zAMBakk
26.Haziran.2018, 00:58
Kabalist Abulafia şöyle der: “İnsan bir inanca bağlı kalarak kurtuluşa erişemez, ancak kendi üzerinde yapacağı deneylerle özgürlüğüne ulaşabilir.”
“Simya ilmine göre “Felsefe Taşı”, dokunduğu her nesneyi altına dönüştüreceğine inanılan taştır. Bu taşı elde edebilmek için birçok formül ve deneme yapılmıştır. Simyacıların iki büyük hedefinin anahtarı olarak görülmüştür. Maddeyi altına çevirmek ve ölümsüzlüğü bulmak. Bu taşın her dokunduğu maddeyi altına çevirmesinin yanında bu taştan elde edilecek iksirin ölümsüzlüğü sağladığı düşünülür. Ezoterizmde, insanın içinde saklı olan akıl ve bilgelik taşıdır. Hak’tan doğan hakikati arayışımızda yol gösterici taştır. Felsefe taşına ulaşmanın yolu onu aramaktan geçmektedir. Arayış ve yol, taşın ya da hazinenin kendisinden daha önemlidir. Hedef yolda olmaktır.”
“Simyanın felsefesine göre felsefe taşı, aydınlanmanın sembolüdür. Simyacıların asıl amacı felsefe taşını bulmaktır. Bunu bulmak için ateşle taşları sürekli arıtıp, damıtırlar. Taş ile taşları birleştirip üzerlerinde çalışırlar ve bilirler ki aslında taşları ateşle arıtırken, arındırdıkları taşlar değil kendi ruhlarıdır. En nihayetinde söylenceye göre taş en mükemmel haline ulaşır yani felsefe taşına. Felsefe taşı, ölümsüzlüğü verirken, her maddeyi altına çevirme gücüne de sahiptir. Yine bu da aslında sembolik bir anlatımdır. Simyacılar, öze dibe inerek, arınmanın sembolü olan ateş ile ruhlarını arındırmış ve nihai bilgeliğe, aydınlığa ulaşmayı hedef almışlardır. Altın, bilgeliğin, aydınlanmanın sembolüdür. Bu yüzden felsefe taşı aydınlanmış, bilge olmuş, “O”’na ulaşmış insanı anlatmaktadır.”
Bu bağlamda “Felsefe Taşı” da mutlak olana, tanrısal töze kavuşturan bilinç anlamını kazanmaktadır. Aynı şekilde iksiri içip ölümsüzlüğe kavuşmak da ruhun ölümsüz olduğunu anlamak anlamına gelmektedir. Öyleyse kendi içindeki tanrısal özü bulmak isteyen kişi, tıpkı maddenin saflaştırılması gibi, kendi içine dönerek kendini saflaştırmalı ve gizli olan, içindeki “felsefe taşı”na ulaşmalıdır. Simyada kullanılan yöntemler ezoterik olarak inisiyasyonu(aydınlanma, ezoterik aşamalardan geçme) da bu anlamı ile temsil etmektedir.
“İnsan bilinci bugüne kadar Felsefe Taşı diye adlandırılan sırdan daha büyük bir sır yaratmamıştır. Bu mucizevî taşı bulmak için yola çıkmak, masallarda anlatılan gökkuşağının ardındaki altın dolu sandığı aramaya benzer. Bu sırrı çözmeye çalışanları, Sfenks’in sorusunu cevaplamaya kalkanlarla aynı son bekler. Bununla birlikte, sayısız mistiğin eserlerinde mevcut olan ipuçları ve imalar, bu sırrın birçok kişi tarafından bilinip anlaşıldığını, tıpkı Sfenks’in meşhur bilmecesi gibi, anahtarına sahip olduğunuzda çok kolay açıklanabilen, basit bir sır olduğunu akla getiriyor…”
54 metre uzunluğunda, 20 metre yüksekliğindeki, batı-doğu yönünde uzanan büyük sfenks, Nil Nehri’ne bakmaktadır ve nehir yoluyla gelenlerin Giza kompleksinde gördükleri ilk yapı da o dev bir bekçidir. Ünlü sfenks yolcuları durdurup onlara ünlü bilmecesini sorar. Bu bilmecenin cevabı aynı zamanda insanlığın en ünlü gizemidir. Bilmece şudur: “Hangi yaratık sabah dört ayak, öğlen iki ayak, aksam üçayak üzerinde yürür ve bacakları ne kadar çok olursa o kadar zayıftır?” Yanıt: “İnsan”’dır. Sfenks bilmecesinin bir cevabı daha vardır. Bu cevap Pisagorcu sayılar teorisi ile ilişkilidir. 4 sayısı cahil insanı, 2 sayısı eğitimli insanı ve 3 sayısı ise ruhsal insanı gösterir. Bebeklik çağındaki insanlık dört ayağı üzerinde yürür, olgun insan iki ayağı üzerinde yürür. Kurtulmuş ve aydınlanmış akıl ise iki ayağına bilgelik asasını ekler. Sfenks dolayısıyla doğa gizemi, gizli öğretinin cisimleşmesidir. Onun bilmecesini çözemeyen herkes yok olacaktır. Sfenksi geçmek ölümsüzlüğe ulaşmaktır.
“Bütün bilgeler ağız birliği etmişçesine Felsefe Taşı denilen şeyin “herkesin baktığı, ancak çok azın gördüğü” bir şey olduğunu söyler. Yine onun yaygın bir element olduğunu, daha doğrusu bütün elementlerin, Ateş, Hava, Su ve Toprak’ın özü olduğunu, her şeyin içinde olup, bazı şeylerdeyse ondan daha çok olduğunu söylerler.”
Pisagoras Dördüncü Tablet’inde şunları söyler: “Bütün fikir ayrılıklarının ortasında Bilgelerin ağız birliği ne güzeldir! Hepsi de Taş’ı avamın yeryüzündeki en adi şey olarak gördüğü malzemeden yaptıklarını söylüyor. Gerçekten de avama maddemizin bildik ismini söylesek, cehaletimizin cüretine şaşırırlar. Ama onun tesirini bilseler, yeryüzündeki bu en değerli şeyi asla bir kenara atamazlardı. Tanrı sırrını günahkârlardan ve kötü insanlardan korumuştur ki onu kötü amaçları için kullanmasınlar.”
“Bu konuda insanlar genel olarak iki sınıfa ayrılabilirler. Felsefe Taşı diye bir şeyi duymamış olanlar (ki bunlar avamdır) ile onun adını bir yerde duymuş olup orta çağa ait bir masal veya sahtekârlık olarak görenler. “Yalnızca kültürlü insanlar öğrenmeyi sever. Cahiller; ders vermeyi tercih eder…” der Edouard Le Berguier. Çok az kişi konuyu ciddiye alıp Taş’ın mevcut olduğuna ve onu yapmanın mümkün olduğuna inanır. Başka bir ayrıma göre de inananlar da iki sınıftır: Onu metafizik bir şey olarak görenler ve onu fiziksel bir şey olarak görenler.”
“Anlatımın içine bakan minerallere, metallere, tuzlara, çözeltilere ve ilkelere dair bütün okült tanımları, belli zihinsel ve ruhani hal ve durumların mecazi ifadeleri olarak bakar. “İmgelem Thor’un Çekici’dir, gökyüzünü döver ve her dövüşünde ondan yıldırımlar şeklinde kıvılcımlar çıkarır. Bir sürecin yardımıyla imgelem kendini açmadıkça, Felsefe Taşı’nı herhangi bir şekilde anlamak veya ona dair makul bir fikre sahip olmak imkânsızdır.”
Farklı kaynaklarda bilgelik taşı ve ışık taşı olarak da adlandırılmıştır. Eski Mısır’da hakikat meydanı adı verilen yasak bir bölgede korunduğuna inanılıyordur. “Visita interiorae terrae rectificando invenies occultum lapidem” (vitriol) ile anlatılmaya çalışılan içimizde arayıp bulabileceğimiz ezoterik bilgelik ve akıl taşıdır. Akıl ve hikmetin bileşimidir. İlk kez 3. yüzyılda Zosimos tarafından bahsedilmektedir.
“Sıradan akıl, Felsefe Taşı’nı sadece vicdan olarak görmekle tatmin olur. Ancak hiç kimse vicdanı hastalıkların her derde deva ilacı olarak göremez. Vicdan, ancak kötüden korkan ve kötü üzerine kara kara düşünen, bu yüzden de kötülüğe destek veren bir zihin hali olduğu ölçüde, hastalıkların dolaylı sebebidir bile denilebilinir.”
“Felsefe Taşı’nı arayışta başlangıçta hiçbir şeyin sağduyu ve akıl kadar önemli olmadığını söyleyebiliriz. Hiçbir bilgenin bu konuda apaçık yazmasını beklemeyin. Siz kendiniz bir bilgeye dönüşseniz, sırrı saklarsınız. Bu konu öyle bir konu ki, bilgisi onun korunmasını garanti ediyor. Hiç kimse hayattaki ilerlemesini durduracak, kişisel gelişimini tehlike altına atacağını bildiği bir şeyi başkalarına anlatmaz. Aklı başında hiçbir insan bir maden bulduğunda koşup herkese haber vermez. Hz. İsa değerli bir taş bulan insanın koşup tarlayı satın alacağını söyler.”
“Domuzların önüne inci atıp, eşeğe gül vermeyin.” der Christian Rosenkreuz. “Burada, her yerden daha fazla olarak yola yeni girmiş olandan sessizlik, gizlilik ve kendini saklama beklenir. Bu tür şeyleri evin damından haykırmanın size faydası ne olabilir ki? İncileri domuzların önüne atarsanız ne olur? Uyku halindeki halk domuzlar gibidir ve yutmaktan mutludurlar, siz onu besledikten sonra arkasını dönüp sizi parçalamaya hazır olanlar işte bu halktır. “Yılanlar kadar kurnaz, kumrular kadar zararsız olun.””
“Yıldızların insanların hayatını yönlendirmesinin sebebi gezegenlerde değil, onların insandaki kimi simyasal süreçlerle tekabül ilişkisindedir. Makronun Mikroya etkisidir. Felsefe Taşı bir olgu veya gerçeklik olarak görülebilir.” Boehme “bilgelerin en eski, doğal, semavi, kavranamaz, takdis edilmiş, üçlü, Evrensel Taşı” hakkında bazı çok açık ipuçları verir. Onun taş olarak isimlendirilmesinin nedeni şudur: ilk olarak taşın orijinal malzemesi gerçekten de bir tür taştır, dövülebilir ve toz haline getirilip üç elementine ayrıştırılabilir. Ayrıca sanatçının usta elleri ve Doğa’nın telafi edici elleriyle tekrar mum sertliğinde bir taş haline getirilebilir.
“Doğal olarak öğrenci veya bu sırrı araştıran kişi, ilk önce bahsedilen “Tek Şey”i bulmalı ve onu bulduğundan Emin olana kadar arayışını bırakmamalıdır. Öyle görünüyor ki bu şey bin farklı isimle çağrılmaktadır. Kuşkusuz bu isimlerin amacı onu saklamak değil, ifşa etmektir. Öğrenci ona verilen her “ismin” maddenin belli bir niteliğini, halini veya görünüşünü anlattığını, bu şekilde daha kolay tanınabileceğini unutmamalıdır. Bu madde hiçbir zaman gerçek ismiyle, daha doğrusu herkesin bildiği ismiyle adlandırılmamıştır. Sülfür ve Merkür (cıva), belki kitaplarda ismi en çok geçtiği için en çok peşinden koşulan maddelerdir.” Simyacılar her şeyin ruhani yasayı takip edip ısıyla dönüştüğüne inanırlar.
“Sülfür ve cıva diye bahsedilen iki cisim, karışımın eril ve dişil ilkeleridir; bunlara “Güneş ve Ay”, yani “Sol ve Luna” denir. Açık ki Taş bilinen bütün biçimlere girmektedir. O ilk önce katıdır, sonra sıvı, ardından gaz ve en sonu günümüz kimyasının bildiği hiçbir şeye benzemeyen toz halinde bir öz, yani beşinci elementtir. O filiz veren bir tohum veya kuluçkadaki bir yumurtada meydana gelen sürecin fiilen yeniden üretilmesi ve bu sürecin olgunluğa erdirilmesidir.”
