PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Kıssadan Hisseler...



zAMBakk
21.Eylül.2018, 09:58
Dudu Kuşu


Adam tüccarmış. Hind’e, Sind’e gider ve oradan getirdiği ipekleri Anadolu’da satarmış.

Bir gün yine Hind’e gidecek olmuş. Yol hazırlığını yapmış ve ev halkıyla helalleşmeye başlamış,yola çıkacak. Hane halkının tamamıyla helalleşmiş.

Hikaye bu ya, adamın bir de dudu kuşu varmış kafeste. Konuşurmuş dudu kuşu.


Adam, ailesiyle helalleşip de yola çıkmak üzereyken, duvarda asılı kafesin içindekini fark etmiş. Hemen kuşun yanına koşup onunla da helalleşmek istemiş. Dudu kuşunun yanına yaklaşmış ve “Dudu kuşum, hakkını helal et, ben gidiyorum.

Belki gelirim belki gelemem. Var mı oralardan bir isteğin?” demiş.

Dudu kuşu da “Hakkım helal olsun. Benim senden bir isteğim var. Hindistan’a ulaşıp işini bitirdiğinde,Dehla şehri yakınlarındaki ormana git. Orada benim kardeşlerim var. Onlara benden selam söyle.

Eğer selamımı alırlarsa onlara, bana iletmek istedikleri bir mesajları olup olmadığını sor.
Mesajları varsa bana ulaştır. Senden, başka bir isteğim yok.”der.

Adam, Hind’e varır. Ticari işlerini tamamlar. Döneceği sırada aklına dudu kuşunun isteği gelir ve o şehre yönelir. Şehri ve ormanı bulur. Ormana girdiğinde gözlerine inanamaz. Binlerce, belki de milyonlarca dudu kuşu, ağaçtan ağaca uçmakta, şarkılar söylemektedir.

Adam ortada bir yerde duru ve bağırır: Ey dudu kuşları! Beni dinleyin bir dakika! Ben Anadolu’dan geliyorum ve benim de sizler gibi bir dudu kuşum var. Onu çok seviyorum.O kardeşinizin sizlere selamını getirdim.

Bunun üzerine bütün dudu kuşları hep bir ağızdan “Aleykümselam” derler.

Adam “Ona iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı?” der.

Der fakat dediğine diyeceğine pişman olur. Çünkü adamın öyle demesiyle birlikte tüm dudu kuşları ölür ve yere serilirler. Tüccar, neye uğradığını anlayamadan etrafına şaşkın şaşkın bakmaktadır.Hüzünlü bir şekilde ormanı terk ederek yurduna döner. Eve gelir.

Aile halkı onu güler yüzle karşılar. Onlara aldığı hediyeleri takdim eder. Fakat dudu kuşunun karşısına nasıl varacağını bir türlü hesap edemez. Kuşu üzmek istememektedir. Ancak dudu kuşu olanları sezmiştir.

Adam kafesin yanından geçerken “Ne oldu?” diye sorar kuşcağız.

Adam üzgün bir şekilde olanları anlatır. Ne kadar acı çektiğini pişman olduğunu söyler.

Dudu kuşu ise “Sen hiç üzülme, ben her şeyi anladım. Sana teşekkür ederim” der.

Tüccar, odasına girer ve istirahate çekilir. Ertesi sabah uyandığında bir de bakar ki, kafeste dudu kuşu görünmüyor. Hemen koşar ve kafesin içine bakar. Dudu kuşu ölmüş ve kafesin dibinde yatmaktadır.Ne kadar üzülse de artık yapacak bir şey yoktur. Dudu kuşunun cesedini avuçlarına alır ve çocuklar uyanmadan atayım da onlar bu manzarayı görüp üzülmesin bari diye pencereye yönelir. Pencereyi açıp dudu kuşunun cansız bedenini dışarıya fırlatır.

Fakat o da ne? Dışarıya fırlatılan dudu kuşu canlanır ve uçmaya başlar. Adam şaşırmıştır. Feryad etmeye başlar, “Ah dudu kuşum, ben sana ne yaptım. Ne kötülüğümü gördün de benden kurtulmak için bu oyunu oynadın bana” diye haykırır.

Dudu kuşu adama yaklaşır ve şöyle der: Sen bana bir şey yapmadın. Fakat Hindistan’daki kardeşlerimden bana getirdiğin mesajdan ben şunu anladım: Yaşamak İçin Ölmek Gerek…

MEVLANA CELALEDDİN RUMİ – Mesnevi-i şerif- (1259-1268 yılları arası)

zAMBakk
21.Eylül.2018, 10:04
Dua


Bir yolcu gemisi yolculuk esnasında kopan bir fırtınada batar ve içindekilerden sadece iki adam küçük ve ıssız bir adaya yüzmeyi başarırlar. Ne yapacaklarını bilemeyen bu iki kazazede Tanrı’ya yalvarmaktan başka çarelerinin olmadığına karar verirler. Fakat kimin duasının daha güçlü olduğunu anlamak için adayı ikiye bölmeye karar verirler ve adada karşılıklı olarak yaşamaya başlarlar.

İlk diledikleri şey yiyecektir. Ertesi sabah, birinci adam kendi tarafında dalları meyve dolu bir ağaç bulur ve ağacın meyvelerinden yer. Diğer adamın alanı ise hala çoraktır!

Bir hafta sonra, birinci adam yalnız olduğu için kendisine bir eş diler. Ertesi gün bir kadın yüzerek birinci adamın tarafına gelir. Diğer tarafta yine hiçbir şey yoktur!

Hemen sonra birinci adam bir ev, giysiler ve daha fazla yiyecek diler. Sihirli bir değnek değmişçesine tüm istedikleri kendisine verilir. Fakat ikinci adam hala hiçbir şeye sahip olamamıştır!

En sonunda birinci adam bir gemi diler böylece karısıyla birlikte adayı terk edebilecektir. Sabahleyin kendi tarafına demirlenmiş bir gemi bulur. Birinci adam karısıyla birlikte gemiye biner ve ikinci adamı adada bırakmaya karar verir. Onun hiç bir dileği gerçekleşmediği için Tanrı’nın nimetlerine layık biri olmadığını düşünür.

Gemi kalkmak üzereyken birinci adam cennetten yankılanan bir ses duyar,“Neden arkadaşını adada bırakıyorsun?”

“Bana gönderilen nimetler sadece bana aittir çünkü onlar için ben dua ettim” diye cevap verir birinci adam. “Onun duaları kabul edilmedi o yüzden o hiçbir şeyi hak etmiyor.”

“Yanılıyorsun!” diye azarlar ses birinci adamı. “Onun sadece tek bir dileği vardı ve kabul ettim.Eğer etmeseydim sen gönderdiğim nimetlerin hiç birine sahip olamazdın.”

“Allah’ım ne olur söyle bana” dedi birinci adam, “Ne diledi de ona minnettar olmam gerekiyor?”

“Senin tüm dileklerinin gerçek olmasını diledi.”

zAMBakk
21.Eylül.2018, 10:11
Lokman Hekim’in Oğluna Öğütleri


– Ulemanın yanında dilini koru !
– Eyliya'nın yanında gönlünü koru !
– Namazdayken kalbini koru !
– Yemekteyken mideni koru !
– Başkasının evinde gözünü koru !
– Halkın arasında dilini koru !
– İki şeyi unutma :
– ALLAH’ı ve Ölümü
– İki şeyi unut :Başkasına yaptığın iyiliği, başkasının sana yaptığı kötülüğü !


Hazret-i Lokman ilim ve hikmetiyle dillere destan bir zattır. Bunun içindir ki, kendisine Lokman Hakîm, denmiştir. Hz. Lokman, ismi Kur’ân’da da geçen, peygamber veya veli olduğu hakkında kesin bir bilgi bulunmayan bir mânâ büyüğüdür. İslâm tarihinde Hazret-i Lokman’ın hikmetli sözleri, vecizeleri, öğütleri ve tavsiyeleri meşhurdur.Hafs bin Ömer’in rivayetine göre, Hz. Lokman yanına bir torba hardal tanesi koyarak oğluna öğüt vermeye başlar. Her öğüt verdikçe torbadan bir hardal çıkarır. Sonunda torbadaki hardal tükenir ve oğluna da şöyle der:

“Ey oğul, sana o kadar öğüt verdim ki, şayet bu öğütler bir dağa verilseydi, dağ yarılırdı.”

Lokman Aleyhisselâmın hikmetli sözlerinin asıl kaynağı Kur’ân-ı Kerimdir. O halde Kur’ân-ı Kerimde yer alan bu öğütler tefsirlerde de genişçe bulunur. Cenab-ı Hak, Hazret-i Lokman’ın dilinden bu sözleri şu âyetlerle (meâlen) beyan buyurur:

“Hani Lukman oğluna, ona öğüt verirken dedi ki:

“Ey oğulcuğum! Esmâ’sıyla hakikatin olan Allah’a (benliğini-bedenini tanrı edinerek) şirk koşma!

Kesinlikle şirk çok büyük bir zulümdür!”

zAMBakk
21.Eylül.2018, 10:15
Gül Yaprağı !…


Uzakdoğu’da bir budist tapınağı, bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu.

Burada geçerli olan incelik; anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti.

Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi.

Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden kapıda herhangi bir tokmak, çan veya zil yoktu.

Bir süre sonra kapı açıldı, içerdeki budist, kapıda duran yabancıya baktı.

