Sır
27.Ocak.2017, 13:33
HER DUYGUMUZUN belli bir özelliği vardır. Gözümüz güzellikleri seyretmekten, dilimiz leziz yemekleri tatmaktan, burnumuz güzel kokuları koklamaktan haz duyar, kulağımız da lâtif ve güzel sesleri dinlemekten hoşlanır. Böylece fıtrî vazifelerini yerine getirirler.
Bu duygular meşru dairede kalmak şartıyla selim ve sâfi lezzeti alabilirler. Benzersiz bir İlâhî sanat olan kâinat kitabını okurlar. Kâinatta var olan her türlü mahlukatta Allah'ın güzel isimlerinin cilvelerini idrak ederler. Rüzgâ-rın esişini, kuşların cıvıltısını, suların şırıltısını, semanın gürlemesini; hâsılı bütün canlıların kendi dilleriyle Yaratıcısını tesbih edişini hep İlâhî isimlerin tecellisi anlayışıyla dinlerler.
Bize kâinat kitabını okumasını öğreten ise onun ezelî bir tercümesi ve mânâlarının şerhi olan İlâhî kelâm Kur'ân-ı Kerîmdir. Kâinatın küçücük bir örneği olan insanın dünya ve âhiret hayatını düzenleyen, ona ebedî saâdet kapılarını açan Kur'ân'ı okumanın, hayatımıza neler bahşettiğini anlamak ne kadar önemliyse, onun lâfızlarıyla güzelleşen sesleri dinlemek de o kadar tatlı ve hoştur.
Her duygumuzun kalbe açılan bir penceresi olduğu düşünülürse, kulağımızın da kalbe bakan bir penceresi vardır.
İşte görünür görünmez düşmanların kararttığı kalbi-mizi temizleyen, nurlandırıp ışıklandıran, kulaktan geçip kalbe akan Kur'ân sesidir. Bu lâhutî sesi ve nefesi ne kadar çoğaltır ve her gün tazelersek, o nispette mânevî hissemiz fazla olur.
Evet, Kur'ân-ı Kerîm hem severek okunan, hem de can kulağıyla dinlenen mukaddes bir kitaptır. Dinleyen üze-rinde büyük bir tesir meydana getirmesi, Kur'ân'ın açıkça fark edilen bir özelliğidir. Kur'ân bu yönüyle de mûcizedir.
Kur'ân'ın tertibi, tanzim ve üslûbu bizzat Cenâb-ı Hak tarafından yapılmıştır.
'Hem onu bir Kur'ân olarak âyet-lere ayırdık ki, insanlara dura dura okuyasın' meâlindeki âyet-i kerîmeden de anlaşılacağı gibi, Kur'ân âyetle-rinin yerli yerinde okunuşunda, en uygun tarzda sıralanışında insanların bütün duygularının tatmini gözetilmiştir. Gözümüz ve ağzımız Kur'ân'ı okuyarak ayrı bir lezzet alırken, kulağımız da dinlemek sûretiyle ruh ve kalbin tercümanı olur.
Kur'ân'da harflerin, kelimelerin, harekelerin, med ve kasırların (uzun ve kısa hecelerin) tam bir düzen içinde oluşu, onun kulağı okşayan ulvî bir mûsikîye sahip olduğunu gösterir. Kur'ân'daki bu edâyı âlim birisi anlayabileceği gibi, Arapça bilmeyen veya 'kulaklı tabaka' diye tabir edilen âmi bir insan da fark eder. Böyle birisi, sadece Kur'ân'ın okunuşundaki âhenge kulak verirse, dinlemek sûretiyle bildiği mûsikî ve şiir nağmelerinin çok çok ötesinde, Kur'ân'da tamamen farklı bir âhengin varlığını hisseder.
Hatta bu çeşit kalbi uyanık olan mü'minlerin Kur'ân-ı Kerîmi dinlerken ruhlarına yansıyan o kudsî kelâmın tesiriyle gözlerinden yaşlar damladığı da olur. Çünkü o anda mü'min, kalbinde bir ferahlığın, imanında bir inkişafın başladığını hisseder. Kur'ân böyle mü'minleri şu ifadelerle över:
'Gerçek mü'minler yalnız o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalbleri korkarak ürperir. Onlara Allah'ın âyetleri okunduğu zaman imanlarını arttırır. Ve onlar yalnız Rablerine tevekkül ederler.'
