Sır
18.Ocak.2017, 16:26
3. DERS
Münafıklar
8-وَمِنَ النَّاسِ مَن يَقُولُ آمَنَّا بِاللّهِ وَبِالْيَوْمِ الآخِرِ “İnsanlardan öylesi de vardır ki, “Allah’a ve ahiret gününe iman ettik” der.”
Allahu Teâlâ önce Kitabın (Kur’anın) durumunu anlattı, ardından dinde samimi, kalpleri dilleriyle uyumlu olan mü’minleri zikretti, peşinde bunların zıddı olan ve içleriyle dışlarıyla tam bir inkâr içinde olan kâfirlerden söz etti. Bu ayetle de, bu ikisi arasında gidip gelen üçüncü kısmı anlatmaya başladı. Bunlar, dilleriyle iman ettiklerini söyleyen, ama kalpleri iman etmemiş olan münafıklardır. Böylece, itikad yönüyle insanların kısımları ardı ardına anlatılmış oldu.
Münafıklar, kâfirlerin en habisleri ve Allahın kendilerinden en ziyade hoşlanmadığı kimselerdir. Çünkü onlar aldatmak ve dalga geçmek için küfrü sulandırdılar ve karıştırdılar. Bundan dolayı onların habisliği ve cehlini beyan için söz uzatıldı ve kendileriyle istihza edildi. Onların fiilleriyle inceden inceye alay edildi (tehekküm), şaşkınlıkları ve tuğyanları tescillendi. Onlarla ilgili darb-ı meseller getirildi ve haklarında “Şüphesiz ki münafıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar.” (Nisa, 145) gibi durumlarını anlatan ayetler indirildi.
Burada münafıkların kıssası, bir önceki bölümde anlatılan ısrarcı kâfirlerin kıssasına atfedilmiştir.
Nâs kelimesi “insanlar” demektir. “İnsan” kelimesi ise “üns” kökünden gelir, “kendisiyle ünsiyet edilen” demektir.
Ayette bildirilen “bir kısım insanlardan” murat İbnü Übeyy, onun arkadaşları ve emsali kimselerdir. Bunlar aslında nifakta samimi olmalarıyla, kalbi mühürlenmiş olan kâfirler sınıfına dâhildirler. Küfre ilâve olarak başka kötü sıfatlar taşımaları, onlardan sayılmalarına engel değildir. Çünkü aynı cins altında farklı özellikler sebebiyle, farklı kısımlar ortaya çıkar. Buna göre, münafıkları anlatan bu ayet, insanların ikinci kısmını meydana getiren kâfirlerin bir taksimi gibi olur.1
Onların “Allaha ve ahiret gününe iman ettik” ifadelerinde imanın bu iki esasının geçmesi, imandan en büyük maksadın bu iki esas olmasındandır. Onlar açısından da imanı her iki canipten ve taraftan elde etme iddiaları söz konusudur. Aynı zamanda, samimi olduklarını zannettikleri bu iki esasta da münafık olduklarını bildirir. Çünkü ayette anlatılan kimseler Yahudilerdendi ve bunlar Allaha ve ahiret gününe inanmış kimselerdi.
Ama bu imanları,
-Allahı mahlûkatına benzetmek,
-O’na çocuk nisbet etmek,
-Cennete onlardan başkasının giremeyeceğini söylemek,
-Cehenneme girseler bile ancak sayılı günlerde kalacaklarını iddia etmek ve benzeri kabullerle dolu olduğundan, sanki bir iman değildi.
Ayet, onların kat kat habis olduklarını ve küfürde taşkınlıklarını beyan eder. Çünkü, “Allaha ve ahiret gününe iman ettik” sözleri, şayet aldatma ve nifak yoluyla değil de samimi bile olsa, onların bu akideleri iman değildir. Kaldı ki, bu ifadeyi Müslümanları aldatmak ve onlarla dalga geçmek için söylemişlerdir.
“Allah ve ahiret gününe” şeklinde değil de, “Allaha ve ahiret gününe” şeklinde söylemeleri, her bir iman rüknüne tek tek inandıklarını iddia ettiklerini anlatır.
Ahiret gününden murat, haşirden ebede kadar olan süredir veya cennet ehlinin cennete, cehennem ehlinin de cehenneme girecekleri zamana kadar olan süredir. Çünkü o gün, belirlenmiş vakitlerin sonudur.
وَمَا هُم بِمُؤْمِنِينَ “Hâlbuki onlar asla mü’min değillerdir.”
Ayet, onların iman iddialarını inkârdır ve isbatını esas aldıkları şeyi nefiydir. Onların “iman ettik” demelerine mukabil, “hayır, onlar iman etmediler” demek yerine “onlar, asla mü’min değillerdir” denilmesi, onları yalanlamada daha ziyade etkili bir anlatımdır. Çünkü onları mü’minler sınıfından çıkarmak, geçmiş zamanda onların iman etmelerini inkârdan daha etkindir. Ayrıca, “onlar asla mü’min değillerdir” derken, inandıkları esaslara burada yer verilmemesi, imandan hiçbir nasibi olmadıklarına işaret etmekle beraber, manayı daha da kuvvetlendirir. Ancak, onlara cevap olması açısından “biz Allaha ve ahiret gününe iman ettik” şeklinde kayıtlı olarak söyledikleri söze mukabil, “hayır, siz o ikisine de iman etmiş kimseler değilsiniz” şeklinde kayıtlı bir cevap olması da muhtemeldir.
Ayet, “ben iman ettim” diyen birisinin, şayet kalbi diline inançta muhalefet ediyorsa, mü’min olmadığına delalet eder.
Çünkü, kelime-i şehadeti, kalbi ona muvafık veya ona aykırı şeylerden bomboş bir şekilde söyleyen kimse, iman etmiş sayılmaz.2
9- يُخَادِعُونَ اللّهَ وَالَّذِينَ آمَنُوا “Allah’ı ve iman edenleri aldatmaya çalışırlar.”
Ayet metninde geçen hud’a, başkasını aldatmak için, içten gizlenen kötü niyetin tersini muhataba tevehhüm ettirmektir.
Hud’a, muhatabını aldatmak isteyen kimsenin, kendini onun iyiliğini istiyormuş gibi zannettirmesidir. Kelimenin aslında “gizlemek” manası vardır.
Ayette hud’a, “müfaale” vezninde gelmiştir. Bu ise karşılıklı aldatmayı ifade eder. Onların Allah ile böyle bir muamelede olmaları, zâhirine göre değildir. Çünkü, Allah için gizli bir şey olamaz, ayrıca onlar Allahı aldatmayı da kastetmemişlerdir. Bu durumda bundan murat, ya Hz. Peygamberi aldatmak isteyişleri olabilir, ya da “Kim peygambere itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa, 80) ve “Sana bîat edenler ancak Allah’a bîat etmiş olurlar.” (Fetih, 10) gibi ayetlerde de görüldüğü üzere, Hz. Peygamberin Allahın halifesi olması hasebiyle, O’nunla olan bu muamele, sanki Allah ile bir muamele gibi değerlendirilmiştir.
Veya, onların Allaha karşı aslında küfrü gizlemekle beraber iman izhar etmeleri, Allahın da onlara Müslümanlarla alakalı hükümleri icra etmesi, böyle ifade edilmiş olabilir. Aslında onlar Allah nezdinde kâfirlerin en habisleridir ve cehennem ehlinin de en alt tabakasında yer alacaklardır. Allahın onlara Müslüman muamelesini devam ettirmesi bir istidraçtır.3
Münafıkların mü’min gibi görülmekten maksatları,
-Kâfirlere yapılan muameleden kendilerini korumak,
-İkram, bağış ganimet gibi mü’minlere yönelik hallerden yararlanmak
-Ve mü’minlerle içli dışlı olup onların sırlarına muttali olmak, bunları kendi yandaşlarına aktarmak gibi durumlardır.
وَمَا يَخْدَعُونَ إِلاَّ أَنفُسَهُم “Hâlbuki ancak kendilerini aldatırlar.”
Aldatma emelleri, döner dolaşır kendilerine zarar verir, başlarına bela olur.
Veya bununla sırf kendilerini aldatırlar. Kendilerini aldatmaları, nefislerinin onlara boş kuruntular vermesi ve hiçbir şey kendisine gizli kalmayan Zâta karşı aldatma teşebbüsüne sevk etmesidir.
Nefis, bir şeyin zâtı ve hakikatıdır.
Ruha da nefis denildiği olur, çünkü canlılar ruh sayesinde canlıdırlar.
Kalbe de nefis denildiği olur, çünkü ruhun mahalli ve alakadar olduğu yerdir.
Kan için de nefis tabiri kullanılır, çünkü nefsin ayakta durması onunladır.
Suya da nefis denilmiştir, çünkü nefsin ona şiddetli ihtiyacı vardır.
وَمَا يَشْعُرُونَ “Ama şuurunda değiller.”
Devam edegelen gafletleri yüzünden, kendilerini aldattıklarının farkında değillerdir. Aldatmanın vebali ve zararın kendilerine dönmesinin son derece açık olması, ancak duyularını kaybetmiş olanlara gizli kalacak hissî bir durum gibi kılınmıştır.
Şuur, hissetmektir. “İnsanın meşairi” dediğimizde onun duyuları anlaşılır.
10-فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ “Kalplerinde bir maraz vardır.”
Maraz, hakikat olarak bedene arız olan ve onu kendine has dengeli halden çıkarıp, insanın fiillerinde bozukluğa sebep olan şeyler için kullanılır. Mecaz olarak ise nefse arız olup onun kemâlini ihlâl eden cehalet, kötü inanç, hased, kin, günah sevgisi gibi durumları ifade eder. Ayet, her ikisine de hamledilebilir. Çünkü o münafıkların kalpleri ellerinden uçup giden riyaset sebebiyle elem içindedir, yanmaktadır. Öte yandan günbegün Hz. Peygamberin dininin yerleştiğini, şanının yüceldiğini görmekle de hasetten kıvranmaktadırlar. Allah, Peygamberin dinini güçlendirip zikrini kuvvetlendirmekle de onların gam ve kederini ziyadeleştirmiştir. Onların nefislerinde küfür, kötü itikad, Peygambere düşmanlık gibi özellikler vardır. Allah bu özelliklerine ilâve olarak kalplerini mühürledi.
فَزَادَهُمُ اللّهُ مَرَضاً “Allah da onların marazını arttırmıştır.”
Allahın onların hastalığını daha da ziyade etmesi,
-Yeni yeni mükellefiyetler bildirmekle,
-Vahyin ardı ardına gelmesiyle,
-Müslümanlara gelen yardımın gittikçe artmasıyla da olabilir.
Bu ayette, onların marazlarının artmasının Allaha nisbet edilmesi, fiilin müsebbibi olması açısındandır. Başka bir ayette, indirilen sûre sebebiyle murdarlıklarının artması ise, sûrenin buna sebep olmasındandır.4
Buradaki ayette bahsedilen hastalıktan murat, kalplerine gelen korku ve zaaf hâli olabilir. Bunun da sebebi,
-Müslümanların şevketi,
-Allahın meleklerle onlara yardım etmesi,
-Münafıkların kalplerine korku salması,
-Düşmanlarına karşı, Allahın Hz. Peygambere nusret vermesi,
-Fetihlerle İslâm coğrafyasının gittikçe genişlemesi gibi durumlardır.
وَلَهُم عَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ “Yalan söylemelerine karşılık onlara elem verici bir azab vardır.”
“Amenna” yani “iman ettik” demelerinde yalan söylemeleri sebebiyle onlar için elem verici bir azap vardır.
Ayet, “tekzipleri sebebiyle” şeklinde de okunmuştur. Çünkü onlar, kalpleriyle Hz. Peygamberi yalanlıyorlardı.
Kizb, bir şey hakkında, onu olduğundan farklı haber vermektir. Yalanın hepsi haramdır, çünkü bu ayette onların azaba müstehak olmaları, yalanlarına terettüp ettirilmiştir.
Hadiste Hz. İbrahimle ilgili olarak onun üç yalanından bahis vardır, ama bunlar gerçekte yalan olmayıp tarizdir. Ancak şeklen yalana benzediğinden bu şekilde isimlendirilmiştir.5
Bu, münafıkların bir başka özelliğini nazara vermektedir. Selman-ı Farisi, “bu ayette bahsedilenler henüz gelmediler” demesi, muhtemelen “ayette bahsedilenler sadece Hz. Peygamber devrindeki münafıklar değildir, asıl münafıklar ilerde gelecek” anlamındadır.
11- وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ لاَ تُفْسِدُواْ فِي الأَرْضِ قَالُواْ إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ “Onlara, “Yeryüzünde fesat çıkarmayın” denildiğinde, “Biz ancak ıslah edicileriz” derler.”
Fesad, bir şeyin mu’tedil hâlden çıkışıdır. Bunun zıddı, salah’tır. Bu iki kelime, zararlı ve faydalı ne varsa, hepsini içine alır.
-Müslümanları aldatarak savaş ve fitneleri körüklemek,
-Müslümanların sırlarını ifşa ederek kâfirleri onlara karşı savaşa meylettirmek gibi durumlar, onların arzda fesat çıkarmalarının görüntülerindendir.
