
2-Günah fiillerden kaçınmak.
Bazı âlimler küçük günahları terk etmeyi de buna dâhil etmişlerdir.
Şeriatta bu, “takva” namıyla meşhurdur. Şu ayet, bu mertebeye bakar: “O beldelerin halkı iman etseler ve günahlardan korunsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bereketler açardık.” (A’raf, 96)
3-Kalbinin derinliklerini (sırrını) Hak’tan meşgul edecek şeylerden uzak kılmak ve bütün benliğiyle Allaha yönelmektir.
Bu, hakiki takvadır. Şu ayetten matlup olan da budur: “Ey iman edenler! Allah’tan hakkıyla korkun.” (Âl-i İmran, 102)
Konumuz olan, “Müttakiler için yol göstericidir” ayeti üç cihetle de tefsir edilmiştir.
Bakara sûresinin başında yer alan bu dört cümle, birbiriyle son derece kuvvetli irtibatlı olduğundan, ayrıca atıf kullanılmamıştır. Her bir sonraki cümle, öncekini isbat eder.
الم Şuna delalet eder: Kendisiyle meydan okunan Kitap, onların da kullandıkları
böyle harflerden meydana gelmiştir.
ذَلِكَ الْكِتَابُ İkinci cümle olup meydan okuma cihetini ortaya koyar.
لاَ رَيْبَ فِيهِ Üçüncü cümle olup kitabın kemâline şehadet eder. Yani, ilâhî kitap olan Kur’an son derece kemâldedir. Bütün hükümlerinin hak ve yakînî olması bunu gösterir.
هُدًى لِّلْمُتَّقِينَ Dördüncü cümledir. Bu da Kur’anın hak olduğunu, çevresinde şek ve tereddüde mahal olmadığını te’kid eder.
Veya öncekilerden yola çıkılarak sonrakiler isbat edilebilir. Şöyle ki:
Evvela, kendisiyle meydan okunan ve benzerini getirmekten aciz kaldıkları kitabın, onların da bildiği harflerden müteşekkil olduğu nazara verildi.
Buradan şu sonuç ortaya çıktı: Demek ki, o kitap, en mükemmel bir kitaptır. Öyleyse ona asla bir şüphe arız olamaz. Çünkü, kendisi hakkında şek ve şüphenin olması, mükemmelliğe aykırıdır ve en büyük noksandır. Böyle bir kitap, hiç şüphesiz müttakilere rehberdir.
Bu dört cümlenin her birinde, cezaletli bir nükte vardır.5 Şöyle ki:
Birinci cümlede hazf ve hükmün illetiyle beraber maksada bir remiz vardır.
İkinci cümlede elif – lâm – ile (“el kitab” şeklinde gelmesiyle) azametini bildirme vardır.
Üçüncü cümlede, batıl bir manayı vehmettirmemek için zarfın te’hiri vardır.6
Dördüncü cümlede hem hazf, hem daha etkili anlatım için masdar ile tavsif etmek, azametini beyan için elif – lâmsız getirilmesi ve hidayetin müttakilere has olduğunu beyan etmek vardır.
3- ِالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ “Onlar ***ba iman ederler.”
Önceki ayette geçen “müttakîn” kelimesi, “takva sahipleri” anlamındadır.
Takva ise, lüzumsuz şeyleri terk etmek anlamına gelir. Kur’anın müttakilere yol gösterici olduğunu beyandan sonra, “onlar ***ba iman ederler…” denilmesi, o müttakileri belli kayıtlarla beyan eder.7
Bu durumda, onların takva sahibi olmalarını bildirerek kötülüklerden uzak olmalarına, devamında bildirilen özelliklerle de güzel vasıflarla süslenmelerine işaret edilmiştir. Bu, önce demirin paslarını alıp, ardından da istenilen bir şekil verilmesine benzer.
Veya takva kelimesi bütün iyilikleri yapmak ve her türlü kötülükten kaçmak şeklinde de değerlendirilebilir. Buna göre, müttakiler burada belli vasıflarla anılmıştır. Bunlar da, amellerin aslı ve hasenatın esası olan iman etmek, namaz kılmak ve Allah yolunda vermektir. Çünkü bunlar kalp, beden ve malla ilgili amellerin başlıcalarıdır. Bunları yapanlar genelde diğer hayırlı amelleri de yaparlar, günahlardan da uzak kalırlar. Cenab-ı Hakkın şu sözüne bakmaz mısın: “Çünkü namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkor.” (Ankebut, 45)
Hz. Peygamber de şöyle der:
“Namaz dinin direğidir.”
“Zekât, İslâmın köprüsüdür.”
Ameller içinde “***ba iman, namazı düzgün kılmak ve zekâtı vermek” özelliklerinin nazara verilmesi, bunların “takva” ismi altına giren diğer amellere üstünlüğünü ortaya koyar.
“İman”, “emn” kelimesinden alınmış olup, lügatte “tasdik etmek” anlamındadır.
Istılah olarak ise iman; tevhid, nübüvvet, yeniden diriliş ve ahirette amellerin karşılığını görmek gibi Hz. Muhammedin dininden olduğu kati olarak bilinen esasları tasdik etmektir.
Hadisçilerin ekserisi, Mu’tezile ve Hariciler nezdinde, iman üç şeyden meydana gelir:
1-Hak bir itikad.
2-Bunu tasdik etmek.
3-Muktezasıyla amel etmek.