Böylece mü'minler sadece Kur'ân'ı dinleyerek de ibadet etmiş olurlar.
Kur'ân dinlemenin fazilet ve sevabı, okuyana göre daha fazladır. Çünkü okuyanın hem dili, hem kulağı meşgul olacağından mânevî istifadesi ve alacağı lezzet dinleyene nispeten biraz daha az olabilmektedir. Fakat dinleyen in-san başka bir şeyle uğraşmayıp bütün duygularını Kur'ân sesine göre hazırlarsa, hissesi daha fazla olur.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadis-i şerifte şöyle buyururlar:
'Kur'ân okuyan için bir sevap, dinleyen için iki sevap vardır.'
Başka bir hadiste de, dinleyen kimsenin kat kat sevap alacağını ifade ederler:
'Kim ki, Allah'ın kitabından bir âyeti can kulağıyla dinlerse onun için kat kat sevap yazılır.'
İlâhî sözlerin ilk muhatabı olan Peygamberimiz (a.s.m.) bazı geceler Kur'ân okuyarak sabahlardı. Okumaktan aldığı bu hazzı aynı şekilde başkalarından dinlemek sûretiyle de tadardı.
Abdullah bin Mes'ud (r.a.) anlatıyor:
Resulullah Sallallâhü Aleyhi Vesellem, 'Bana Kur'ân oku' buyurdu.
Ben, 'Size Kur'ân okurum, ama Kur'ân size indi' dedim.
Bunun üzerine Resulullah Sallallâhü Aleyhi Vesellem buyurdular ki:
'Ben Kur'ân'ı başkasından dinlemeyi de severim.'
Ben de Nisâ Sûresinden okumaya başladım ve 'Kıyamet gününde her ümmetten peygamberleri o ümmet üzerine bir şahit ve seni de bunlar ve insanlar üzerine bir şahit olarak getirdiğimiz zaman onların hali nasıl olacak?' (Nisa Sûresi, 41) mealindeki âyete gelince, 'Dur' dedi. Bir de baktım ki, gözlerinden yaşlar damlıyor.
Peygamberimizin (a.s.m.) bu eşsiz hâli göz önüne getirilirse, bizlerin Kur'ân sesine ne kadar ihtiyacımızın olduğu açıkça anlaşılır.
Peygamber Efendimizin (a.s.m.) Kur'ân dinleyişinin bir başka örneğini de Hz. Âişe (Radıyallahü Anhâ) anlatıyor:
Resulullah (a.s.m.) hayatta iken bir gece yatsıdan sonra geciktim. Daha sonra gittim. Bana:'Nerede kaldın?' diye sordu. Ben:
'Senin Ashabından birisinin Kur'ân okuyuşunu dinliyordum. O zamânâ kadar onun sesinin benzeri bir okuyuşu kimseden işitmedim.'
Bunun üzerine Resulullah (a.s.m.) o Sahabisini dinlemek için kalktı. Ben de onunla beraber kalktım. Gidip onu dinledikten sonra Resulullah (a.s.m.) bana dönerek şöyle buyurdu:
'Bu Sâlim Mevlâ Ebî Huzeyfe'dir. Allah'a hamdolsun ki, bunun gibi insanları benim ümmetime bahşetmiştir.'
Bu şekilde Peygamberimiz (a.s.m.) Sahabilerinin okuduğu Kur'ân'ı dinlerken, Sahabiler de kendi aralarında Kur'ân okur ve dinlerlerdi. Nitekim Ebû Mûsa el-Eş'arî de Kur'ân okur, Hazret-i Ömer de onu dinlerdi.
Kur'ân'ı dinlerken ruh dünyamızda bazı değişiklikler olursa mânevî hissemiz daha fazla olacaktır. Meselâ, kendimizi hayalen Asr-ı Saâdette farz edip Kur'ân'ı bizzat Peygamberimizin (a.s.m.) sesinden dinler gibi kudsi bir hâle girmek...