-Keza, günahları izhar etmek, dini küçük düşürmeye çalışmak da buna dahildir. Çünkü İlahi hükümleri ihlâl etmek ve onlardan yüz çevirmek herc ü merce sebebiyet verir ve nizam-ı âlemi bozar.
Onlara “yeryüzünde fırsat çıkarmayın!” diyen Cenab-ı Haktır veya Peygamberdir veya bazı ehl-i imandır.
Onların “Biz ancak ıslah edicileriz” demeleri, mübalağalı bir tarzda nasihatçiye cevaplarıdır. Yani, “bize böyle hitap etmeniz uygun değil. Çünkü bizim yaptığımız ıslahtan başka bir şey değildir. Ve bizim hâlimiz her türlü şaibelerden uzaktır.”
Onların böyle demeleri, kalplerinde olan maraz sebebiyle fesadı salah şeklinde tasavvur etmelerindendir. Nitekim Allah şöyle buyurur: “Kötü ameli kendisine süslü gösterilip de onu güzel gören kimse (ameli iyi olan kimse gibi midir?)” (Fatır, 8)
12- أَلا إِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ “Dikkat edin, gerçekten asıl müfsitler onlardır.”
وَلَكِن لاَّ يَشْعُرُونَ “Lakin şuurunda değillerdir.”
Ayet, en beliğ bir şekilde onların iddialarına bir cevaptır. Onlar, “biz ancak ıslah edicileriz” derken tariz yoluyla mü’minlerin müfsid olduğuna ima etmişlerdi. “Dikkat edin” denilerek ve “gerçekten” ifadesiyle te’kidli bir sûrette o münafıklardan başkasının müfsit olmadığı anlatıldı.
13- وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ آمِنُواْ كَمَا آمَنَ النَّاسُ قَالُواْ أَنُؤْمِنُ كَمَا آمَنَ السُّفَهَاء “Onlara, “insanların iman ettiği gibi iman edin” denilince, “Biz o sefihlerin iman ettiği gibi mi iman edeceğiz?” derler.”
Bu ayet de, onlara yapılan nasihatten bir bölümdür. İmanın kemâli iki şeyle olur:
1-Yapılmaması gerekenlerden yüz çevirmek
2-Yapılması gerekenleri yapmak
Bundan önceki ayet birinciye, bu ayet ise ikinciye bir misaldir.
Buradaki “insanlar” ifadesinden murat, aklın gereğini yapan, insanlıkta kemâle ermiş kimselerdir. Çünkü cins isim, müsemmasını ifadede mutlak olarak kullanıldığı gibi, ona mahsus ve ondan maksud olan manaları cem eden için de kullanılır. Bunun için bunları cem etmeyenden selbedilir. Mesela “Zeyd, insan değildir” denilir. Cenab-ı Hakkın kâfirlerle alakalı şu hükmü ve benzerleri de bu türdendir:
“Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler.” (Bakara 18)
Şair, “insanlar insan, zaman da zaman olduğunda” derken cins ismin iki şeklini de kullanmıştır.
Keza, ayetteki elif – lamlı “insanlar” ifadesi belli insanları ifade için de olabilir. O zaman bundan murat Hz. Peygamber ve onunla beraber olanlardır.
Veya Abdullah İbni Selâm ve onun gibi iman eden ehl-i kitaptır. Mana şöyle olur: “Siz de onlar gibi ihlâslı, nifak şaibelerinden uzak bir şekilde samimane iman edin.”
Bu ayetle, zındıkın tevbesinin kabulüne delil getirilmiştir.
“Biz o sefihlerin iman ettiği gibi mi iman edeceğiz?”
Buradaki soru, öğrenmek için değil, inkâr içindir.6
Münafıkların ehl-i imanı sefih görmeleri, onların görüşlerinin fesadına inandıkları için veya onların şanını tahkir içindir. Çünkü o zaman mü’minlerin çoğu fakir, hatta bir kısmı Süheyb ve Bilâl gibi, köle idi.
Şayet bir önceki ayetten muradın Abdullah İbni Selâm gibi kitap ehlinden iman edenler olduğu nazara alınırsa, münafıklar “Biz o sefihlerin iman ettiği gibi mi iman edeceğiz?” demekle onlara karşı sertliklerini ve onlara aldırmadıklarını ifade içindir.
Sefeh, akıl noksanlığından kaynaklanan düşük fikirlilik ve bunaklıktır. Bunun mukabili, hilmdir.
أَلا إِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَاء “Dikkat edin, asıl sefihler onlardır.”
وَلَكِن لاَّ يَعْلَمُونَ “Lakin bilmezler.”
Ayet, onların cehaletini etkili bir üslûbla reddeder. Çünkü cehaletini bilmeyen, gerçeğe uymayan şeyi kesin doğru gibi kabul eden kimse; cehaletini itiraf eden, o konuda tevakkuf eden kimseden daha büyük bir dalalet ve cehalet içindedir. Çünkü cahilliğini bilen kimse belki de mazur sayılır, ayetler ve uyarılar kendisine fayda verir.
Önceki iki ayette münafıklarla alakalı “Lakin şuurunda değiller” denilmişti. Burada ise “Lakin bilmezler” denildi. Çünkü onlar için kullanılan sefih kelimesine, bu ifade daha uygun olur.
Ayrıca, dine vakıf olmak için; hak ve batılı birbirinden ayırmaya, nazara (sıhhatli bir bakışa) ve tefekküre ihtiyaç vardır.
Ama nifak ve nifak içinde bulunan fitne ve fesat, onların söz ve davranışları hakkında yapılacak en küçük bir akıl yürütme ve teemmülle idrak edilir.
14- وَإِذَا لَقُواْ الَّذِينَ آمَنُواْ قَالُواْ آمَنَّا “Onlar iman edenlere rastladıklarında, “âmenna” (iman ettik) derler.”
Ayet, onların mü’minler ve kâfirlerle muamelesini beyan eder.
Sebeb-i nüzûl
Rivayet edilir ki, münafıkların reisi İbnu Übey ve yandaşlarının önlerine sahabeden bir grup çıktı. İbnu Übey, arkadaşlarına dedi: “Bakın, bu sefih insanları sizden nasıl çevireceğim?”
Ardından Hz. Ebu Bekrin elini tutup şöyle dedi: “Merhaba ey Teym oğullarının efendisi, şeyhül-İslâm, Rasulallahın hicrette mağara arkadaşı, canını ve malını Allah Rasulü için feda eden zat!”
Sonra Hz. Ömer’in elini tutup şöyle dedi: “Merhaba ey Adiy oğullarının efendisi, hak ile batılı ayıran, dininde kuvvetli, nefis ve malını Allah Rasulü için feda eden zat!”
Daha sonra Hz. Ali’nin elini tutup şöyle dedi: “Merhaba ey peygamberin amca oğlu ve damadı, Rasulullah müstesna Haşim oğullarının efendisi.”
وَإِذَا خَلَوْاْ إِلَى شَيَاطِينِهِمْ قَالُواْ إِنَّا مَعَكْمْ إِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُونَ “Şeytanlarıyla yalnız kaldıklarında ise, “Biz, gerçekten sizinle beraberiz, biz (onlarla) ancak alay eden kimseleriz” derler.”
Bu münasebetle üstteki ayet nazil oldu.
Halvet, biriyle baş başa kalmaktır. Ayette, ifade edilen şeytanlar, hakkı kabul etmemekte şeytan gibi direnen kimselerdir. Bunlar, küfürlerini gizlemeyip izhar edenlerdir. “Şeytanlarıyla” şeklinde izafetle gelmesi, küfürde ortak olmalarından dolayıdır.
Veya bu şeytanlardan murat, münafıkların reisleridir. Onların yanında “Biz gerçekten sizinle beraberiz” diyenler ise, onlara tabi kimselerdir.
Şeytan Ş-T-N kökünden gelir ve uzaklığı ifade eder. Şeytan da, salah halinden uzak kalmıştır. “Şeytanlaştı” anlamındaki fiil de aynı kökten türetilmiştir.
Bu münafıklar, küfrün önderlerine vardıklarında ise, “din ve itikatta biz gerçekten sizinleyiz” derler.
Münafıklar, mü’minlerle karşılaştıklarında fiil cümlesiyle “Amenna” dediler. Şeytanlarına vardıklarında ise, te’kidli bir şekilde isim cümlesi kullanarak “Biz gerçekten sizinle beraberiz” dediler. Çünkü onlar birinci durumda imana girdikleri iddiasında bulundular, ikinci durumda ise, bulundukları hâl üzere sebatlarını murat ettiler.
Öte yandan, mü’minlere olan hitaplarında, kendilerini buna sevkeden bir inanç, doğru bir rağbet, imanla mü’minlere karşı mükemmellik iddiasına revac verecek bir beklentileri yoktu. Ama, kendi reislerine hitap ederken kendi gerçek hallerini beyan ediyor, şevkle anlatıyorlardı.
“Biz (onlarla) ancak alay eden kimseleriz”
Bu ifade, öncesini te’kiddir. Çünkü bir şeyi küçük görüp onunla alay eden kimse, onun hilafında ısrarcıdır.
Veya bu ifade, önceki cümleden bedeldir. Çünkü İslamı küçük gören kimse, küfrü büyük kabul etmektedir.
Veya, yeni bir cümledir, mukadder bir suale cevaptır. Sanki onların şeytanlaşmış reisleri, onların “Biz gerçekten sizinle beraberiz” ifadelerinden sonra şöyle sordu: “Eğer bu doğruysa, öyleyse niye mü’minlerle beraber oluyorsunuz, “iman ettik” deyip iman davasında bulunuyorsunuz?” Onlar da “Biz (onlarla) sadece alay eden kimseleriz” diye cevap verdi.
15- اللّهُ يَسْتَهْزِىءُ بِهِمْ “Allah onlarla alay eder.”
Allah, onların mü’minlerle istihza etmelerini cezalandırır.
Burada, istihzaya verilen ceza da istihza şeklinde ifade edildi. Benzeri bir durum, seyyienin cezasına da seyyie denilmesidir. Bu tarz üslûb,
-Ya lafza aynıyla mukabele etmek için,
-Ya kıymette ona mümasil olduğu için,
-Ya, istihzanın vebali kendi aleyhlerine döndüğünden,
-Ya, istihzanın lâzımı ve ***esi olan hakaret ve zillet başlarına geldiğinden, 7
-Veya Allahu Teâlânın kendilerine istihza eder bir muamelede bulunmasından dolayıdır. Bu ise ya dünyada, ya da ahirette olur.
Dünyada onlara Müslüman muamelesi yapar, onlar tuğyanlarında ne kadar ileri gitseler de, onlara mühlet vererek ve nimetlerini artırarak istidraçta bulunur.
Ahirette ise, mesela onlar cehennemde iken kendilerine cennete bir kapı açar, onlar da o tarafa koşuşurlar, vardıklarında kapı üzerlerine kapanır. Şu ayette buna işaret edilmiştir:
“İşte bugün de iman edenler kâfirlere gülecek.” (Mutaffifin, 34)
Allahın o münafıklara istihzasını anlatan ayet, müstakil cümle olarak getirildi, öncesine atfedilmedi. Bunda, onlara ceza vermeyi Allahın üstlendiğine, mü’minleri onlara muarazaya muhtaç kılmadığına bir delalet vardır. Öte yandan şunu da gösterir: Allahın onlara yapacağı muamele yanında onların istihza etmelerinin pek de önemi yoktur.
Allahın onlara istihzası, isim olarak değil geniş zaman ifade eden fiille gelmesi, bu istihzanın çeşitli hallerde ve değişik zamanlarda yenileneceğini bildirir. Zaten Allahın onlara muamelesi de böyle olmuştur. Şu ayet, bunu gösterir:
“Görmüyorlar mı ki, onlar her yıl bir veya iki kere belâya çarptırılıp imtihan ediliyorlar.” (Tevbe, 126)
َوَيَمُدُّهُمْ فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ “Ve tuğyanları içinde onların şaşkın bir halde dolaşmalarına medet verir.”
Mutezile, bu ilâhî kelamı zahirine göre anlamayı problemli gördüğünden şöyle dedi: “Allah, mü’minlere ihsan ettiği lütuflarını bunlardan men etti. Küfürleri ve bu küfürde ısrarları sebebiyle onları ortada bıraktı, kendilerine tevfik yollarını kapattı. Bu sebeple kalpleri pasla ve zulmetle doldu, mü’minlerin kalpleri ise inşirah ve nurla doldu. Ve Allah şeytana bunların aldatılması noktasında imkân verdi, o da onların tuğyanını artırdı. Böylece fiilin müsebbibine isnadı kabilinden mecazi olarak bu durum Allaha nisbet edildi.
“Ve tuğyanları içinde” derken tuğyan’ın onlara isnadı, fiilin Allaha isnadının hakikat tevehhüm edilmemesi içindir.
Bunu te’yid eden bir ayette şöyle bildirilir:
“Onların kardeşlerine gelince, şeytanlar onları azgınlığa sürüklerler.” (A’raf, 202)
Allahın onlara meded vermesi, onlara müddet vermesi anlamında da olabilir. Yani, Allah onlara uyanmaları ve itaat etmeleri için uzun bir ömür verir, ama bu onların tuğyanını ve şaşkınlığını artırmaktan başka bir şeye yaramaz.