Bir selamlaşmadan sonra söz’süz konuşmaları başladı.

Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu.

Budist bir süre kayboldu, sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı.

Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz demekti.

Yabancı tapınağın bahçesine döndü, aldığı bir gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne bıraktı.

Gül yaprağı suyun üstünde yüzüyordu ve su taşmamıştı.

İçerideki budist saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı.

Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı.

zAMBakk
21.Eylül.2018, 10:21
https://img-s1.onedio.com/id-55e833cddd4d6a490a799c76/rev-0/w-635/listing/f-jpg-webp/s-847a13bbf6b6efbe9eb453ae62cafab77ba4039a.webp

Kelebek !...


Bir gün, kırlarda gezintiye çıkan bir adam, kenara oturduğu otlardan birinin dalında, küçük bir kozanın varlığını fark etti. Koza ha açıldı ha açılacak gibiydi.

Adam, bunun bir kelebek kozası olduğunu tahmin ediyordu. Böyle bir firsat bir daha ele geçmez diye düşündü; ve bir kelebeğin dünya yüzü gördüğü ilk dakikalara şahit olmak istedi.

Dakikalar dakikaları kovaladı, saatler geçmeye başladı, ama henüz kelebeğin küçük bedeni o delikten çıkmadı. Sanki, kelebeğin dışarı çıkmak için çaba harcamaktan vazgeçmiş olabileceğini düşündü.

Sanki kelebek elinden gelen her şeyi yapmış da, artık yapabileceği bir sey kalmamış gibi geldi ona. Bu yüzden, kelebeğe yardımcı olmaya karar verdi: cebindeki küçük çakıyı çıkarıp kozadaki deliği bir cerrah titizliğiyle büyütmeye başladı.

Böylece, bir-iki dakika içinde kelebek kolayca dışarı çıkıverdi. Fakat bedeni kuru ve küçücük, kanatları buruş buruştu. Adam kelebeği izlemeye devam etti; çünkü kanatlarının her an açılıp genişleyeceğini ve narin bedenini taşıyacak kadar güçleneceğini umuyordu.

Ama bunlardan hiçbiri olmadı. Kelebek, hayatının geri kalanını, kurumuş bir beden ve buruşmuş kanatlarla yerde sürünerek geçirdi. Ne kadar denese de, asla uçamadı.

Adamın bütün iyi niyetine ve yardımseverliğine rağmen anlayamadığı şey , kozanın kısıtlayıcılığının ve buna karşılık kelebeğin daracık bir delikten dışarı çıkmak için gereken çabanın, Allah’in kelebeğin bedenindeki sıvıyı onun kanatlarına göndermek ve bu sayede kozanın kısıtlayıcılığından kurtulduğu anda onun uçmasını sağlamak için seçtiği bir yol olduğuydu.

Bu gerçeği öğrendiğinde, hayat boyu unutamayacağı bir şey de öğrenmişti:
Bazen, hayatta tam olarak ihtiyaç duyduğumuz şey, çabalardır. Eğer Allah, hayatta herhangi bir çaba olmadan ilerlememize izin verseydi, o zaman, bir anlamda sakat kalırdık. Olabileceğimiz kadar güçlenemezdik o zaman. Ve asla uçamazdık..

zAMBakk
21.Eylül.2018, 10:28
Kavak Ağacı ile Kabak


Ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş bir hızla büyümüş ve neredeyse kavak ağacı ile aynı boya gelmiş. Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa:

-Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç?
-On yılda, demiş kavak.
-On yılda mı? Diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak.
-Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak!
-Doğru, demiş kavak.

Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları başladığında kabak üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış. Sormuş endişeyle kavağa:

-Neler oluyor bana ağaç?
-Ölüyorsun, demiş kavak.
-Niçin?
-Benim on yılda geldiğim yere, iki ayda gelmeye çalıştığın için.

Ders: Çalışmadan emek harcamadan gelinen nokta başarı sayılmaz. Kolay kazanılan, kolay kaybedilir. Her işte alın teri ve emek şarttır.

zAMBakk
21.Eylül.2018, 10:34
İyi ve Kötü


Leonardo da Vinci “Son Akşam Yemeği” isimli resmini yapmayı düşündüğünde büyük bir güçlükle karşılaştı…

İyi’yi İsa‘nın bedeninde, Kötü’yü de İsa’nın arkadaşı olan ve son akşam yemeğinde ona ihanet etmeye karar veren Yahuda’nın bedeninde tasvir etmek zorundaydı…

Resmi yarım bırakarak bu iki kişiye model olarak kullanabileceği birilerini aramaya başladı. Bir gün bir koronun verdiği konser sırasında, korodakilerden birinin İsa tasvirine çok uyduğunu fark etti.

Onu poz vermesi için atölyesine davet etti, sayısız taslak ve eskiz çizdi.

Aradan 3 yıl geçti. “Son Akşam Yemeği” neredeyse tamamlanmıştı, ancak Leonardo da Vinci henüz Yahuda için kullanacağı modeli bulamamıştı….

Leonardo’nun çalıştığı kilisenin kardinali, resmi bir an önce bitirmesi için ressamı sıkıştırmaya başladı.

Günlerce aradıktan sonra Leonardo vaktinden önce yaşlanmış genç bir adam buldu. Paçavralar içindeki bu adam sarhoşluktan kendinden geçmiş bir durumda kaldırım kenarına yığılmıştı.

Leonardo yardımcılarına adamı güçlükle de olsa kiliseye taşımalarını söyledi çünkü artık taslak çizecek zamanı kalmamıştı.

Kiliseye varınca yardımcılar adamı ayağa diktiler. Zavallı, başına gelenleri anlamamıştı. Leonardo adamın yüzünde görülen inançsızlığı, günahı, bencilliği resme geçiriyordu. Leonardo işini bitirdiğinde, o zamana kadar sarhoşluğun etkisinden kurtulmuş olan berduş gözlerini açtı ve bu harika duvar resmini gördü.

Şaşkınlık ve hüzün dolu bir sesle şöyle dedi:
“Ben bu resmi daha önce gördüm” …”Ne zaman?’ diye sordu.

Leonardo da Vinci, o da şaşırmıştı. “Üç yıl önce” dedi adam..
“Elimde avucumda olanı kaybetmeden önce. O sıralarda bir koroda şarkı söylüyordum, pek çok hayalim vardı, bir ressam beni İsa’nın yüzü için modellik yapmak üzere davet etmişti…

“İyi ve Kötü “nün yüzü aynıdır…Her şey insanın yoluna ne zaman çıktığına bağlıdır…

zAMBakk
21.Eylül.2018, 10:38
Yılanla Dost Olunmaz


Eski bir hikâye ama hatırlamakta yarar var;

Zamanın birinde bir oduncu, ormanda odun keserken çalı arasında bir yılana rastlamış. Elindeki baltayı kaldırıp yılanın başını vurmak üzereyken bir an göz göze gelmiş. Yaratana olan aşkı “yılan bile olsa” yaratılana yansımış ve yılanı vurmaya kıyamamış.

Yılan da duygulanmış, dile gelmiş. “Ey insanoğlu, sen bana kıyamadın, ben de sana bir iyilik edeceğim“demiş. Bir kör kuyuya dalmış ve kaybolmuş. Biraz sonra ağzında bir altın lira ile dönmüş ve oduncuya uzatmış. “Bundan böyle ömür boyu sana her gün bir altın lira vereceğim.”

Oduncu altını bozdurmuş ve evinde o gün şenlik olmuş. Hiç kimseye olan biteni anlatmamış, ailesi dâhil. Herkes sadece oduncunun çok çalıştığı için durumunun düzeldiğini zannetmiş. Yıllar boyu her gün o kör kuyunun başına gitmiş, yılan ile buluşmuş ve altınını almış.

Gel zaman git zaman, oduncu ağır hastalanmış. Kuyunun başına gidemez olmuş. Birkaç gün geçince bolluğa alışmış evinde darlık başlamış.

Oduncu oğlunu yanına çağırmış ve yılanın sırrını anlatmış.”Git kör kuyunun başına ve oğlum olduğunu söyle, yılan sana altın verecek” demiş. Oğlu inanmamış ama gitmiş, yılan önce saklanmış, sonra ortaya çıkmış. Onun oduncunun oğlu olduğuna iyice kanaat getirince de kuyuya inip bir altın getirmiş.

Oğlan önce inanmadığı hikâyenin gerçek olduğunu görünce hırsa kapılmış, kim bilir daha ne kadar altın var kuyudan içeride demiş. Hırsla yılanı öldürmek için bir hamle yapmış, ıskalamış ama yılanın kuyruğunu koparmış. Yılan da can havliyle dönüp oğlanı sokmuş ve öldürmüş. Akşam yaklaşıp da oğlu gelmeyince oduncu iyice endişelenmiş. Hasta yatağından sürünerek bile olsa kalkmış.

Kuyunun başına gitmiş ki oğlu cansız yatıyor. Yılan o arada görünmüş ki, kuyruğu yok ve kanlar içinde..

Oduncu durumu anlamış ve çok üzülmüş. Canının parçası oğlu yerde cansız, yıllardır velinimeti olan yılan yaralı…

– “Hatalı olan oğlum olmalı demiş ve yılandan özür dilemiş. Tekrar dost olalım” demiş…

Yılan ise acı acı gülümsemiş;
– Çok isterdim ama… Sende bu evlat acısı, bende de bu kuyruk acısı varken biz artık dost olamayız.

zAMBakk
21.Eylül.2018, 10:45
İnci !..