Yine bir mertebe daha ileri giderek, Cebrail Aleyhisselâmın vahyi getirip âyetleri Peygamberimize (a.s.m.) okurken kendimizi mânen o iki zatın yanında hissetmek...
Hatta daha ileri bir safhada 'Kab-ı Kavseyn makamın-da yetmiş bin perde arkasında Mütekellim-i Ezelînin (Al-lah'ın) Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma olan tekel-lümünü (hitabını) dinler gibi hayalî bir vaziyete girmek mü'mine çok şeyler kazandırır.' Mânâsı ister anlaşılsın, isterse anlaşılmasın, okunan Kur'ân'ı durup dinlemek icap eder. Bir âyet-i kerîmede bu husus meâlen şöyle ifade edilir:
'Kur'ân okunduğu zaman hemen onu dinleyin ve su-sun. Olur ki merhamet edilirsiniz.'
Kur'ân okunan herhangi bir yerde bulunurken, hutbe okunurken veya cemaatle namaz kılındığında imam açıktan Kur'ân okurken susup dinlemek gerekmektedir. Kur'ân okunurken dinlemenin farz-ı kifâye olmasının hükmü bu âyet-i kerîmeden çıkarılmaktadır.
Okunan Kur'ân-ı Kerîmi duyan kimsenin durup din-lemesi gerekir. Fakat dinleyen birisi varsa, diğerlerinin üzerinden farziyet düşmüş demektir.
Zamanımızda meşguliyetin artmasından dolayı her vakit, herkes Kur'ân dinleme imkânına sahip değildir. Bu ihtiyaç çok kere radyo, teyp, CD, VCD, DVD ve benzeri yollarla giderilmektedir.
Bu arada akla şöyle bir sual gelebilmektedir.
'Kur'ân'ı bizzat okuyandan dinlemekle, elektronik âletlerden dinlemek arasında hüküm bakımından bir fark var mıdır?'
Yukarıdaki âyet-i kerîmenin tefsirinde, ancak bizzat okuyan kişiyi görerek dinlemenin farz olacağını söyleyen Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır, sesi aksettiren gramofon ve radyodan Kur'ân okumanın 'kıraat'in kendisi olmayıp aksi olduğunu belirtir. Dolayısıyla bu, susup da dinlenil-mesi farz olan okuma değildir.
Bu izahın devamında âletlerden çıkan Kur'ân sesinin 'şüphe-i kıraat' olduğunu belirttikten sonra, 'böyle bir okuyuşu dinlemek farz değilse de, ona hürmetsizlik etmek de caiz değildir' der.
Bu halde olan bir Müslüman, layık olmayan bir yerde bulunan Kur'ân sayfasına hürmet ederek onu uygun bir yere koyması gibi, radyodan okunan Kur'ân'ı da hürmetle dinlemesi ve lâubâlilik etmemesi gerekir, tarzında bir açıklama yapar.
Bazen Kur'ân dinlemek için odasına getirilen radyoyu, dünyayı bir odacık haline getiren bir makinacık olarak değerlendiren Bediüzzaman Hazretleri, onu bir nimet olarak görür ve bu hususta şu tavsiyelerde bulunur:
'Elbette ve elbette beşer, bu pek büyük nimete karşı bir umumi şükür olarak o radyoları herşeyden evvel kelimât-ı tayyibe (güzel ve mukaddes kelimeler) olan başta Kur'ân-ı Hakim ve hakikatleri ve imanın, güzel ahlâkların dersleri ve beşerin lüzumlu ve zaruri menfaatlerine dair kelimâtlar olmalı ki, o nimete şükür olsun. Yoksa nimet böyle şükür görmezse beşere zararlı olur.'
Bu izahlar ışığında düşünülürse, âletlerden okunan Kur'ân'ı bir Allah kelâmı olarak dinlemek mü'mine büyük faydalar verecektir. Her ne kadar fıkhî olarak bizzat okuyandan dinlemek kadar farzı kifaye olmasa da, bu âletlerden Kur'ân okunurken bir kişinin dahi dinlememesi, Kur'ân'a hürmetsizlik sayılır.