Tuğyan, azgınlıkta haddi aşmak, küfürde taşkınlık yapmaktır. Bunun aslı, bir şeyin bulunduğu yerden başka yere tecavüzüdür. Allahu Teâlâ şöyle buyurur:
“Kuşkusuz, sular kabarınca sizi gemide taşıdık.” (Hâkka, 11)53
Ayet metnindeki “ameh”, gözdeki görme kusuru gibi, basiret körlüğüdür. Kelime anlamı itibariyle, bir işte ne yapacağını bilememek, şaşırıp kalmak manasına gelir.
53 Burada suyun tuğyanı, yani taşması ve kabarması nazara verilmiştir. Demek ki, tuğyana sapan kimselerde küfür, küfran, öfke ve taşkınlık gibi haller kabarmakta, böylece kendine ve çevresine zarar vermektedir.
16- أُوْلَئِكَ الَّذِينَ اشْتَرُوُاْ الضَّلاَلَةَ بِالْهُدَى “İşte onlar, hidayet karşılığında dalaleti satın aldılar.”
Bunlar, dalaleti hidayete tercih ettiler, hidayeti verip bedel olarak dalaleti satın aldılar. Bir yönüyle mana şöyle olur: Onlar, Allahın insanlarda yarattığı fıtrî hidayeti değerlendiremediler, onu verip onun yerine yönelmiş oldukları dalaleti satın aldılar.
Veya dalaleti seçtiler, onu hidayete tercih ettiler.
فَمَا رَبِحَت تِّجَارَتُهُمْ “Böylece, onların ticaretleri kâr etmedi.”
Ayet, onların hidayete bedel dalalete sahip çıkmalarını alış-veriş üslûbuyla anlatınca, devamında da onların zararını temsil için aynı üslûbla, bu ticaretlerinde kârlı çıkmadıklarını nazara verdi.
Ticaret, alış-veriş yoluyla kâr kazanma arayışıdır. Kâr, sermayeden fazla olana denir. Ayette “onlar ticaretlerinde kâr etmediler” denilmesi yerine “onların ticareti kâr etmedi” denilmesi, hiçbir cihetle kârlı çıkmadıklarını anlatır.
وَمَا كَانُواْ مُهْتَدِينَ “Doğru yolu da bulamadılar.”
Ve onlar ticaret yollarına da varamadılar. Çünkü ticaretten maksat, sermayeyi korumakla beraber kâr elde etmektir. Bunlar ise her ikisini de zayi ettiler. Çünkü bunların sermayesi “fıtrat-ı selime” ve akıl idi. Haktan uzaklaştıran inançları kabul edince, kabiliyetleri bozuldu, akılları çalışmaz oldu, kendileri için hakka ulaşmaya ve kemal elde etmeye vesile olacak bir sermaye kalmadı. Böylece kâr elde etmekten ümitsiz, hüsranda kaldıkları gibi, sermayelerini de kaybettiler.
17- مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَاراً “Onların durumu, (geceleyin) bir ateş yakan kimsenin durumu gibidir.”
Allahu Teâlâ münafıkların gerçek hâlini ifadeden sonra, konuyu daha açmak ve vuzuha kavuşturmak için temsil getirdi. Çünkü temsil,
-Kalpte çok daha etkili,
-İnatçı hasmı susturmada çok daha müessirdir.
Zira temsil, hayalen bilinen bir şeyi gerçek kılar, ilmen bilinen bir meseleyi de gözle görülür hâle getirir. Bundan dolayı Allah gönderdiği semavî kitaplarda çokça temsiller vermiştir. Keza temsil enbiya ve hükema kitaplarında çokça yer almıştır.
Mesel, asıl itibariyle “nazîr” yani benzer demektir. Sonra kendisinde bulunan bir garabet (dikkat çekici bir yön) sebebiyle insanlar arasında dolaşan söz için denildi. Sonra kendisinde garabet olan her hal, kıssa veya sıfat için istiare yoluyla kullanıldı. Mesela şu ayetlere bakalım:
“Müttakilere vaad olunan cennetin misali şöyledir:” (Ra’d, 35 ve Muhammed, 15)
“Ahirete iman etmeyenler için kötü mesel vardır.” (Nahl, 60)
فَلَمَّا أَضَاءتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللّهُ بِنُورِهِمْ “Ateş, çevresini aydınlatır aydınlatmaz Allah onların nurunu giderdi.”
Ayetin öncesinde ateş yakmalarından söz edilmişti, burada “Allah onların ateşini giderdi” denilmek yerine “onların nurunu giderdi” denilmesi, ateş yakmalarının aydınlanmak ***esiyle yapılmasındandır.
Nurun giderilmesinin Allaha isnadı,
-Ya her şeyin netice itibariyle Allahın fiili olmasından,
-Ya ateşin sönmesinin gizli bir sebeple meydana gelmesinden,
-Ya rüzgar veya yağmur gibi semavi bir sebeple olmasındandır.
-Veya mübalağa içindir. Yani, Allah onların bütün nurlarını giderdi, geriye karanlıktan başka bir şey kalmadı. Zaten devamından da bu anlaşılmaktadır.
وَتَرَكَهُمْ فِي ظُلُمَاتٍ “Ve onları karanlıklar içinde bıraktı.”
لاَّ يُبْصِرُونَ “(Bir şey) görmezler.”
Zulmet, nurun olmayışıdır. Ayette, bütün nurlarının ellerinden alındığı ve kendilerinin sadece bir zulmet içinde değil çok zulmetler (zulümat) içinde kaldıkları nazara verilmiştir. ظُلُمَاتٍ Zulümat kelimesinin nekra (elif lâmsız) gelişi de tasvir edilen karanlık tabloyu daha da kuvvetlendirmektedir.
Ayette anlatılan münafıkların zulmetleri,
-Küfür karanlığı,
-Nifak karanlığı,
-Kıyamet gününün karanlığı. Onların o gündeki hâli şöyle anlatılır:
“O gün münafık erkekler ve münafık kadınlar, iman edenlere şöyle diyecekler: Bize bakın da sizin nurunuzdan alalım. Onlara: “Arkanıza dönün de nur arayın!” denilir.” (Hadid, 13)
-Dalalet karanlığı,
-Allahın gadabına maruz kalma karanlığı,
-Ebedi azap karanlığı gibi zulmetlerdir.
“Görmezler” derken neyi görmedikleri beyan edilmemiştir. Sanki karanlık bir zindana atılıp kendi haline terk edilen kimse gibi, bunlar da hiçbir şey görmez hâle gelmişlerdir.
Ayet, kendisine hidayet gelip de onu zayi eden kimse hakkında Allahın getirdiği bir meseldir. Bu kimse o hidayet ile daimî nimetler elde edebilecek iken yararlanmamış, şaşkın bir vaziyette kala kalmıştır.
Bu temsil, bir önceki ayette o münafıkların hidayete bedel dalaleti satın almak şeklindeki zararlı ticaretlerini takrir eder, daha da vuzuha kavuşturur. Münafıklar da temsilin genel anlatımına girerler.
Onlar, dilleriyle imanı telaffuz ettiler, ama kalplerinde küfrü izhar ettiler. Yaratılıştan gelen fıtrî hidayeti bozdular, dalaleti tercih ettiler.8 Bir kısmı da imana girdikten sonra irtidad ile dinden döndü. Tasavvufi yönden bakıldığında şu manaya da bir işareti düşünülebilir. Bir kimse henüz irade hallerinde iken muhabbet hallerinde olduğunu iddia etse, Allah ona parlattığı irade nurlarını da alıverir.
Şayet iman etseler canlarını koruyacak, malları ve çocukları selâmette kalacak, Müslümanlarla ganimette ortak olacaklardı. Ayette bu, yakılan ve nurundan faydalanılan ateş ile gösterilmiştir. Ateşin sönmesi ve nurlarının gitmesi, bu nimetlerden mahrum kalmalarına işaret etmektedir.
18- صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ “Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler.”
Onlar, kulaklarını hakka kapadılar, dilleriyle hakkı söylemekten kaçındılar, gözleriyle ilâhî ayetleri görmediler, ceza olarak sanki bu duyuları silindi, kuvveleri ellerinden alındı.
Şair şöyle der:
“Şayet hayır söylesem hep sağır kesilirler.
Eğer şerri söylesem hemen kulak verirler.”
Onların sağır, dilsiz ve kör olduklarının ifadesi, bir temsildir, istiare değildir.
Onların sağır, dilsiz ve kör olmalarını temsile göre değerlendirdiğimizde ise şöyle olur: Onlar bir ateş yaktıklarında, Allah onların nurunu giderdi ve kendilerini dehşete düşüren korkunç karanlıklar içinde bıraktı. Öyle ki, kulak, dil, göz gibi azaları çalışmaz oldu.
فَهُمْ لاَ يَرْجِعُونَ “Artık dönmezler.”
Onlar, sattıkları ve zayi ettikleri hidayete artık dönemezler.
Veya satın aldıkları dalaletten dönemezler.
Veya, onlar şaşkın bir haldedirler, ileri mi geri mi gidecekler, geldikleri yere nasıl dönecekler bilemezler.
Ayetteki َف “fe” harfi sebebiyet bildirir. Yani, onların önceki hükümlerle nitelendirilmeleri ne yapacaklarını bilememelerinden ve karanlıkta hapsolmalarındandır.
19- أَوْ كَصَيِّبٍ مِّنَ السَّمَاء “Veya onların hali, semadan sağanak hâlinde boşanan yağmura tutulmuş kimselerin durumu gibidir.”
“Veya” ifadesi, aslında tereddütlü hallerde eşitliği ifade eder. Zamanla tereddütlü hallere bakmaksızın eşitlik ifadesinde kullanıldı. Mesela ayette “Onlardan hiçbir günahkâra veya hiçbir kâfire itaat etme.” (İnsan, 24) deniliyor. Ayet, her ikisine de isyanın vücubunu ifade eder.
Konumuz olan ayetteki “veya” ifadesi şunu anlatır: Münafıkların kıssası, bu iki temsilde anlatılan duruma benzer. Münafıkların bunların her ikisiyle de teşbihi yapılabilir. Sen hangisiyle istersen onların halini anlatabilirsin.
Ayette “yağmur” anlamındaki “sayyib” kelimesi elif – lamsız gelmesiyle, bu yağmurun şiddetli bir yağmur olduğunu bildirir.
“Sema” kelimesinin elif – lamlı gelişi, bulutların semanın her tarafını kuşattığına delalet içindir. Çünkü, semanın her ufkuna ve her tabakasına da sema denilir.
فِيهِ ظُلُمَاتٌ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ “Onda karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek var.”
Yağmurun zulümatı, yoğun bir şekilde ardı ardına sağnak şekilde gelmesidir, gecenin karanlığıyla beraber bulutların zulmetidir, ayrıca gök gürültüsü ve şimşeğe mekân olmasıdır. Çünkü bu ikisi, yağmurla alakalıdır.
Ra’d, (gök gürültüsü) buluttan duyulan sestir. Meşhur görüşe göre bunun sebebi bulutu meydana getiren unsurların sıkışması ve birbirine sürtünmesidir.
Berk, buluttan parıldayan şimşeğin adıdır.
Hem ra’d, hem de berk (gök gürültüsü ve şimşek) masdar oldukları için çoğul yapılmamışlardır, ama mana itibariyle çoğulu da içine alırlar.
يَجْعَلُونَ أَصْابِعَهُمْ فِي آذَانِهِم مِّنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ “Ölüm korkusuyla, yıldırımlara karşı parmaklarını kulaklarına tıkarlar.”
Bu cümle, mukadder bir suale cevap gibidir. Onların şiddetli– dehşetli halleri anlatılınca, muhatap sanki şöyle sormaktadır: “Bütün bu dehşetli haller içinde onlar ne yapıyorlar?”
Ayette, “parmak uçlarını” yerine “parmaklarını kulaklarına tıkarlar” denilmesi mübalağa içindir.
Ayetteki “savaik” kelimesi “saika” (yıldırım) kelimesinin çoğuludur. Şiddetli bir sesle beraber gelir, uğradığı her şeyi yakar. İşitilen veya görülen dehşetli durumlar için de kullanılır.
Ölüm, hayatın son bulmasıdır. “O, hanginizin amelce en güzel olduğunu denemek için ölümü ve hayatı yarattı.” (Mülk, 2) ayetinden hareketle, “hayatın zıddı olan bir arazdır” diyenler de olmuştur.”
“Ayetteki ‘yarattı’ ifadesi ‘takdir etti’ anlamına gelir, ademî şeyler de mukadderdir” şeklinde buna cevap verilmiştir.9
واللّهُ مُحِيطٌ بِالْكافِرِينَ “Oysa Allah, kâfirleri kuşatmıştır.”
Her taraftan kuşatılan biri nereye kaçsa kurtulamadığı gibi, bunlar da kaçmakla Allahtan kurtulamazlar. Her türlü hile ve hud’a bunlara bir fayda vermez.