İtikatta problemi olan münafıktır, ikrarda (tasdikte) problemi olan kâfirdir, amelde problemi olan fasıktır, Hariciler nezdinde ise, amelde problemi olan da kâfirdir. Mu’tezile ise, amelde problemi olanı küfre dâhil etmez, ama mü’min de saymaz.8
Gerçekte ise iman, tasdikten ibarettir. Buna delalet eden durumlardan biri, Cenab-ı Hakkın imanı kalbe nisbet etmesidir. Mesela:
-“İşte onlar o kimselerdir ki, Allah onların kalplerine imanı yazdı.” (Mücadile, 22)
-“Kalbi iman ile mutmain olduğu halde küfre zorlananlar dışında, her kim imanından sonra küfre kalbini açarsa, işte onlara Allah’tan bir gadab vardır.” (Nahl, 106)
-“Onlar öyle kimselerdir ki, Allah, onların kalplerini temizlemek istememiştir.” (Maide, 41)9
-“İman henüz kalplerinize girmedi.” (Hucurat, 14)10
Cenab-ı Hakkın Kur’anın nice yerinde sahih ameli imana atfetmesi de iman ve amelin farklı şeyler olduğunu gösterir.
Ayrıca Cenab-ı Hak, mü’minlerin günahlarına da dikkat çekmiştir. (Yani, günah sahibi olmak mü’mini kâfir yapmaz) Mesela:
-“Ancak öldüren kimse, kardeşi (öldürülenin velisi) tarafından affedilirse,
marûf (aklın ve dinin gereklerine uygun) bir yol izlemek ve güzellikle diyet ödemek gerekir.” (Bakara, 178)
-“Eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarında sulh yapın.” (Hucurat, 9)11
-“İman edip de imanlarına bir zulüm bulaştırmayanlar var ya; işte güven onların hakkıdır.” (En’am, 82)12
İmandan maksad kalp ile tasdik olduğuna göre, acaba mücerret tasdik yeter mi? Yoksa ona imkânı olan kimsenin dil ile ikrarda da bulunması gerekir mi? Bu konuda ihtilaf edilmiştir. İkincinin esas alınması daha doğru görülmektedir. Çünkü Allahu Teâlâ, ihmâli olan cahilden ziyade onu söylemekten kaçınanı kınamıştır.
***b, masdardır. “Sonra hepiniz, ***bı da görülen âlemi de bilene döndürüleceksiniz.” (Tevbe, 94) Bu ayette, “şehadet” kelimesi gibi “***b” kelimesinin de masdar olarak gelişi, mübalağa ifade eder. ***btan murat, hissin idrak etmediği ve aklın bedihî olarak gerekli görmediği gizli şeydir.13
***b, iki kısımdır:
1-Delili olmayan ***b.
2-Delili olan ***b.
Birinciye misal, şu ayettir:
“***bın anahtarları O’nun katındadır.” (En’am, 59)
İkinciye misal ise, Allahın varlığı ve sıfatları, ahiret günü ve halleri gibi durumlardır. Konumuz olan ayetteki ***b, bu ikinci kısımdandır.
Ancak, ayetteki “***b” kelimesi, cümle içinde hâl olarak da düşünülebilir.
O zaman mana şöyle olur: “Onlar, sizin gıyabınızda da iman ederler. Münafıklar gibi yapmazlar. Çünkü münafıklar, iman edenlerle karşılaştıklarında “Âmenna” derler. Şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise “biz gerçekten sizinleyiz. Biz ancak mü’minlerle alay eden kimseleriz” derler. Veya iman edilen şeylerin ***bta olması açısından da bakılabilir.
Şöyle rivayet edilir:
“Kendisinden başka ilah olmayan Allaha yemin ederim ki, hiçbir kimse ***ba imandan daha efdal bir imanda bulunmadı.” İbnu Mes’ud, bunu rivayetten sonra “Onlar ***ba iman ederler” ayetini okur.
***btan muradın kalp olduğu da söylenmiştir, çünkü kalp de gözden ıraktır. Yani, “Onlar kalpleriyle iman ederler. Yoksa dilleriyle kalplerinde olmayanı söyleyen kimseler gibi yapmazlar.”
وَيُقِيمُونَ الصَّلاةَ “Ve namazı ikâme ederler.”
Onlar, namazın rükünlerini mu’tedil bir şekilde yaparlar, namazın fiillerine gölge düşürecek durumlardan namazı korurlar.
Keza, onu eda etmek için ciddi bir ***ret içinde olurlar, fütur getirmezler, gevşeklik göstermezler.
“Namazı kılarlar” demek yerine, kıyam kökünden gelen “ikâme ederler” denilmesi, namazda aynı zamanda kıyam da bulunduğundandır. Nitekim namazdan diğer rükünleriyle de bahsedilmiştir. Kunut, rükû, sücud, tesbih gibi.14
Ancak, ilk nazara verilen mana daha zâhirdir. Çünkü daha meşhurdur ve hakikate daha yakındır. Böyle ifade edilmesi, medhedilmeye layık olan namazın farz ve sünnet şeklindeki zahiri hududlarına ve huşu ve kalben Allaha yönelmek gibi batınî hukuklarına riayet edilen namaz olduğuna uyarıda bulunur. Yoksa namazında gafil olanların namazı medhe layık değildir.
Bundan dolayı Kur’anda “salat” kelimesiyle ifade edilmiştir. Bu kelime “dua” anlamına da gelir. Zaten, namazda dua da bulunmaktadır.
وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ “Ve onlara rızık olarak verdiklerimizden (Allah yolunda) infak ederler.”