Rahatça dinleme imkânı olmadığı zamanlarda bir sorumluluk ve vebal altına girmemek için sesini kapatmak ve müsait bir vakitte açmak daha isabetli olacaktır.
Bu duygular meşru dairede kalmak şartıyla selim ve sâfi lezzeti alabilirler. Benzersiz bir İlâhî sanat olan kâinat kitabını okurlar. Kâinatta var olan her türlü mahlukatta Allah'ın güzel isimlerinin cilvelerini idrak ederler. Rüzgâ-rın esişini, kuşların cıvıltısını, suların şırıltısını, semanın gürlemesini; hâsılı bütün canlıların kendi dilleriyle Yaratıcısını tesbih edişini hep İlâhî isimlerin tecellisi anlayışıyla dinlerler.
Bize kâinat kitabını okumasını öğreten ise onun ezelî bir tercümesi ve mânâlarının şerhi olan İlâhî kelâm Kur'ân-ı Kerîmdir. Kâinatın küçücük bir örneği olan insanın dünya ve âhiret hayatını düzenleyen, ona ebedî saâdet kapılarını açan Kur'ân'ı okumanın, hayatımıza neler bahşettiğini anlamak ne kadar önemliyse, onun lâfızlarıyla güzelleşen sesleri dinlemek de o kadar tatlı ve hoştur.
Her duygumuzun kalbe açılan bir penceresi olduğu düşünülürse, kulağımızın da kalbe bakan bir penceresi vardır.
İşte görünür görünmez düşmanların kararttığı kalbi-mizi temizleyen, nurlandırıp ışıklandıran, kulaktan geçip kalbe akan Kur'ân sesidir. Bu lâhutî sesi ve nefesi ne kadar çoğaltır ve her gün tazelersek, o nispette mânevî hissemiz fazla olur.
Evet, Kur'ân-ı Kerîm hem severek okunan, hem de can kulağıyla dinlenen mukaddes bir kitaptır. Dinleyen üze-rinde büyük bir tesir meydana getirmesi, Kur'ân'ın açıkça fark edilen bir özelliğidir. Kur'ân bu yönüyle de mûcizedir.
Kur'ân'ın tertibi, tanzim ve üslûbu bizzat Cenâb-ı Hak tarafından yapılmıştır.
'Hem onu bir Kur'ân olarak âyet-lere ayırdık ki, insanlara dura dura okuyasın' meâlindeki âyet-i kerîmeden de anlaşılacağı gibi, Kur'ân âyetle-rinin yerli yerinde okunuşunda, en uygun tarzda sıralanışında insanların bütün duygularının tatmini gözetilmiştir. Gözümüz ve ağzımız Kur'ân'ı okuyarak ayrı bir lezzet alırken, kulağımız da dinlemek sûretiyle ruh ve kalbin tercümanı olur.
Kur'ân'da harflerin, kelimelerin, harekelerin, med ve kasırların (uzun ve kısa hecelerin) tam bir düzen içinde oluşu, onun kulağı okşayan ulvî bir mûsikîye sahip olduğunu gösterir. Kur'ân'daki bu edâyı âlim birisi anlayabileceği gibi, Arapça bilmeyen veya 'kulaklı tabaka' diye tabir edilen âmi bir insan da fark eder. Böyle birisi, sadece Kur'ân'ın okunuşundaki âhenge kulak verirse, dinlemek sûretiyle bildiği mûsikî ve şiir nağmelerinin çok çok ötesinde, Kur'ân'da tamamen farklı bir âhengin varlığını hisseder.
Hatta bu çeşit kalbi uyanık olan mü'minlerin Kur'ân-ı Kerîmi dinlerken ruhlarına yansıyan o kudsî kelâmın tesiriyle gözlerinden yaşlar damladığı da olur. Çünkü o anda mü'min, kalbinde bir ferahlığın, imanında bir inkişafın başladığını hisseder. Kur'ân böyle mü'minleri şu ifadelerle över:
'Gerçek mü'minler yalnız o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalbleri korkarak ürperir. Onlara Allah'ın âyetleri okunduğu zaman imanlarını arttırır. Ve onlar yalnız Rablerine tevekkül ederler.'