“Taş’ın kimyasal sindirimi için gerekli kırk gün ile Tufan’da kırk gün yağmur yağması, çölde kırk yıl dolaşma, Eliyah’ın Ahap’tan kırk günlük kaçışı, İsa’nın dağdaki kırk günü, onun mezarda geçirdiği kırk saat, dirilişinin ardından öğrencilerine kırk gün sonra görünmesi gibi ruhani örneklerde karşımıza çıkan kırk günle ilişkilendirmektedir. Bu ve benzeri birçok olay ziyadesiyle anlamlıdır.”
“Simya tariflerinde sık sık karşımıza “yedi” rakamı çıkar. Yedi aşama, yedi renk, yedi metal ve yedi gezegen vardır. Satürn’le, yani kurşunla başlayan çalışma, Jüpiter’e, yani kalaya, oradan Mars’a, yani demire, oradan Venüs’e, yani bakıra, oradan Merkür’e, yani cıvaya ve nihayet Ay’a, yani gümüşe ve Güneş’e yani altına ilerler.”
“Doğada gördüğümüz her şeyi saran büyük sır, hayat gücüdür. Bilim adamlarının keşfetmiş olduğu maddenin en küçük parçacıkları bile hayatın niteliklerine sahiptir. Örgütlenme, büyüme, üreme. Fakat bu fenomen ancak belli bir şart altında kendini gösterir, bunu en iyi şekilde “kutuplaşma” terimiyle ifade edebiliriz. Madde ancak pozitif ve negatif elektrik kuvvetler işin içine girdiği zaman hayat niteliklerini sergiler. Bu durum, gerçekten de Mucize Taşı’nın imalatının ardındaki gizdir. Onu oluşturan maddeler asırlarca ölü ve atıl olarak bekler. Gerçekten de doğru kutupsallıkla içkin manyetik yaratıcı kuvvetler canlandırılıp harekete geçirilmedikçe bu şekilde uyumaya devam edeceklerdir. Madde ile ruh ayrı şeylerdir ve hayat bu ikisinin bir bileşimidir.” Ancak bu ayrışma birin iki ucu gibi düşünülebilinir.
“Hermes ile Afrodit’in, Bilgelik ve aşkın evliliği bu erdişi, bütün ilkeleri Bir’de cisimleştirir. İmalatın ilk aşamasındaki kaba Merkür ile aynı şeyin nihai aşaması arasında kara kömür ile elmas arasında olduğu kadar fark vardır. Oysa Simyada Kusursuz Taş’ın kaba Merkür’den elde edilmesi gibi birinin diğerinden geldiğini bilinir. Ruhani olarak da Merkür, (yani Cıva’yı) tıpkı kadimler gibi “Tanrıların kadeh taşıyıcısı, elçisi” şeklinde görülür.”
“Kadim olan Satürn, Zaman’dır. Çocuklarını birbiri ardına yutan Satürn miti, Taş’ın yapımına dair başka bir hikâyedir. Bu efsaneye göre Jüpiter’i yutmak üzereyken karısı Rhea ona yemek diye bir Taş vermiş, Jüpiter kaçırılmış ve iki su perisi tarafından büyütülmüştür. Bu periler simya literatüründe sık sık adı geçen “Diana’nın iki kumrusu” dur. Bunlar iki sülfürün ruhani, işleyen ilkesini temsil ederler. Zenginlik ve iyi talihin tanrısı Jüpiter’in temsil ettiği taşı büyütmek, “beslemek” için ileri geri mekik dokurlar. Jüpiter kelimesi iyi anlamına gelen Ju, Lu kelimesinden gelir. Piter veya Petros ise “taş” demektir. O halde Jüpiter kelimesi “iyi taş” anlamına gelir.”
“Taş’ın yapımında Satürn Cıva Suyunu (Merkür Suyunu) içinde barındıran soğuk, nemli ilkeye karşılık gelir. Jüpiter ise sıcak, kuru ilke, yani Sülfür’dür. Bütün çalışma boyunca bu ilkelerden biri ötekine galip gelir, tıpkı insan hayatında olduğu gibi. Çünkü insan Taş’ın gelişmiş bir örneğinden başka bir şey değildir. O, Makro kozmos, Taş ise Mikro kozmos’tur. Bu ikisi arasındaki mucizevî bir benzerlik vardır. İşte Taş’ın insana böyle yakın olmasının ve onun bütün hastalıklarına iyi gelmesinin nedeni budur. Bu hazineyi ortaya çıkarmak isteyen ustalığın bütün şartlarını gönüllü olarak yerine getirmelidir.”
“Bu efsane, anlatılan basit bir tarihsel olay olmak dışında, içinde bir sır barındırmasaydı, kuşaktan kuşağa aktarılmaz, asırlar boyunca hafızalarda kalmazdı. Fakat asıl tuhaf olan kuşakta kuşağa aktarılan ve sonunda oturup yazılan bu hikâyenin anlamını kimsenin bilmemesine rağmen, ilgi çekmeye devam etmesidir. Bu tıpkı “Noel Baba” hikâyesine benzer. Bu hikâye de analiz edildiğinde, Süleyman’ın hikâyesinin başka bir çeşitlemesi olduğu görülür.”
“Bilgeler, hep bir ağızdan Tek Şey olduğunu ileri sürdükleri maddenin çeşitli biçimlerini ve hallerini ifade etmek için renkleri ve metalleri kullandıkları gibi gezegenleri de kullanırlar. Böylece maddeye Kara Hal’de iken Satürn denilir. Satürn, Kronos, yani Zaman’la aynı olduğu için bize ardında bir tahta bacak sürükleyen Zamanın Babası’nın sembolünü verirler. Bu sembolün her ayrıntısı süreç için önemlidir.”
“Başka bir meşhur yazar kara halinde bu Madde’ye “Kral’ın savaş arabası, antimoni der.” (Tarot Kartı). Ona böyle denmesinin nedeni çözeltiden sonra oluşan karalığın parlaklığıdır. Çünkü bu kişi bunun neye alamet olduğunu bilmektedir. Paracelsus cahil insanların çoğu zaman bir inekten daha pahalı taşları alıp attıklarını söyler. Bu kelimesi kelimesine doğrudur. Öyle ki simyacının bu sözü bizzat Sanat’ın bir anahtarı haline dönüşür.”
“Ars Manga: Büyük sanat anlamındadır. Kelime anlamı büyük sanat(ulu sanat) olup, simyada ulaşılan son noktaya (felsefe taşı yapabilme yeteneği) giden yolu ifade eder. Bu taş maddeyi altına çevirebilmekte ve bundan elde edilen iksir ile insan ölümsüzlüğe kavuşabilmektedir. Metallerdeki hastalığın, kirin yok edilip altının ortaya çıkarılması gibi, uzun bir süreçten sonra da insandaki tanrısal töz açığa çıkabilir ve kişi iyi için çalışabilir. Ars Magna, bu açıdan insan için de kullanılabilir, bu anlamı ile ezoterik inisiyasyonu da temsil etmektedir. Ars Magna ile insan tanrı ile birleşebilmekte, kendini maddeye bağlayan bağlardan kurtulabilmektedir. Simyada son noktaya giden yoldur. “
Bu taştan hakkını vererek bahseden Harry Potter gibi birçok kurguya esin kaynağı olmuş bir efsanedir felsefe taşı. “Simyacıların dünyasına özgüdür. Eski mısır ve orta doğuya dayanır temelleri. 8. yüzyılda Jabir İbn Hayyan adlı alkemist metal elementleri Aristotelesçi sınıflandırmaya göre değerlendirmiştir. Bu değerlendirmenin dört parametresi vardır (sıcaklık, soğukluk, ıslaklık, kuruluk). Her metal bunlara sahip olduğu oranda farklılaştığına göre, bu farklılaşmayı sağlamak bir metali başka bir metale dönüştürebilmek anlamına geliyordu simyacılar açısından. Buna arabuluculuk edecek olan madde de işte bir iksirdi; “felsefe taşı”nın tozundan elde edilmiş kırmızı bir pudra. İsviçreli simyacı Paracelsus yaklaşık 8 yüzyıl sonra bir tanım daha getirdi felsefe taşına: dört ana element olarak kabul edilen(ateş, hava, toprak, su) evreni oluşturan maddelerin kendisinden çıktığı bir töz.”
Bilindiği gibi taassup sadece din alanında değildir. Zamanımızda sıkça rastladığımız gibi çağdaş görünümlü dogmatikler taassubun babaları olmuşlardır. “Simya” bu çevrelerde yaygın biçimde, temelsiz boş inanç ya da en iyimser gözle kimya biliminin gelişmesinden önceki ilginç bir geçiş dönemi olarak görülmektedir. “Simyanın, Aquinos’lu Thomas, Isaac Newton, Robert Boyle gibi insanlarca da ciddiye alınmış olduğu ve simya ile Ortaçağ felsefesi ve dini arasında önemli bağlar bulunduğu çok az bilinir. Simyacı, altın üretmeye çalışan bir kimse olarak tanınmaktadır. Elbette bu işle uğraşan birçok kimse vardı. Fakat onlar kadar, yüksek düşünceli ve zeki başka insanlar da vardı ki, altın elde etmek için uyguladıkları kimyasal işlemler aslında simgeseldi ve amaçlanan sonuç altın elde etmek değil, ‘Filozof Taşı’nın keşfedilmesi idi. Onu araştırırken simyacı, maddenin içinde gizlenmiş olduğuna inandığı ruhu özgürleştirmek çabasındaydı ve böyle yaparak, bir bakıma ruh ile fiziksel gerçeklik arasındaki köprüyü kuruyordu.” Ruh, nefs ve madde; denildiği gibi nefs ruhun maddeye bakan yüzüdür. 15. yüzyılda bir yazar şöyle diyor: “Sadece felsefe taşını yapmayı bilen kişi onunla ilgili sözlerin anlamını bilir.”
“Ateş; tarih boyunca ilahi gücün sembolü görülmüştür. Herakleitos’a göre her şey ateşten gelmiştir ve ateşe dönecektir. Ateş dönüşüm aracıdır. Dolayısıyla diğer elementler arasında bir aracı görevi görür. Ateşin rengi kırmızıdır ve erkeklik unsuru içerir. Ateş ışık verdiği için aydınlığı simgeler. Ateş yakıcı olduğu için azap verici rolü de olmuştur. Yıkıcı ve tahrip edici yan da vardır. Dolayısıyla sembolik olarak arınmak ve aydınlanmak ile ifade edilen yüksek bir yanı olduğu gibi ayrıca ihtirasları, azabı ve yıkıcılığı simgeleyen aşağılık bir yanı da vardır. Yüksek unsurunu güneş simgeler ve aşağı unsurunu Mars gezegeni simgeler. Ayrıca insanın ilahi pırıltısını simgeler.
Su, ateşe zıttır. Dişi unsuru içerir. Yansıma gücünden dolayı kadimler onu bilgeliğin simgesi olarak görmüşlerdir. Diğer özellikleri soğukluk, gizlilik ve uykudur. Ateş şuuru ve su şuur altını simgeler. Ateş gündüzün hakimi Güneş’i içerir, su ise gecenin hakimi Ay’ı içerir. Su değişkendir ve etrafındaki tesirlerin özümseyerek sergiler. Dolayısıyla hayat verici de olabilir, zehirleyici de. Temizleyici de olabilir, kirletici de. Ancak saf hali ile sadece hayat verici ve arındırıcıdır.
Hava; ateş ve suyun unsurlarını içerir. Hava simgesi ortasından çizgi geçen eşit kenar üçgendir. Hava kendi başına bir elementtir ve nötr prensibi içerir. Hava hareketli ve incedir. Genel olarak zihni temsil eder ve mental âlemi simgeler.