Bu cümle “-ki Allah kâfirleri kuşatmıştır-“ şeklinde bir ara cümledir.
20-يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ أَبْصَارَهُمْ “O şimşek nerdeyse gözlerini kapıverecek.”
“Acaba onlar bu yıldırımlarla beraber ne yapıyorlar?” şeklinde bir soruya cevap gibidir.
“Neredeyse” ifadesi bir işin olmaya yakınlığıyla beraber meydana gelmediğini anlatır. Bu, ya şartın olmayışından veya herhangi bir engel dolayısıyla olabilir.
كُلَّمَا أَضَاء لَهُم مَّشَوْاْ فِيهِ “Her ne zaman aydınlatsa ışığında yürürler.”
وَإِذَا أَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُواْ “Karanlık yapınca da dikilip kalırlar.”
Bu da mukadder bir suale cevaptır. Sanki şöyle denilmiştir: “Onlar, şimşek çakıp sönerken ne yapıyorlar?” Onlar, bulundukları şartlar gereği yürümeye çok hırslıdırlar.
Şimşeğin her çakışında bunu fırsat bilerek yürümüşler, söndüğünde ise yerlerinde kalakalmışlardır.
وَلَوْ شَاء اللّهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَأَبْصَارِهِمْ “Şayet Allah dileseydi işitmelerini, gözlerini alıverirdi.”
Şayet Allah dileseydi o şiddetli gök gürültüsüyle duymalarını ve şimşeğin parıltısıyla da gözlerini alıverirdi.
Ayette “şayet Allah dileseydi” denilip “neyi dileseydi?” kısmı ise hazfedilmiştir. Cümlenin devamından bu anlaşıldığından ayrıca ifade edilmemiştir. “Dinlemek” ve “irade etmek” fiillerinde mefulün zikredilmemesi sıkça olmaktadır. Hatta, şairin şu sözünde olduğu gibi, garip hallerde bu fiillerin mefulü söylenmemektedir:
“Şayet kan ağlamak istesem, ağlardım”
“Şayet” kelimesi, şart ifade eder. İkincisi olmadığından, birincinin de olmadığını anlatır.
Bu şartiyetin faydası, aslında onların işitme ve gözlerinin giderilmesini gerektiren durum olmakla beraber, bir mani yüzünden bunun gerçekleşmediğini ortaya koyar. Ayrıca, sebeplerle meydana gelen işlerde sebeplerin tesirinin Allahın dilemesi şartına ve o neticelerin vücuda gelmesinin kendi sebepleriyle bağlı olduğuna tenbihte bulunur. Allah kudreti ile o sebepler vasıtasıyla neticelere vücud vermektedir.
إِنَّ اللَّه عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ “Şüphesiz Allah her şeye kâdirdir.”
Şey, var olanlar için kullanılır. Çünkü şey kelimesi “diledi” fiilinin masdarıdır. Şu ayette Cenab-ı Hak hakkında da “şey” kullanıldığını görürüz:
“De ki: Şahitlik yönünden hangi şey daha büyüktür? De ki: Allah! O, benimle sizin aranızda şahittir.” (En’am, 19)
Şey kelimesi, bazen “Allahın vücudunu dilediği” anlamında kullanır.
Onun dilediği şeyin artık vücudu vardır, üstteki ayette bu mana söz konusudur.
Keza şu ayete bakalım: “Allah, her şeyin yaratıcısıdır ve O, her şeye vekildir.” (Zümer, 62)
Bu ayette Allahın her türlü mevcudu yaratmaya kâdir olduğu nazara verilmektedir.
Mutezile, “şeyi” “vücud bulması sahih olan” şeklinde tarif ederler. Bu, vacip ve mümkünü, yani hem Allahı hem de mahlûkatı içine alır.
Veya tarifinde “bilinmesi ve kendisinden haber verilmesi sahih olan” demişlerdir. Bu ise, vücudu mümteni (imkânsız) olanı da içine alır. Onların bu tarifleri bazı sıkıntılar meydana getirdiğinden her iki tarifte de, aklın delâletiyle “imkan dairesinde olanlar” diye bir tahsis kendilerine lâzım oldu.
Kudret, bir şeyi vücuda getirebilmeye güç yetirebilmektir. “Güç yetirebilmeyi gerektiren bir sıfattır” da denilmiştir.
İnsanın kudreti, fiili gerçekleştirmeye imkân veren durumdur. Allahın kudreti ise, O’ndan aczi nefyetmekten ibarettir.
Kâdir, isterse yapan, istemezse de yapmayandır.
Kadîr ise, dilediğine dilediğini yapabilendir. Bundan dolayı “Kadîr” şeklinde bir nitelemenin Allahtan başkası için yapılması çok çok azdır.
“Kudret” kelimesi “kader” kelimesiyle aynı kökten gelir. Çünkü kâdir olan, kudreti mikdarınca veya meşietinin gerektirdiği mikdar üzere fiili meydana getirir. Bunda, “sonradan olan bir şeyin hudus hali ve mümkün olan bir şeyin imkân hâlinde bulunması da kudretle alakalıdır. Keza, kulun kudretiyle meydana gelen şeyler de Allahın kudretiyle meydana gelmiştir” manasına bir delil vardır. Çünkü bunların her biri de “şey”dir ve her şey Allahın kudretiyle meydana gelmiştir.
Zahir olan odur ki, münafıklarla ilgili getirilen her iki temsil, müellef temsillerdendir. Müellef temsil, cüzleri birbirine katılmış, birbiriyle kaynaşmış, hatta bir şey haline gelmiş heyet-i mecmuadan elde edilen bir durumun, benzeri bir başkasına benzetilmesidir. Mesela, şu ayete bakalım:
“Tevrat’la yükümlü olup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir.” (Cum’a, 5)
Bu ayette, yanlarındaki Tevratta ne olduğunu bilmeyen Yahudilerin hâli, hikmetli kitapları yüklenmiş bir eşeğin hâline benzetilmiştir.
Konumuz olan iki temsilden murat ise, münafıkların ne yapacağını bilmez ve dehşette kalmış hâlleri, karanlıkta bir ateş yakıp da ateşi sönen kimselerle, ya da karanlık bir gecede kulakları sağır eden gök gürültüsü, gözleri kapıveren bir şimşek ve korku veren yıldırımlara muhatap olan kimselernin karşı karşıya kaldığı zorluklarla anlatılmalarıdır.
Her iki temsil, “müfred temsil” kabîlinden de değerlendirilebilir. Bu ise, eşyayı birer birer ele alıp, bunların emsali ile benzetme yapılmasıdır. Mesela şu ayette böyledir:
“Âma ile (görmeyenle) gören bir olmaz.”
“Karanlıklar ile aydınlık da.”
“Gölge ile sıcaklık da…” (Fatır, 19-21)10
Bu durumda, konumuz olan ayetle ilgili şöyle denilebilir:
Ateş yakan kimseler, münafıklardır.
Ateşin yanması, iman izhar etmeleridir.
Ateşten fayda görmeleri, bu münafıkların izhar ettikleri iman ile canlarını, mallarını, evlatlarını korumaları gibi faydalardır.
Çok geçmeden ateşin sönmesi helâk olmaları, sırlarının ifşası, daimi zarar ve bitmez bir azap içinde kalmalarıdır.
İkinci temsilde ise, karanlık bir gecede çölde yağmura yakalananlardan murat, münafıklardır. Küfür ve hud’a ile karışık imanları, kendisinde karanlıklar, gökgürültüsü ve şimşek olan şiddetli yağmur gibidir. Şöyle ki:
Yağmur aslında faydalı iken, bu durumda olanlara zarar vermektedir.
Mü’minlerden gelecek cezalardan ve mü’min olmayanlardan kendilerine gelebilen sözlerden sakınmak niyetiyle münafıklık yapmaları, ölüm korkusundan yıldırımlara karşı parmağını tıkayan kimselerle anlatılmıştır. Çünkü parmak tıkamakla yıldırımdan kurtulunmadığı gibi, münafıklık yapmakla da mukadder cezadan kurtulamazlar. Zira, Allahın takdir ettiğinden hiçbir şey geri çevrilmez, onlar için murat ettiği hiçbir zarardan kurtuluş olamaz.
Onların çöldeki şaşkınlıkları, münafıkların hallerinin şiddetine ve ne yapacaklarını ve neyi terk edeceklerini bilemediklerine bakar. Çünkü ne zaman şimşek çaksa gözlerini kapıp alıverme korkusu olmakla beraber, onun ışığında birkaç adım atıyorlar. Şimşek gizlenip parıltıları kesildiğinde hareketsiz bir şekilde yerlerinde dikilip kalıyorlar.
Denildi ki: İman, Kur’an ve ebedi hayata sebep olan marifetler gibi insana verilen şeyler, yeryüzünün kendisiyle hayatlandığı yağmura benzetildi. Batıl şüpheler, tereddüt verici itirazlar zulümat (karanlıklar) ile gösterildi. Bunlarda olan vaad ve vaîd gök gürültüsüne, apaçık ayetler ise şimşeğe benzetildi. Duydukları ilâhî tehditler karşısında duymazdan gelmeleri, gök gürültüsünden korkan ve ondan gelen yıldırımdan dehşete kapılıp kulağını tıkayan kimse ile anlatıldı. Hâlbuki böyle kulak tıkamakla kurtulamayacaktır. “Allah o kâfirleri kuşatmıştır” ifadesi bunu nazara verir.
Farkına vardıkları bir fayda veya gözlerinin tamah ettiği bir nasibi görüp kıpırdanmaları, şimşeğin ışığında yol almalarına benzetilmiştir. Kendilerine bir şüphe arız olduğunda veya bir musibet geldiğinde şaşkınlıkları ve ne yapacaklarını bilememeleri, şimşek söndüğünde yerinde durup kalan kimselerle anlatılmıştır.
Allahu Teâlâ, “Şayet Allah dileseydi işitmelerini, gözlerini alıverirdi.” (Bakara, 20) diyerek şunu hatırlatmaktadır: Allah, hidayet ve felaha ulaşsınlar diye onlara göz ve kulak vermiştir. Ancak onlar bunları, dünyevî hazlara sarfettiler, ahiretteki paylardan alıkoydular. Şayet Allah dileseydi onları kendileri için kıldıkları halde bırakırdı. Çünkü O, dilediğini yapmaya kadîrdir.
1 Yani, insanlar inanç yönüyle iki kısımdır. Ya mü’min ya da kâfir. Kâfirler de iki kısımdır: Küfürde açık ve net olanlar, küfrünü gizleyenler, yani münafıklar.
2 İmanda esas olan kalbin tasdikidir. Bir teybin kelime-i şehadeti tekrarlaması iman sayılmadığı gibi, boş bir kalple söylenen kelime-i şehadet imanın tercümanı olamaz.
3 Yani bu görünüşte onların lehine gibi görülürken gerçekte aleyhlerinedir. Çünkü bu şekilde günahları artmaktadır, dolayısıyla azapları da ona göre fazla olacaktır.
4 Bkz. Tevbe, 124-125.
5 Bu üç durum, şunlardır:
-Putperest kavminin bayramına katılmamak için “ben hastayım” demesi. . (Bununla ilgili bkz. Saffat, 85-98)
- Büyük put dışında onların putlarını parça parça ettiğinde, “sen mi yaptın?” diye sorulduğunda “konuşabilirse büyük puta sorun” demesi. (Bununla ilgili bkz. Enbiya, 51-68)
-Hanımı hakkında Mısır hükümdarının “bu hanımın mı?” sorusuna, “kız kardeşim” diyerek hükümdarın kötü niyetine engel olması.
6 Yani, “biz o sefihlerin iman ettiği gibi mi iman edeceğiz!” demeleri, “acaba öyle mi iman edeceğiz?” anlamında olmayıp “hayır, biz o sefihler gibi olmayız!” anlamındadır.
7 Hükümdar, huzuruna davet ettiği ilim adamına “biz senin ***retlerini biliyoruz” dediğinde, bilmenin lazımı olan ödüllendirmek hatıra gelir. Aynı hükümdar huzuruna getirilen vatan hainine “biz senin neler çevirdiğini biliyoruz” dediğinde ise, bilmenin lazımı olan cezalandırmak hatıra gelir. Onun gibi, bu ayette de nazara verilen Allahın istihzası, o münafıkları hakir ve zelil kılmasıdır.
8 İnsan fıtratı, hak ve hakikati kabul edecek şekilde proğramlanmıştır. Küfür ve nifak gibi haller, fıtrata aykırıdır.
9 Ölüme, “hayatın zevalidir” dediğimizde müstakil bir varlığı söz konusu olmaz. Bu durumda “Allah ölümü ve hayatı yarattı” ayetini anlamada bir problemle karşılaşırız. Buradaki “yarattı” ifadesine “takdir etti” manası verilerek problem ortadan kalkar. Yokların vücudu olmadığından, yaratılmaları da söz konusu olmayabilir, ama hepsinin bir kader proğramından çıktığından, bir takdirle meydana geldiğinden şüphe yoktur.
10 Âma ve görenden murat, kâfir ve mü’mindir. Karanlık ve aydınlıktan murat, batıl ve haktır. Gölge ve sıcaklıktan murat, sevap ve cezadır.