Rızık, lügatte “pay” anlamındadır. Allahu Teâlâ şöyle bildirir:
“Ve rızkınızı, yalanlamanızdan ibaret mi kılıyorsunuz?” (Vakıa, 82)
Mu’tezile mezhebi, Allah haramdan faydalanmayı men etmiş ve ondan sakınmayı emretmiş iken, haramdan imkân vermesini muhal görerek “haram, rızık değildir” dediler. Bu ayetle de delil getirip “görmez misin, Allahu Teâlâ burada rızkı nefsine isnat ederek, onların mutlak helalden infak ettiklerine dikkat çekti. Çünkü haramdan vermek, medhi icap ettirmez. Ve Allah şu ayette de rızık olarak verdiklerinden bir kısmını haram kılan müşrikleri
kınadı:
“De ki: Allah’ın sizin için indirdiği; sizin de, bir kısmını helâl, bir kısmını haram kıldığınız rızıklar hakkında ne dersiniz? De ki: Allah mı size izin verdi? Yoksa Allah’a iftira mı ediyorsunuz?” (Yunus, 59)
Ehl-i Sünnet ise, üstteki ayette Allahın rızkı nefsine isnad etmesini tazim ve infaka teşvîk olarak anladılar. Diğer ayetteki zemmi (kınamayı) da haram olmayan bir şeyin haram kabul edilmesi yönünden değerlendirdiler. Ayrıca rızkın harama da şümulüne şu hadisten delil getirdiler:
Hz. Peygamber Amr Bin Gurre’ye şöyle der: “Allah seni temiz bir rızıkla rızıklandırmıştı. Ama sen, Allahın sana helâl kıldığına bedel, Allahın sana haram kıldığı rızkı seçtin.”
Ayrıca, şu nokta da önemlidir: Şayet haram rızık rızık değilse, ömrü boyunca haram yiyen birisi rızıklanmamış sayılacaktır. Hâlbuki şu ayette de görüldüğü gibi durum böyle değildir:
“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın.” (Hûd, 6)
Bir şeyi infak etmek, onu elden çıkarmaktır. Şayet Arabçada ilk iki harfi sırasıyla N-F olan kelimeleri tek tek incelesen, hepsinde gitmek ve çıkmak manasına bir delâlet bulursun.
Bu infaktan anlaşılan, malı farz ve nafile olarak hayır yolunda sarfetmektir.
Ayetteki infakı, “zekâtlarını verirler” şeklinde açıklayan, infakın en efdal şeklini zikretmiş olur veya kardeşi hükmünde olan sadakaya yakınlığı sebebiyle, burada tahsis etmiş olur.
Ayette, mefulün öne alınması, yapılacak infakın başkasının malından değil, bizzat Allahın verdiğinden yapılmasına özen gösterilmesi içindir.15
Ayette “onlara rızık olarak verdiklerimizi” denilmeyip “rızık olarak verdiklerimizden infak ederler” denilmesi yasaklanmış olan israftan mükellefi men etmek içindir.16
Ayette, Allahın ikram ettiği bütün zahirî ve batınî nimetlerden başkalarına infak etmekte belli bir kayıt olması da muhtemeldir. Hz. Peygamber şöyle buyurur:
“Bir kısım ilim vardır ki, bazı hazineden infak edilmediği gibi, başkasına söylenmez.”
Bazıları da şöyle diyerek, Allahın rızık olarak verdiklerinin sırf maddî rızık olmadığına dikkat çekmişlerdir: “Onlar, kendilerine özel olarak verdiğimiz marifet nurlarından başkalarına da feyz olarak verirler.”
4- َ والَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ “Ve onlar hem sana indirilene iman ederler, hem de senden önce indirilenlere.”
Ayette, Abdullah Bin Selâm gibi ehl-i kitaptan iman edenler nazara verilmektedir.
Bu ayet, önceki “Onlar ***ba iman ederler” ayetine atfedilmiştir. Bunlar da onlarla beraber medhedilen müttakilere, özel olanların genel içinde dâhil olması şeklinde, dâhildirler. Çünkü biraz sonra iki defa َأُوْلَئِكَ “işte onlar” ifadesi gelecektir. Bunlardan birincisi şirk ve inkârdan kurtulup iman edenlerdir.
İkincisi ise, önceden iman etmiş olan kitap ehlinden İslâma girenlerdir. Böylece her iki ayet, müttakileri iki kısmıyla tafsil etmektedir. Bu atıf, İbnu Abbasın görüşüdür.
Veya ayet “müttakiler” ifadesine atıftır, müttaki mü’minleri beyan eder. Sanki şöyle ifade etmiş olur: “Kur’an, şirkten sakınanlara ve diğer dinlerden iman edenlere bir rehberdir.” Burada “Ve onlar hem sana indirilene iman ederler, hem de senden önce indirilenlere” ayetinden murat, doğrudan doğruya önceki iman ettiği bildirilen kimseler olması da muhtemeldir.17
Yani, onlar, aklın idrak ettiklerine toptan iman ettikleri gibi, bu imanı tasdik eden bedenî ve mâlî ibadetleri de yaparlar. Aynı zamanda ancak haber yoluyla bilinebilenlere de iman ederler.
Ayette والَّذِينَ “onlar ki…” ifadesinin iki defa tekrar edilmesi her iki yolun farklılığına bir tenbihtir.
Veya onlardan bir taife, ehl-i kitaptan İslama girenlerdir. Bu durumda onların ayette bahsi, genel içinde özelin yer alması kabilinden olur. Mesela, “Melekler geldi” dedikten sonra ayrıca Cebrail ve Mikaili de söylememiz gibi. Bu tarzda, genel içinde kitap ehlinden bazılarına dikkat çekilmesi, şanlarının yüceliğini göstermek ve emsallerine teşvikte bulunmak içindir.
İnzal, bir şeyi yüksekten aşağıya indirmektir. İlahi kitapların nüzülü, meleğin ruhanî bir alışla Allahtan alması veya levh-i mahfuzdan hıfz şeklinde alıp indirmesi ve peygambere bildirmesi şeklinde olabilir.
Ayette “onlar sana indirilene iman ederler” denilmiştir. Bundan murat, Kur’anın tamamı ve şerîatın (dinin) tümüdür.
Ayette her ne kadar bir kısmı indirilmemiş ise de inzal fiilinin geçmiş zaman kipiyle ifadesi, henüz inmemiş olanlar da tağlip yoluyla inmiş gösterilmesindendir veya inmesi beklenenleri, sanki inmiş gibi olmasındandır. Bunun bir nazirini şu ayette görürüz: (Ahkaf, 30) Çünkü Cinler Kur’anın tamamını dinlememişlerdi ve o vakitte Kur’anın tamamı henüz inmemişti.