Toprak; bazı görüşlere göre gerçek bir element değildir ve diğer üç elementin karışımından meydana gelmiştir. Ancak, tradisyona uygun olarak elementlere dâhil edilmektedir. Toprak maddi varlığın temelidir ve pratiktir. Toprak bereketi ve kazancı simgeler.”
“Simyacılar eski düşünceye bağlı kalarak Ateş, Toprak, Su, Hava olmak üzere dört elementin varlığını kabul etmişlerdir. Bu elementler bildiğimiz anlamlarından öte bazı özellikleri temsil etmektedirler. Simyaya göre görünen iki element, Toprak ve Su, içlerinde görünmeyen iki elementi de barındırmaktadırlar: Ateş ve Hava. Bunun dışında, bazı simyacılara göre beşinci bir element daha vardır ki bu da Ether’dir. Ether beden ile ruh arasında da aracılık görevi görmektedir. Simyada Platon döngüsü denilen kavrama göre elementler arasında sürekli bir de dönüşüm vardır. Ateş Havaya, Hava Suya, Su Toprağa ve Toprak Ateşe dönüşmekte olup bu döngü bu şekilde sürmektedir.”
Sunay Demircan bir makalesinde şöyle diyor: “Simyacılar Ateş, Toprak, Su, Hava olmak üzere dört elementin varlığını kabul etmişlerdir. Simyaya göre görünen iki element, Toprak ve Su, içlerinde görünmeyen iki elementi de barındırmaktadırlar: Ateş ve Hava. Bunun dışında, bazı simyacılara göre beşinci bir element daha vardır ki bu da Ether’dir. Ether beden ile ruh arasında da aracılık görevi görmektedir. Simyada Platon döngüsü denilen kavrama göre elementler arasında sürekli bir dönüşüm vardır. Ateş Havaya, Hava Suya, Su Toprağa ve Toprak Ateşe dönüşmekte olup bu döngü bu şekilde sürmektedir.” Hem “Su”, hem de “tuz”, her ezoterik öğreti içindeki semboller olarak sayılmıştır. En büyük dengenin simgesi olarak anılırlar. En iyi yakan (Hidrojen) ile en iyi yanan (Oksijen) bir araya gelip (Su) en iyi söndüren oluverirler. Veya tek başına maruz kaldığında zarar verecek olan Sodyum veya Klor, bir araya gelip Tuz; hayata bağlayan en önemli unsurlardan birisi oluverirler.”
“H2SO4; sülfürik asit, moleküllerinin dağılımı şöyledir: Ortada yeşilimsi sülfür (kükürt). Sol ve sağ üstte kükürte bağlanmış olan kırmızı toplar birer oksijen molekülü. Alt tarafta kükürte bağlı oksijenler. Bu oksijenlerin diğer bağları, görünen hidrojenleri tutmak için ayrılmıştır. Altı top bir araya gelince (kükürtün oksijenle yükseltilmesi sonucu) ortaya yağlı bir sıvı çıkar. Bu sıvıyı sülfirik asit olarak biliriz, ama asıl adı Vitriol’dür. Sümerlerden beri kullanıldığı bilinir vitriol’ün. Kimya sanayinin temelidir; Ne mi yapar? Arıtır. Mesela, petrolden istenmeyen maddeleri katran şeklinde ayrıştırır, ortaya özel benzinleri, gaz yağını çıkartır veya metallerin yüzeylerini temizler. Simyanın üç temel elementinden biri kükürt diğerleri tuz ve cıvadır. Kükürt=piramit, ateş, güneş, erkek, gönye. Tuz=küp, ay, toprak, nötr (cinsiyet), tesviye. Cıva=küre, Venüs, su, dişi, şakül. Düalitenin evliliği, kimyasal düğün budur.” Sunay Demircan Üstad şöyle diyor: “Solda dişil taraf, cıva, ay ve pelikan; sağda eril olan, güneş, kükürt, ateş kuşu Anka. İkilikten birliğe geçiş.” “O kuşun tek kalbi var, çift başlı kartal gibi. Çift başı ve iki yandaki farklı kanatlarına rağmen bir tek kalp.”
Hermes aklı-zekâyı ve onun özgürlüğünü sembolize eder. Simyada, civanın (Merkür’ün) tuz ve kükürt arasında üstlendiği bağdaştırıcılık rolü gibi Hermes’in de karşıtlıklar arası aracılık ve tamamlayıcılık işlevi vardır. “Simyada bir önemli ayrım da dişil/eril ya da dişi/erkek ayırımıdır. Bazı simyacılar İlk Çağdaki bir düşünceyi savunmuşlar ve Tanrı’nın yaradılıştan önce hermafrodit olduğunu ve yaradılışla birlikle erkek ve dişi olarak ayrıldığını iddia etmişlerdir. Buna göre Güneş eril, dünya dişildir. Aslında dişil özellik en çok Ay ile kendini belli etmektedir.”
Simyadaki bir başka düalite de makro kozmos – mikro kozmostur. Bu ikisi arasındaki benzerlik de daha önce gördüğümüz gibi ifadesini zümrüt tabletlerde bulmuştur. Bir başka görüş de insanın doğuşunun evrenin doğuşuna benzediği yönündedir. Simyadaki bir önemli kavram da düalitenin yanında üçlemedir. Ünlü simyacılardan Robert Fludd “Üç dünya vardır: arketipler dünyası, makro kozmos ve mikro kozmos; yani, Tanrı, Doğa ve İnsan. ” demektedir.
“Bu üçleme elementlerde de karşımıza çıkmaktadır. Nasıl Tanrı’da bir üçleme var ise insanda da ruh, can, beden olarak üçleme vardır. Bunun elementler dünyasına yansıması ise, Kükürt, Tuz ve Cıva şeklindedir. Burada anlaşılması gereken bildiğimiz anlamda kükürt, cıva ve tuz olmamakta, ancak bunların temsil ettiği prensipler olmaktadır. Aslında kükürt ve cıva iki karşıt prensip olup aralarında tuz ortayı temsil etmektedir. Kükürt aktif olanı temsil etmekte olup erildir. Cıva ise tam tersi olarak pasif olanı temsil etmekte olup dişildir. Tuz ise ikisini arasında bir bileşim olup, gövdeyle ruhun bağlanması gibi bağlayıcı bir görev yapmaktadır.”
“Simyanın pratiğine de baktığımızda ezoterik yön açığa çıkmaktadır. Bu aşamalar aslında adayın inisiyasyon yolunda kat ettiği mesafedir. Birinci aşamada haricinin içeriye alındığı tefekkür hücresi siyahtır. Tıpkı simyadaki kara yapıt gibi. Harici burada yeni bir hayata girmektedir. Harici hamdır, rafine edilmemiştir, yontulmamıştır. İçeriye alındığı andan itibaren çürüme başlamıştır. Değişim başlamıştır. Maddenin özü ölmektedir. İkinci aşamada Nur’a kavuşmaktadır. Bu simyadaki beyazdır. Değersiz bir metal altın olma sürecine girmiştir. Yani saflaştırma başlamıştır. Yer altı dünyası denilen kendi benliği içerisinde yol almakta ve kendini tanımaktadır. Tüm boş inançlardan ve bağnazlıklardan uzaklaşmıştır. Özündeki kötülükleri ve iyilikleri ortaya çıkarmaktadır. Bencillikten uzaklaşmaya başlamıştır. Öldürülen maddenin yerine, yeni bir elementin katılması söz konusudur. Madde, yeni kimliğini kazanmaya hazırdır. Üçüncü aşama felsefe taşının ele geçirilerek kırmızı yapıta ulaşılmasıdır.”
Simyacı için amaç felsefe taşını elde etmektir. Ancak bunu elde edebilmesi uzun ve zahmetli bir iştir. Simyacı uzun proseslerden geçireceği “İlk Madde”sini dikkatli seçmek zorundadır. Latince “Materia Prima” diye adlandırılan ilk madde çalışmanın başarıya ulaşabilmesi için çok büyük önem taşımaktadır. Pratik simyada genelde uçucu ve hareketli olarak cıvaya karşılık gelen ilk madde, ezoterik olarak da çırağı, inisiyasyona alınacak, mükemmel olmayan, kişiyi temsil etmektedir.
V.I.T.R.I.O.L. ile anlatılan “Dünyanın derinliklerini ziyaret et gizli taşı bulacaksın” cümlesi aslında insanın Tanrı’yı, tanrısal olanı kendi içinde bulacağı anlamına da gelmektedir. Bu ifadenin ezoterik açılımı ise, her insanın Hakikatin Nurunu, diğer bir deyişle Tanrıyı kendi içinde bulacağı şeklindedir. Tanrı-İnsan-Evren üçlemesi özdeştir. İnsanın ölmesi, bu bilginin yok olmasına neden olamaz. Ruhun ölmezliği gibi, bilginin de ölmezliği kesindir.
“Visita Interiora Terrae: Toprağın içine kıvrıl, içine seyahat et. Rectificando: Onu rafine et, yüksek ısılarda kaynat Onun içindeki diğer malzemeleri ayrıştır. Invenies: Bulmak. Onu bul. Occultum: gizem, yani gizemli. Lapidem: Taş, ama felsefe taşı. Invenies Occultum Lapidem: O gizemli taşı bul.” “Toprakta içe dönerek gizemli taşı bul, onu rektifiye et; arındır. Hermetik döneme baktığımızda bir kavram var: lapidem; felsefe taşı. İçe dön, içe yöneliş. Varlığın kendi içindeki bir şeyi bulup çıkartmaktan söz ediyor, olmayan bir şeyi yap demiyor, icat et demiyor bu öneri. Kendi toprağında (varlığında, benliğinde) öyle bir şey var ki onu bulup ortaya çıkarttığın zaman, Aranan o’dur diyor.”
Metin Bobaroğlu şöyle diyor: “Bazı ezoterik kadim yollar “Kaybolmuş kelimeyi bul,” diyorlar. Bakıyorsun, V.I.T.R.I.O.L. içinde kaybolmuş kelime hangisi? Taştı. Kaybolmuş kelimeyi bulduk, lapidem’miş. Ne yapacağım onu? Ham bir taş bu, toprağın içinde ham durumda. Al onu. Mermer parçası örneğin; al ve onu rektifiye et. Mermeri diğer parçalardan ayır, saf mermer hâline getir. Getirdim, tamam mı? Hayır. Kaybolmuş kelimeyi şimdi bunun içinde bul. Nasıl bulacağım? Mermeri bulduk, saflaştırdık. Gizli diyordu; okült. Bu o kadar gizli değil, bildiğin taş bu. O zaman bu taşın olanaklarını bul, çıkart. Gizli olan budur. Bu mermer nelere olanaklıdır? Kolaylaştırıcı bir örnekle anlatayım: Mesela bir piyano. Bir piyano koyuyorlar önümüze; mermer yerine piyano. Diyorlar ki: “Bu piyanonun içindeki gizemi bul çıkart.” Başlıyor şimdi sanatçılarımız. Bu fena değil galiba; koyuyor bir tarafa, bir beste. Yine arıyor, arıyor, arıyor. Bu daha iyi galiba! Eğer oysa yapmaz bir daha, ha bire arıyor. Çıkartıp bir daha yapıyor, çıkartıp bir daha yapıyor, ha bire piyanonun içindeki olanakları çıkartıyor, koyuyor bu muydu acaba diye. Fena da değil ama hayır. Bir daha arıyor, ha bire arıyor… İşte, mermerin içindeki bütün olanakları çıkartmak da heykeltıraşın işidir. Dolayısıyla, bitmeyen bir arayıştan söz ediyoruz. Kaybolmuş kelime sürekli aranıyor ama hiç bulunamıyor. Hiç bulunamadığı için, bu arayış sürekli üretim, sürekli gelişim, sürekli insanın potansiyellerinin keşfi demek. Dışarıda bu piyano da olabilir, resim de olabilir, heykel de olabilir. Yaptığımız bütün bu üretim arasında kendi olanaklarımızı, bu taşın yani kendimizin olanaklarını deniyoruz. Bunda ne var, ne yapabilir? Bütün tarihe baktığımızda şaşırtıcı şeyler yapmış, bitmiyor, daha neler var interiora terrae? Bu rectificando bitmez bir senfoni!” “Felsefe taşı denilen bu taş Simyacılardan başlayarak tüm okült sistemlerin hedefinin sembol taşı olmuş ve VITRIOL sembolü ile insiyasyona hedef gösterilmiştir, inisiyasyon sürecinin kaba bir taşın kübik bir taşa dönüşümü olarak sembolize edilmesinde olduğu gibi, zümrüt tabletin de mükemmel bir insana dönüşmüş inisiyeyi sembolize etmesidir.”