Münafıklar
8-وَمِنَ النَّاسِ مَن يَقُولُ آمَنَّا بِاللّهِ وَبِالْيَوْمِ الآخِرِ “İnsanlardan öylesi de vardır ki, “Allah’a ve ahiret gününe iman ettik” der.”
Allahu Teâlâ önce Kitabın (Kur’anın) durumunu anlattı, ardından dinde samimi, kalpleri dilleriyle uyumlu olan mü’minleri zikretti, peşinde bunların zıddı olan ve içleriyle dışlarıyla tam bir inkâr içinde olan kâfirlerden söz etti. Bu ayetle de, bu ikisi arasında gidip gelen üçüncü kısmı anlatmaya başladı. Bunlar, dilleriyle iman ettiklerini söyleyen, ama kalpleri iman etmemiş olan münafıklardır. Böylece, itikad yönüyle insanların kısımları ardı ardına anlatılmış oldu.
Münafıklar, kâfirlerin en habisleri ve Allahın kendilerinden en ziyade hoşlanmadığı kimselerdir. Çünkü onlar aldatmak ve dalga geçmek için küfrü sulandırdılar ve karıştırdılar. Bundan dolayı onların habisliği ve cehlini beyan için söz uzatıldı ve kendileriyle istihza edildi. Onların fiilleriyle inceden inceye alay edildi (tehekküm), şaşkınlıkları ve tuğyanları tescillendi. Onlarla ilgili darb-ı meseller getirildi ve haklarında “Şüphesiz ki münafıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar.” (Nisa, 145) gibi durumlarını anlatan ayetler indirildi.
Burada münafıkların kıssası, bir önceki bölümde anlatılan ısrarcı kâfirlerin kıssasına atfedilmiştir.
Nâs kelimesi “insanlar” demektir. “İnsan” kelimesi ise “üns” kökünden gelir, “kendisiyle ünsiyet edilen” demektir.
Ayette bildirilen “bir kısım insanlardan” murat İbnü Übeyy, onun arkadaşları ve emsali kimselerdir. Bunlar aslında nifakta samimi olmalarıyla, kalbi mühürlenmiş olan kâfirler sınıfına dâhildirler. Küfre ilâve olarak başka kötü sıfatlar taşımaları, onlardan sayılmalarına engel değildir. Çünkü aynı cins altında farklı özellikler sebebiyle, farklı kısımlar ortaya çıkar. Buna göre, münafıkları anlatan bu ayet, insanların ikinci kısmını meydana getiren kâfirlerin bir taksimi gibi olur.1
Onların “Allaha ve ahiret gününe iman ettik” ifadelerinde imanın bu iki esasının geçmesi, imandan en büyük maksadın bu iki esas olmasındandır. Onlar açısından da imanı her iki canipten ve taraftan elde etme iddiaları söz konusudur. Aynı zamanda, samimi olduklarını zannettikleri bu iki esasta da münafık olduklarını bildirir. Çünkü ayette anlatılan kimseler Yahudilerdendi ve bunlar Allaha ve ahiret gününe inanmış kimselerdi.
Ama bu imanları,
-Allahı mahlûkatına benzetmek,
-O’na çocuk nisbet etmek,
-Cennete onlardan başkasının giremeyeceğini söylemek,
-Cehenneme girseler bile ancak sayılı günlerde kalacaklarını iddia etmek ve benzeri kabullerle dolu olduğundan, sanki bir iman değildi.
Ayet, onların kat kat habis olduklarını ve küfürde taşkınlıklarını beyan eder. Çünkü, “Allaha ve ahiret gününe iman ettik” sözleri, şayet aldatma ve nifak yoluyla değil de samimi bile olsa, onların bu akideleri iman değildir. Kaldı ki, bu ifadeyi Müslümanları aldatmak ve onlarla dalga geçmek için söylemişlerdir.
“Allah ve ahiret gününe” şeklinde değil de, “Allaha ve ahiret gününe” şeklinde söylemeleri, her bir iman rüknüne tek tek inandıklarını iddia ettiklerini anlatır.
Ahiret gününden murat, haşirden ebede kadar olan süredir veya cennet ehlinin cennete, cehennem ehlinin de cehenneme girecekleri zamana kadar olan süredir. Çünkü o gün, belirlenmiş vakitlerin sonudur.
وَمَا هُم بِمُؤْمِنِينَ “Hâlbuki onlar asla mü’min değillerdir.”
Ayet, onların iman iddialarını inkârdır ve isbatını esas aldıkları şeyi nefiydir. Onların “iman ettik” demelerine mukabil, “hayır, onlar iman etmediler” demek yerine “onlar, asla mü’min değillerdir” denilmesi, onları yalanlamada daha ziyade etkili bir anlatımdır. Çünkü onları mü’minler sınıfından çıkarmak, geçmiş zamanda onların iman etmelerini inkârdan daha etkindir. Ayrıca, “onlar asla mü’min değillerdir” derken, inandıkları esaslara burada yer verilmemesi, imandan hiçbir nasibi olmadıklarına işaret etmekle beraber, manayı daha da kuvvetlendirir. Ancak, onlara cevap olması açısından “biz Allaha ve ahiret gününe iman ettik” şeklinde kayıtlı olarak söyledikleri söze mukabil, “hayır, siz o ikisine de iman etmiş kimseler değilsiniz” şeklinde kayıtlı bir cevap olması da muhtemeldir.
Ayet, “ben iman ettim” diyen birisinin, şayet kalbi diline inançta muhalefet ediyorsa, mü’min olmadığına delalet eder.
Çünkü, kelime-i şehadeti, kalbi ona muvafık veya ona aykırı şeylerden bomboş bir şekilde söyleyen kimse, iman etmiş sayılmaz.2
9- يُخَادِعُونَ اللّهَ وَالَّذِينَ آمَنُوا “Allah’ı ve iman edenleri aldatmaya çalışırlar.”
Ayet metninde geçen hud’a, başkasını aldatmak için, içten gizlenen kötü niyetin tersini muhataba tevehhüm ettirmektir.
Hud’a, muhatabını aldatmak isteyen kimsenin, kendini onun iyiliğini istiyormuş gibi zannettirmesidir. Kelimenin aslında “gizlemek” manası vardır.
Ayette hud’a, “müfaale” vezninde gelmiştir. Bu ise karşılıklı aldatmayı ifade eder. Onların Allah ile böyle bir muamelede olmaları, zâhirine göre değildir. Çünkü, Allah için gizli bir şey olamaz, ayrıca onlar Allahı aldatmayı da kastetmemişlerdir. Bu durumda bundan murat, ya Hz. Peygamberi aldatmak isteyişleri olabilir, ya da “Kim peygambere itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa, 80) ve “Sana bîat edenler ancak Allah’a bîat etmiş olurlar.” (Fetih, 10) gibi ayetlerde de görüldüğü üzere, Hz. Peygamberin Allahın halifesi olması hasebiyle, O’nunla olan bu muamele, sanki Allah ile bir muamele gibi değerlendirilmiştir.
Veya, onların Allaha karşı aslında küfrü gizlemekle beraber iman izhar etmeleri, Allahın da onlara Müslümanlarla alakalı hükümleri icra etmesi, böyle ifade edilmiş olabilir. Aslında onlar Allah nezdinde kâfirlerin en habisleridir ve cehennem ehlinin de en alt tabakasında yer alacaklardır. Allahın onlara Müslüman muamelesini devam ettirmesi bir istidraçtır.3
Münafıkların mü’min gibi görülmekten maksatları,
-Kâfirlere yapılan muameleden kendilerini korumak,
-İkram, bağış ganimet gibi mü’minlere yönelik hallerden yararlanmak
-Ve mü’minlerle içli dışlı olup onların sırlarına muttali olmak, bunları kendi yandaşlarına aktarmak gibi durumlardır.
وَمَا يَخْدَعُونَ إِلاَّ أَنفُسَهُم “Hâlbuki ancak kendilerini aldatırlar.”
Aldatma emelleri, döner dolaşır kendilerine zarar verir, başlarına bela olur.
Veya bununla sırf kendilerini aldatırlar. Kendilerini aldatmaları, nefislerinin onlara boş kuruntular vermesi ve hiçbir şey kendisine gizli kalmayan Zâta karşı aldatma teşebbüsüne sevk etmesidir.
Nefis, bir şeyin zâtı ve hakikatıdır.
Ruha da nefis denildiği olur, çünkü canlılar ruh sayesinde canlıdırlar.
Kalbe de nefis denildiği olur, çünkü ruhun mahalli ve alakadar olduğu yerdir.
Kan için de nefis tabiri kullanılır, çünkü nefsin ayakta durması onunladır.
Suya da nefis denilmiştir, çünkü nefsin ona şiddetli ihtiyacı vardır.
وَمَا يَشْعُرُونَ “Ama şuurunda değiller.”
Devam edegelen gafletleri yüzünden, kendilerini aldattıklarının farkında değillerdir. Aldatmanın vebali ve zararın kendilerine dönmesinin son derece açık olması, ancak duyularını kaybetmiş olanlara gizli kalacak hissî bir durum gibi kılınmıştır.
Şuur, hissetmektir. “İnsanın meşairi” dediğimizde onun duyuları anlaşılır.
10-فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ “Kalplerinde bir maraz vardır.”
Maraz, hakikat olarak bedene arız olan ve onu kendine has dengeli halden çıkarıp, insanın fiillerinde bozukluğa sebep olan şeyler için kullanılır. Mecaz olarak ise nefse arız olup onun kemâlini ihlâl eden cehalet, kötü inanç, hased, kin, günah sevgisi gibi durumları ifade eder. Ayet, her ikisine de hamledilebilir. Çünkü o münafıkların kalpleri ellerinden uçup giden riyaset sebebiyle elem içindedir, yanmaktadır. Öte yandan günbegün Hz. Peygamberin dininin yerleştiğini, şanının yüceldiğini görmekle de hasetten kıvranmaktadırlar. Allah, Peygamberin dinini güçlendirip zikrini kuvvetlendirmekle de onların gam ve kederini ziyadeleştirmiştir. Onların nefislerinde küfür, kötü itikad, Peygambere düşmanlık gibi özellikler vardır. Allah bu özelliklerine ilâve olarak kalplerini mühürledi.
فَزَادَهُمُ اللّهُ مَرَضاً “Allah da onların marazını arttırmıştır.”
Allahın onların hastalığını daha da ziyade etmesi,
-Yeni yeni mükellefiyetler bildirmekle,
-Vahyin ardı ardına gelmesiyle,
-Müslümanlara gelen yardımın gittikçe artmasıyla da olabilir.
Bu ayette, onların marazlarının artmasının Allaha nisbet edilmesi, fiilin müsebbibi olması açısındandır. Başka bir ayette, indirilen sûre sebebiyle murdarlıklarının artması ise, sûrenin buna sebep olmasındandır.4
Buradaki ayette bahsedilen hastalıktan murat, kalplerine gelen korku ve zaaf hâli olabilir. Bunun da sebebi,
-Müslümanların şevketi,
-Allahın meleklerle onlara yardım etmesi,
-Münafıkların kalplerine korku salması,
-Düşmanlarına karşı, Allahın Hz. Peygambere nusret vermesi,
-Fetihlerle İslâm coğrafyasının gittikçe genişlemesi gibi durumlardır.
وَلَهُم عَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ “Yalan söylemelerine karşılık onlara elem verici bir azab vardır.”
“Amenna” yani “iman ettik” demelerinde yalan söylemeleri sebebiyle onlar için elem verici bir azap vardır.
Ayet, “tekzipleri sebebiyle” şeklinde de okunmuştur. Çünkü onlar, kalpleriyle Hz. Peygamberi yalanlıyorlardı.
Kizb, bir şey hakkında, onu olduğundan farklı haber vermektir. Yalanın hepsi haramdır, çünkü bu ayette onların azaba müstehak olmaları, yalanlarına terettüp ettirilmiştir.
Hadiste Hz. İbrahimle ilgili olarak onun üç yalanından bahis vardır, ama bunlar gerçekte yalan olmayıp tarizdir. Ancak şeklen yalana benzediğinden bu şekilde isimlendirilmiştir.5
Bu, münafıkların bir başka özelliğini nazara vermektedir. Selman-ı Farisi, “bu ayette bahsedilenler henüz gelmediler” demesi, muhtemelen “ayette bahsedilenler sadece Hz. Peygamber devrindeki münafıklar değildir, asıl münafıklar ilerde gelecek” anlamındadır.
11- وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ لاَ تُفْسِدُواْ فِي الأَرْضِ قَالُواْ إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ “Onlara, “Yeryüzünde fesat çıkarmayın” denildiğinde, “Biz ancak ıslah edicileriz” derler.”
Fesad, bir şeyin mu’tedil hâlden çıkışıdır. Bunun zıddı, salah’tır. Bu iki kelime, zararlı ve faydalı ne varsa, hepsini içine alır.
-Müslümanları aldatarak savaş ve fitneleri körüklemek,
-Müslümanların sırlarını ifşa ederek kâfirleri onlara karşı savaşa meylettirmek gibi durumlar, onların arzda fesat çıkarmalarının görüntülerindendir.