Okyanusun dibinde yatan bir istiridye, su üzerinden akıp geçsin diye, kabuğunu açmış. Su içinden geçerken, solungaçları yiyecek toplayıp midesine gönderiyormuş. Aniden, yakınındaki bir balık,bir kuyruk darbesiyle kum ve çamur fırtınası yaratmış.

İstiridye de kumdan nefret edermiş; zira kum öylesine pürüzlüymüş ki kabuğunun içine kaçarsa son derece rahatsız olurmuş. İstiridye derhal kabuğunu kapamış ama çok geç kalmış;

Sert ve pürüzlü bir kum taneciği içeri girip, iç derisi ile kabuğun arasına yerleşmiş.

Kum tanesi istiridyeyi ne çok rahatsız ediyormuş.

Ama, kabuğunun içini kaplaması için kendine verilmiş olan salgı hücresini hemen çalıştırarak, minik kum tanesinin üstünü kaplamaya başlamış; ta ki, nefis, parlak ve düzgün bir örtü oluşana kadar…

İstiridye, yıllar yılı, minik kum taneciğinin üstüne katlar eklemeye devam etmiş ve sonunda müthiş güzel, parlak ve son derece değerli bir inci oluşmuş. Karşı karşıya olduğumuz problemler bu kum taneciğine benzer, bizi rahatsız ederler ve niye bize bu derece eziyet çektirip asabileştirdiklerine şaşarız; fakat ; … azmin getirdiği cesaret ve kuvvetle, sorunlarımızın ve zayıflıklarımızın üstesinden geliriz. … daha alçakgönüllü, isteklerimizde daha ısrarlı, çevremizdekilere daha yakin, daha akilli ve sorunlarımıza karsı daha dayanıklı hale geliriz. … gizli gücümüzle, yaşamımızdaki pürüzlü kum taneciklerini, bize kuvvet veren ümit ve ilham kaynağı olan değerli incilere dönüştürürüz….

zAMBakk
21.Eylül.2018, 10:47
Örümcek Ağı


Dünya hayatında hep kötülük işleyen bir adamı ölünce cehennem kapısında bir melek karşıladı.

Melek adama şöyle seslendi:
“Hayatta iken tek bir gün bile birisine iyilik yaptıysan buraya girmeyeceksin. ”

Günahkar adam uzun süre düşündükten sonra, bir keresinde ormanda gördüğü örümceği hatırladı. Balta girmemiş ormanda yürürken önüne bir örümcek ağı çıkmıştı.

Adam ağı bozmamak ve örümceği ezmemek için o gün yolunu değiştirmişti.

Heyecan içinde o günü meleğe anlattı.

Melek adama gülümsedi ve ardından elini şaklattı. Gökten bir örümcek ağı inmişti. Adam bu ağa tutunarak cennete girebilecekti.

Adam neşe içinde ağa tırmanırken cehennemden bazıları da bu ağa tutunarak cennete gitmeye çalıştılar.

Ama adam ağın o kadar çok insanı taşımayacağından korkarak onları itmeye başladı.

Tam o sırada ağ gerçekten koptu ve diğerleri ile birlikte adam da cehenneme düştü.

“Yazık” dedi melek. “Bencilliğin, hayatında işlediğin tek iyiliği de kötülüğe dönüştürdü.
O insanlara şefkat gösterebilseydin eğer, ağın herkesi taşıyabileceğini de görecektin.”

”YAŞAMIN ÖRÜMCEK AĞINI ÖREN İNSANIN KENDİSİ DEĞİLDİR. O, BU AĞDA SADECE BİR TELDİR
VE BU AĞA YAPTIĞI KATKIYI ASLINDA KENDİ YAŞAMINA YAPMAKTADIR…..”

zAMBakk
21.Eylül.2018, 10:50
Kendini Düşünme


Bir gün sormuşlar ermişlerden birine. “Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?”

“Bakın göstereyim” demiş ermiş. Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar.

Ermiş “Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz” diye bir de şart koymuş. “Peki” demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.

Bunun üzerine “Şimdi…” demiş ermiş. “Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe.” Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. “Buyrun” deyince her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak içmişler çorbalarını. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.

“İşte” demiş ermiş. “Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz şunu da unutmayın. Hayat pazarında alan değil veren kazançlıdır her zaman…“

zAMBakk
21.Eylül.2018, 11:09
Hayatın Anlamı


Günlerden bir gün adamın biri hayatın anlamını merak etmiş. Bulduğu hiçbir yanıt ona yeterli gelmemiş ve çevresine danışmış. Aldığı cevaplar da ona yetmemiş.

Köy, kasaba, ülke dolaşmış ama yetineceği hiç bir cevap bulamamış.

Tam umudunu yitirmişken bir köyde ona…
-”Şu karşıki dağları görüyor musun, orada yaşlı bir bilge yaşar istersen ona git. Belki o sana aradığın cevabı verebilir” demişler.

Çok zorlu bir yolculuk sonunda bilgenin yaşadığı yere ulaşmış adam. Kapıdan içeri girmiş ve bilgeye hayatın anlamını sormuş.

Bilge “Sana bunun cevabını söylemeden önce bir sınavdan geçmen gerek” demiş …

Adam derhal kabul etmiş.. Bilge adamın eline bir çay kaşığı vermiş ve içine silme zeytinyağı doldurmuş. Şimdi çık ve bahçede bir tur at ve tekrar buraya gel … Yalnız dikkat et kaşıktaki zeytinyağı eksilmesin eğer bir damla eksilirse kaybedersin.. Adam gözü çay kaşığında bahçeyi turlayıp gelmiş.

Bilge bakmış:
“Güzel…! Kaşıkta yağ eksilmemiş, peki bahçe nasıldı?”

Adam şaşkın: “Ama, demiş, ben kaşıktan başka bir yere bakmadım ki.”

“Şimdi tekrar bahçeyi dolaş, kaşık yine elinde olacak ama bahçeyi inceleyip de gel” demiş Bilge…

Adam tekrar bahçeye çıkmış gördüğü güzellikler karşısında büyülenmiş

Döndüğünde bilge adama “Bahçe nasıldı ?” diye sormuş …
Adam gördüğü güzellikler karşısında büyülendiğini heyecanla anlatmış..

Bilge gülümsemiş, “Ama kaşıkta hiç yağ kalmamış!” demiş ve eklemiş;

“Hayat ancak senin bakışınla anlam kazanır ya sadece bir noktayı görürsün ve hayatın akıp gider sen farkına varmazsın.. Ya da görebileceğin tüm güzelliklerin tam ortasında hayatı yaşarsın ve zamanın anlam kazanır …

zAMBakk
24.Eylül.2018, 02:10
Bir ormanda iki kişi ağaç kesiyormuş. Birinci adam sabahları erkenden kalkıyor, ağaç kesmeye başlıyormuş, bir ağaç devrilirken hemen diğerine geçiyormuş. Gün boyu ne dinleniyor ne öğle yemeği için kendine vakit ayırıyormuş. Akşamları da arkadaşından bir kaç saat sonra ağaç kesmeyi bırakıyormuş.

İkinci adam ise arada bir dinleniyor ve hava kararmaya başladığında eve dönüyormuş. Bir hafta boyunca bu tempoda çalıştıktan sonra ne kadar ağaç kestiklerini saymaya başlamışlar.

Sonuç: İkinci adam çok daha fazla ağaç kesmiş. Birinci adam öfkelenmiş: "Bu nasıl olabilir? Ben daha çok çalıştım. Senden daha erken işe başladım, senden daha geç bitirdim. Ama sen daha fazla ağaç kestin. Bu işin sırrı ne?"

İkinci adam yüzünde tebessümle yanıt vermiş: "

Ortada bir sır yok. Sen durmaksızın çalışırken, ben arada bir dinlenip baltamı biliyordum. Keskin baltayla, daha az çabayla daha çok ağaç kesilir.

"Kendimizi geliştirmek, baltamızı bilemektir. Kendimize zaman ayırıp, yaşamımızı objektif bir bakışla gözden geçirmektir. Zayıf bulduğumuz yanlarımızı geliştirmek için çaba göstermektir. Bu, zihnimizin, ruhumuzun, karakterimizin güçlenmesi için olmazsa olmaz bir koşuldur. Delhi'deki ünlü tapınakta Sokrat’ın şu sözü yer alır: "İnsan Kendini Tanı." Kendini tanımak, şu anda olduğumuz noktayla olmak istediğimiz nokta arasındaki yoldur. Kendini tanımak, kendimizi nasıl gördüğümüz ile başkalarının bizi nasıl gördüğü arasında fark olmaması anlamına gelir. Bireysel ve iş yaşamımızda başarılı, mutlu ve doyumlu olmak istiyorsak, baltamızı bilemek için kendimize zaman ayırmalıyız.

zAMBakk
24.Eylül.2018, 21:11
Yanlış bilgilendirme sonucu, padişah bir adamın idam edilmesine karar verir. Meydana idam sehpası kurulur. Halk, vezirler ve padişah gelir. İdam edilecek kişiye son sözü sorulur. Adam der ki: Padişah haksız yere beni idam ettiriyor. İnşallah yarın cehennemin dibini boylar.