Jung’a göre Anka’nın hikâyesi “Kendi”nin keşfine giden yoldur. “”Simyacı” adlı eserde “kendinin efendisi olmak” bilinci anlatılır. Simyacı şöyle der: “Yolculuk bir öğrenme yöntemidir. Bilmemiz gerekenleri bize o öğretir.” Saklı hazineyi arayan gezgin, büyük sınavlardan geçip engeller aşarak kendi benliğine ulaşır, şuuruna kavuşur ve sonunda “kendi hazinesi”ni bulur. Anlar ki, keşfedilecek ülke, insanın kendisidir.” Zümrüd-ü Anka, insanın yenilenme sürecine tekabül eden simyasal dönüşümün başarılmasının sembolüdür. “Akıl, yolu keşfederken kalp ise anahtarı bulmak için akla yardım eder” denir.
“V.I.T.R.I.O.L. simya terimi de aynı adresi gösterir. Aşağıya doğru dikey bir harekettir. Dönüş, tamamlanış ile birlikte yine dikey olarak yüzeyedir. Kendini yeniden doğurup dönebilen, kendi anima/animus’sundan kendisi doğabilen, toprağın derinliklerinde ana tanrıçanın, toprak ana’nın rahminden tekrar doğup tamamlanabilen için dikey yolculuk çok önemlidir. Birçokları inmekten çekinir, karşılaştığına sırtını döner, kendi ile objektif yüzleşmez, döndüğünde aynadaki suretine yalan söyler. Simyacının farkı buradadır. O, hem bilinç hem de bilinçdışı dünyasının ustası olmuştur. O sembolik mağaradan, cehennemden, Gayya kuyusundan, sınavdan bir sembol olarak çıkar.”
“Simyada “İlk madde”yi elde etmek, tüm madenlerin türediği cevheri elde etmek değil, ruhsal varlığın ilk halini, yani maddi dünyada doğmadan önceki saf şuur halini elde etmek anlamına gelir. Ruhun maddeye bakan yüzü “Nefs” nefis eylenir. Aranan Felsefe Taşı, ötede değil, bizzat insanın içinde, gönlündedir. Felsefe taşı mutlak olana, tanrısal öze kavuşturan bilinç anlamını kazanmaktadır. Öyleyse kendi içindeki Tanrısal özü bulmak isteyen kişi, tıpkı maddenin saflaştırılması gibi, kendi içine dönerek kendini saflaştırmalı ve gizli olan, içindeki Felsefe Taşına ulaşmalıdır.” Yaşarken kendinden doğuştur. “Konu cennete gitmek değil, konu olduğun yeri cennete çevirmektir.” diyor Rengin Sakaoğlu.
Bu felsefe taşı, Hakikatten başka bir şey değildir. İlahi Hakikatin içinde yer aldığı insanın saf ruhuna ulaşılması maksadıyla, Büyük Eser, durmadan yenilenen gayretlerle, araştırmacının bizzat kendisi üzerinde icra edilir. Burada artık alamet-i farika bizzat felsefe taşını arayandır.
“Anka’da ruh gelişim sürecini tamamlar. Zümrüd-ü Anka aynı zamanda kendi mezarı olan yuvasını yapar ve onu yakarak kendini küle çevirir. Fakat yenilenerek küllerinden dirilir. O kendi varlığını öyle bütünselleştirmiştir ki artık varlığının temeli olarak fiziksel bedenine bağlı değildir. O artık ruhani olanın eminliğindedir, bu anlamda o Ruhani Benlik’e, Felsefe Taşı’na ulaşmıştır.”
“Hayranlıkla bakılmamak bir Anka kuşu için büyük zulümdür” denmiştir. Anka “karar ver” der. Yeni bir insanlık, uygarlık, yeni bir ben için baştan başlamak yeniden doğmaktır. Bireyin değişim ve dönüşüm sürecidir. Kendini aramak için yola düşmek, sembolik dağa tırmanmaktır. Dağ gökle yerin karşılaşması yani Kaf Dağı’dır. Anka, felsefe taşının kalbinde yer alır. Tinsel değişimin simgesidir. “Ruhun bilinç düzeyine yükselme sürecini anlatmak için İran simgeciliği Kaf Dağı simgesini kullanır. Dağın doruğu insan ruhunun en yüce merkezi olarak kabul edilir. Kaf dağının doruğunda gökleri yeşile dönüştüren zümrütten bir kaya bulunur. Kutsal ruh burada oturur. Zümrüt evrensel tinin simgesidir.”
Felsefe taşı aydınlanmanın sembolüdür. Sembolik felsefe taşı da bir anlamda kendi kendini yargılama, vicdani hesaplaşma yani sembolik olarak cehenneme iniş ve yaşarken ikinci doğuştur. Kendini tanıma, bulduğu felsefe taşını yontmadır. Kendini biliş, Zıtlıklardan tamamlayıcılığa yani denge yolunda iyi, doğru ve güzele gidiştir. Kendini tam anlamıyla bilen kişi, kendi vicdanında Tanrı’nın tecelli ettiğini idrak edecektir. İşte aranan Felsefe Taşı O’dur.
Kimi araştırmacılara göre ise Kutsal kâse de meşhur “Felsefe Taşı”dır.
“Altın Üçgen, felsefe taşını ve V.İ.T.R.İ.O.L.’u çağrıştırır. Felsefe taşını bulmak için nasıl yerin altına giriliyorsa, Altın Üçgen’de kuyudan, yani yerin altından çıkarılmıştır. Buradaki yerin altı, kuyu gibi ifadeler, insanın içini, ruh dünyasını, sırlarını sembolize eder. Bunlar bizi hep kendi özümüzü bulmaya götürür. O halde tekâmül için Altın Üçgen’in sırlarının da araştırılması gerekir. Örneğin üçgenin uçları; Beden-Ruh-Öz şeklinde düşünülebilir. Bedenden ruhumuza, oradan da özümüze yani gerçek kimliğimize ulaşırız. Felsefe Taşı belki de Cern tarafından şu anda servet gibi bir bütçeyle araştırılan Dan Brown’ın da romanlarında sıklıkla yer verdiği anti maddenin bir önsezisi de olabilir.”
Felsefe taşımız tabanı Ben’i temsil eden piramidin tepe noktasıdır. “Ben ben” taşıdır. Eski Mısır’da Kutsal Atum Sütunun üzerinde de “Ben Ben” taşı vardır. Kozmik kökenli bir taştır. Kâbe’deki siyah taşa benzer olduğu da düşünülmüştür. Anka Tapınağında durmaktadır bu taş ve sütun. Osiris’in ruhu Anka ile özdeşleştiği için “Ben Ben” taşı onun tohumunu ifade eder ve İsis’in rahminde Horus’u yaratan gücü simgelemektedir. Ben daima “O” tarafından kendine çekilir, bu yüzden saat yönünde tavaf tüm geleneklerde vardır. Bilinçaltında da aynı kural mevcuttur, merkezi O’dur.
Sfenks, canlıların oluşturduğu âlemlerin birliği içindeki doğanın, yani dünyasal İsis’in ta kendisidir. İsis, bilge insanın Büyük Çalışmasının, Felsefe Taşının, Hayat İksirinin imgesidir. Dünyanın bakiresi iki sütun arasında ya da üzerinde resmedilir. Akıl ve sezgi (mikro ve makro kozmos) gösteren bu sütunlar doğanın doğurganlığa kutuplar yoluyla ulaşması gerçeğini sembolize eder. İsis bilgeliğin kişiselleşmesi olarak zıtlar sütunlarının ortasında durur ve bize kavrayışın her zaman denge noktasında bulunduğunu, hakikatin görünürde birbirine karşı ikili yapının ortasında çarmıha gerildiğini gösterir.
Felsefe Taşını arayışta olan yolcuyu, insana ait hiçbir şey şaşırtmamalıdır; ego gerile gerile kumanda koltuğuna kurulmuşken nefs “nefis” eylenemez. Kavgadan beslenenler, riyakârlar, tamahkârlar, para-mevkii delisi olanlar, toleranssız saygısızlar, kıskançlık ve hasedin egemen olduğu, salt ego kontrolüne teslim olan olgunlaşamamış insanlar sayıca çokçadır. Hikmet Nahas Keskineğe’nin dediği gibi: “Önemli olan, her insanda aynı şekilde çalışan egonun emirlerini süzgeçten geçirip, onu frenleyen süper egoyu daha aktif hale getirmektir. Süper egonun geliştiği yer beynin alın (frontal) lobudur. Bu lob aynı zamanda medeniyet lobu olarak da bilinir. Alın lobunu geliştirebilmiş insanlar da benim alnım açık diyebilen insanlardır.”
Bilgeliğin yolu “Altın orta yol” dur. Bu yol tüm kadim kültür ve toplumlarda tavsiye edilen, aşırılıkların uyarıldığı, o meşhur “orta yol”dur. Sağduyunun, ölçülü olmanın, soğukkanlılığın, hoşgörünün, dikkatle merdivenleri çıkmanın ve inmenin yoludur. Ölçülü olmak duygu, düşünce ve davranışlarda dengeli ve kontrollü olarak yaşama hâlidir. Kadim ezoterik öğretilerin hiçbiri aşırılıktan yana değildir. Değişim içten dışa doğrudur. Mikro ve makro-kozmos, İç ve Dış Dünyalar arasındaki mistik evliliği de simgeler Felsefe Taşı ve içimizde “Mistik Evlilik” inisiye edilir. Bizim kalınlaşan, katılaşan ve maddileşen peçemizi aşıp geçmemizi sağlar Bütün’e ezoterik bakış.
“Sonluda karşıt bulunanlar, sonsuzda birliğe ulaşırlar. O asli cevheri bulmuştur, simyadaki “Materia Prima”’yı. Ruhunu arayan insanın macerasıdır bu, Jung’un deyimi ile. Yeni bir kimliğe bürünmeyle devam eder yolculuk. Çalışma sadece okuyarak değil, yaşayarak, hissederek içimizde yapacağımız derin düşünce yolculukları ile olacaktır. Düşünme üzerine düşünme tefekkürdür. Kuyulardan, basamaklardan geçerek derinliklere inilir. İç dünyasını tamamen keşfeden yani egosunun sembolik metallerden arındıran ve gölgenin baskısından kurtulan Ben, diğer parçaları olan İkiz, anima/animus ile diyaloga girebilecektir. Felsefi düğün, kimyasal düğün işte burada bu bütünleşmededir.”
Kahraman’ın Yolculuğunda “kayıp hazine” bir türlü bulunmaz, bulundu zannedildiğinde yeni bir maceranın kapıları açılır zira arayış hiç bitmez ve bu da sürekli üretimi, sürekli çabayı, sürekli iyi, doğru ve güzele yönelimi destekler. Bu yüzden yolculuk başlangıçsızlıktan sonsuzluğa doğru bitmek bilmeyen bir senfonidir… Kahramanın peşinde olduğu hazine kendisidir ve buldukça da beğenmeyecek daha iyisi için çalışmaya devam edecektir.
Felsefe taşını arayan kişi hem dönüşüm, hem dönüştüren, hem de dönüşendir. Simyacı için gerçek simya insanın iç doğasındadır. “Felsefe taşı, evrenin temel sırlarını keşfetmek, metalleri altına çevirmek sıradanlığı yerine ölümü yaşama dönüştürmek, ruhu arındırmak ve daha yüksek bir bilince ulaşabilmek için içimizde arayıp bulmamız gereken akıl taşıdır, hayat taşıdır… Bilgelik yolunda ilerleyebilmenin anahtarıdır.”