-Keza, günahları izhar etmek, dini küçük düşürmeye çalışmak da buna dahildir. Çünkü İlahi hükümleri ihlâl etmek ve onlardan yüz çevirmek herc ü merce sebebiyet verir ve nizam-ı âlemi bozar.
Onlara “yeryüzünde fırsat çıkarmayın!” diyen Cenab-ı Haktır veya Peygamberdir veya bazı ehl-i imandır.
Onların “Biz ancak ıslah edicileriz” demeleri, mübalağalı bir tarzda nasihatçiye cevaplarıdır. Yani, “bize böyle hitap etmeniz uygun değil. Çünkü bizim yaptığımız ıslahtan başka bir şey değildir. Ve bizim hâlimiz her türlü şaibelerden uzaktır.”
Onların böyle demeleri, kalplerinde olan maraz sebebiyle fesadı salah şeklinde tasavvur etmelerindendir. Nitekim Allah şöyle buyurur: “Kötü ameli kendisine süslü gösterilip de onu güzel gören kimse (ameli iyi olan kimse gibi midir?)” (Fatır, 8)
12- أَلا إِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ “Dikkat edin, gerçekten asıl müfsitler onlardır.”
وَلَكِن لاَّ يَشْعُرُونَ “Lakin şuurunda değillerdir.”
Ayet, en beliğ bir şekilde onların iddialarına bir cevaptır. Onlar, “biz ancak ıslah edicileriz” derken tariz yoluyla mü’minlerin müfsid olduğuna ima etmişlerdi. “Dikkat edin” denilerek ve “gerçekten” ifadesiyle te’kidli bir sûrette o münafıklardan başkasının müfsit olmadığı anlatıldı.
13- وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ آمِنُواْ كَمَا آمَنَ النَّاسُ قَالُواْ أَنُؤْمِنُ كَمَا آمَنَ السُّفَهَاء “Onlara, “insanların iman ettiği gibi iman edin” denilince, “Biz o sefihlerin iman ettiği gibi mi iman edeceğiz?” derler.”
Bu ayet de, onlara yapılan nasihatten bir bölümdür. İmanın kemâli iki şeyle olur:
1-Yapılmaması gerekenlerden yüz çevirmek
2-Yapılması gerekenleri yapmak
Bundan önceki ayet birinciye, bu ayet ise ikinciye bir misaldir.
Buradaki “insanlar” ifadesinden murat, aklın gereğini yapan, insanlıkta kemâle ermiş kimselerdir. Çünkü cins isim, müsemmasını ifadede mutlak olarak kullanıldığı gibi, ona mahsus ve ondan maksud olan manaları cem eden için de kullanılır. Bunun için bunları cem etmeyenden selbedilir. Mesela “Zeyd, insan değildir” denilir. Cenab-ı Hakkın kâfirlerle alakalı şu hükmü ve benzerleri de bu türdendir:
“Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler.” (Bakara 18)
Şair, “insanlar insan, zaman da zaman olduğunda” derken cins ismin iki şeklini de kullanmıştır.
Keza, ayetteki elif – lamlı “insanlar” ifadesi belli insanları ifade için de olabilir. O zaman bundan murat Hz. Peygamber ve onunla beraber olanlardır.
Veya Abdullah İbni Selâm ve onun gibi iman eden ehl-i kitaptır. Mana şöyle olur: “Siz de onlar gibi ihlâslı, nifak şaibelerinden uzak bir şekilde samimane iman edin.”
Bu ayetle, zındıkın tevbesinin kabulüne delil getirilmiştir.
“Biz o sefihlerin iman ettiği gibi mi iman edeceğiz?”
Buradaki soru, öğrenmek için değil, inkâr içindir.6
Münafıkların ehl-i imanı sefih görmeleri, onların görüşlerinin fesadına inandıkları için veya onların şanını tahkir içindir. Çünkü o zaman mü’minlerin çoğu fakir, hatta bir kısmı Süheyb ve Bilâl gibi, köle idi.
Şayet bir önceki ayetten muradın Abdullah İbni Selâm gibi kitap ehlinden iman edenler olduğu nazara alınırsa, münafıklar “Biz o sefihlerin iman ettiği gibi mi iman edeceğiz?” demekle onlara karşı sertliklerini ve onlara aldırmadıklarını ifade içindir.
Sefeh, akıl noksanlığından kaynaklanan düşük fikirlilik ve bunaklıktır. Bunun mukabili, hilmdir.
أَلا إِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَاء “Dikkat edin, asıl sefihler onlardır.”
وَلَكِن لاَّ يَعْلَمُونَ “Lakin bilmezler.”
Ayet, onların cehaletini etkili bir üslûbla reddeder. Çünkü cehaletini bilmeyen, gerçeğe uymayan şeyi kesin doğru gibi kabul eden kimse; cehaletini itiraf eden, o konuda tevakkuf eden kimseden daha büyük bir dalalet ve cehalet içindedir. Çünkü cahilliğini bilen kimse belki de mazur sayılır, ayetler ve uyarılar kendisine fayda verir.
Önceki iki ayette münafıklarla alakalı “Lakin şuurunda değiller” denilmişti. Burada ise “Lakin bilmezler” denildi. Çünkü onlar için kullanılan sefih kelimesine, bu ifade daha uygun olur.
Ayrıca, dine vakıf olmak için; hak ve batılı birbirinden ayırmaya, nazara (sıhhatli bir bakışa) ve tefekküre ihtiyaç vardır.
Ama nifak ve nifak içinde bulunan fitne ve fesat, onların söz ve davranışları hakkında yapılacak en küçük bir akıl yürütme ve teemmülle idrak edilir.
14- وَإِذَا لَقُواْ الَّذِينَ آمَنُواْ قَالُواْ آمَنَّا “Onlar iman edenlere rastladıklarında, “âmenna” (iman ettik) derler.”
Ayet, onların mü’minler ve kâfirlerle muamelesini beyan eder.
Sebeb-i nüzûl
Rivayet edilir ki, münafıkların reisi İbnu Übey ve yandaşlarının önlerine sahabeden bir grup çıktı. İbnu Übey, arkadaşlarına dedi: “Bakın, bu sefih insanları sizden nasıl çevireceğim?”
Ardından Hz. Ebu Bekrin elini tutup şöyle dedi: “Merhaba ey Teym oğullarının efendisi, şeyhül-İslâm, Rasulallahın hicrette mağara arkadaşı, canını ve malını Allah Rasulü için feda eden zat!”
Sonra Hz. Ömer’in elini tutup şöyle dedi: “Merhaba ey Adiy oğullarının efendisi, hak ile batılı ayıran, dininde kuvvetli, nefis ve malını Allah Rasulü için feda eden zat!”
Daha sonra Hz. Ali’nin elini tutup şöyle dedi: “Merhaba ey peygamberin amca oğlu ve damadı, Rasulullah müstesna Haşim oğullarının efendisi.”
وَإِذَا خَلَوْاْ إِلَى شَيَاطِينِهِمْ قَالُواْ إِنَّا مَعَكْمْ إِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُونَ “Şeytanlarıyla yalnız kaldıklarında ise, “Biz, gerçekten sizinle beraberiz, biz (onlarla) ancak alay eden kimseleriz” derler.”
Bu münasebetle üstteki ayet nazil oldu.
Halvet, biriyle baş başa kalmaktır. Ayette, ifade edilen şeytanlar, hakkı kabul etmemekte şeytan gibi direnen kimselerdir. Bunlar, küfürlerini gizlemeyip izhar edenlerdir. “Şeytanlarıyla” şeklinde izafetle gelmesi, küfürde ortak olmalarından dolayıdır.
Veya bu şeytanlardan murat, münafıkların reisleridir. Onların yanında “Biz gerçekten sizinle beraberiz” diyenler ise, onlara tabi kimselerdir.
Şeytan Ş-T-N kökünden gelir ve uzaklığı ifade eder. Şeytan da, salah halinden uzak kalmıştır. “Şeytanlaştı” anlamındaki fiil de aynı kökten türetilmiştir.
Bu münafıklar, küfrün önderlerine vardıklarında ise, “din ve itikatta biz gerçekten sizinleyiz” derler.
Münafıklar, mü’minlerle karşılaştıklarında fiil cümlesiyle “Amenna” dediler. Şeytanlarına vardıklarında ise, te’kidli bir şekilde isim cümlesi kullanarak “Biz gerçekten sizinle beraberiz” dediler. Çünkü onlar birinci durumda imana girdikleri iddiasında bulundular, ikinci durumda ise, bulundukları hâl üzere sebatlarını murat ettiler.
Öte yandan, mü’minlere olan hitaplarında, kendilerini buna sevkeden bir inanç, doğru bir rağbet, imanla mü’minlere karşı mükemmellik iddiasına revac verecek bir beklentileri yoktu. Ama, kendi reislerine hitap ederken kendi gerçek hallerini beyan ediyor, şevkle anlatıyorlardı.
“Biz (onlarla) ancak alay eden kimseleriz”
Bu ifade, öncesini te’kiddir. Çünkü bir şeyi küçük görüp onunla alay eden kimse, onun hilafında ısrarcıdır.
Veya bu ifade, önceki cümleden bedeldir. Çünkü İslamı küçük gören kimse, küfrü büyük kabul etmektedir.
Veya, yeni bir cümledir, mukadder bir suale cevaptır. Sanki onların şeytanlaşmış reisleri, onların “Biz gerçekten sizinle beraberiz” ifadelerinden sonra şöyle sordu: “Eğer bu doğruysa, öyleyse niye mü’minlerle beraber oluyorsunuz, “iman ettik” deyip iman davasında bulunuyorsunuz?” Onlar da “Biz (onlarla) sadece alay eden kimseleriz” diye cevap verdi.
15- اللّهُ يَسْتَهْزِىءُ بِهِمْ “Allah onlarla alay eder.”
Allah, onların mü’minlerle istihza etmelerini cezalandırır.
Burada, istihzaya verilen ceza da istihza şeklinde ifade edildi. Benzeri bir durum, seyyienin cezasına da seyyie denilmesidir. Bu tarz üslûb,
-Ya lafza aynıyla mukabele etmek için,
-Ya kıymette ona mümasil olduğu için,
-Ya, istihzanın vebali kendi aleyhlerine döndüğünden,
-Ya, istihzanın lâzımı ve ***esi olan hakaret ve zillet başlarına geldiğinden, 7
-Veya Allahu Teâlânın kendilerine istihza eder bir muamelede bulunmasından dolayıdır. Bu ise ya dünyada, ya da ahirette olur.
Dünyada onlara Müslüman muamelesi yapar, onlar tuğyanlarında ne kadar ileri gitseler de, onlara mühlet vererek ve nimetlerini artırarak istidraçta bulunur.
Ahirette ise, mesela onlar cehennemde iken kendilerine cennete bir kapı açar, onlar da o tarafa koşuşurlar, vardıklarında kapı üzerlerine kapanır. Şu ayette buna işaret edilmiştir:
“İşte bugün de iman edenler kâfirlere gülecek.” (Mutaffifin, 34)
Allahın o münafıklara istihzasını anlatan ayet, müstakil cümle olarak getirildi, öncesine atfedilmedi. Bunda, onlara ceza vermeyi Allahın üstlendiğine, mü’minleri onlara muarazaya muhtaç kılmadığına bir delalet vardır. Öte yandan şunu da gösterir: Allahın onlara yapacağı muamele yanında onların istihza etmelerinin pek de önemi yoktur.
Allahın onlara istihzası, isim olarak değil geniş zaman ifade eden fiille gelmesi, bu istihzanın çeşitli hallerde ve değişik zamanlarda yenileneceğini bildirir. Zaten Allahın onlara muamelesi de böyle olmuştur. Şu ayet, bunu gösterir:
“Görmüyorlar mı ki, onlar her yıl bir veya iki kere belâya çarptırılıp imtihan ediliyorlar.” (Tevbe, 126)
َوَيَمُدُّهُمْ فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ “Ve tuğyanları içinde onların şaşkın bir halde dolaşmalarına medet verir.”
Mutezile, bu ilâhî kelamı zahirine göre anlamayı problemli gördüğünden şöyle dedi: “Allah, mü’minlere ihsan ettiği lütuflarını bunlardan men etti. Küfürleri ve bu küfürde ısrarları sebebiyle onları ortada bıraktı, kendilerine tevfik yollarını kapattı. Bu sebeple kalpleri pasla ve zulmetle doldu, mü’minlerin kalpleri ise inşirah ve nurla doldu. Ve Allah şeytana bunların aldatılması noktasında imkân verdi, o da onların tuğyanını artırdı. Böylece fiilin müsebbibine isnadı kabilinden mecazi olarak bu durum Allaha nisbet edildi.
“Ve tuğyanları içinde” derken tuğyan’ın onlara isnadı, fiilin Allaha isnadının hakikat tevehhüm edilmemesi içindir.
Bunu te’yid eden bir ayette şöyle bildirilir:
“Onların kardeşlerine gelince, şeytanlar onları azgınlığa sürüklerler.” (A’raf, 202)
Allahın onlara meded vermesi, onlara müddet vermesi anlamında da olabilir. Yani, Allah onlara uyanmaları ve itaat etmeleri için uzun bir ömür verir, ama bu onların tuğyanını ve şaşkınlığını artırmaktan başka bir şeye yaramaz.