Padişah vezirlerine "Ne dedi?" diye sorar. Vezirlerden biri: Padişahımıza yanlış bilgi verdiler, durup dururken günaha girdi, Allah affetsin, dedi diye cevap verir. Padişah da insafa gelip adamın canını bağışlar. Fakat diğer vezir müdahale eder ve: Padişahım, vezir hazretleri yalan söylüyor. Adam sizin için beddua etti, der.

Bu söz üzerine padişah der ki: Yaşatmak için onun söylediği yalan, öldürtmek için senin söylediğin doğrudan daha iyiydi.

zAMBakk
24.Eylül.2018, 21:12
Aslanın etrafında dolaşan çakala sorarlar: Aslana yakın olmaktan ne kârın var? Çakal der ki:"Onun artığını yiyorum, nüfuzu sayesinde düşmanların şerrinden korunuyorum." Madem derler, ona yakın olmanın sana birtakım getirisi var, daha yakınına varsan, has adamları arasına girsen, senin için daha iyi olmaz mı? Çakal bu soruya şu cevabı verir: Haklısınız ama hışmından emin değilim.

zAMBakk
24.Eylül.2018, 21:17
Zamanın birinde adamın birisinin eşeği yolda çamura batmış. Oldukça sulak olan araziden eşeğini bir türlü çıkaramayan gariban köylü, öfkeyle hem eşeğe hem Padişaha sövmeye başlamış.

Tam o sırada tesadüfen ordan geçmekte olan Padişah, köylünün söylediklerini duymuş. Maiyetindekiler hemen, Padişaha küfreden kişinin kellesinin vurulması gerektiğini söyleseler de Padişah onlara kulak asmamış, içinden;
‘Ne ister ki benden? Ben mi batırdım eşeğini çamura? Hele bir soralım demiş.

Köylüyü getirmişler padişahın huzuruna,demişler: ‘Anlat bakalım, nedir bu celalli halin? Ne diye küfredersin kudretli Hükümdara?’. Köylü korkmuş, sıkılmış, kapanmış Padişahın eteğine, af dilemiş çaresizce. Görenler iç geçirmişler haline, demişler:’Yakındır kellesine veda etmeye’.

Ama öyle olmamış, Padişah, bekledikleri gibi vurun dememiş kellesini, üstelik affetmiş bu gariban köylüyü. Şaşırmışlar görenler. Nasıl oldu da affetti diye meraklanmışlar. Önce sormuşlar köylüye: Niye küfür ediyordun Padişaha?

Çok sinirliydim demiş gariban köylü. O anda kendime yakışanı yapıyordum. Peki demişler nasıl oldu da affetti Padişah seni?O ‘da aynısını yaptı demiş köylü. Yani? Yani O da kendisine yakışanı yaptı…

zAMBakk
24.Eylül.2018, 21:21
Zamanın birinde, bir köyde yaşlı ve yoksul bir adam yaşarmış. Köyün koyunlarını otlağa çıkarır, çobanlık yaparak ailesinin geçimini sağlarmış.
Günlerden bir gün, yine koyunlarını otlatırken, her zaman dinlendiği ağacın gölgesinde oturmuş. Kavalını üflerken koyunların otlamalarını izliyormuş. Bir süre sonra, ağacın yanındaki bir delikten bir yılan çıkmış. Kafasını uzatmasıyla çobanın korkup sıçraması bir olmuş. Masal bu ya; konuşmaya başlamış yılan :

-Korkma demiş, yaşlı adama. Kötü bir niyetim yok. Sadece, eğer varsa yanında bir yudum su istiyorum senden, demiş.

Yaşlı adam kendine gelebilmiş neden sonra. Biraz şaşkınlıkla, biraz korkuyla :

-Var, demiş elbette. Uzatmış matarasını yılana.

Yılan kana kana içmiş köylünün verdiği suyu, sonra :

-Bekle demiş, geliyorum şimdi. Ve girmiş tekrar deliğine.

Bizim çoban atamamış şaşkınlığını üzerinden. Acaba rüya mı gördüm diye sorarken kendine kendine, çıkmış tekrar deliğinden yılan, bu sefer ağzında bir altın ile.
Daha bir şaşırmış çoban. Bu da nedir diye soramadan uzatmış altını yılan :

-Al, demiş bu altını. Bana verdiğin suyun karşılığıdır bu. Eğer yine gelir yine su verirsen, ben de öderim bedelini, demiş ve kaybolmuş deliğinde.

Adamcağız şaşkınlığını zor atmış üzerinden. Kalkmış hemen, toplamış koyunlarını dönmüş köyüne. Heyecanla ailesine anlatmış olanları. Çok sevinmiş fukaralar.

Ertesi gün yine gelmiş çoban ağacın yanına. Üflerken kavalını çıkmış yılan deliğinden yine. Uzatmış adam suyu, almış yılandan altını…
Günler bu şekilde gelmiş geçmiş. Çoban her gün yılana su vermiş, karşılığında altını almış, ailesinin geçimini sağlamış. Ama geçen günler yaşlı adamı yormuş, hastalanarak yatağa düşmüş bir gün. Günlerce kalkamamış yatağından. Sonra oğlunu çağırmış yanına bir gün. Ağacın yerini tarif etmiş :

-Git bekle orda, demiş. Bir yılan çıkacak delikten. Sakın korkma, dostumuzdur o bizim. Benim hasta olduğumu söyle, ona su ver ve sana vereceği altını al bana getir, demiş güçlükle.

Çocuk düşmüş yola. Gelmiş ağacın altına. Seslenmiş yılana. Az sonra çıkmış yılan deliğinden. Delikanlı, olanları anlattıktan sonra, uzatmış matarasını yılana. Suyu içmiş yılan, bekle diyerek, tekrar dalmış deliğine her zamanki gibi. Ama dedik ya çocuk bu. Aklına düşüvermiş bir hinlik :

Demek ki, demiş kendi kendine, yılanın yuvası altın dolu. Öyle ya bunca zamandır babama altın verdiğine göre. Neden her gün her gün gelip gideyim ki? Öldürüvereyim şu yılanı alayım altınların tamamını. Hemen kapmış yerden bir taş. Yılan çıkınca delikten fırlatmış bütün gücüyle. Ama taş gitmiş yılanın kuyruğunu koparmış, can havliyle fırlayan yılan da çocuğu bacağından ısırmış. Yılanın zehiri, oracıkta öldürüvermiş cahil çocuğu…

Aradan zaman geçmiş, eve dönmeyen oğlunu merak etmiş babası. Güçlükle kalkmış hasta yatağından varmış ağacın altına. Oğlunun cansız bedeni kahretmiş yaşlı köylüyü. Ağlamalarını duyan yılan çıkmış deliğinden, anlatmış olanları. Adamcağız hak vermiş yılana, bir daha yanmış, cahilliğinin kurbanı olan oğluna. Almış götürmüş çocuğu köyüne, defnetmiş mezarına.

Yaşlı adam birkaç gün sonra tekrar gelmiş yılanın yanına :

-Benim oğlan, demiş bir cahillik etti, canıyla ödedi. Gel biz barışalım unutalım her şeyi, dost olalım eskisi gibi.

Ama yılan yanaşmamış köylüye. Bu sefer içmemiş verdiği suyu, vermiş ama cevabını :

Yok demiş olmaz artık. Sende bu evlat acısı, bende de bu kuyruk acısı varken artık dost kalamayız biz senle. Var git demiş, sen köyüne, ben deliğime…

zAMBakk
27.Eylül.2018, 16:00
Bir padişah, iki köle satın almıştı. Onların hâlet-i rûhiyelerini anlayabilmek için ilk önce birinci köle ile sohbete başladı. Padişahın sorularına, köle, öyle cevaplar veriyordu ki başkaları bu cevapları ancak uzun uzun düşündükten sonra verebilirdi. Padişah bu hizmetkârı anlayışlı, zeki ve tatlı dilli görünce memnûn oldu. Diğer köleyi de yanına çağırdı.

İkinci köle, padişahın huzuruna geldi. Kölenin rahatsızlıktan ağzı kokuyordu ve dişleri de bakımsızlıktan kapkara idi. Padişah, bu kölenin zâhirî durumundan pek hoşlanmadıysa da yine de onun hakkında bilmediği hâl ve vasıfları öğrenmek ve onun sırlarına vâkıf olmak için kendisiyle sohbete başladı:

“–Bu kılıkla, bu rahatsız ağızla uzakta dur, fakat pek de uzağa gitme. Önce ağzının derdine bir şifâ bulalım; sen sevimli bir kişisin, biz de hünerli bir hekîmiz. Seni hor görmek ve gözden düşürmek bize yakışmaz. Şöyle otur, bir iki hikâye söyle de aklının derecesini anlayayım.” dedi.

Padişah, daha önce konuştuğu ilk köleye dönerek:

“–Hadi! Sen de hamama git, bir güzelce yıkan.” dedi.

Arkadaşı gittikten sonra, konuşturmak istediği ikinci köleye hitâben, onu denemek için:

“–Senden önce sohbet ettiğim arkadaşın, senin hakkında kötü şeyler söyledi. Görüyorum ki, sen onun söylediği gibi değilsin. O hasetçi, neredeyse bizi senden soğutuyordu. Arkadaşın senin hakkında «O hırsızdır, doğru adam değildir, kötülerle düşer kalkar, iffetsizdir.» dedi. Sen onun hakkında ne dersin?”