Böylece mü'minler sadece Kur'ân'ı dinleyerek de ibadet etmiş olurlar.
Kur'ân dinlemenin fazilet ve sevabı, okuyana göre daha fazladır. Çünkü okuyanın hem dili, hem kulağı meşgul olacağından mânevî istifadesi ve alacağı lezzet dinleyene nispeten biraz daha az olabilmektedir. Fakat dinleyen in-san başka bir şeyle uğraşmayıp bütün duygularını Kur'ân sesine göre hazırlarsa, hissesi daha fazla olur.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadis-i şerifte şöyle buyururlar:
'Kur'ân okuyan için bir sevap, dinleyen için iki sevap vardır.'
Başka bir hadiste de, dinleyen kimsenin kat kat sevap alacağını ifade ederler:
'Kim ki, Allah'ın kitabından bir âyeti can kulağıyla dinlerse onun için kat kat sevap yazılır.'
İlâhî sözlerin ilk muhatabı olan Peygamberimiz (a.s.m.) bazı geceler Kur'ân okuyarak sabahlardı. Okumaktan aldığı bu hazzı aynı şekilde başkalarından dinlemek sûretiyle de tadardı.
Abdullah bin Mes'ud (r.a.) anlatıyor:
Resulullah Sallallâhü Aleyhi Vesellem, 'Bana Kur'ân oku' buyurdu.
Ben, 'Size Kur'ân okurum, ama Kur'ân size indi' dedim.
Bunun üzerine Resulullah Sallallâhü Aleyhi Vesellem buyurdular ki:
'Ben Kur'ân'ı başkasından dinlemeyi de severim.'
Ben de Nisâ Sûresinden okumaya başladım ve 'Kıyamet gününde her ümmetten peygamberleri o ümmet üzerine bir şahit ve seni de bunlar ve insanlar üzerine bir şahit olarak getirdiğimiz zaman onların hali nasıl olacak?' (Nisa Sûresi, 41) mealindeki âyete gelince, 'Dur' dedi. Bir de baktım ki, gözlerinden yaşlar damlıyor.
Peygamberimizin (a.s.m.) bu eşsiz hâli göz önüne getirilirse, bizlerin Kur'ân sesine ne kadar ihtiyacımızın olduğu açıkça anlaşılır.
Peygamber Efendimizin (a.s.m.) Kur'ân dinleyişinin bir başka örneğini de Hz. Âişe (Radıyallahü Anhâ) anlatıyor:
Resulullah (a.s.m.) hayatta iken bir gece yatsıdan sonra geciktim. Daha sonra gittim. Bana:'Nerede kaldın?' diye sordu. Ben:
'Senin Ashabından birisinin Kur'ân okuyuşunu dinliyordum. O zamânâ kadar onun sesinin benzeri bir okuyuşu kimseden işitmedim.'
Bunun üzerine Resulullah (a.s.m.) o Sahabisini dinlemek için kalktı. Ben de onunla beraber kalktım. Gidip onu dinledikten sonra Resulullah (a.s.m.) bana dönerek şöyle buyurdu:
'Bu Sâlim Mevlâ Ebî Huzeyfe'dir. Allah'a hamdolsun ki, bunun gibi insanları benim ümmetime bahşetmiştir.'
Bu şekilde Peygamberimiz (a.s.m.) Sahabilerinin okuduğu Kur'ân'ı dinlerken, Sahabiler de kendi aralarında Kur'ân okur ve dinlerlerdi. Nitekim Ebû Mûsa el-Eş'arî de Kur'ân okur, Hazret-i Ömer de onu dinlerdi.
Kur'ân'ı dinlerken ruh dünyamızda bazı değişiklikler olursa mânevî hissemiz daha fazla olacaktır. Meselâ, kendimizi hayalen Asr-ı Saâdette farz edip Kur'ân'ı bizzat Peygamberimizin (a.s.m.) sesinden dinler gibi kudsi bir hâle girmek...
Yine bir mertebe daha ileri giderek, Cebrail Aleyhisselâmın vahyi getirip âyetleri Peygamberimize (a.s.m.) okurken kendimizi mânen o iki zatın yanında hissetmek...