Ayette “hem de senden önce indirilenlere iman ederler” ifadesinden maksat; Tevrat, İncil ve önceki semavi diğer kitaplardır. Onların hepsine toplu olarak iman etmek farz-ı ayndır. Peygamber efendimize indirilene ise, onunla ibadet ettiğimiz için ayrıntılarıyla iman etmek farz olur. Ancak bu herkese tek tek farz olmayıp, farz-ı kifaye yoluyladır. Çünkü herkesin Kur’anı ayrıntılarıyla bilmesi vacip olsa, bu sıkıntıya ve maişette problemlere
yol açar.
وَبِالآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ “Ahirete de kesin olarak onlar iman ederler.”
Ahirete de öyle tereddütsüz inanırlar ki, “cennete ancak Yahudiler ve Hristiyanlar girecek”, ve “cehennem ateşi bize sayılı günler dışında dokunmayacak” gibi batıl inanışlar, bu imanla ortadan kalkar.
Keza, bu yakînî imanla,
-“Cennet nimetleri dünya nimetleri cinsinden mi olacak, yoksa farklı
mı olacak?
-Cennet devam edecek mi?” şeklindeki tereddütlerden kurtulurlar.
Ayette “Ahirete de kesin olarak onlar iman ederler” denilmesi, ehl-i kitaptan İslâma girmeyenlere bir tarizdir. Yani, onların ahiret hakkındaki itikadı, gerçeğe mutabık değildir ve bir yakînden sadır olmamıştır.
Yakîn, tefekkür ve istidlal yoluyla bir şeyi şek ve şüpheden uzak bir şekilde bilmektir. Bundan dolayı Allahu Teâlânın ilmi ve zarurî bilgiler yakîn ile nitelendirilmez.
Ahiret kelimesi “ahir”, yani “diğer” kelimesinin müennesidir. “İşte şu ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde büyüklenmeyi ve bozgunculuğu istemeyen kimselere veririz.” (Kasas, 83) ayetinde geçtiği gibi, “dâr” (yurt) kelimesinin sıfatıdır. “Dünya yurdu” yerine kısaca “dünya” denilmesi gibi, “ahiret yurdu” yerine de kısaca “ahiret” denilmektedir.18
5- أُوْلَئِكَ عَلَى هُدًى مِّن رَّبِّهِمْ “İşte onlardır Rab’lerinden bir hidayet üzere olanlar.”
Bu ifade, sûrenin başında bildirilen müttakilerin durumunu bildirir. “(Kur’an), müttakiler için yol göstericidir” denilince, sanki “onları buna ehil kılan özellikler nelerdir?” denilmiş, buraya kadar sayılan özelliklerle buna cevap verilmiştir.
Bu ifade, evveline bağlı olmadan müstakil bir cümle de olabilir. Sanki bu, önceki hükümlerin ve özelliklerin bir sonucu olmuştur.
“İşte onlardır Rab’lerinden bir hidayet üzere olanlar” ifadesinde, onların sanki bir şeye yükselip binmelerine işaret eden bir temsil vardır.
Böyle bir şeyi elde etmek, ancak:
-Fikri ön kabullerden boşaltmak,
-Yapılan amelle ilgili devamlı nefis muhasebesi yapmakla gerçekleşir.
Ayette hidayet kökünden gelen ىًدُه “hüden” ifadesinin elif-lâmsız gelişi, o hidayetin büyüklüğünü gösterir. Öyle ki künhüne ulaşılamaz, kadri tam bilinemez.
Bu hidayetin Allah tarafından verildiğinin ve muvaffak edenin O olduğunun ayrıca bildirilmesi, bu hidayetin büyüklüğünü te’kid eder.
وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ “Ve işte onlardır felaha erenler.”
Ayette,أُوْلَئِكَ “İşte onlar” ifadesinin tekrarı, onların bu sıfatlarla muttasıf olmalarının, her ne kadar her bir netice onların diğerlerinden ayrılmalarına kâfi ise de, her iki neticeyi de gerekli kıldığına bir tenbihtir.
Bir başka ayette, kâfirler anlatılırken “İşte onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha da aşağıdırlar. İşte onlar gafillerin ta kendileridir.” (A’raf, 179) iki defa أُوْلَئِكَ “işte onlar” ifadesinin geçmesi, mevzumuz olan ayetten farklıdır. Çünkü gafletlerinin tescil edilmesi ve hayvanlara benzetilmeleri bir şey olduğundan, ikinci cümle birinci cümleyi ikrar etmektedir. Bundan dolayı atıf münasip olmadığından atıf vavı kullanılmamıştır.
Ama burada ise, her iki cümlenin mefhumu farklı olduğundan atıf vavı ile birbirlerine bağlanmışlardır. Ayette geçen ْهُمُ “hüm” zamiri haberi sıfattan ayırır ve nisbeti kuvvetlendirir.
Ayrıca, isnad edilen durumun isnad edilene özel olduğunu ifade eder.19
Müflih, matlubunu elde eden demektir. Sanki o, kendisine zafer cihetleri açılan kimsedir.
Bu kelimenin elif – lâm ile “el– müflihun” şeklinde gelmesi, onların ma’lum ve marûf olmalarına delalet eder. Yani, ahirette felaha erecekleri sana anlatılan müttakiler, işte bu kimselerdir.
Veya herkesin felaha erenlerin hakikati ve özelliklerinden bildiğine işaret
eder.20
Tenbih: Dikkat et, Allahu Teâlâ müttakilerin nail olacakları şeyleri nasıl da değişik cihetlerden nazara verdi. Bunlar, başka hiç kimsenin nail olamıyacağı hallerdir.