İkinci köle bu sözler üzerine padişaha:

“–İyi düşünen, doğru söyleyen o arkadaşa, eğri diyemem. Bilakis onun sözleri sebebiyle, kendimde böyle kusurların olabileceğini düşünüp hâlimi ıslâha çalışırım. Padişahım! Belki de o, bende bir çok ayıplar görmüştür ki, ben o ayıpların farkında bile değilim.” diye cevap verdi.

Padişah köleye:

“–O senin kusurlarını anlattığı gibi, şimdi sen de onun kusurlarını anlat.” deyince, köle, padişaha şunları söyledi:

“–Padişahım! O benim gerçekten hoş bir arkadaşım olmakla beraber kusurlarını söylememe benim gönül dünyam mânîdir. Onun için, ancak ben şunları söyleyebilirim ki; Onun kusûru, bence kusur değil, fazîlettir. O, sevgi, vefâ ve insanlık numûnesidir. Onun hâli; doğruluktur, zekâdır, dostluktur. Onun bir sıfatı da; cömertliktir, düşkünlere yardımda bulunuştur. O öyle cömerttir ki, gerekirse canını bile verir. Kader arkadaşımın bir vasfı da, kendini beğenen bir kişi olmamasıdır. O herkesle iyidir, fakat kendi nefsine karşı kötüdür.”

Padişah, bu cevap karşısında köleye:

“–Arkadaşını methetmede pek ileri gitme, onu överken de kendini övmeye kalkışma. Çünkü, ben onu imtihana çekerim de, sonra sen utanırsın.” dedi.

Köle bunun üzerine:

“–Hayır! Onu övmekte ileri gitmedim. O dostumun bütün huyları, söylediklerimden kat kat daha fazladır. Kader arkadaşımın vasıfları hakkında, bildiklerimi söyledim. Fakat, ey kerem sâhibi padişahım! Söylediklerime sen inanmıyorsun, ben ne yapayım? İç dünyam, benim böyle söylememi îcâb ettiriyor.” dedi.

Öbür köle hamamdan dönünce, padişah onu huzûruna çağırttı. Ona:

“–Sıhhatler olsun; eksilmeyen nîmetlere erişesin. Fakat, arkadaşının söylediği kötü huylar sende olmasaydı ne güzel olurdu? O zaman güzel yüzünü gören sevinir, neşelenirdi. Seni görmek, bütün dünya mülküne değerdi.” dedi.

Köle dedi ki:

“–Padişahım! O densizin benim hakkımda anlattıklarından birazcığını lütfen söyle!..”

Padişah:

“–O, önce senin ikiyüzlülüğünü anlattı. Senin görünüşte devâ, hakîkatte belâ olduğundan bahsetti.”

Arkadaşının kendi hakkındaki kötü sözlerini padişahtan dinleyen kölenin, öfke denizi kabardı, ağzı köpürdü, yüzü kızardı. Köle arkadaşını çekiştirme dalgası sınırı aştı. Dedi ki:

“–O önceden bana dost idi, fakat ağzı bozuktu. Kıtlıkta kalmış köpek gibi, pek çok zaman pislik yerdi.”

Arkadaşını çekiştirmek için, köle böyle çan çan ötmeye ve iç âlemindeki çirkinlikleri saklayamayıp ortaya dökmeye başladı. Bunun üzerine padişah; “Artık yetişir!” diyerek, elini onun ağzına götürdü ve ona hitâben şöyle dedi:

“–Bu imtihan sayesinde, ikinizin arasındaki farkı görmüş oldum. Onun, sadece maddî bir rahatsızlıktan dolayı ağzı kokuyor. Fakat senin ise rûhun kokmuş! Ey rûhu kokmuş kişi, sen uzakta dur. Arkadaşın sana âmir olacak, sen de onun emrinde bulunacaksın. Ondan edeb, insanlık ve konuşmayı öğren! Onun fazîletinden ibret al. Hasedi terk et. Sen bu hased ile, beline taş bağlanmış bir zavallı kişisin; bu taşla ne yüzebilir ne de yürüyebilirsin.”

Görüldüğü üzere davranışlar, kişinin iç dünyasını ve şahsiyetini yansıtan bir ayna hükmündedir. Bir menfaat avcılığı veya hased sebebiyle kişinin sürüklendiği menfî davranışlar, bir kalb grafiği gibi onun gönül âlemini sergiler.

MEVLÂNÂ BU KISSADA NE ANLATMAK İSTİYOR?

Mevlânâ Hazretleri, bu kıssadan lâyıkıyla hisse alabilmemizi arzulayarak şu nasihatlerde bulunur:

“İnsanın asıl hüviyeti, dilinin altında gizlidir. Şu dil, insanın iç âleminin sergisidir.

Bir rüzgâr perdeyi kaldırınca, evin içerisi görünür. Yâni, tanımadığımız bir kimse, durum îcâbı bir iki söz söyleyince, rûhunu örtmüş olan perde açılır da, onun iç yüzü, gönül âlemi âşikar olur ve onun nasıl bir şahsiyet ve karakter sâhibi olduğu sergilenir. O gönül âlemi inci ile mi, yoksa buğdayla mı dolu? Orası, gönle ferahlık bahşeden bir gülistan mı yoksa sadece bir enkaz mezbeleliği mi? Orası bir mücevher hazînesi mi yoksa yılan ve akrep yuvası mı, meydana çıkar.”

“Ey bu dünyaya râm olan, iç dünyasını ziyân eden gâfil! Bilmiyor musun ki, ölüm gününde bu duyguların hiç birisini düşünemezsin. O anda hasetlikten vazgeçsen bile bir işe yaramaz. Mezarda bu gözlere toprak dolar. Ancak sen, temiz bir rûha sahip isen, gönlün sana yoldaş olur. Onun için kendine bir bak! Mezarını aydınlatacak rûhanî bir nûrun, feyiz taşan bir gönül gözün var mı? Sen, sana emanet edilen cevheri, yâni o ölümsüz rûhun cevherini elde etmeye çalış. Onun için fazîlet sahibi olmaya gayret edip ihtiras ve hasedden uzakta dur. Yine çokça hayır-hasenâtta ve amel-i sâlihlerde bulun ki o güzelliklerle Hakk’ın huzuruna varasın.”

“Şunu iyi bil ki; gösterişli, güzel, iyi bir yüz, kötü huyla bir araya gelirse bir değer ifâde etmez. Yâni kötü bir iç dünya, yapmacık hareketlerle saklanamaz. O sîret, o sûretin bir maske olduğunu ortaya koyar.

Bir kimsenin sûretine değil sîretine, yâni gönül âlemine nazar et. Zîrâ, bir kimseyi zirveleştiren, ancak onun güzel huyu ve yüksek ahlâkıdır.

Bilmiş ol ki, bu görülen maddî şekil, yâni beden yapısı, fânîlik deryasında kaybolacak, güzelliği yok olup gidecektir. Fakat, mânâ âlemi ebedî kalır; ölümsüzdür. O, rûhunu terbiye etmiş fazîletli kişinin fânî cesedi, toprak olduktan sonra da, o güzel hayatının hatıraları ile gönüllerde hayâtiyeti devam eder. Onlar mâzî de olmazlar.”

“Ey insan, hasedinden dolayı başkalarına isnâd ettiğin huylar, aslında senin kendi kötü huyunun aksetmesidir. O sensin, kendi aynanda gördüklerini karşısındakine izâfe ediyor, sen kendini anlatıyor ve yaralıyorsun; lânet ipliğini, kendine, kendin dokuyorsun.”

zAMBakk
04.Ekim.2018, 21:36
Bir gün cahil adamın biri bir vaizin yanına yaklaşarak :

- "Ey vaiz minberde senin kadar güzel söz söyleyen, senin gibi güzel vaaz eden birini daha görmedim. Sana bir soru sormak istiyorum, lütfedip bana cevap ver."

Bir kalenin burcuna bir kuş konsa , bu kuşun başı mı daha üstündür, kuyruğu mu?" dedi.

Vaiz bu garip soruya şöyle cevap verdi:

- "Eğer kuşun yüzü şehre, kuyruğu köye doğruysa; başı kuyruğundan üstündür. Yok eğer kuyruğu şehre, başı köye doğruysa; kuyruğu başından daha üstündür." dedi.

zAMBakk
04.Ekim.2018, 21:43
Yol kesen manevi dört kuş, bütün insanların gönlünü yurt edinmiştir.

Bu kuşlar ; Kaz, tavus, kuzgun ve horozdur. Bu kuşların insanın içinde olan dört benzeri insandaki dört huydur.

Kaz; insandaki hırstır...

Horoz; insandaki şehvettir...

Tavus; insandaki makam hırsıdır...

Kuzgun ise; insandaki dilektir...

Kuzgunun dileği; Ebedi olmak yahut da uzun bir ömüre kavuşmaktır, insan bunu umar durur...

Hırs kazı ne bulursa yer, sanki Allah'ın (c.c) "yiyiniz." hükmünden başka hükmünü duymamıştır. İyi kötü ne bulursa toplar, dağarcığını doldurur.

zAMBakk
09.Ekim.2018, 14:06
Abbasi’lerin ünlü halifesi Harun Reşid zamanında yaşamış olan Behlül Dana (VIII. yüzyıl) dönemin evliyasındandı. Zaman zaman aklından zoru olan kimselere has tavırlar takınır, herkes de bundan dolayı kendisini deli sanırdı. Ama bunu maksatlı yapardı. Behlül Dana hazretleri daima Harun Reşid’in yakınında bulunur, çeşitli sebepler hasıl ederek onu uyarırdı. Bir gün Behlül Dana hazretleri, üstü başı toz toprak içinde uzun bir yolculuktan gelmiş olmanın belirtileri ile Harun Reşid’in huzuruna çıktı.