“Simya ilmine göre “Felsefe Taşı”, dokunduğu her nesneyi altına dönüştüreceğine inanılan taştır. Bu taşı elde edebilmek için birçok formül ve deneme yapılmıştır. Simyacıların iki büyük hedefinin anahtarı olarak görülmüştür. Maddeyi altına çevirmek ve ölümsüzlüğü bulmak. Bu taşın her dokunduğu maddeyi altına çevirmesinin yanında bu taştan elde edilecek iksirin ölümsüzlüğü sağladığı düşünülür. Ezoterizmde, insanın içinde saklı olan akıl ve bilgelik taşıdır. Hak’tan doğan hakikati arayışımızda yol gösterici taştır. Felsefe taşına ulaşmanın yolu onu aramaktan geçmektedir. Arayış ve yol, taşın ya da hazinenin kendisinden daha önemlidir. Hedef yolda olmaktır.”
“Simyanın felsefesine göre felsefe taşı, aydınlanmanın sembolüdür. Simyacıların asıl amacı felsefe taşını bulmaktır. Bunu bulmak için ateşle taşları sürekli arıtıp, damıtırlar. Taş ile taşları birleştirip üzerlerinde çalışırlar ve bilirler ki aslında taşları ateşle arıtırken, arındırdıkları taşlar değil kendi ruhlarıdır. En nihayetinde söylenceye göre taş en mükemmel haline ulaşır yani felsefe taşına. Felsefe taşı, ölümsüzlüğü verirken, her maddeyi altına çevirme gücüne de sahiptir. Yine bu da aslında sembolik bir anlatımdır. Simyacılar, öze dibe inerek, arınmanın sembolü olan ateş ile ruhlarını arındırmış ve nihai bilgeliğe, aydınlığa ulaşmayı hedef almışlardır. Altın, bilgeliğin, aydınlanmanın sembolüdür. Bu yüzden felsefe taşı aydınlanmış, bilge olmuş, “O”’na ulaşmış insanı anlatmaktadır.”
Bu bağlamda “Felsefe Taşı” da mutlak olana, tanrısal töze kavuşturan bilinç anlamını kazanmaktadır. Aynı şekilde iksiri içip ölümsüzlüğe kavuşmak da ruhun ölümsüz olduğunu anlamak anlamına gelmektedir. Öyleyse kendi içindeki tanrısal özü bulmak isteyen kişi, tıpkı maddenin saflaştırılması gibi, kendi içine dönerek kendini saflaştırmalı ve gizli olan, içindeki “felsefe taşı”na ulaşmalıdır. Simyada kullanılan yöntemler ezoterik olarak inisiyasyonu(aydınlanma, ezoterik aşamalardan geçme) da bu anlamı ile temsil etmektedir.
“İnsan bilinci bugüne kadar Felsefe Taşı diye adlandırılan sırdan daha büyük bir sır yaratmamıştır. Bu mucizevî taşı bulmak için yola çıkmak, masallarda anlatılan gökkuşağının ardındaki altın dolu sandığı aramaya benzer. Bu sırrı çözmeye çalışanları, Sfenks’in sorusunu cevaplamaya kalkanlarla aynı son bekler. Bununla birlikte, sayısız mistiğin eserlerinde mevcut olan ipuçları ve imalar, bu sırrın birçok kişi tarafından bilinip anlaşıldığını, tıpkı Sfenks’in meşhur bilmecesi gibi, anahtarına sahip olduğunuzda çok kolay açıklanabilen, basit bir sır olduğunu akla getiriyor…”
54 metre uzunluğunda, 20 metre yüksekliğindeki, batı-doğu yönünde uzanan büyük sfenks, Nil Nehri’ne bakmaktadır ve nehir yoluyla gelenlerin Giza kompleksinde gördükleri ilk yapı da o dev bir bekçidir. Ünlü sfenks yolcuları durdurup onlara ünlü bilmecesini sorar. Bu bilmecenin cevabı aynı zamanda insanlığın en ünlü gizemidir. Bilmece şudur: “Hangi yaratık sabah dört ayak, öğlen iki ayak, aksam üçayak üzerinde yürür ve bacakları ne kadar çok olursa o kadar zayıftır?” Yanıt: “İnsan”’dır. Sfenks bilmecesinin bir cevabı daha vardır. Bu cevap Pisagorcu sayılar teorisi ile ilişkilidir. 4 sayısı cahil insanı, 2 sayısı eğitimli insanı ve 3 sayısı ise ruhsal insanı gösterir. Bebeklik çağındaki insanlık dört ayağı üzerinde yürür, olgun insan iki ayağı üzerinde yürür. Kurtulmuş ve aydınlanmış akıl ise iki ayağına bilgelik asasını ekler. Sfenks dolayısıyla doğa gizemi, gizli öğretinin cisimleşmesidir. Onun bilmecesini çözemeyen herkes yok olacaktır. Sfenksi geçmek ölümsüzlüğe ulaşmaktır.
“Bütün bilgeler ağız birliği etmişçesine Felsefe Taşı denilen şeyin “herkesin baktığı, ancak çok azın gördüğü” bir şey olduğunu söyler. Yine onun yaygın bir element olduğunu, daha doğrusu bütün elementlerin, Ateş, Hava, Su ve Toprak’ın özü olduğunu, her şeyin içinde olup, bazı şeylerdeyse ondan daha çok olduğunu söylerler.”
Pisagoras Dördüncü Tablet’inde şunları söyler: “Bütün fikir ayrılıklarının ortasında Bilgelerin ağız birliği ne güzeldir! Hepsi de Taş’ı avamın yeryüzündeki en adi şey olarak gördüğü malzemeden yaptıklarını söylüyor. Gerçekten de avama maddemizin bildik ismini söylesek, cehaletimizin cüretine şaşırırlar. Ama onun tesirini bilseler, yeryüzündeki bu en değerli şeyi asla bir kenara atamazlardı. Tanrı sırrını günahkârlardan ve kötü insanlardan korumuştur ki onu kötü amaçları için kullanmasınlar.”
“Bu konuda insanlar genel olarak iki sınıfa ayrılabilirler. Felsefe Taşı diye bir şeyi duymamış olanlar (ki bunlar avamdır) ile onun adını bir yerde duymuş olup orta çağa ait bir masal veya sahtekârlık olarak görenler. “Yalnızca kültürlü insanlar öğrenmeyi sever. Cahiller; ders vermeyi tercih eder…” der Edouard Le Berguier. Çok az kişi konuyu ciddiye alıp Taş’ın mevcut olduğuna ve onu yapmanın mümkün olduğuna inanır. Başka bir ayrıma göre de inananlar da iki sınıftır: Onu metafizik bir şey olarak görenler ve onu fiziksel bir şey olarak görenler.”
“Anlatımın içine bakan minerallere, metallere, tuzlara, çözeltilere ve ilkelere dair bütün okült tanımları, belli zihinsel ve ruhani hal ve durumların mecazi ifadeleri olarak bakar. “İmgelem Thor’un Çekici’dir, gökyüzünü döver ve her dövüşünde ondan yıldırımlar şeklinde kıvılcımlar çıkarır. Bir sürecin yardımıyla imgelem kendini açmadıkça, Felsefe Taşı’nı herhangi bir şekilde anlamak veya ona dair makul bir fikre sahip olmak imkânsızdır.”
Farklı kaynaklarda bilgelik taşı ve ışık taşı olarak da adlandırılmıştır. Eski Mısır’da hakikat meydanı adı verilen yasak bir bölgede korunduğuna inanılıyordur. “Visita interiorae terrae rectificando invenies occultum lapidem” (vitriol) ile anlatılmaya çalışılan içimizde arayıp bulabileceğimiz ezoterik bilgelik ve akıl taşıdır. Akıl ve hikmetin bileşimidir. İlk kez 3. yüzyılda Zosimos tarafından bahsedilmektedir.
“Sıradan akıl, Felsefe Taşı’nı sadece vicdan olarak görmekle tatmin olur. Ancak hiç kimse vicdanı hastalıkların her derde deva ilacı olarak göremez. Vicdan, ancak kötüden korkan ve kötü üzerine kara kara düşünen, bu yüzden de kötülüğe destek veren bir zihin hali olduğu ölçüde, hastalıkların dolaylı sebebidir bile denilebilinir.”
“Felsefe Taşı’nı arayışta başlangıçta hiçbir şeyin sağduyu ve akıl kadar önemli olmadığını söyleyebiliriz. Hiçbir bilgenin bu konuda apaçık yazmasını beklemeyin. Siz kendiniz bir bilgeye dönüşseniz, sırrı saklarsınız. Bu konu öyle bir konu ki, bilgisi onun korunmasını garanti ediyor. Hiç kimse hayattaki ilerlemesini durduracak, kişisel gelişimini tehlike altına atacağını bildiği bir şeyi başkalarına anlatmaz. Aklı başında hiçbir insan bir maden bulduğunda koşup herkese haber vermez. Hz. İsa değerli bir taş bulan insanın koşup tarlayı satın alacağını söyler.”
“Domuzların önüne inci atıp, eşeğe gül vermeyin.” der Christian Rosenkreuz. “Burada, her yerden daha fazla olarak yola yeni girmiş olandan sessizlik, gizlilik ve kendini saklama beklenir. Bu tür şeyleri evin damından haykırmanın size faydası ne olabilir ki? İncileri domuzların önüne atarsanız ne olur? Uyku halindeki halk domuzlar gibidir ve yutmaktan mutludurlar, siz onu besledikten sonra arkasını dönüp sizi parçalamaya hazır olanlar işte bu halktır. “Yılanlar kadar kurnaz, kumrular kadar zararsız olun.””
“Yıldızların insanların hayatını yönlendirmesinin sebebi gezegenlerde değil, onların insandaki kimi simyasal süreçlerle tekabül ilişkisindedir. Makronun Mikroya etkisidir. Felsefe Taşı bir olgu veya gerçeklik olarak görülebilir.” Boehme “bilgelerin en eski, doğal, semavi, kavranamaz, takdis edilmiş, üçlü, Evrensel Taşı” hakkında bazı çok açık ipuçları verir. Onun taş olarak isimlendirilmesinin nedeni şudur: ilk olarak taşın orijinal malzemesi gerçekten de bir tür taştır, dövülebilir ve toz haline getirilip üç elementine ayrıştırılabilir. Ayrıca sanatçının usta elleri ve Doğa’nın telafi edici elleriyle tekrar mum sertliğinde bir taş haline getirilebilir.
“Doğal olarak öğrenci veya bu sırrı araştıran kişi, ilk önce bahsedilen “Tek Şey”i bulmalı ve onu bulduğundan Emin olana kadar arayışını bırakmamalıdır. Öyle görünüyor ki bu şey bin farklı isimle çağrılmaktadır. Kuşkusuz bu isimlerin amacı onu saklamak değil, ifşa etmektir. Öğrenci ona verilen her “ismin” maddenin belli bir niteliğini, halini veya görünüşünü anlattığını, bu şekilde daha kolay tanınabileceğini unutmamalıdır. Bu madde hiçbir zaman gerçek ismiyle, daha doğrusu herkesin bildiği ismiyle adlandırılmamıştır. Sülfür ve Merkür (cıva), belki kitaplarda ismi en çok geçtiği için en çok peşinden koşulan maddelerdir.” Simyacılar her şeyin ruhani yasayı takip edip ısıyla dönüştüğüne inanırlar.
“Sülfür ve cıva diye bahsedilen iki cisim, karışımın eril ve dişil ilkeleridir; bunlara “Güneş ve Ay”, yani “Sol ve Luna” denir. Açık ki Taş bilinen bütün biçimlere girmektedir. O ilk önce katıdır, sonra sıvı, ardından gaz ve en sonu günümüz kimyasının bildiği hiçbir şeye benzemeyen toz halinde bir öz, yani beşinci elementtir. O filiz veren bir tohum veya kuluçkadaki bir yumurtada meydana gelen sürecin fiilen yeniden üretilmesi ve bu sürecin olgunluğa erdirilmesidir.”