Kelâmın
وَأُوْلَئِكَ
“işte onlar…” şeklinde ifadesi, hükmün illetini beyan
eder. Yani, onların önceden sayılan vasıfları, bu mükâfatlarına sebep olmuştur.
وَأُوْلَئِكَ “İşte onlar” ifadesinin tekrarı, manayı kuvvetlendirmekte, yeni bir mazhariyetlerini ifade etmektedir. Haberin elif – lâmlı gelmesi, arada “hüm” zamirinin bulunması, hepsi birer belağat inceliğidir. Bunlar, o müttakilerin kıymetini ortaya koyar, onların peşinden gitmeye insanları teşvik eder.
Mu’tezile, bu ayette “işte onlardır felaha erenler” ifadesinden yola çıkarak ehl-i kıbleden olan fasıkların azapta ebedi kalacaklarına delil getirmek istemiştir. Bu iddiaya şöyle cevap verilir: Ayette anlatılan felaha erenlerden murat, kâmil manada felaha erenlerdir. Buradan, bu özelliğe sahip olmayanların felahın kemaline ulaşamadıkları anlaşılır, yoksa doğrudan doğruya felaha ermeyecekleri manası anlaşılmaz.21
6- إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنذِرْهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ “Şüphesiz o inkâr edenleri uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir, iman etmezler.”
Allahu Teâlâ, has kullarını, seçkin velilerini onları hidayet ve felaha ehil kılan sıfatlarıyla anlattıktan sonra, onların zıddı olan inatçı münkirleri nazara verdi. Bunlara ilâhî hidayet (yol gösterme) fayda vermemekte, ayetler ve uyarılar bir işe yaramamaktadır.
“Şüphesiz iyiler naim (cennetin)dedirler ve facirler ise cehennemdedirler.” (İnfitar, 13-14) ayetinde iyiler ve facirlerin akibeti anlatılırken atıf vavı ile birbirine bağlanmışken, burada kâfirlerin kıssası, mü’minlerin kıssasına atıf yoluyla bağlanmamıştır. Çünkü her ikisinde maksat aynı değildir. Orası Kitabın (Kur’anın) zikri ve şanını beyan için iken, burası kâfirlerin inadını ve dalalette ısrarını açıklamak içindir.
Ayette geçen إِنَّ “İnne”, te’kid ve tahkik ifade eder. Şu ayette olduğu gibi, tereddüt olan yerlerde kullanılır:
“Şüphesiz biz onu yeryüzünde kudret sahibi kıldık.” (Kehf, 83 – 84)
“Ve Musa dedi: “Ey Firavun! Şüphesiz ben âlemlerin Rabbinden bir elçiyim.” (A’raf, 104)22
Müberred, bu konuda şöyle der:
“Abdullah ayakta” dediğinde, bu sadece onun ayakta olduğunu haber vermektir.
“Abdullah gerçekten ayakta” dediğinde ise, onun ayakta olup olmadığını sorana cevap verirsin, “Abdullah, hiç şüphesiz gerçekten ayaktadır” dediğinde ise, onun ayakta olduğunu inkâr edene cevap verirsin.
Ayette geçen َالَّذِينَ “Ellezine” belirlilik ifade eder. Bu açıdan bakıldığında Ebu Cehil, Ebu Leheb, Velid Bin Muğire ve Yahudilerin bazı âlimleri gibi kimselere bakar, onların iman etmeyeceklerini haber verir.
Veya cins ifade eder, genel anlamda küfürde inat edenlerin durumunu anlatır.
Küfür, kelime itibariyle örtmek anlamındadır. Çiftçiye ve geceye de “kafir” denilir, çünkü çiftçi tohumları örter, gece de her şeyi.
Istılah olarak küfür, Peygamberden geldiği zaruri olarak bilinen bir şeyi inkâr etmektir.
***r-i müslimlerin kıyafetine girmek, papaz kuşağı kuşanmak gibi hallerin küfürden sayılması, İslamı yalanlamaya delalet ettikleri cihetten küfür sayılmıştır. Aslında bunlar hadd-i zatında küfür değillerdir. Ancak Hz. Peygamberi tasdik eden birinin böyle şeylere cür’et etmemesi gerekir.
“Kur’an mahlûktur” diyen Mu’tezile, bu ayette küfür fiilinin geçmiş zaman sığasıyla gelmesini de delil olarak kullanır. Hâlbuki, böyle bir durum, ilimde olduğu gibi kelâmda sonradan meydana gelmeyi gerektirmez.23
İnzar, korkutmaktır. Burada murat, Allahın azabından korkutulmalarıdır.
Hz. Peygamber hem müjdeleyici hem de uyarıcı olarak gönderilmişken, burada sadece uyarmakla alakalı durum nazara verildi. Çünkü azap ile uyarmak kalpte daha etkili ve nefiste daha müessirdir. Zira zararı def etmek, menfaat celbetmekten daha önce gelir. Durum böyleyken uyarı bunlara fayda vermiyorsa, müjdelemenin fayda vermeyeceği hayli hayli aşikârdır.
“Onlar iman etmezler.”
Bu ifade, önceki ayette mücmel olarak anlatılan durumu açıklığa kavuşturmaktadır.
Yani, onlar uyarılsa da uyarılmasa da bir şey değişmeyecek, imana girmeyeceklerdir.
Bu ayet, “teklif-i ma lâ yutak” yani “altından kalkılamayacak bir şeyle Allahın insanları mükellef kılması caizdir” diyenlerin delil olarak kullandıkları ayetlerden biridir. Onlara göre, Allah onlara imanı emretmekle beraber iman etmeyeceklerini de haber vermiştir. Şayet iman etseler, O’nun haberi yalan olacaktır ve onların imanının şümülü, kendilerinin iman etmeyeceklerini de içine alacaktır. Bu ise iki zıddın içtimaı demektir.