Harun Reşid sordu:

- Bu ne hal Behlül, nereden geliyorsun?
- Cehennemden geliyorum ey hükümdar.
- Ne işin vardı cehennemde?
- Ateş lazım oldu da ateş almaya gittim.
- Peki, getirdin mi bari?
- Hayır efendim getiremedim. Cehennemin bekçileriyle görüştüm, onlar “Sanıldığı gibi burada ateş bulunmaz, ateşi herkes dünyadan kendisi getirir” dediler.

zAMBakk
21.Ekim.2018, 04:30
Allah’u Teala yeri yarattığı zaman yer hareket edip duruyordu. Bunun üzerine dağları yarattı. Dağları yeryüzüne oturtunca, yer karar buldu. Melekler dağların şiddetine hayret ettiler:
-Ey Rabbimiz, yarattıklarının arasında dağlardan daha kuvvetli olanı var mı? diye sordular. Allah’u Teala da:
-Evet, demir diye cevap verdi. Melekler bu defa:
–Ey Rabbimiz, yarattıklarının içinde demirden daha kuvvetli olanı var mı?
Dediler. Allah’u Teala:
-Evet, ateş buyurdu. Bunun üzerine melekler:
-Ey Rabbimiz, yarattıklarının arasında ateşten daha kuvvetlisi var mı? Dediler. Allah’u Teala:
-Evet, rüzgar buyurdu. Melekler bu defa:
-Ey Rabbimiz, yarattıklarının arasında rüzgardan daha kuvvetli olanı var mı? Diye sordular.
Allah’u Teala da buna cevap olarak şöyle buyurdu:
-Evet var, sağ eli ile sadaka verirken bunu sol elinden gizleyerek veren Ademoğlu daha kuvvetlidir.

zAMBakk
21.Ekim.2018, 04:32
Hz. Ali bir Hristiyana misafir oldu. Adam üzüm getirdi. Hz. Ali üzümü yedi. Sonra üzümden yapılmış şarap getirdi.
Hz. Ali buyurdu ki : Haramdır.
Hristiyan dedi ki : Siz Müslümanlara şaşarım. Üzüm helal, içki haram. Halbuki bu, bundan yapılıyor.
Hz. Ali buyurdu ki : Eşin var mı. Var.
Kızın var mı. O da var. ikisi de gelsin buraya.
Eşi ve kızı gelince Hz.Ali buyurdu ki :
Bu kız bu annedendir, ama görüyorsun ki Allah annesini sana helal kızını ise haram kılmıştır.
Hristiyan dedi ki :
Şehadet ederim ki Allah Birdir ve Muhammed Onun kulu ve Resulüdür ve Sen Onun Halifesisin.
Elinden öpüp Müslümanlığını ilan etti.

zAMBakk
21.Ekim.2018, 04:33
Musa aleyhisselam zamanında bir adam, Allah-u Zülcelal’e ne kadar çok tevbe etse de tevbesini bozuyordu. Tevbe ediyor, tekrar bozuyordu. Bu böyle yirmi sene devam etmişti. Allah-u Zülcelal, Musa aleyhisselama vahyederek şöyle buyurdu: “Ey Musa! Ona söyle, Ben ona gazaplandım.”

Musa aleyhisselam o kula, bunu söyleyince; o kul, Allah-u Zülcelal’e daha çok yalvarmaya başladı: “Ya Rabbi, senin hazinelerin doludur. Merhamet sahibisin. Sen affedicisin… Ya Rabbi, eğer beni affetmiyorsan, bütün kullarının günahlarını yüklenip ben onların yerine cehennemde yanayım, diye dualar etti.

Allah-u Zülcelal, yine Musa aleyhisselama vahyederek: “Ben o kulumu affettim. O kulum o kadar cömert iken, Ben ondan daha cok cömerdim. Onu af ve mağfiret ettim.”

Allah-u Zülcelal’in, Seni Af Ettim Ya Kulum dediği kullardan olmayı dileğiyle…

zAMBakk
21.Ekim.2018, 04:35
Benî İsrail zamanında bir adam Musa aleyhisselama gelerek:

Ya Musa! Sen Rabbinle konuşmaya gidiyorsun. Ona söyle, rızkını bana vermesin! Dedi. Musa aleyhisselam, Allah-u Zülcelal ile mükâlemede bulunarak:

Ya Rabbi! Onu Sen yarattın. Filan kulunun ne dediğini biliyorsun, dedi. Allah-u Zülcelal buyurdu ki:

Evet, Ya Musa! Biliyorum. Git ona de ki “Eğer Ben’den başka bir Rabb istiyorsa Benim göklerimi ve yerimi terk etsin. Gitsin, kendisine baska bir Rabb bulsun. Ya Musa! Ben rızkı, hiç kimseden, öldüğü güne kadar kesmem, ona söyle!

Daha sonra, Musa aleyhisselam adama dedi ki:

Allah-u Zülcelal buyuruyor ki, “Eğer beni Rabb olarak kabul etmiyor ve Benim rızkımı istemiyorsa Benim göğümü ve yerimi terk etsin. Gitsin, kendisine başka bir Rabb bulsun. Ben hiçbir kulumun rızkını, ölünceye kadar kesmem.”

Adam, Allah-u Zülcelal’in rahmetini, şefkat ve merhametini düşününce bayıldı. Kendine gelince dedi ki:

Evet, Ya Rabbi! Sen Sensin; bense Senin zayıf bir kulunum. Ben tevbe ediyorum.

zAMBakk
21.Ekim.2018, 04:36
Karun o kadar çok zengindi ki, hazinelerinin anahtarlarını yetmiş deve taşırdı. Allah-u Zülcelal, Musa aleyhisselam zamanında zekâtı farz kılınca, Musa aleyhisselam, Karun’a, vereceği zekâtın miktarını söyledi. Fakat Karun eve dönüp mal ve parasını hesap edince, vereceği miktarı çok buldu. Nefsi, bunu vermeye yanaşmadı. İsrailoğullarından nefsine uyanları toplayıp:

– Musa’nın her dediğine itaat ettiniz, ama o şimdi mal ve paralarınızı almak istiyor. Dedi. Onlar:

– Sen bizim büyüğümüz ve efendimizsin. Ne yapmamızı istersen, söyle yapalım, dediler.

– Size emrim, falan fahişeyi buraya getirin. “Musa benimle zina etti.” desin, ona para verelim. Bunu yapınca, İsrailoğulları, Musa’ya başkaldırırlar, biz de kurtuluruz.” dedi.

Fahişeyi getirdiler. Karun, ona, bin dirhem gümüş, (veya bin altın veya bir tas altın) verdi. Sonra ona:

– “Senin koruyucun benim. Seni hanımlarımla birlikte bulunduracağım. Ama yarın İsrailoğullarının gözü önünde, Musa benimle zina etti diyeceksin.” dedi.

Ertesi gün, Karun, İsrailoğullarını topladı. Sonra Musa aleyhisselam çıkageldi. Karun, Musa aleyhisselama hitaben:

– İsrailoğulları toplandı, seni beklerler. Allah-u Teâla’nın emir ve yasaklarını, dininin esaslarını, şeriatının hükümlerini onlara bildir, dedi. Bunun üzerine Musa Aleyhisselam, onların yanına gitti. Anlatmaya başladı:

– Hırsızlık yapanın, elini keseriz; iftira edene, seksen sopa vururuz; zina eden bekar kimseye, yüz sopa vururuz; evli olan kimse zina ederse onu ölünceye kadar taşlarız, buyurdu. Karun:

– Ya bu işi sen yapmış olursan? Dedi. Musa aleyhisselam: Ben de yapsam. durum aynıdır! Buyurdu. Karun:

– İsrailoğulları, senin falan kadınla düşüp kalktığını söylüyorlar, dedi.

– Benim mi? dedi Musa aleyhisselam. Karun:

– Evet, dedi. Musa aleyhisselam:

– Onu çağırın, bakalım, ne diyor? Şahitlik ederse yahut itiraf ederse durum dediği gibidir, buyurdu. Çağırdılar. Gelince, Musa aleyhisselam ona:

– Ey kadın! Ben sana bunların dediği gibi bir şey yaptım mı? Buyurdu. Sonra peygamberlik nuru ile ona bakıp:

– Musa’ya ve İsrailoğullarına denizi yarıp yol yapan ve Musa’ya Tevrat’ı indiren Allah-u Teala hakkı için doğruyu söyle! Dedi. Allah için doğruyu söylemesine yemin verince, Allah-u Teâlâ kadına tevfik ve yardım verdi. Kadın kendi kendine:

– “Bugün tevbe ile söze başlamam, Allah’ın peygamberine eziyet etmemden iyidir.” diye düşündü ve:

– Hayır, onlar yalan söylüyorlar. Karun bana, senin benimle zina ettiğine dair yalan söylemem için çok para verdi, dedi. Bu sözleri söyleyince, Karun şaşırdı, ne yapacağını bilemedi. Orada bulunanları bir müddet sessizlik kapladı.