Tuğyan, azgınlıkta haddi aşmak, küfürde taşkınlık yapmaktır. Bunun aslı, bir şeyin bulunduğu yerden başka yere tecavüzüdür. Allahu Teâlâ şöyle buyurur:
“Kuşkusuz, sular kabarınca sizi gemide taşıdık.” (Hâkka, 11)53
Ayet metnindeki “ameh”, gözdeki görme kusuru gibi, basiret körlüğüdür. Kelime anlamı itibariyle, bir işte ne yapacağını bilememek, şaşırıp kalmak manasına gelir.
53 Burada suyun tuğyanı, yani taşması ve kabarması nazara verilmiştir. Demek ki, tuğyana sapan kimselerde küfür, küfran, öfke ve taşkınlık gibi haller kabarmakta, böylece kendine ve çevresine zarar vermektedir.
16- أُوْلَئِكَ الَّذِينَ اشْتَرُوُاْ الضَّلاَلَةَ بِالْهُدَى “İşte onlar, hidayet karşılığında dalaleti satın aldılar.”
Bunlar, dalaleti hidayete tercih ettiler, hidayeti verip bedel olarak dalaleti satın aldılar. Bir yönüyle mana şöyle olur: Onlar, Allahın insanlarda yarattığı fıtrî hidayeti değerlendiremediler, onu verip onun yerine yönelmiş oldukları dalaleti satın aldılar.
Veya dalaleti seçtiler, onu hidayete tercih ettiler.
فَمَا رَبِحَت تِّجَارَتُهُمْ “Böylece, onların ticaretleri kâr etmedi.”
Ayet, onların hidayete bedel dalalete sahip çıkmalarını alış-veriş üslûbuyla anlatınca, devamında da onların zararını temsil için aynı üslûbla, bu ticaretlerinde kârlı çıkmadıklarını nazara verdi.
Ticaret, alış-veriş yoluyla kâr kazanma arayışıdır. Kâr, sermayeden fazla olana denir. Ayette “onlar ticaretlerinde kâr etmediler” denilmesi yerine “onların ticareti kâr etmedi” denilmesi, hiçbir cihetle kârlı çıkmadıklarını anlatır.
وَمَا كَانُواْ مُهْتَدِينَ “Doğru yolu da bulamadılar.”
Ve onlar ticaret yollarına da varamadılar. Çünkü ticaretten maksat, sermayeyi korumakla beraber kâr elde etmektir. Bunlar ise her ikisini de zayi ettiler. Çünkü bunların sermayesi “fıtrat-ı selime” ve akıl idi. Haktan uzaklaştıran inançları kabul edince, kabiliyetleri bozuldu, akılları çalışmaz oldu, kendileri için hakka ulaşmaya ve kemal elde etmeye vesile olacak bir sermaye kalmadı. Böylece kâr elde etmekten ümitsiz, hüsranda kaldıkları gibi, sermayelerini de kaybettiler.
17- مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَاراً “Onların durumu, (geceleyin) bir ateş yakan kimsenin durumu gibidir.”
Allahu Teâlâ münafıkların gerçek hâlini ifadeden sonra, konuyu daha açmak ve vuzuha kavuşturmak için temsil getirdi. Çünkü temsil,
-Kalpte çok daha etkili,
-İnatçı hasmı susturmada çok daha müessirdir.
Zira temsil, hayalen bilinen bir şeyi gerçek kılar, ilmen bilinen bir meseleyi de gözle görülür hâle getirir. Bundan dolayı Allah gönderdiği semavî kitaplarda çokça temsiller vermiştir. Keza temsil enbiya ve hükema kitaplarında çokça yer almıştır.
Mesel, asıl itibariyle “nazîr” yani benzer demektir. Sonra kendisinde bulunan bir garabet (dikkat çekici bir yön) sebebiyle insanlar arasında dolaşan söz için denildi. Sonra kendisinde garabet olan her hal, kıssa veya sıfat için istiare yoluyla kullanıldı. Mesela şu ayetlere bakalım:
“Müttakilere vaad olunan cennetin misali şöyledir:” (Ra’d, 35 ve Muhammed, 15)
“Ahirete iman etmeyenler için kötü mesel vardır.” (Nahl, 60)
فَلَمَّا أَضَاءتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللّهُ بِنُورِهِمْ “Ateş, çevresini aydınlatır aydınlatmaz Allah onların nurunu giderdi.”
Ayetin öncesinde ateş yakmalarından söz edilmişti, burada “Allah onların ateşini giderdi” denilmek yerine “onların nurunu giderdi” denilmesi, ateş yakmalarının aydınlanmak ***esiyle yapılmasındandır.
Nurun giderilmesinin Allaha isnadı,
-Ya her şeyin netice itibariyle Allahın fiili olmasından,
-Ya ateşin sönmesinin gizli bir sebeple meydana gelmesinden,
-Ya rüzgar veya yağmur gibi semavi bir sebeple olmasındandır.
-Veya mübalağa içindir. Yani, Allah onların bütün nurlarını giderdi, geriye karanlıktan başka bir şey kalmadı. Zaten devamından da bu anlaşılmaktadır.
وَتَرَكَهُمْ فِي ظُلُمَاتٍ “Ve onları karanlıklar içinde bıraktı.”
لاَّ يُبْصِرُونَ “(Bir şey) görmezler.”
Zulmet, nurun olmayışıdır. Ayette, bütün nurlarının ellerinden alındığı ve kendilerinin sadece bir zulmet içinde değil çok zulmetler (zulümat) içinde kaldıkları nazara verilmiştir. ظُلُمَاتٍ Zulümat kelimesinin nekra (elif lâmsız) gelişi de tasvir edilen karanlık tabloyu daha da kuvvetlendirmektedir.
Ayette anlatılan münafıkların zulmetleri,
-Küfür karanlığı,
-Nifak karanlığı,
-Kıyamet gününün karanlığı. Onların o gündeki hâli şöyle anlatılır:
“O gün münafık erkekler ve münafık kadınlar, iman edenlere şöyle diyecekler: Bize bakın da sizin nurunuzdan alalım. Onlara: “Arkanıza dönün de nur arayın!” denilir.” (Hadid, 13)
-Dalalet karanlığı,
-Allahın gadabına maruz kalma karanlığı,
-Ebedi azap karanlığı gibi zulmetlerdir.
“Görmezler” derken neyi görmedikleri beyan edilmemiştir. Sanki karanlık bir zindana atılıp kendi haline terk edilen kimse gibi, bunlar da hiçbir şey görmez hâle gelmişlerdir.
Ayet, kendisine hidayet gelip de onu zayi eden kimse hakkında Allahın getirdiği bir meseldir. Bu kimse o hidayet ile daimî nimetler elde edebilecek iken yararlanmamış, şaşkın bir vaziyette kala kalmıştır.
Bu temsil, bir önceki ayette o münafıkların hidayete bedel dalaleti satın almak şeklindeki zararlı ticaretlerini takrir eder, daha da vuzuha kavuşturur. Münafıklar da temsilin genel anlatımına girerler.
Onlar, dilleriyle imanı telaffuz ettiler, ama kalplerinde küfrü izhar ettiler. Yaratılıştan gelen fıtrî hidayeti bozdular, dalaleti tercih ettiler.8 Bir kısmı da imana girdikten sonra irtidad ile dinden döndü. Tasavvufi yönden bakıldığında şu manaya da bir işareti düşünülebilir. Bir kimse henüz irade hallerinde iken muhabbet hallerinde olduğunu iddia etse, Allah ona parlattığı irade nurlarını da alıverir.
Şayet iman etseler canlarını koruyacak, malları ve çocukları selâmette kalacak, Müslümanlarla ganimette ortak olacaklardı. Ayette bu, yakılan ve nurundan faydalanılan ateş ile gösterilmiştir. Ateşin sönmesi ve nurlarının gitmesi, bu nimetlerden mahrum kalmalarına işaret etmektedir.
18- صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ “Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler.”
Onlar, kulaklarını hakka kapadılar, dilleriyle hakkı söylemekten kaçındılar, gözleriyle ilâhî ayetleri görmediler, ceza olarak sanki bu duyuları silindi, kuvveleri ellerinden alındı.
Şair şöyle der:
“Şayet hayır söylesem hep sağır kesilirler.
Eğer şerri söylesem hemen kulak verirler.”
Onların sağır, dilsiz ve kör olduklarının ifadesi, bir temsildir, istiare değildir.
Onların sağır, dilsiz ve kör olmalarını temsile göre değerlendirdiğimizde ise şöyle olur: Onlar bir ateş yaktıklarında, Allah onların nurunu giderdi ve kendilerini dehşete düşüren korkunç karanlıklar içinde bıraktı. Öyle ki, kulak, dil, göz gibi azaları çalışmaz oldu.
فَهُمْ لاَ يَرْجِعُونَ “Artık dönmezler.”
Onlar, sattıkları ve zayi ettikleri hidayete artık dönemezler.
Veya satın aldıkları dalaletten dönemezler.
Veya, onlar şaşkın bir haldedirler, ileri mi geri mi gidecekler, geldikleri yere nasıl dönecekler bilemezler.
Ayetteki َف “fe” harfi sebebiyet bildirir. Yani, onların önceki hükümlerle nitelendirilmeleri ne yapacaklarını bilememelerinden ve karanlıkta hapsolmalarındandır.
19- أَوْ كَصَيِّبٍ مِّنَ السَّمَاء “Veya onların hali, semadan sağanak hâlinde boşanan yağmura tutulmuş kimselerin durumu gibidir.”
“Veya” ifadesi, aslında tereddütlü hallerde eşitliği ifade eder. Zamanla tereddütlü hallere bakmaksızın eşitlik ifadesinde kullanıldı. Mesela ayette “Onlardan hiçbir günahkâra veya hiçbir kâfire itaat etme.” (İnsan, 24) deniliyor. Ayet, her ikisine de isyanın vücubunu ifade eder.
Konumuz olan ayetteki “veya” ifadesi şunu anlatır: Münafıkların kıssası, bu iki temsilde anlatılan duruma benzer. Münafıkların bunların her ikisiyle de teşbihi yapılabilir. Sen hangisiyle istersen onların halini anlatabilirsin.
Ayette “yağmur” anlamındaki “sayyib” kelimesi elif – lamsız gelmesiyle, bu yağmurun şiddetli bir yağmur olduğunu bildirir.
“Sema” kelimesinin elif – lamlı gelişi, bulutların semanın her tarafını kuşattığına delalet içindir. Çünkü, semanın her ufkuna ve her tabakasına da sema denilir.
فِيهِ ظُلُمَاتٌ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ “Onda karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek var.”
Yağmurun zulümatı, yoğun bir şekilde ardı ardına sağnak şekilde gelmesidir, gecenin karanlığıyla beraber bulutların zulmetidir, ayrıca gök gürültüsü ve şimşeğe mekân olmasıdır. Çünkü bu ikisi, yağmurla alakalıdır.
Ra’d, (gök gürültüsü) buluttan duyulan sestir. Meşhur görüşe göre bunun sebebi bulutu meydana getiren unsurların sıkışması ve birbirine sürtünmesidir.
Berk, buluttan parıldayan şimşeğin adıdır.
Hem ra’d, hem de berk (gök gürültüsü ve şimşek) masdar oldukları için çoğul yapılmamışlardır, ama mana itibariyle çoğulu da içine alırlar.
يَجْعَلُونَ أَصْابِعَهُمْ فِي آذَانِهِم مِّنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ “Ölüm korkusuyla, yıldırımlara karşı parmaklarını kulaklarına tıkarlar.”
Bu cümle, mukadder bir suale cevap gibidir. Onların şiddetli– dehşetli halleri anlatılınca, muhatap sanki şöyle sormaktadır: “Bütün bu dehşetli haller içinde onlar ne yapıyorlar?”
Ayette, “parmak uçlarını” yerine “parmaklarını kulaklarına tıkarlar” denilmesi mübalağa içindir.
Ayetteki “savaik” kelimesi “saika” (yıldırım) kelimesinin çoğuludur. Şiddetli bir sesle beraber gelir, uğradığı her şeyi yakar. İşitilen veya görülen dehşetli durumlar için de kullanılır.
Ölüm, hayatın son bulmasıdır. “O, hanginizin amelce en güzel olduğunu denemek için ölümü ve hayatı yarattı.” (Mülk, 2) ayetinden hareketle, “hayatın zıddı olan bir arazdır” diyenler de olmuştur.”
“Ayetteki ‘yarattı’ ifadesi ‘takdir etti’ anlamına gelir, ademî şeyler de mukadderdir” şeklinde buna cevap verilmiştir.9
واللّهُ مُحِيطٌ بِالْكافِرِينَ “Oysa Allah, kâfirleri kuşatmıştır.”
Her taraftan kuşatılan biri nereye kaçsa kurtulamadığı gibi, bunlar da kaçmakla Allahtan kurtulamazlar. Her türlü hile ve hud’a bunlara bir fayda vermez.