Meselenin hakikati şudur: Her ne kadar zâtında yapılamayacak bir şeyle mükellef kılmak aklen caiz olsa bile, yapılacak araştırma neticesinde fiilen böyle bir durumun olmadığı ortadadır. Öte yandan bir şeyin vukuunu ve veya olmamasını haber vermek, ona olan kudreti ortadan kaldırmaz. Kulun kendi iradesiyle yaptığı fiillerde, kaderin bir zorlaması söz konusu değildir.
Uyarmanın bazı kâfirlere fayda vermeyeceği bildirildikten sonra yine de uyarmanın yapılması, onların Allah nezdinde bir delilleri kalmaması içindir.24
Aynı zamanda bu durum, Hz. Peygamber için tebliğin efdaliyetini gösterir.
Çünkü ayette “onlar için birdir” denilmiş, “senin için uyarmakla uyarmamak birdir” denilmemiştir. Nitekim bir başka ayette, putlara tapanlara hitaben, “Eğer siz onları yola çağırsanız, size uymazlar. Onları ha çağırmışsınız, ha çağırmayıp susmuşsunuz, sizin için fark etmez.” (A’raf, 193) denilmiştir.
Ayetin belli şahısların iman etmeyeceklerini bildirmesi, ***btan haber vermektir ve bu da Kur’an mu’cizelerinden biridir.
7- ْ خَتَمَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ “Allah onların kalplerini de kulaklarını da mühürledi.”
Ayet, önceki ayette bildirilen belli kâfirlerin iman etmemelerinin sebebini ve onu gerektiren durumu beyan eder.
Aslında kalplerinde bir mühür ve gözlerinde bir perde yoktur. Bundan murat, küfür ve günahı hoş gösteren, iman ve taatı da çirkin gösteren bir durumun nefislerinde meydana gelmesidir. Bu durum,
-Yoldan sapmaları,
-Taklidde kalmaları,
-Sağlıklı bir bakıştan yüz çevirmeleri sebebiyledir. Böylece artık onların kalplerine hak nüfuz etmez, kulakları mühürlenir, öğüt alamazlar. Afak ve enfüste dikilen ayetler,25 bunlardan ibret alanlara çok manalar ifade ederken,
bunlara fayda vermez. Böylece sanki perdelenmiş gibi olur, görmeleri
engellenir.
Cenab-ı Hakkın böyle mühür ve perde ile anlatması, istiare yoluyla bir anlatımdır.26
Allahu Teâlâ, bu tarzda Kur’anda değişik yerlerde onların inkârını nazara vermiştir. Mesela,
“İşte onlar, o kimselerdir ki; Allah kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlemiştir.” (Nahl, 108) Bu ayette onların inkârı, Allahın kalplerini mühürlemesi ile ifade edilmiştir.
“Kalbini, bizi anmaktan gafil kıldığımız kimseye uyma.” (Kehf, 28) Bu ayette onların küfrü, Allahın onları gafil kılmasıyla anlatılmıştır.
“…Ve kalplerini kaskatı kıldık.” (Maide, 13) Bu ayette, onların kalplerinin
katı kılındığı nazara verilmiştir.
Bütün bunlarda temel nokta şudur: Bütün mümkinat (varlıklar) Allaha dayanır, onun kudretiyle meydana gelir. Bu açıdan bunlar Allaha isnad edilir.
Yaptıkları fiillere sebep olma noktasından ise kendilerine isnad edilirler. Mesela şu ayetlere bakalım:
“Verdikleri sağlam sözü bozmalarından, Allah’ın âyetlerini inkâr etmelerinden, peygamberleri haksız yere öldürmelerinden ve “kalplerimiz kılıflıdır” demelerinden dolayı (başlarına türlü belâlar verdik.)
Aksine, inkârları sebebiyle Allah onların kalplerini mühürlemiştir.” (Nisa, 155)27
“İşte bu, şu sebepledir: Onlar iman ettiler, sonra inkâr ettiler. Bu yüzden kalpleri mühürlendi. Artık onlar anlamazlar.” (Münafikun, 3)28
Ayet, onlara sıfatlarının çirkinliğini ve akıbetlerinin vehametini şiddetle
beyan etmektedir.
Mu’tezile mezhebi mensupları, bu gibi ayetlerde hayli zorlandılar ve bunları te’vil için bazı vecihler zikrettiler:
1-Onlara göre, , haktan yüz çevirmeleri ve bunun kalplerinde yerleşmesi sonucu olarak, küfür onların tabiatı haline gelince, kalplerinin tab’ı yaratılışla alakalı fıtrî bir vasfa benzetildi.
2-Bu gibi ayetlerden murat, onların kalplerinin halini, Allahın anlayıştan boş olarak yarattığı hayvanların kalpleri ile temsil etmektir. Nasıl ki ölen biri için “vadi onu alıp götürdü” denilir. Uzun süre görülmeyen biri hakkında,
“Anka kuşu onu uçurdu” ifadesi kullanılır. Bunların temsilî bir anlatım olması gibi, bu ayetler de öyledir, zahirine göre anlaşılmamalıdır.
3-Ayetlerde medar-ı bahs olan durumlar gerçekte şeytanın veya kâfirin fiilidir. Ama, Allahın onlara verdiği güçle bunu yaptıklarından fiilin müsebbibine isnadı şeklinde Allaha nisbet edilmiştir.
4-Onların kalpleri küfürde kökleşti ve sağlamlaştı. Zorla onlara imanı kabul ettirmekten başka bir yol kalmadı, ama mükellef olabilmeleri için de böyle bir yol söz konusu olmadı. Dolayısıyla, onların imanı terki, kalplerinin mühürlenmesiyle ifade edildi. Çünkü bu onların imanına bir engeldir. Bunda, onların azgınlıkta haddi aşmalarını ve dalalete sapmakta çok ileri gittiklerini hissettirmek vardır.