Musa Aleyhisselam hemen secdeye kapandı. Hem ağlıyor, hem de: “Ya Rabbi! Senin düşmanın bana eziyet etti, beni rezil ve rüsva etmek isteyip çirkin bir fiille beni suçladı. Ey Allah’ım! Onun cezasını ver.” diyordu.

Allah-u Zülcelal, Musa aleyhisselama başını secdeden kaldırmasını emir buyurdu. Yeryüzüne de Musa aleyhisselamın isteğine uymasını emretti. Musa Aleyhisselam: “Ey İsrailoğulları! Allah-u Teâla beni Firavun’a gönderdiği gibi Karun’a da gönderdi. Ona uyan onunla kalsın, benimle olan ondan ayrılsın.” buyurdu. İki kişi hariç hepsi Karun’dan ayrıldı.

Sonra Musa aleyhisselam, “Ey toprak! Onları yut.” buyurdu. Dizlerine kadar yuttu. “Ey toprak! Onları yut.” buyurdu. Bellerine kadar yuttu. Sonra yine: “Ey toprak! Onları yut.” dedi. Boyunlarına kadar yuttu. Sonra tekrar: “Ey toprak! Onları yut.” deyince, toprak onları içine alıp kapandı. Böylece yerin dibine geçtiler. Karun ve arkadaşlarından hiçbir eser kalmadı.

zAMBakk
21.Ekim.2018, 04:38
Ebu Hureyre şöyle anlatıyor: “Resulullah sallallahu aleyhi vesellem beni, Ramazan zekâtını muhafazaya tayin etmişti. Derken, kara bir adam gelerek, zahireden avuç avuç almaya başladı. Ben derhal kendisini yakaladım ve:

Seni, Resulullah sallallahu aleyhi veselleme [huzuruna] çıkaracağım, dedim. Bana:

Ben, fakir ve muhtaç bir kimseyim, üstelik üzerimde bakmak zorunda olduğum çoluk-çocuk var, ihtiyaçlarım cidden çoktur, şiddetlidir, dedi. Ben de onu salıverdim. Sabah olunca, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem:

Ey Ebu Hureyre! Dün akşamki esirini ne yaptın? Diye sordu. Ben:

Ey Allah’ın Resulü! Bana Şiddetli ihtiyacından ve çoluk çocuktan dert yandı. Bunun üzerine, ona acıyarak salıverdim, dedim. Resulullah sallallahu aleyhi vesellem:

Ama o sana, muhakkak yalan söyledi. Haberin olsun, o tekrar gelecek! Buyurdu.

“Bu sözünden anladım ki, o kişi tekrar gelecek. Binâenaleyh onu beklemeye başladım. Derken, yine geldi ve zahireden avuçlamaya başladı. Ben de derhal yakaladım ve:

Seni mutlaka, Resulullah sallallahu aleyhi veselleme çıkaracağım, dedim. Yine yalvararak:

Beni bırak, gerçekten çok muhtacım, üzerimde Çoluk-çocuk var, bir daha yapmam, dedi. Ben yine acıdım ve salıverdim. Ertesi gün Resulullah sallallahu aleyhi vesellem:

Ey Ebu Hureyre, dün geceki esirini ne yaptın? Diye sordu. Ben:

Ey Allah’ın Resulü! Bana ihtiyacından, çoluk çocuğundan dert yandı. Ben de acıdım ve salıverdim, dedim. Resulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:

O yalan söyledi, fakat yine gelecek.

Üçüncü sefer, yine gözetledim. Yine geldi ve zahireden avuç avuç almaya başladı. Onu yine yakalayıp:

Seni mutlaka, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veselleme götüreceğim. Bu üçüncü gelişin, üstelik sıkılmadan başka gelmeyeceğim deyip yine de geliyorsun, dedim. Yine bana rica ederek, şöyle söyledi:

Bırak beni, sana birkaç kelime öğreteyim de Allah onlarla sana fayda ulaştırsın. Ben:

Nedir bu kelimeler söyle! Dedim. Bana dedi ki:

Yatağa girdin mi Ayetü’l-Kürsî’yi sonuna kadar oku. Bunu yaparsan, Allah senin üzerine muhafız bir melek diker, sabah oluncaya kadar sana şeytan yaklaşamaz, dedi. Ben, yine acıdım ve serbest bıraktım. Sabah oldu, Resulullah sallallahu aleyhi vesellem:

Dün akşamki esirini ne yaptın? Diye sordu. Ben:

Ey Allah’ın Resulü! Bana birkaç kelime öğreteceğini, bunlarla Allah’ın bana faide ihsan buyuracağını söyledi, ben de kendisini yine serbest bıraktım, dedim. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem:

Neymiş onlar? Diye sordu. Ben:

Ey Allah’ın Resulü! Bana, döşeğine uzandığım vakit Ayetü’l Kürsî’yi başından sonuna kadar oku. Bunu okursan, Allah’ın koyacağı bir muhafız üzerinden eksik olmaz ve ta sabaha kadar, şeytan sana yaklaşmaz! Dedi, cevabını verdim. Resulullah sallallahu aleyhi vesellem bunun üzerine:

O çok yalancı olduğu halde, bu sefer doğru söylemiş. Ey Ebu Hureyre! Üç gecedir kiminle konuştuğunu biliyor musun? Dedi.

Ben:

Hayır! Cevabını verdim. Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

O (cinlerden bir)şeytandı.

zAMBakk
21.Ekim.2018, 04:40
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bir gün sahabelere şöyle anlatmıştır:

Az Önce Cebrail yanımdan ayrıldı ve bana şöyle dedi:

“Ya Muhammed, seni hak Peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, Allah’ın bir kulu vardı. Eni ile boyu otuzar dirsek olan ve dört tarafı, dört biner fersah genişliğinde bir denizin ortasında bütün bir adacığın tepesinde, beş yüz yıl boyunca Allah’a ibadet etti. Allah-u Zülcelal, orada kendisine, parmak kalınlığında tatlı su akıtan bir pınar ile her gün bir meyve veren bir nar ağacı bağışlamıştı.

“Akşam olunca, pınarın başına inip abdest aldıktan sonra, nar , ağacının o günkü meyvesini koparıp yiyor ve arkasından namaza duruyordu. İbadetleri sırasında, Allah’tan, secdedeyken ruhunu almasını, cesedinin ne toprak ve ne de başka bir şey tarafından bozulmamasını ve kıyamet günü, secdedeyken kendisini yeniden diriltmesini istedi.

“Allah-u Zülcelal de bu isteklerini kabul etti. Nitekim bizler, yere inip çıkarken yanına uğrar ve onun secde halinde olduğunu görürdük. Bize verilen bilgiye göre bu kul, kıyamet günü yeniden dirilerek Allah’ın huzuruna çıkınca Allah-u Zülcelal:

Ey kulum! Sana rahmetimle mi yoksa amelinle mi muamele edeyim, buyuracak ve bunun üzerine o kul:

Ya Rabbi! Amelimle bana muamele et, diyecektir. O zaman, Allah-u Zülcelal meleklerine:

O halde, bu kulumun amelleri ile kendisine verdiğim nimetleri mukayese ediniz, buyuracak ve meleklerin yapacağı hesap sonunda, beş yüz yıllık ibadetinin sadece gözünün nimetini karşılayabildiği ve vücudunun diğer nimetlerinin karşılıksız kaldığı görülecektir. Bunun üzerine Allah-u Zülcelal:

Kulumu cehenneme atın! Diye emir verecek ve bu emir gereği kul cehenneme doğru yola çıkarılacaktır.

Cehenneme götürülürken:

Ya Rabbi, beni rahmetin karşılığında cennete koy! Deyince, Allah-u Zülcelal meleklere:

Kulumu geri getirin, diye emir verecektir. Geri getirilecek olan kul, tekrar Allah’ın huzuruna çıkarılınca, Allah-u Zülcelal kendisine:

Ya kulum, seni yoktan var eden kimdir? Diye soracak, kul da: Sen, Ya Rabbi! Diyecektir. Allah-u Zülcelal ona: Seni yaratmam kendi amelinin mi, yoksa benim rahmetimin mi karşılığıdır? Diye soracak, kul da: Tabii ki senin rahmetinin karşılığında olmuştur, diyecektir. Allah-u Zülcelal:

Ya kulum, beş yüz yıl boyunca ibadet etmeni sağlayan gücü sana veren kimdir? Diye soracak, kul da:

Sen, ya Rabbi! Diyecektir. Allah-u Zülcelal:

Seni dağın tepesinde, yeşillikler arasına kim kondurmuş, kim sana tuzlu sudan tatlı su bağışlamış ve kim her gece sana bir nar meyvesi sağlamıştır? Ruhunu, secdedeyken almamı istemen üzerine, bu arzunu yerine getirdim. Bütün bunları yapan kimdir? Diye buyurunca kul:

Sen, ya Rabbi! Diye cevap verecektir. Allah-u Zülcelal ona:

Bütün bunlar, rahmetimin eseri olduğu gibi, şimdi de yine rahmetimle seni cennete koyacağım, buyuracaktır. Zaten her şey Allah’ın rahmetiyledir.