“Taş’ın kimyasal sindirimi için gerekli kırk gün ile Tufan’da kırk gün yağmur yağması, çölde kırk yıl dolaşma, Eliyah’ın Ahap’tan kırk günlük kaçışı, İsa’nın dağdaki kırk günü, onun mezarda geçirdiği kırk saat, dirilişinin ardından öğrencilerine kırk gün sonra görünmesi gibi ruhani örneklerde karşımıza çıkan kırk günle ilişkilendirmektedir. Bu ve benzeri birçok olay ziyadesiyle anlamlıdır.”
“Simya tariflerinde sık sık karşımıza “yedi” rakamı çıkar. Yedi aşama, yedi renk, yedi metal ve yedi gezegen vardır. Satürn’le, yani kurşunla başlayan çalışma, Jüpiter’e, yani kalaya, oradan Mars’a, yani demire, oradan Venüs’e, yani bakıra, oradan Merkür’e, yani cıvaya ve nihayet Ay’a, yani gümüşe ve Güneş’e yani altına ilerler.”
“Doğada gördüğümüz her şeyi saran büyük sır, hayat gücüdür. Bilim adamlarının keşfetmiş olduğu maddenin en küçük parçacıkları bile hayatın niteliklerine sahiptir. Örgütlenme, büyüme, üreme. Fakat bu fenomen ancak belli bir şart altında kendini gösterir, bunu en iyi şekilde “kutuplaşma” terimiyle ifade edebiliriz. Madde ancak pozitif ve negatif elektrik kuvvetler işin içine girdiği zaman hayat niteliklerini sergiler. Bu durum, gerçekten de Mucize Taşı’nın imalatının ardındaki gizdir. Onu oluşturan maddeler asırlarca ölü ve atıl olarak bekler. Gerçekten de doğru kutupsallıkla içkin manyetik yaratıcı kuvvetler canlandırılıp harekete geçirilmedikçe bu şekilde uyumaya devam edeceklerdir. Madde ile ruh ayrı şeylerdir ve hayat bu ikisinin bir bileşimidir.” Ancak bu ayrışma birin iki ucu gibi düşünülebilinir.
“Hermes ile Afrodit’in, Bilgelik ve aşkın evliliği bu erdişi, bütün ilkeleri Bir’de cisimleştirir. İmalatın ilk aşamasındaki kaba Merkür ile aynı şeyin nihai aşaması arasında kara kömür ile elmas arasında olduğu kadar fark vardır. Oysa Simyada Kusursuz Taş’ın kaba Merkür’den elde edilmesi gibi birinin diğerinden geldiğini bilinir. Ruhani olarak da Merkür, (yani Cıva’yı) tıpkı kadimler gibi “Tanrıların kadeh taşıyıcısı, elçisi” şeklinde görülür.”
“Kadim olan Satürn, Zaman’dır. Çocuklarını birbiri ardına yutan Satürn miti, Taş’ın yapımına dair başka bir hikâyedir. Bu efsaneye göre Jüpiter’i yutmak üzereyken karısı Rhea ona yemek diye bir Taş vermiş, Jüpiter kaçırılmış ve iki su perisi tarafından büyütülmüştür. Bu periler simya literatüründe sık sık adı geçen “Diana’nın iki kumrusu” dur. Bunlar iki sülfürün ruhani, işleyen ilkesini temsil ederler. Zenginlik ve iyi talihin tanrısı Jüpiter’in temsil ettiği taşı büyütmek, “beslemek” için ileri geri mekik dokurlar. Jüpiter kelimesi iyi anlamına gelen Ju, Lu kelimesinden gelir. Piter veya Petros ise “taş” demektir. O halde Jüpiter kelimesi “iyi taş” anlamına gelir.”
“Taş’ın yapımında Satürn Cıva Suyunu (Merkür Suyunu) içinde barındıran soğuk, nemli ilkeye karşılık gelir. Jüpiter ise sıcak, kuru ilke, yani Sülfür’dür. Bütün çalışma boyunca bu ilkelerden biri ötekine galip gelir, tıpkı insan hayatında olduğu gibi. Çünkü insan Taş’ın gelişmiş bir örneğinden başka bir şey değildir. O, Makro kozmos, Taş ise Mikro kozmos’tur. Bu ikisi arasındaki mucizevî bir benzerlik vardır. İşte Taş’ın insana böyle yakın olmasının ve onun bütün hastalıklarına iyi gelmesinin nedeni budur. Bu hazineyi ortaya çıkarmak isteyen ustalığın bütün şartlarını gönüllü olarak yerine getirmelidir.”
“Bu efsane, anlatılan basit bir tarihsel olay olmak dışında, içinde bir sır barındırmasaydı, kuşaktan kuşağa aktarılmaz, asırlar boyunca hafızalarda kalmazdı. Fakat asıl tuhaf olan kuşakta kuşağa aktarılan ve sonunda oturup yazılan bu hikâyenin anlamını kimsenin bilmemesine rağmen, ilgi çekmeye devam etmesidir. Bu tıpkı “Noel Baba” hikâyesine benzer. Bu hikâye de analiz edildiğinde, Süleyman’ın hikâyesinin başka bir çeşitlemesi olduğu görülür.”
“Bilgeler, hep bir ağızdan Tek Şey olduğunu ileri sürdükleri maddenin çeşitli biçimlerini ve hallerini ifade etmek için renkleri ve metalleri kullandıkları gibi gezegenleri de kullanırlar. Böylece maddeye Kara Hal’de iken Satürn denilir. Satürn, Kronos, yani Zaman’la aynı olduğu için bize ardında bir tahta bacak sürükleyen Zamanın Babası’nın sembolünü verirler. Bu sembolün her ayrıntısı süreç için önemlidir.”
“Başka bir meşhur yazar kara halinde bu Madde’ye “Kral’ın savaş arabası, antimoni der.” (Tarot Kartı). Ona böyle denmesinin nedeni çözeltiden sonra oluşan karalığın parlaklığıdır. Çünkü bu kişi bunun neye alamet olduğunu bilmektedir. Paracelsus cahil insanların çoğu zaman bir inekten daha pahalı taşları alıp attıklarını söyler. Bu kelimesi kelimesine doğrudur. Öyle ki simyacının bu sözü bizzat Sanat’ın bir anahtarı haline dönüşür.”
“Ars Manga: Büyük sanat anlamındadır. Kelime anlamı büyük sanat(ulu sanat) olup, simyada ulaşılan son noktaya (felsefe taşı yapabilme yeteneği) giden yolu ifade eder. Bu taş maddeyi altına çevirebilmekte ve bundan elde edilen iksir ile insan ölümsüzlüğe kavuşabilmektedir. Metallerdeki hastalığın, kirin yok edilip altının ortaya çıkarılması gibi, uzun bir süreçten sonra da insandaki tanrısal töz açığa çıkabilir ve kişi iyi için çalışabilir. Ars Magna, bu açıdan insan için de kullanılabilir, bu anlamı ile ezoterik inisiyasyonu da temsil etmektedir. Ars Magna ile insan tanrı ile birleşebilmekte, kendini maddeye bağlayan bağlardan kurtulabilmektedir. Simyada son noktaya giden yoldur. “
Bu taştan hakkını vererek bahseden Harry Potter gibi birçok kurguya esin kaynağı olmuş bir efsanedir felsefe taşı. “Simyacıların dünyasına özgüdür. Eski mısır ve orta doğuya dayanır temelleri. 8. yüzyılda Jabir İbn Hayyan adlı alkemist metal elementleri Aristotelesçi sınıflandırmaya göre değerlendirmiştir. Bu değerlendirmenin dört parametresi vardır (sıcaklık, soğukluk, ıslaklık, kuruluk). Her metal bunlara sahip olduğu oranda farklılaştığına göre, bu farklılaşmayı sağlamak bir metali başka bir metale dönüştürebilmek anlamına geliyordu simyacılar açısından. Buna arabuluculuk edecek olan madde de işte bir iksirdi; “felsefe taşı”nın tozundan elde edilmiş kırmızı bir pudra. İsviçreli simyacı Paracelsus yaklaşık 8 yüzyıl sonra bir tanım daha getirdi felsefe taşına: dört ana element olarak kabul edilen(ateş, hava, toprak, su) evreni oluşturan maddelerin kendisinden çıktığı bir töz.”
Bilindiği gibi taassup sadece din alanında değildir. Zamanımızda sıkça rastladığımız gibi çağdaş görünümlü dogmatikler taassubun babaları olmuşlardır. “Simya” bu çevrelerde yaygın biçimde, temelsiz boş inanç ya da en iyimser gözle kimya biliminin gelişmesinden önceki ilginç bir geçiş dönemi olarak görülmektedir. “Simyanın, Aquinos’lu Thomas, Isaac Newton, Robert Boyle gibi insanlarca da ciddiye alınmış olduğu ve simya ile Ortaçağ felsefesi ve dini arasında önemli bağlar bulunduğu çok az bilinir. Simyacı, altın üretmeye çalışan bir kimse olarak tanınmaktadır. Elbette bu işle uğraşan birçok kimse vardı. Fakat onlar kadar, yüksek düşünceli ve zeki başka insanlar da vardı ki, altın elde etmek için uyguladıkları kimyasal işlemler aslında simgeseldi ve amaçlanan sonuç altın elde etmek değil, ‘Filozof Taşı’nın keşfedilmesi idi. Onu araştırırken simyacı, maddenin içinde gizlenmiş olduğuna inandığı ruhu özgürleştirmek çabasındaydı ve böyle yaparak, bir bakıma ruh ile fiziksel gerçeklik arasındaki köprüyü kuruyordu.” Ruh, nefs ve madde; denildiği gibi nefs ruhun maddeye bakan yüzüdür. 15. yüzyılda bir yazar şöyle diyor: “Sadece felsefe taşını yapmayı bilen kişi onunla ilgili sözlerin anlamını bilir.”
“Ateş; tarih boyunca ilahi gücün sembolü görülmüştür. Herakleitos’a göre her şey ateşten gelmiştir ve ateşe dönecektir. Ateş dönüşüm aracıdır. Dolayısıyla diğer elementler arasında bir aracı görevi görür. Ateşin rengi kırmızıdır ve erkeklik unsuru içerir. Ateş ışık verdiği için aydınlığı simgeler. Ateş yakıcı olduğu için azap verici rolü de olmuştur. Yıkıcı ve tahrip edici yan da vardır. Dolayısıyla sembolik olarak arınmak ve aydınlanmak ile ifade edilen yüksek bir yanı olduğu gibi ayrıca ihtirasları, azabı ve yıkıcılığı simgeleyen aşağılık bir yanı da vardır. Yüksek unsurunu güneş simgeler ve aşağı unsurunu Mars gezegeni simgeler. Ayrıca insanın ilahi pırıltısını simgeler.
Su, ateşe zıttır. Dişi unsuru içerir. Yansıma gücünden dolayı kadimler onu bilgeliğin simgesi olarak görmüşlerdir. Diğer özellikleri soğukluk, gizlilik ve uykudur. Ateş şuuru ve su şuur altını simgeler. Ateş gündüzün hakimi Güneş’i içerir, su ise gecenin hakimi Ay’ı içerir. Su değişkendir ve etrafındaki tesirlerin özümseyerek sergiler. Dolayısıyla hayat verici de olabilir, zehirleyici de. Temizleyici de olabilir, kirletici de. Ancak saf hali ile sadece hayat verici ve arındırıcıdır.
Hava; ateş ve suyun unsurlarını içerir. Hava simgesi ortasından çizgi geçen eşit kenar üçgendir. Hava kendi başına bir elementtir ve nötr prensibi içerir. Hava hareketli ve incedir. Genel olarak zihni temsil eder ve mental âlemi simgeler.
Toprak; bazı görüşlere göre gerçek bir element değildir ve diğer üç elementin karışımından meydana gelmiştir. Ancak, tradisyona uygun olarak elementlere dâhil edilmektedir. Toprak maddi varlığın temelidir ve pratiktir. Toprak bereketi ve kazancı simgeler.”