5-Kâfirlerin kalplerinin mühürlenmesi gibi ifadeler, onların hâlini hikâye etmek tarzında onlarla ince bir alay (tehekküm) ve istihza da olabilir. Mesela Kur’an onların şöyle dediğini nakleder:
“Dediler: Senin bizi davet ettiğin şeye karşı kalplerimiz kapalıdır.
“Kulaklarımızda da bir ağırlık var. Seninle bizim aramızda bir de perde var.” (Fussılet, 5)
6-Onların kalplerinin mühürlenmesi ahirette olabilir. Geçmiş zaman
üslûbuyla söylenmesi, bunun muhakak olacağını bildirmek içindir. Şu ayet de buna şehadet eder:
“Ve biz, o kâfirleri kıyamet günü yüzleri üstü sürünür bir şekilde kör, dilsiz ve sağır oldukları halde haşredeceğiz.” (İsra, 97)
7-Kalbin mühürlenmesinden murat, meleklerin bildiği nişanla kalplerinin işaretlenmesi de olabilir. Melekler bu nişanı görür ve onlara buğzederler, onlardan uzak kalırlar.
İşte, kalplerin mühürlenmesi veya insanların dalalete sevkinin Allaha nisbet edilmesi gibi meselelerde bizimle Mu’tezilenin meseleye yaklaşımları bu şekildedir.
“… kulaklarını da mühürledi.”
Onların kulaklarının da mühürlü olduğunu anlatan bu ayet, kalplerin mühürlendiğini anlatan kısma atfedilmiştir. Başka bir ayette ise, kulak daha geçer, kalbin mühürlenmesi ona atıfla söylenir:
“Hevâsını ilâhı edineni gördün mü? Allah onu bir ilim üzere saptırdı. Kulağını ve kalbini mühürledi ve gözüne de perde çekti.” (Casiye, 23)
Kalp ve kulak, bütün cihetlerden idrak etmekte ortaktırlar. Bundan dolayı, her cihetten gelebilen idrake engel olan mühürlenme cezasına maruz kaldılar. Gözün idraki ise sadece ön cihetten olduğundan, bu cihete mani olan perde ile iktifa edildi. “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürledi” demek yerine “Allah onların kalplerini de kulaklarını da mühürledi” denilmesi yapılan mühürlemenin şiddetine ve her iki mührün farklı farklı olduğuna daha ziyade delâlet etmesi içindir.
وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ “Gözlerinin üzerinde de bir perde vardır.”
Ayetteki “ebsar” kelimesi “basar” kelimesinin çoğuludur, “gözün idrak etmesidir.” Mecazen görme kuvveti ve göz için de kullanılır. Benzeri bir durum “sem” kelimesi için söz konusudur. Muhtemelen ayette işitme ve görme uzuvları kastedilmektedir. Çünkü mühürleme ve perdeleme olayının azalarla münasebeti ***et açıktır. Kalp, ilmin mahallidir. Bazen “kalp” denildiğinde bununla akıl ve marifetin murat edildiği de olur. Mesela şu ayette olduğu gibi:
“Şüphesiz bunda, kendisinde bir kalp olan yahut gafletten uzak bir halde kulak veren kimseler için bir öğüt vardır.” (Kâf, 37)
وَلَهُمْ عَذَابٌ عظِيمٌ “Ve onlar için çok azim (büyük) bir azap vardır.”
Ayet, kâfirler için bir tehdid ve onların layık oldukları akibeti beyandır.
“Azîm” ve “kebir” kelimeleri ikisi de büyüklüğü ifade eder. “Azîm” kelimesinin zıddı “hakîr” iken “kebir” kelimesinin zıddı “sağîr” (küçük) kelimesidir. Hakîr kelimesi sağirden daha aşağıyı ifade ettiği gibi, azîm kelimesi de kebir kelimesinden daha üstte olanı ifade eder. Buradaki ayette, azabın “azîm” kelimesiyle vasıflandırılması, diğer azaplarla mukayese edildiğinde, diğer azapların buna nisbetle küçük kaldığını anlatır.
“Azim” kelimesinin bilinmezlik ifade eden elif-lamsız gelişi, bu azabın künhünün Allah dışında kimsenin bilemeyeceği kadar büyük olduğunu bildirir.
1 Yani, “ey insanlar, size okunan Kur’an, işte böyle harflerden meydana gelmiştir.
Haydi, böyle harfleri kullanarak Kur’anın nazirini yapınız.”
2 Mesela, Nun bir harf, Ha-Mîm iki harf, Elif-Lâm-Mîm üç harf, Elif-Lâm-Mîm-Ra dört harf ve Kef-He-Ye-Ayn-Sad ise beş harftir.
3 “İşte o kitap” ifadesi “hani önceki semavî kitaplarda indirileceği bildirilen kitap
var ya, Kur’an işte o kitaptır” manasına işaret eder.
4 Ayette anlatılanlar, Hudeybiye seferine katılan mü’minlerdir.
5 Cezalet: Kelamı meydana getiren kelimelerin özenle ve hassasiyetle seçilmesi ve bunun sonucu olarak kelamın hem parça parça, hem de bir bütün olarak ihtişamlı olmasıdır. Yani, cezalet nazımla alakalı bir durumdur. Kur’anın mu’cizelik yönlerinden biri de “nazmındaki cezalet”tir. Kur’anın lafzında fesafat, manasında belağat ve nazmında ise cezalet vardır.
6 Yoksa “ama diğer ilâhî kitaplarda bir şüphe var” manası tevehhüm edilebilir.
7 Yani, o müttakiler, “***ba inanan, namazı düzgün kılan, Allah yolunda infakta bulunan” kimselerdir.
8 Buna “el-menzile beyne’l- menzileteyn” denir.
9 Ayet, Tevratın hükmünü uygulamak istemeyen bazı Yahudiler hakkında inmiştir.
10 Ayet, İslama yeni girmiş bazı bedeviler münasebetiyle inmiştir. İmanın hakikatının
henüz kalplerine yerleşmediğini anlatır. Sadece “iman ettik” demekle imanın hakikatına ulaşılmış olmaz.