zAMBakk
21.Ekim.2018, 04:41
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor:
Resûlüllah (s.a.v.) ile beraber bulunuyorduk. Bir ara azı dişleri görülecek şekilde gülümsedi. Sebebini sorduğumuzda şöyle buyurdular:
-Ümmetimden iki kişi Allâh’ın huzuruna gelirler.
Birisi,
-Yâ Rab, benim bunda hakkım var; hakkımı bundan al, bana ver, der.
Allah Teâlâ da ötekine,
– Hakkını ver, buyurur.
Adam,
-Yâ Rab, bende sevap nâmına bir şey kalmadı, der.
Cenâb-ı Hakk,
-Baksana, bu adamın sevabı kalmadı, ne dersin? buyurur.
Adamcağız,
– O halde benim günahlarımdan alsın, der.
Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz bunu anlatırken gözleri yaşardı ve, ‘O gün büyük bir gündür. İnsan; günâhının alınmasını ister’ dedi.
Bunun üzerine Allah Teâlâ hak sahibine,
-Başını kaldır ve cennete bak, buyurur.
Adamcağız,
– Yâ Rab, inci ile işlenmiş, gümüşten ve altından köşkler görüyorum. Bunlar hangi peygamber, hangi sıddîk veya hangi şehitler içindir? der.
Allah Teâlâ,
-Bunlar, bana ücretini verenler içindir, buyurur.
Adamcağız,
-Bunların hakkını kim ödeyebilir? der.
Hz. Allah,
-Sen istersen bunlara sahip olabilirsin, buyurur.
Adam,
-Nasıl olur, yâ Rab? deyince,
Cenâb-ı Hakk,
-Hakkını bu adama bağışlamakla, buyurur.
Adam,
-O halde ben bunu affettim, der.
Allahü zû’l-Celâl hazretleri de,
-Arkadaşını al, beraberce cennete girin, buyurur.
Sonra Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz,
‘Allah’tan korkun, Allah’tan korkun ve siz de kendi aranızı düzeltin. Bakınız, bizzat Hazret-i Allah mü’minlerin arasını buluyor’ buyurmuşlardır.

zAMBakk
21.Ekim.2018, 04:42
Bir sefer sırasında Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem sahabîlerinden bir koyun kesip pişirmelerini istedi. Ashabdan birisi öne çıktı:

“Ya Resulallah, onu kesmek benim üzerime olsun” dedi.

Bir başkası ileri atıldı:

“Ya Resulallah, pişirmesi de benim üzerime olsun”

Başka bir sahabî hizmete talip oldu:

“Onu yüzmesi de benim üzerime olsun” diyerek kendi aralarında vazife taksimi yaptılar.

Peygamberimiz de, “Odun toplamak da benim üzerime olsun” diyerek katılmak istedi.

Sahabîler buna razı olmak istemediler:

“Ya Resulallah, biz sizin yapacağınız işi de görmeye yeteriz. Sizin çalışmanıza ihtiyaç yoktur” dediler.

Bunun üzerine Peygamberimiz eşsiz tevazuunu göstererek şöyle buyurdu:

“Sizin benim işimi de göreceğinizi ve kâfi geleceğinizi biliyorum, fakat ben size karşı imtiyazlı bir durumda bulunmaktan hoşlanmam. Çünkü Allah, kulunu arkadaşları arasında imtiyazlı durumda görmekten hoşlanmaz.”

zAMBakk
21.Ekim.2018, 04:46
Musa Peygamber Yûşa İbnî Nûn ile birlikte çıktığı gezilerden birinde yolda giderlerken ansızın karşılarında bembeyaz bir kuş görürler.

Kuş Hz. Mûsa’nın omuzlarına konduktan sonra kendisine şöyle seslenir:

“Ey Allah’ın elçisi Musa!… Beni doğan kuşu öldürecek. Ne olur beni koru!”

Musa Peygamber de kuşu elbisesinin altına saklar. Ardından doğan kuşu gelerek, “Ey Allah’ın elçisi Musa!… Benim yiyeceğime, avıma Niçin engel oluyorsun?” diye sorar.

Hz. Musa (a.s) Doğan’a

“Sana sürümden istediğin koyunu keseyim. Bırak bu kuşa dokunma, ne olur?” diye cevap verir.

“Ama koyun etini ben ne yapayım ondan hoşlanmıyorum ki?” diyen Doğan’a da Musa Peygamber şu cevabı verir.

“Öyleyse sana kendi kabalarımdan bir miktar et keseyim de ye.”

Tam bu sırada Musa Peygamber’in elbisesinin altında sakladığı kuş havaya fırlayarak uçar gider.

Peşinden de Doğan kanat çırparak havalanır. Hz. Musa (a.s) arkalarından seyre dalar. O, ne hikmettir? diye düşüncelere dalmıştır. Bu iki küçük yaratığın bile hayat-memat derdine düşerek birbirlerini yemeğe kalkışmaları karşısında içi sızlayarak, aralarını bulmak için Doğan’a kendi bacaklarının kaba etlerini vermeye razı olmuştur. O, bütün varlıkların birbirine düşmeden kardeşçe bir düzen içinde yaşamalarını arzu etmektedir.

Zaten kutsal davası da insan yığınlarını aydınlık Allah yoluna davet ederek onların bu yolda insanca yaşamalarını sağlamaktır.

Musa Peygamber kafasında bu düşünceleri geçirirken kuşlar tekrar yanına sokularak onlardan biri,

“Ben Cebrail’im” diğeri “Ben de Mikail’im” diye hüviyetlerini ortaya koyduktan sonra sözlerini şöyle noktaladılar:

“Ey Musa!… Biz seni buraya denemek için geldik. Açıkçası yüce Allah (cc) bizi, Rabbinin kulları karşısında takındığın şefkat ve merhamet duygularının ölçüsünü tartmak için gönderdi. Bizde bu görevimizi yerine getirdik. İmtihanı başarıyla kazındığını müjdeleriz.”

zAMBakk
21.Ekim.2018, 04:48
Sehl bin Sa’d şöyle anlatmıştır: “Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Hayber gününde: “And olsun, ben şu bayrağı yarın bir kişiye vereceğim ki Allah onun eliyle Hayber’i fethedecektir. O, Allah ve Resulü’nü sever, Allah ve Resulü de onu sever.” diye buyurdu.

Halk, o gece sabaha kadar, bayrağın kime verileceğini, o kişinin kim olacağını müzakere edip durdular. Sabahleyin halk, Resulullah (S.A.V)’in yanına geldi. Herkes bayrağın kendisine verileceğini ümit ediyordu. Hz. Peygamber (S.A.V):

– Ebu Talib’in oğlu Ali nerede? Dedi. Sahabe:

– Ey Allah’ın Resulü! Onun gözleri ağrıyor. Onun için buraya gelemedi, deyince, Hz. Peygamber (S.A.V) birisini göndererek onu çağırdı. Hz. Ali geldi ve Hz. Peygamber (S.A.V), Hz. Ali’nin mübarek gözlerine tükürüğünü sürdü. Ona dua etti. Hiç hasta olmamış gibi şifaya kavuştu. Hz. Peygamber (S.A.V) bayrağı ona verdi. Hz. Ali:

– Ey Allah’ın Resulü! Onlar bizim gibi oluncaya kadar onlarla mücadele edeceğiz, savaşacağız, dedi. Hz. Peygamber (S.A.V) de şöyle buyurdu:

– Git! Onların sahasına girinceye kadar devam et. Sonra onları İslâm’a davet et. Onlara, İslâm’da, Allah’ın haklarının neler olduğunu haber ver. Allah’a yemin ederim ki eğer senin vasıtanla Allah-u Zülcelal bir kişiyi hidayete ulaştırırsa bu senin için dünya ve dünyanın içindekilerden daha hayırlıdır.

zAMBakk
24.Ekim.2018, 15:25
Yaşamla ilgili bir öğüt vermesini istediğinde, seksen yedi yaşındaki kör bir adam, genç bir adama şu cevabı verir:


- Delikanlı ! Koşarken dağın tepesine bak. Gözlerini dağdan ayırma, kilometrelerin ayaklarının altında eriyip gittiğini hissedeceksin. Çalılıkların, ağaçların, hatta ırmağın zerinden atlayıp geçtiğini hissedeceksin. Ne zaman hayatın zorlukları ile yüz yüze gelirsen, daima dağın tepesine bakmayı hatırla. Böylece hiçbir mesele ne kadar büyük görünürse görünsün, senin cesaretini kıramaz.

zAMBakk
24.Ekim.2018, 15:28
Bir bilge kişi, çölde öğrencileriyle otururken demiş ki;Gece ile gündüzü nasıl ayırt edersiniz?

Tam olarak ne zaman karanlık başlar, ne zaman ortalık aydınlanır? Öğrencilerden biri;

Uzaktaki sürüye bakarım, demiş, koyunu keçiden ayıramadığım zaman akşam olmuş demektir.

Başka bir öğrenci söz almış ve Hocam demiş,

İncir ağacını, zeytin ağacından ayırdığım zaman, anlarım ki sabah başlamıştır.Bilge kişi, uzun süre susmuş. Öğrenciler meraklanmışlar ve Siz ne düşünüyorsunuz hocam? Diye sormuşlar. Bilge kişi şöyle demiş;

Yürürken karşıma bir kadın çıktığında, güzel mi çirkin mi, siyah mı beyaz mı diye ayırmadan ona bacım diyebildiğimde ve yine yürürken önüme çıkan erkeği, zengin mi yoksul mu diye bakmadan, milletine, ırkına, dinine aldırmadan, kardeşim sayabildiğimde anlarım ki; sabah olmuştur, AYDINLIK başlamıştır..