“Simyacılar eski düşünceye bağlı kalarak Ateş, Toprak, Su, Hava olmak üzere dört elementin varlığını kabul etmişlerdir. Bu elementler bildiğimiz anlamlarından öte bazı özellikleri temsil etmektedirler. Simyaya göre görünen iki element, Toprak ve Su, içlerinde görünmeyen iki elementi de barındırmaktadırlar: Ateş ve Hava. Bunun dışında, bazı simyacılara göre beşinci bir element daha vardır ki bu da Ether’dir. Ether beden ile ruh arasında da aracılık görevi görmektedir. Simyada Platon döngüsü denilen kavrama göre elementler arasında sürekli bir de dönüşüm vardır. Ateş Havaya, Hava Suya, Su Toprağa ve Toprak Ateşe dönüşmekte olup bu döngü bu şekilde sürmektedir.”
Sunay Demircan bir makalesinde şöyle diyor: “Simyacılar Ateş, Toprak, Su, Hava olmak üzere dört elementin varlığını kabul etmişlerdir. Simyaya göre görünen iki element, Toprak ve Su, içlerinde görünmeyen iki elementi de barındırmaktadırlar: Ateş ve Hava. Bunun dışında, bazı simyacılara göre beşinci bir element daha vardır ki bu da Ether’dir. Ether beden ile ruh arasında da aracılık görevi görmektedir. Simyada Platon döngüsü denilen kavrama göre elementler arasında sürekli bir dönüşüm vardır. Ateş Havaya, Hava Suya, Su Toprağa ve Toprak Ateşe dönüşmekte olup bu döngü bu şekilde sürmektedir.” Hem “Su”, hem de “tuz”, her ezoterik öğreti içindeki semboller olarak sayılmıştır. En büyük dengenin simgesi olarak anılırlar. En iyi yakan (Hidrojen) ile en iyi yanan (Oksijen) bir araya gelip (Su) en iyi söndüren oluverirler. Veya tek başına maruz kaldığında zarar verecek olan Sodyum veya Klor, bir araya gelip Tuz; hayata bağlayan en önemli unsurlardan birisi oluverirler.”
“H2SO4; sülfürik asit, moleküllerinin dağılımı şöyledir: Ortada yeşilimsi sülfür (kükürt). Sol ve sağ üstte kükürte bağlanmış olan kırmızı toplar birer oksijen molekülü. Alt tarafta kükürte bağlı oksijenler. Bu oksijenlerin diğer bağları, görünen hidrojenleri tutmak için ayrılmıştır. Altı top bir araya gelince (kükürtün oksijenle yükseltilmesi sonucu) ortaya yağlı bir sıvı çıkar. Bu sıvıyı sülfirik asit olarak biliriz, ama asıl adı Vitriol’dür. Sümerlerden beri kullanıldığı bilinir vitriol’ün. Kimya sanayinin temelidir; Ne mi yapar? Arıtır. Mesela, petrolden istenmeyen maddeleri katran şeklinde ayrıştırır, ortaya özel benzinleri, gaz yağını çıkartır veya metallerin yüzeylerini temizler. Simyanın üç temel elementinden biri kükürt diğerleri tuz ve cıvadır. Kükürt=piramit, ateş, güneş, erkek, gönye. Tuz=küp, ay, toprak, nötr (cinsiyet), tesviye. Cıva=küre, Venüs, su, dişi, şakül. Düalitenin evliliği, kimyasal düğün budur.” Sunay Demircan Üstad şöyle diyor: “Solda dişil taraf, cıva, ay ve pelikan; sağda eril olan, güneş, kükürt, ateş kuşu Anka. İkilikten birliğe geçiş.” “O kuşun tek kalbi var, çift başlı kartal gibi. Çift başı ve iki yandaki farklı kanatlarına rağmen bir tek kalp.”
Hermes aklı-zekâyı ve onun özgürlüğünü sembolize eder. Simyada, civanın (Merkür’ün) tuz ve kükürt arasında üstlendiği bağdaştırıcılık rolü gibi Hermes’in de karşıtlıklar arası aracılık ve tamamlayıcılık işlevi vardır. “Simyada bir önemli ayrım da dişil/eril ya da dişi/erkek ayırımıdır. Bazı simyacılar İlk Çağdaki bir düşünceyi savunmuşlar ve Tanrı’nın yaradılıştan önce hermafrodit olduğunu ve yaradılışla birlikle erkek ve dişi olarak ayrıldığını iddia etmişlerdir. Buna göre Güneş eril, dünya dişildir. Aslında dişil özellik en çok Ay ile kendini belli etmektedir.”
Simyadaki bir başka düalite de makro kozmos – mikro kozmostur. Bu ikisi arasındaki benzerlik de daha önce gördüğümüz gibi ifadesini zümrüt tabletlerde bulmuştur. Bir başka görüş de insanın doğuşunun evrenin doğuşuna benzediği yönündedir. Simyadaki bir önemli kavram da düalitenin yanında üçlemedir. Ünlü simyacılardan Robert Fludd “Üç dünya vardır: arketipler dünyası, makro kozmos ve mikro kozmos; yani, Tanrı, Doğa ve İnsan. ” demektedir.
“Bu üçleme elementlerde de karşımıza çıkmaktadır. Nasıl Tanrı’da bir üçleme var ise insanda da ruh, can, beden olarak üçleme vardır. Bunun elementler dünyasına yansıması ise, Kükürt, Tuz ve Cıva şeklindedir. Burada anlaşılması gereken bildiğimiz anlamda kükürt, cıva ve tuz olmamakta, ancak bunların temsil ettiği prensipler olmaktadır. Aslında kükürt ve cıva iki karşıt prensip olup aralarında tuz ortayı temsil etmektedir. Kükürt aktif olanı temsil etmekte olup erildir. Cıva ise tam tersi olarak pasif olanı temsil etmekte olup dişildir. Tuz ise ikisini arasında bir bileşim olup, gövdeyle ruhun bağlanması gibi bağlayıcı bir görev yapmaktadır.”
“Simyanın pratiğine de baktığımızda ezoterik yön açığa çıkmaktadır. Bu aşamalar aslında adayın inisiyasyon yolunda kat ettiği mesafedir. Birinci aşamada haricinin içeriye alındığı tefekkür hücresi siyahtır. Tıpkı simyadaki kara yapıt gibi. Harici burada yeni bir hayata girmektedir. Harici hamdır, rafine edilmemiştir, yontulmamıştır. İçeriye alındığı andan itibaren çürüme başlamıştır. Değişim başlamıştır. Maddenin özü ölmektedir. İkinci aşamada Nur’a kavuşmaktadır. Bu simyadaki beyazdır. Değersiz bir metal altın olma sürecine girmiştir. Yani saflaştırma başlamıştır. Yer altı dünyası denilen kendi benliği içerisinde yol almakta ve kendini tanımaktadır. Tüm boş inançlardan ve bağnazlıklardan uzaklaşmıştır. Özündeki kötülükleri ve iyilikleri ortaya çıkarmaktadır. Bencillikten uzaklaşmaya başlamıştır. Öldürülen maddenin yerine, yeni bir elementin katılması söz konusudur. Madde, yeni kimliğini kazanmaya hazırdır. Üçüncü aşama felsefe taşının ele geçirilerek kırmızı yapıta ulaşılmasıdır.”
Simyacı için amaç felsefe taşını elde etmektir. Ancak bunu elde edebilmesi uzun ve zahmetli bir iştir. Simyacı uzun proseslerden geçireceği “İlk Madde”sini dikkatli seçmek zorundadır. Latince “Materia Prima” diye adlandırılan ilk madde çalışmanın başarıya ulaşabilmesi için çok büyük önem taşımaktadır. Pratik simyada genelde uçucu ve hareketli olarak cıvaya karşılık gelen ilk madde, ezoterik olarak da çırağı, inisiyasyona alınacak, mükemmel olmayan, kişiyi temsil etmektedir.
V.I.T.R.I.O.L. ile anlatılan “Dünyanın derinliklerini ziyaret et gizli taşı bulacaksın” cümlesi aslında insanın Tanrı’yı, tanrısal olanı kendi içinde bulacağı anlamına da gelmektedir. Bu ifadenin ezoterik açılımı ise, her insanın Hakikatin Nurunu, diğer bir deyişle Tanrıyı kendi içinde bulacağı şeklindedir. Tanrı-İnsan-Evren üçlemesi özdeştir. İnsanın ölmesi, bu bilginin yok olmasına neden olamaz. Ruhun ölmezliği gibi, bilginin de ölmezliği kesindir.
“Visita Interiora Terrae: Toprağın içine kıvrıl, içine seyahat et. Rectificando: Onu rafine et, yüksek ısılarda kaynat Onun içindeki diğer malzemeleri ayrıştır. Invenies: Bulmak. Onu bul. Occultum: gizem, yani gizemli. Lapidem: Taş, ama felsefe taşı. Invenies Occultum Lapidem: O gizemli taşı bul.” “Toprakta içe dönerek gizemli taşı bul, onu rektifiye et; arındır. Hermetik döneme baktığımızda bir kavram var: lapidem; felsefe taşı. İçe dön, içe yöneliş. Varlığın kendi içindeki bir şeyi bulup çıkartmaktan söz ediyor, olmayan bir şeyi yap demiyor, icat et demiyor bu öneri. Kendi toprağında (varlığında, benliğinde) öyle bir şey var ki onu bulup ortaya çıkarttığın zaman, Aranan o’dur diyor.”
Metin Bobaroğlu şöyle diyor: “Bazı ezoterik kadim yollar “Kaybolmuş kelimeyi bul,” diyorlar. Bakıyorsun, V.I.T.R.I.O.L. içinde kaybolmuş kelime hangisi? Taştı. Kaybolmuş kelimeyi bulduk, lapidem’miş. Ne yapacağım onu? Ham bir taş bu, toprağın içinde ham durumda. Al onu. Mermer parçası örneğin; al ve onu rektifiye et. Mermeri diğer parçalardan ayır, saf mermer hâline getir. Getirdim, tamam mı? Hayır. Kaybolmuş kelimeyi şimdi bunun içinde bul. Nasıl bulacağım? Mermeri bulduk, saflaştırdık. Gizli diyordu; okült. Bu o kadar gizli değil, bildiğin taş bu. O zaman bu taşın olanaklarını bul, çıkart. Gizli olan budur. Bu mermer nelere olanaklıdır? Kolaylaştırıcı bir örnekle anlatayım: Mesela bir piyano. Bir piyano koyuyorlar önümüze; mermer yerine piyano. Diyorlar ki: “Bu piyanonun içindeki gizemi bul çıkart.” Başlıyor şimdi sanatçılarımız. Bu fena değil galiba; koyuyor bir tarafa, bir beste. Yine arıyor, arıyor, arıyor. Bu daha iyi galiba! Eğer oysa yapmaz bir daha, ha bire arıyor. Çıkartıp bir daha yapıyor, çıkartıp bir daha yapıyor, ha bire piyanonun içindeki olanakları çıkartıyor, koyuyor bu muydu acaba diye. Fena da değil ama hayır. Bir daha arıyor, ha bire arıyor… İşte, mermerin içindeki bütün olanakları çıkartmak da heykeltıraşın işidir. Dolayısıyla, bitmeyen bir arayıştan söz ediyoruz. Kaybolmuş kelime sürekli aranıyor ama hiç bulunamıyor. Hiç bulunamadığı için, bu arayış sürekli üretim, sürekli gelişim, sürekli insanın potansiyellerinin keşfi demek. Dışarıda bu piyano da olabilir, resim de olabilir, heykel de olabilir. Yaptığımız bütün bu üretim arasında kendi olanaklarımızı, bu taşın yani kendimizin olanaklarını deniyoruz. Bunda ne var, ne yapabilir? Bütün tarihe baktığımızda şaşırtıcı şeyler yapmış, bitmiyor, daha neler var interiora terrae? Bu rectificando bitmez bir senfoni!” “Felsefe taşı denilen bu taş Simyacılardan başlayarak tüm okült sistemlerin hedefinin sembol taşı olmuş ve VITRIOL sembolü ile insiyasyona hedef gösterilmiştir, inisiyasyon sürecinin kaba bir taşın kübik bir taşa dönüşümü olarak sembolize edilmesinde olduğu gibi, zümrüt tabletin de mükemmel bir insana dönüşmüş inisiyeyi sembolize etmesidir.”