Hatta daha ileri bir safhada 'Kab-ı Kavseyn makamın-da yetmiş bin perde arkasında Mütekellim-i Ezelînin (Al-lah'ın) Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma olan tekel-lümünü (hitabını) dinler gibi hayalî bir vaziyete girmek mü'mine çok şeyler kazandırır.' Mânâsı ister anlaşılsın, isterse anlaşılmasın, okunan Kur'ân'ı durup dinlemek icap eder. Bir âyet-i kerîmede bu husus meâlen şöyle ifade edilir:
'Kur'ân okunduğu zaman hemen onu dinleyin ve su-sun. Olur ki merhamet edilirsiniz.'
Kur'ân okunan herhangi bir yerde bulunurken, hutbe okunurken veya cemaatle namaz kılındığında imam açıktan Kur'ân okurken susup dinlemek gerekmektedir. Kur'ân okunurken dinlemenin farz-ı kifâye olmasının hükmü bu âyet-i kerîmeden çıkarılmaktadır.
Okunan Kur'ân-ı Kerîmi duyan kimsenin durup din-lemesi gerekir. Fakat dinleyen birisi varsa, diğerlerinin üzerinden farziyet düşmüş demektir.
Zamanımızda meşguliyetin artmasından dolayı her vakit, herkes Kur'ân dinleme imkânına sahip değildir. Bu ihtiyaç çok kere radyo, teyp, CD, VCD, DVD ve benzeri yollarla giderilmektedir.
Bu arada akla şöyle bir sual gelebilmektedir.
'Kur'ân'ı bizzat okuyandan dinlemekle, elektronik âletlerden dinlemek arasında hüküm bakımından bir fark var mıdır?'
Yukarıdaki âyet-i kerîmenin tefsirinde, ancak bizzat okuyan kişiyi görerek dinlemenin farz olacağını söyleyen Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır, sesi aksettiren gramofon ve radyodan Kur'ân okumanın 'kıraat'in kendisi olmayıp aksi olduğunu belirtir. Dolayısıyla bu, susup da dinlenil-mesi farz olan okuma değildir.
Bu izahın devamında âletlerden çıkan Kur'ân sesinin 'şüphe-i kıraat' olduğunu belirttikten sonra, 'böyle bir okuyuşu dinlemek farz değilse de, ona hürmetsizlik etmek de caiz değildir' der.
Bu halde olan bir Müslüman, layık olmayan bir yerde bulunan Kur'ân sayfasına hürmet ederek onu uygun bir yere koyması gibi, radyodan okunan Kur'ân'ı da hürmetle dinlemesi ve lâubâlilik etmemesi gerekir, tarzında bir açıklama yapar.
Bazen Kur'ân dinlemek için odasına getirilen radyoyu, dünyayı bir odacık haline getiren bir makinacık olarak değerlendiren Bediüzzaman Hazretleri, onu bir nimet olarak görür ve bu hususta şu tavsiyelerde bulunur:
'Elbette ve elbette beşer, bu pek büyük nimete karşı bir umumi şükür olarak o radyoları herşeyden evvel kelimât-ı tayyibe (güzel ve mukaddes kelimeler) olan başta Kur'ân-ı Hakim ve hakikatleri ve imanın, güzel ahlâkların dersleri ve beşerin lüzumlu ve zaruri menfaatlerine dair kelimâtlar olmalı ki, o nimete şükür olsun. Yoksa nimet böyle şükür görmezse beşere zararlı olur.'
Bu izahlar ışığında düşünülürse, âletlerden okunan Kur'ân'ı bir Allah kelâmı olarak dinlemek mü'mine büyük faydalar verecektir. Her ne kadar fıkhî olarak bizzat okuyandan dinlemek kadar farzı kifaye olmasa da, bu âletlerden Kur'ân okunurken bir kişinin dahi dinlememesi, Kur'ân'a hürmetsizlik sayılır.
Rahatça dinleme imkânı olmadığı zamanlarda bir sorumluluk ve vebal altına girmemek için sesini kapatmak ve müsait bir vakitte açmak daha isabetli olacaktır.