11 Mü’minlerin birbiriyle dövüşmesi ve savaşması elbette ***et nahoş bir durumdur.
Ama hasbe’l-beşer böyle bir hata işlediğinde de küfre girmiş olmaz. Ayette mü’minlerden iki grup denilmesi, bunun bir delilidir.
12 Ayette geçen “zulüm”den murat şirktir. Bu konuda şöyle rivayet edilir: Ayet nazil olduğunda, bu hüküm sahabilere ağır geldi ve “hangimiz nefsine zulmetmiyor
ki?” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Ayetin manası sizin
zannettiğiniz gibi değil. O ancak Hz. Lokmanın, oğluna “Çünkü şirk, elbette
çok büyük bir zulümdür.” demesi tarzındadır.” (Lokman, 13)
13 Mesela, melekler bize nisbetle ***bî varlıklardır, biz bunları duyu organlarımızla
idrak edemeyiz. Ayrıca bunların varlığı akıl açısından zorunlu da değildir, ama akıl onların varlığını red de edemez. Eğer varlıkları aklen bedihî olsaydı, kimsenin
melekleri inkâr etmemesi gerekirdi.
14 Mesela bkz. Zümer 9, Mürselat 48, Hicr 98 ve A’lâ 1. ayetlere bakılabilir. Bu ayetlerde, sırasıyla kunut, rükû, secde ve tesbih ifadeleri namazı da tazammun eder.
15 Yani, Ali’den alıp Veli’ye vermek tarzında olmamalı, Allahın kendisine nasip ettiğinden vermelidir.
16 Yani, mallarının hepsini vermezler, bir kısmını verirler. Bir başka ayette, eldeki malın tamamının verilmemesi, açıktan ifade edilmiştir. (İsra, 29)
17 Yani, o müttaki mü’minlerin bir özelliği de, sadece Kur’ana iman etmekle kalmayıp,
önceki semavî kitaplara ve sahifelere de iman etmeleridir.
18 Yani, dünya bu gördüğümüz âlem, ahiret ise, diğer âlemdir.
19 Yani, işte onlardır felaha erenler, başkası değil. Felâha erenleri görmek istiyorsanız
onlara bakınız, çünkü onlar felâha erenlerin ta kendileridir.
20 Yani, bazıları “falanca felaha erdi” deyince, mesela onun zengin olduğunu anlar,
veya büyük bir beladan kurtulduğunu anlar… İşte, ayette müttaki mü’minlerin felaha erdiklerinin anlatılması, felah kelimesinin çağrıştırdığı bütün güzelliklere bunların sahip olduklarını ifade eder. Mesela, bu cümleden olmak üzere şunlar hatırlanabilir:
“İşte onlardır cehennemden kurtulanlar.”
“İşte onlardır Cenab-ı Hakkın rü’yetine nail olanlar…”
“İşte onlardır cennete alınanlar.”
21 Mesela, “bugün çarşıda kazanan falanca kimse oldu” dediğimizde en ziyade onun kazandığı anlaşılır. Bu cümleden yola çıkarak başkalarının hiçbir şey kazanamadıkları
söylenemez. Demek ki, kâmil manada kurtulan, felaha eren kimseler müttaki mü’minlerdir. Ama bundan hareketle fasık – günahkâr mü’minlerin asla kurtulamayacakları, cehennemde ebedi kalacakları söylenemez.
22 Muhatap, söylenen meselede tereddüt içindeyse, “şüphesiz, gerçekten…” gibi ifadelerle mana kuvvetlendirilir. İnsanlar Zülkarneynin saltanatı konusunda şüpheyle bakabildiğinden ve Firavun, Hz. Musa’nın peygamberliğini şüpheyle karşıladığından, “inne” ile anlatılmıştır.
23 Allahın her şeyi kuşatan bir ilmi vardır. O, neyin ne şekilde olacağını önceden de bilir. Bizler ise, bir şey meydana geldiğinde biliriz. Kendi bilmemizi Allahın bilmesiyle
karşılaştırmak, çok yanlış bir kıyas olur. Allahın kelâmı da ilmi gibi bir sıfatıdır
ve ezelidir.
24 Yoksa, “bize bir uyarıcı gelmedi, gelseydi dinlerdik” diyebilirler.
25 Âfak ve enfüs, birbirine mukabil olarak kullanılan iki kelimedir. Âfak, insanın
dışındaki âlemi, enfüs ise insanın kendisini ifade eder. Bu iki kelime, “Âfakta ve kendi nefislerinde ayetlerimizi onlara göstereceğiz.” ayetinden alınmıştır (Fussılet, 53).
26 İstiare, bir kelimenin mânasını geçici olarak başka mânada kullanmak veya herhangi bir varlığa, ya da mefhuma asıl adını değil de, benzediği başka bir varlığın
adını verme san’atıdır. “Adam sevinçten uçuyordu” dediğimizde, “uçuyordu” kelimesinde istiare vardır. Kuşa ait olan bu özellik, mecazi anlamda çok sevinçli kimse hakkında kullanılmıştır. Onun gibi, kâfirlerin kalplerinde bir mühür ve gözlerinde
bir perde olmamakla beraber, bu kelimeler kullanılmak sûretiyle iman etmemeleri
ve gerçekleri görmemeleri çok daha etkili bir şekilde anlatılmıştır.
27 Burada küfür o müşriklere, kalplerinin tab’ı ise Allaha nisbet edilmiştir.
28 Burada iman ve küfür o münafıklara nisbet edilirken, kalplerinin tab’ı inkârlarına bir ceza olarak anlatılmıştır.