Jung’a göre Anka’nın hikâyesi “Kendi”nin keşfine giden yoldur. “”Simyacı” adlı eserde “kendinin efendisi olmak” bilinci anlatılır. Simyacı şöyle der: “Yolculuk bir öğrenme yöntemidir. Bilmemiz gerekenleri bize o öğretir.” Saklı hazineyi arayan gezgin, büyük sınavlardan geçip engeller aşarak kendi benliğine ulaşır, şuuruna kavuşur ve sonunda “kendi hazinesi”ni bulur. Anlar ki, keşfedilecek ülke, insanın kendisidir.” Zümrüd-ü Anka, insanın yenilenme sürecine tekabül eden simyasal dönüşümün başarılmasının sembolüdür. “Akıl, yolu keşfederken kalp ise anahtarı bulmak için akla yardım eder” denir.
“V.I.T.R.I.O.L. simya terimi de aynı adresi gösterir. Aşağıya doğru dikey bir harekettir. Dönüş, tamamlanış ile birlikte yine dikey olarak yüzeyedir. Kendini yeniden doğurup dönebilen, kendi anima/animus’sundan kendisi doğabilen, toprağın derinliklerinde ana tanrıçanın, toprak ana’nın rahminden tekrar doğup tamamlanabilen için dikey yolculuk çok önemlidir. Birçokları inmekten çekinir, karşılaştığına sırtını döner, kendi ile objektif yüzleşmez, döndüğünde aynadaki suretine yalan söyler. Simyacının farkı buradadır. O, hem bilinç hem de bilinçdışı dünyasının ustası olmuştur. O sembolik mağaradan, cehennemden, Gayya kuyusundan, sınavdan bir sembol olarak çıkar.”
“Simyada “İlk madde”yi elde etmek, tüm madenlerin türediği cevheri elde etmek değil, ruhsal varlığın ilk halini, yani maddi dünyada doğmadan önceki saf şuur halini elde etmek anlamına gelir. Ruhun maddeye bakan yüzü “Nefs” nefis eylenir. Aranan Felsefe Taşı, ötede değil, bizzat insanın içinde, gönlündedir. Felsefe taşı mutlak olana, tanrısal öze kavuşturan bilinç anlamını kazanmaktadır. Öyleyse kendi içindeki Tanrısal özü bulmak isteyen kişi, tıpkı maddenin saflaştırılması gibi, kendi içine dönerek kendini saflaştırmalı ve gizli olan, içindeki Felsefe Taşına ulaşmalıdır.” Yaşarken kendinden doğuştur. “Konu cennete gitmek değil, konu olduğun yeri cennete çevirmektir.” diyor Rengin Sakaoğlu.
Bu felsefe taşı, Hakikatten başka bir şey değildir. İlahi Hakikatin içinde yer aldığı insanın saf ruhuna ulaşılması maksadıyla, Büyük Eser, durmadan yenilenen gayretlerle, araştırmacının bizzat kendisi üzerinde icra edilir. Burada artık alamet-i farika bizzat felsefe taşını arayandır.
“Anka’da ruh gelişim sürecini tamamlar. Zümrüd-ü Anka aynı zamanda kendi mezarı olan yuvasını yapar ve onu yakarak kendini küle çevirir. Fakat yenilenerek küllerinden dirilir. O kendi varlığını öyle bütünselleştirmiştir ki artık varlığının temeli olarak fiziksel bedenine bağlı değildir. O artık ruhani olanın eminliğindedir, bu anlamda o Ruhani Benlik’e, Felsefe Taşı’na ulaşmıştır.”
“Hayranlıkla bakılmamak bir Anka kuşu için büyük zulümdür” denmiştir. Anka “karar ver” der. Yeni bir insanlık, uygarlık, yeni bir ben için baştan başlamak yeniden doğmaktır. Bireyin değişim ve dönüşüm sürecidir. Kendini aramak için yola düşmek, sembolik dağa tırmanmaktır. Dağ gökle yerin karşılaşması yani Kaf Dağı’dır. Anka, felsefe taşının kalbinde yer alır. Tinsel değişimin simgesidir. “Ruhun bilinç düzeyine yükselme sürecini anlatmak için İran simgeciliği Kaf Dağı simgesini kullanır. Dağın doruğu insan ruhunun en yüce merkezi olarak kabul edilir. Kaf dağının doruğunda gökleri yeşile dönüştüren zümrütten bir kaya bulunur. Kutsal ruh burada oturur. Zümrüt evrensel tinin simgesidir.”
Felsefe taşı aydınlanmanın sembolüdür. Sembolik felsefe taşı da bir anlamda kendi kendini yargılama, vicdani hesaplaşma yani sembolik olarak cehenneme iniş ve yaşarken ikinci doğuştur. Kendini tanıma, bulduğu felsefe taşını yontmadır. Kendini biliş, Zıtlıklardan tamamlayıcılığa yani denge yolunda iyi, doğru ve güzele gidiştir. Kendini tam anlamıyla bilen kişi, kendi vicdanında Tanrı’nın tecelli ettiğini idrak edecektir. İşte aranan Felsefe Taşı O’dur.
Kimi araştırmacılara göre ise Kutsal kâse de meşhur “Felsefe Taşı”dır.
“Altın Üçgen, felsefe taşını ve V.İ.T.R.İ.O.L.’u çağrıştırır. Felsefe taşını bulmak için nasıl yerin altına giriliyorsa, Altın Üçgen’de kuyudan, yani yerin altından çıkarılmıştır. Buradaki yerin altı, kuyu gibi ifadeler, insanın içini, ruh dünyasını, sırlarını sembolize eder. Bunlar bizi hep kendi özümüzü bulmaya götürür. O halde tekâmül için Altın Üçgen’in sırlarının da araştırılması gerekir. Örneğin üçgenin uçları; Beden-Ruh-Öz şeklinde düşünülebilir. Bedenden ruhumuza, oradan da özümüze yani gerçek kimliğimize ulaşırız. Felsefe Taşı belki de Cern tarafından şu anda servet gibi bir bütçeyle araştırılan Dan Brown’ın da romanlarında sıklıkla yer verdiği anti maddenin bir önsezisi de olabilir.”
Felsefe taşımız tabanı Ben’i temsil eden piramidin tepe noktasıdır. “Ben ben” taşıdır. Eski Mısır’da Kutsal Atum Sütunun üzerinde de “Ben Ben” taşı vardır. Kozmik kökenli bir taştır. Kâbe’deki siyah taşa benzer olduğu da düşünülmüştür. Anka Tapınağında durmaktadır bu taş ve sütun. Osiris’in ruhu Anka ile özdeşleştiği için “Ben Ben” taşı onun tohumunu ifade eder ve İsis’in rahminde Horus’u yaratan gücü simgelemektedir. Ben daima “O” tarafından kendine çekilir, bu yüzden saat yönünde tavaf tüm geleneklerde vardır. Bilinçaltında da aynı kural mevcuttur, merkezi O’dur.
Sfenks, canlıların oluşturduğu âlemlerin birliği içindeki doğanın, yani dünyasal İsis’in ta kendisidir. İsis, bilge insanın Büyük Çalışmasının, Felsefe Taşının, Hayat İksirinin imgesidir. Dünyanın bakiresi iki sütun arasında ya da üzerinde resmedilir. Akıl ve sezgi (mikro ve makro kozmos) gösteren bu sütunlar doğanın doğurganlığa kutuplar yoluyla ulaşması gerçeğini sembolize eder. İsis bilgeliğin kişiselleşmesi olarak zıtlar sütunlarının ortasında durur ve bize kavrayışın her zaman denge noktasında bulunduğunu, hakikatin görünürde birbirine karşı ikili yapının ortasında çarmıha gerildiğini gösterir.
Felsefe Taşını arayışta olan yolcuyu, insana ait hiçbir şey şaşırtmamalıdır; ego gerile gerile kumanda koltuğuna kurulmuşken nefs “nefis” eylenemez. Kavgadan beslenenler, riyakârlar, tamahkârlar, para-mevkii delisi olanlar, toleranssız saygısızlar, kıskançlık ve hasedin egemen olduğu, salt ego kontrolüne teslim olan olgunlaşamamış insanlar sayıca çokçadır. Hikmet Nahas Keskineğe’nin dediği gibi: “Önemli olan, her insanda aynı şekilde çalışan egonun emirlerini süzgeçten geçirip, onu frenleyen süper egoyu daha aktif hale getirmektir. Süper egonun geliştiği yer beynin alın (frontal) lobudur. Bu lob aynı zamanda medeniyet lobu olarak da bilinir. Alın lobunu geliştirebilmiş insanlar da benim alnım açık diyebilen insanlardır.”
Bilgeliğin yolu “Altın orta yol” dur. Bu yol tüm kadim kültür ve toplumlarda tavsiye edilen, aşırılıkların uyarıldığı, o meşhur “orta yol”dur. Sağduyunun, ölçülü olmanın, soğukkanlılığın, hoşgörünün, dikkatle merdivenleri çıkmanın ve inmenin yoludur. Ölçülü olmak duygu, düşünce ve davranışlarda dengeli ve kontrollü olarak yaşama hâlidir. Kadim ezoterik öğretilerin hiçbiri aşırılıktan yana değildir. Değişim içten dışa doğrudur. Mikro ve makro-kozmos, İç ve Dış Dünyalar arasındaki mistik evliliği de simgeler Felsefe Taşı ve içimizde “Mistik Evlilik” inisiye edilir. Bizim kalınlaşan, katılaşan ve maddileşen peçemizi aşıp geçmemizi sağlar Bütün’e ezoterik bakış.
“Sonluda karşıt bulunanlar, sonsuzda birliğe ulaşırlar. O asli cevheri bulmuştur, simyadaki “Materia Prima”’yı. Ruhunu arayan insanın macerasıdır bu, Jung’un deyimi ile. Yeni bir kimliğe bürünmeyle devam eder yolculuk. Çalışma sadece okuyarak değil, yaşayarak, hissederek içimizde yapacağımız derin düşünce yolculukları ile olacaktır. Düşünme üzerine düşünme tefekkürdür. Kuyulardan, basamaklardan geçerek derinliklere inilir. İç dünyasını tamamen keşfeden yani egosunun sembolik metallerden arındıran ve gölgenin baskısından kurtulan Ben, diğer parçaları olan İkiz, anima/animus ile diyaloga girebilecektir. Felsefi düğün, kimyasal düğün işte burada bu bütünleşmededir.”
Kahraman’ın Yolculuğunda “kayıp hazine” bir türlü bulunmaz, bulundu zannedildiğinde yeni bir maceranın kapıları açılır zira arayış hiç bitmez ve bu da sürekli üretimi, sürekli çabayı, sürekli iyi, doğru ve güzele yönelimi destekler. Bu yüzden yolculuk başlangıçsızlıktan sonsuzluğa doğru bitmek bilmeyen bir senfonidir… Kahramanın peşinde olduğu hazine kendisidir ve buldukça da beğenmeyecek daha iyisi için çalışmaya devam edecektir.
Felsefe taşını arayan kişi hem dönüşüm, hem dönüştüren, hem de dönüşendir. Simyacı için gerçek simya insanın iç doğasındadır. “Felsefe taşı, evrenin temel sırlarını keşfetmek, metalleri altına çevirmek sıradanlığı yerine ölümü yaşama dönüştürmek, ruhu arındırmak ve daha yüksek bir bilince ulaşabilmek için içimizde arayıp bulmamız gereken akıl taşıdır, hayat taşıdır… Bilgelik yolunda ilerleyebilmenin anahtarıdır.”