Bu cümle “-ki Allah kâfirleri kuşatmıştır-“ şeklinde bir ara cümledir.
20-يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ أَبْصَارَهُمْ “O şimşek nerdeyse gözlerini kapıverecek.”
“Acaba onlar bu yıldırımlarla beraber ne yapıyorlar?” şeklinde bir soruya cevap gibidir.
“Neredeyse” ifadesi bir işin olmaya yakınlığıyla beraber meydana gelmediğini anlatır. Bu, ya şartın olmayışından veya herhangi bir engel dolayısıyla olabilir.
كُلَّمَا أَضَاء لَهُم مَّشَوْاْ فِيهِ “Her ne zaman aydınlatsa ışığında yürürler.”
وَإِذَا أَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُواْ “Karanlık yapınca da dikilip kalırlar.”
Bu da mukadder bir suale cevaptır. Sanki şöyle denilmiştir: “Onlar, şimşek çakıp sönerken ne yapıyorlar?” Onlar, bulundukları şartlar gereği yürümeye çok hırslıdırlar.
Şimşeğin her çakışında bunu fırsat bilerek yürümüşler, söndüğünde ise yerlerinde kalakalmışlardır.
وَلَوْ شَاء اللّهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَأَبْصَارِهِمْ “Şayet Allah dileseydi işitmelerini, gözlerini alıverirdi.”
Şayet Allah dileseydi o şiddetli gök gürültüsüyle duymalarını ve şimşeğin parıltısıyla da gözlerini alıverirdi.
Ayette “şayet Allah dileseydi” denilip “neyi dileseydi?” kısmı ise hazfedilmiştir. Cümlenin devamından bu anlaşıldığından ayrıca ifade edilmemiştir. “Dinlemek” ve “irade etmek” fiillerinde mefulün zikredilmemesi sıkça olmaktadır. Hatta, şairin şu sözünde olduğu gibi, garip hallerde bu fiillerin mefulü söylenmemektedir:
“Şayet kan ağlamak istesem, ağlardım”
“Şayet” kelimesi, şart ifade eder. İkincisi olmadığından, birincinin de olmadığını anlatır.
Bu şartiyetin faydası, aslında onların işitme ve gözlerinin giderilmesini gerektiren durum olmakla beraber, bir mani yüzünden bunun gerçekleşmediğini ortaya koyar. Ayrıca, sebeplerle meydana gelen işlerde sebeplerin tesirinin Allahın dilemesi şartına ve o neticelerin vücuda gelmesinin kendi sebepleriyle bağlı olduğuna tenbihte bulunur. Allah kudreti ile o sebepler vasıtasıyla neticelere vücud vermektedir.
إِنَّ اللَّه عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ “Şüphesiz Allah her şeye kâdirdir.”
Şey, var olanlar için kullanılır. Çünkü şey kelimesi “diledi” fiilinin masdarıdır. Şu ayette Cenab-ı Hak hakkında da “şey” kullanıldığını görürüz:
“De ki: Şahitlik yönünden hangi şey daha büyüktür? De ki: Allah! O, benimle sizin aranızda şahittir.” (En’am, 19)
Şey kelimesi, bazen “Allahın vücudunu dilediği” anlamında kullanır.
Onun dilediği şeyin artık vücudu vardır, üstteki ayette bu mana söz konusudur.
Keza şu ayete bakalım: “Allah, her şeyin yaratıcısıdır ve O, her şeye vekildir.” (Zümer, 62)
Bu ayette Allahın her türlü mevcudu yaratmaya kâdir olduğu nazara verilmektedir.
Mutezile, “şeyi” “vücud bulması sahih olan” şeklinde tarif ederler. Bu, vacip ve mümkünü, yani hem Allahı hem de mahlûkatı içine alır.
Veya tarifinde “bilinmesi ve kendisinden haber verilmesi sahih olan” demişlerdir. Bu ise, vücudu mümteni (imkânsız) olanı da içine alır. Onların bu tarifleri bazı sıkıntılar meydana getirdiğinden her iki tarifte de, aklın delâletiyle “imkan dairesinde olanlar” diye bir tahsis kendilerine lâzım oldu.
Kudret, bir şeyi vücuda getirebilmeye güç yetirebilmektir. “Güç yetirebilmeyi gerektiren bir sıfattır” da denilmiştir.
İnsanın kudreti, fiili gerçekleştirmeye imkân veren durumdur. Allahın kudreti ise, O’ndan aczi nefyetmekten ibarettir.
Kâdir, isterse yapan, istemezse de yapmayandır.
Kadîr ise, dilediğine dilediğini yapabilendir. Bundan dolayı “Kadîr” şeklinde bir nitelemenin Allahtan başkası için yapılması çok çok azdır.
“Kudret” kelimesi “kader” kelimesiyle aynı kökten gelir. Çünkü kâdir olan, kudreti mikdarınca veya meşietinin gerektirdiği mikdar üzere fiili meydana getirir. Bunda, “sonradan olan bir şeyin hudus hali ve mümkün olan bir şeyin imkân hâlinde bulunması da kudretle alakalıdır. Keza, kulun kudretiyle meydana gelen şeyler de Allahın kudretiyle meydana gelmiştir” manasına bir delil vardır. Çünkü bunların her biri de “şey”dir ve her şey Allahın kudretiyle meydana gelmiştir.
Zahir olan odur ki, münafıklarla ilgili getirilen her iki temsil, müellef temsillerdendir. Müellef temsil, cüzleri birbirine katılmış, birbiriyle kaynaşmış, hatta bir şey haline gelmiş heyet-i mecmuadan elde edilen bir durumun, benzeri bir başkasına benzetilmesidir. Mesela, şu ayete bakalım:
“Tevrat’la yükümlü olup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir.” (Cum’a, 5)
Bu ayette, yanlarındaki Tevratta ne olduğunu bilmeyen Yahudilerin hâli, hikmetli kitapları yüklenmiş bir eşeğin hâline benzetilmiştir.
Konumuz olan iki temsilden murat ise, münafıkların ne yapacağını bilmez ve dehşette kalmış hâlleri, karanlıkta bir ateş yakıp da ateşi sönen kimselerle, ya da karanlık bir gecede kulakları sağır eden gök gürültüsü, gözleri kapıveren bir şimşek ve korku veren yıldırımlara muhatap olan kimselernin karşı karşıya kaldığı zorluklarla anlatılmalarıdır.
Her iki temsil, “müfred temsil” kabîlinden de değerlendirilebilir. Bu ise, eşyayı birer birer ele alıp, bunların emsali ile benzetme yapılmasıdır. Mesela şu ayette böyledir:
“Âma ile (görmeyenle) gören bir olmaz.”
“Karanlıklar ile aydınlık da.”
“Gölge ile sıcaklık da…” (Fatır, 19-21)10
Bu durumda, konumuz olan ayetle ilgili şöyle denilebilir:
Ateş yakan kimseler, münafıklardır.
Ateşin yanması, iman izhar etmeleridir.
Ateşten fayda görmeleri, bu münafıkların izhar ettikleri iman ile canlarını, mallarını, evlatlarını korumaları gibi faydalardır.
Çok geçmeden ateşin sönmesi helâk olmaları, sırlarının ifşası, daimi zarar ve bitmez bir azap içinde kalmalarıdır.
İkinci temsilde ise, karanlık bir gecede çölde yağmura yakalananlardan murat, münafıklardır. Küfür ve hud’a ile karışık imanları, kendisinde karanlıklar, gökgürültüsü ve şimşek olan şiddetli yağmur gibidir. Şöyle ki:
Yağmur aslında faydalı iken, bu durumda olanlara zarar vermektedir.
Mü’minlerden gelecek cezalardan ve mü’min olmayanlardan kendilerine gelebilen sözlerden sakınmak niyetiyle münafıklık yapmaları, ölüm korkusundan yıldırımlara karşı parmağını tıkayan kimselerle anlatılmıştır. Çünkü parmak tıkamakla yıldırımdan kurtulunmadığı gibi, münafıklık yapmakla da mukadder cezadan kurtulamazlar. Zira, Allahın takdir ettiğinden hiçbir şey geri çevrilmez, onlar için murat ettiği hiçbir zarardan kurtuluş olamaz.
Onların çöldeki şaşkınlıkları, münafıkların hallerinin şiddetine ve ne yapacaklarını ve neyi terk edeceklerini bilemediklerine bakar. Çünkü ne zaman şimşek çaksa gözlerini kapıp alıverme korkusu olmakla beraber, onun ışığında birkaç adım atıyorlar. Şimşek gizlenip parıltıları kesildiğinde hareketsiz bir şekilde yerlerinde dikilip kalıyorlar.
Denildi ki: İman, Kur’an ve ebedi hayata sebep olan marifetler gibi insana verilen şeyler, yeryüzünün kendisiyle hayatlandığı yağmura benzetildi. Batıl şüpheler, tereddüt verici itirazlar zulümat (karanlıklar) ile gösterildi. Bunlarda olan vaad ve vaîd gök gürültüsüne, apaçık ayetler ise şimşeğe benzetildi. Duydukları ilâhî tehditler karşısında duymazdan gelmeleri, gök gürültüsünden korkan ve ondan gelen yıldırımdan dehşete kapılıp kulağını tıkayan kimse ile anlatıldı. Hâlbuki böyle kulak tıkamakla kurtulamayacaktır. “Allah o kâfirleri kuşatmıştır” ifadesi bunu nazara verir.
Farkına vardıkları bir fayda veya gözlerinin tamah ettiği bir nasibi görüp kıpırdanmaları, şimşeğin ışığında yol almalarına benzetilmiştir. Kendilerine bir şüphe arız olduğunda veya bir musibet geldiğinde şaşkınlıkları ve ne yapacaklarını bilememeleri, şimşek söndüğünde yerinde durup kalan kimselerle anlatılmıştır.
Allahu Teâlâ, “Şayet Allah dileseydi işitmelerini, gözlerini alıverirdi.” (Bakara, 20) diyerek şunu hatırlatmaktadır: Allah, hidayet ve felaha ulaşsınlar diye onlara göz ve kulak vermiştir. Ancak onlar bunları, dünyevî hazlara sarfettiler, ahiretteki paylardan alıkoydular. Şayet Allah dileseydi onları kendileri için kıldıkları halde bırakırdı. Çünkü O, dilediğini yapmaya kadîrdir.
1 Yani, insanlar inanç yönüyle iki kısımdır. Ya mü’min ya da kâfir. Kâfirler de iki kısımdır: Küfürde açık ve net olanlar, küfrünü gizleyenler, yani münafıklar.
2 İmanda esas olan kalbin tasdikidir. Bir teybin kelime-i şehadeti tekrarlaması iman sayılmadığı gibi, boş bir kalple söylenen kelime-i şehadet imanın tercümanı olamaz.
3 Yani bu görünüşte onların lehine gibi görülürken gerçekte aleyhlerinedir. Çünkü bu şekilde günahları artmaktadır, dolayısıyla azapları da ona göre fazla olacaktır.
4 Bkz. Tevbe, 124-125.
5 Bu üç durum, şunlardır:
-Putperest kavminin bayramına katılmamak için “ben hastayım” demesi. . (Bununla ilgili bkz. Saffat, 85-98)
- Büyük put dışında onların putlarını parça parça ettiğinde, “sen mi yaptın?” diye sorulduğunda “konuşabilirse büyük puta sorun” demesi. (Bununla ilgili bkz. Enbiya, 51-68)
-Hanımı hakkında Mısır hükümdarının “bu hanımın mı?” sorusuna, “kız kardeşim” diyerek hükümdarın kötü niyetine engel olması.
6 Yani, “biz o sefihlerin iman ettiği gibi mi iman edeceğiz!” demeleri, “acaba öyle mi iman edeceğiz?” anlamında olmayıp “hayır, biz o sefihler gibi olmayız!” anlamındadır.
7 Hükümdar, huzuruna davet ettiği ilim adamına “biz senin ***retlerini biliyoruz” dediğinde, bilmenin lazımı olan ödüllendirmek hatıra gelir. Aynı hükümdar huzuruna getirilen vatan hainine “biz senin neler çevirdiğini biliyoruz” dediğinde ise, bilmenin lazımı olan cezalandırmak hatıra gelir. Onun gibi, bu ayette de nazara verilen Allahın istihzası, o münafıkları hakir ve zelil kılmasıdır.
8 İnsan fıtratı, hak ve hakikati kabul edecek şekilde proğramlanmıştır. Küfür ve nifak gibi haller, fıtrata aykırıdır.
9 Ölüme, “hayatın zevalidir” dediğimizde müstakil bir varlığı söz konusu olmaz. Bu durumda “Allah ölümü ve hayatı yarattı” ayetini anlamada bir problemle karşılaşırız. Buradaki “yarattı” ifadesine “takdir etti” manası verilerek problem ortadan kalkar. Yokların vücudu olmadığından, yaratılmaları da söz konusu olmayabilir, ama hepsinin bir kader proğramından çıktığından, bir takdirle meydana geldiğinden şüphe yoktur.
10 Âma ve görenden murat, kâfir ve mü’mindir. Karanlık ve aydınlıktan murat, batıl ve haktır. Gölge ve sıcaklıktan murat, sevap ve cezadır.