Mavi
24.Mart.2014, 00:08
Atatürkçülük ve Bilim
Bence Atatürk'ü en iyi özetleyen '' Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir'' sözüdür. Bunun içindir ki, Atatürk Devrimleri, toplumumuz için bir son değil. bir başlangıçtır. Ve bilimlerin getirdiği yeni doğrulara her zaman açık, iyiye, güzele, ileriye yönelmiş canlı bir devinim bir atılımdır Atatürkçülük. Atatürk gençliğine düşen de, O'nun başladığı uygarlık savaşını yine O'nun buyruğuna uyarak, diyesim, olumlu bilimlerden güç alarak, ışık alarak sürdürmek, bütünlemektir.
O'nun koyduğu ilkelere tarihin akışına ve kendi özüne daha uygun toplumsal ekonomik yeni içerikler kazandırmaktır. Artık duygusal söylev Atatürkçülüğüne, tören Atatürkçülüğüne yaslanarak yeni kuşakları doyurmak olanak dışıdır. Atatürk'ün kadro yetersizliği, günün koşulları yüzünden ele alamadığı, eksik bıraktığı işleri tamamlamak, bugünkü kuşakların başlıca görevi olmuştur. Nedir yapamadığı, eksik bıraktığı şeyler Atatürk'ün? Toplumsal yapımızı, üst yapıda gerçekleştirdiği ilkelere, çağdaş isterlere, halkın mutluluk ve genliğine dahâ uygun bir duruma getirmek. Diyesim, devrimleri halka, tabana indirmek. Bu da, O'nun atığı yönlerde, yollarda, en gerçek önder diye bize gösterdiği bilimin önderliğinde olmalıdır, halkçılık, bağımsızlık, ulusçuluk ilkelerinin ışığında olmalıdır. Çünkü azgelişmiş bir ülkede kalkınabilmek, ilerleyebilmek için başka yol yoktur. Öteki ulusların yönetim biçimlerinden esinlensek bile, bize mutluluk, genlik ve özgürlük getirebilecek yolu ancak yine kendimiz bulabiliriz. Toplumların yönetim biçimleri, hâzır giysiler gibi başka vitrinlerden tutup alınamaz, Halka dönük, halk yararına çalışan, halk tarafından yönetilen toplumsal bir düzen kurmak ve geliştirmek, Atatürk gibi büyük bir önderi, hem de çok yakın bir geçmişte yetiştirmiş olan bir ulus için, pek de güç olmasa gerek.
Tarihsel akışın da gerektirdiği böyle bir düzeni çağdaş bilimlein önderliğinde başarmak, Atatürk kuşaklarının boynuna borç değil midir? Hiç değilse, O'nun devrimlerini temel alarak, başlangıç olarak kabul eden sınıflararası ve partilerüstü bir ântlaşma tabanı kurulamaz mı? Türkiye'nin toplumsal erince kavuşmasını, dengeli bir gelişme yoluna girmesini istiyorsak, işe, O'nun bıraktığı yerden başlamaktan başka çıkâr yol kalmamıştır. Bu da, O'nun ilkelerine uygun köklü yapısal değişiklikler yaparak bütün yurttaşlara eşit ilerleme olanakları sunabilen gerçek bir çağdaşlık düzeyine yönelmekle olabilir. Gerçek Atatürkçülük de, O'nun gelebildiği çizgide kalmak değil, en gerçek yol gösterici olarak bize gösterdiği ilimin arkasından gitmektir.
Atatürkçülük ve Marksçılık
Bilimin, yanı her türlü doğmacılığa karşı olan, akılcı, araştırıcı, bağımsız ve özgür düşüncenin, Bilim adına yapılmak istenilen eski ve yeni yobazlıklara, bağnazlıklara, Atatürkçülük dün de kapalıydı, bugün de kapalıdır. Yobazlık, kaynağı ister din, ister öğreti (doctrine) , ister başka bir şey olsun, kişinin, kendi inandığının tek doğru, biricik doğru, ondan başkasını da yalan, yanlış, lanetlenesi bir şey olarak görmesidir. Yobaz, kendi inançlarından başka inançlara, düşüncelere değil saygı, yaşama hakkı bile tanımayan saplatılı bir kimse, bir soy inanç hastasıdır. Ve olumsuz bir bağlamdır yobazlık. Düşünce özgürlüğüne temelden karşı olan böyle bir tutumun, öründe kuşkuculuk olan bilimsel düşünceye tümden aykırı düştüğü ise açıktır. ''Yıllar boyunca, solun daha solu, solun en solu yolundaki solla kavgamız sürüp gitti, diyen Yugoslav eleştirmeni, Kırleja, bir sosyalisttir diyesim, önce bir öğreti adamıdır. O bile soldaki yobazlıktan yakınmaktadır. Nedense bütün öğretilerin yobazlık gibi ortak bir yanı bir hastalığı oluyor. Daha doğrusu yobazlığa dönüşebilen bir yanları oluyor. Ve ne yazık ki, kapitalizmin bilimsel eleştirisi demek olan ve yeryüzündeki eşitsizlikleri, haksızlıkları kaldırmak üzere ortaya atılan Marksçı Soyalizm de bugün birçok ülkelerde olduğu gibi, bizim ülkemizde de böyle yobazca bir tutumla nerdeyse yeni bir din, bir doğma, özgürlüğü bağlayan bir zincir durumuna getirilmek istenmiş, istediği ortamı Atatürkçü Demokratik ve lâyık cumhuriyette bulamayınca, yeraltına kayarak hepimizin yıllardır acısını çektiğimiz insanlık dışı kanlı olaylara dönüşmüştür. Kimi gerçleklere de, kolaycılıkları, yaş coşkunlukları, yeterlibie felsefe kütüründen geçmeksizin toplumcu yayınlara uzanışları yüzünden bulaşmış olan bu çalcıl yobazlık, ''En hoşuma giden söz şüphe etmektir'', diyen Karl Marks gibi feylezof bir bilim adamının, bir düşünürün ortaya koyduğu düşünce dizgesinin bilimsel niteliğine de hiç uygun düşmemektedir. Ama gelin görün ki, bu niteliğine karşın Marks'la Engels'in yaşadıkları günlerden başlayarak, dünyanın her yerinde, birçok düşünce tembeli kolaycılar yine çıkmak ta, Mârksçılığı, yeni bir Ortaçağ anlayışıyla gazap tanrıları olan yeni bir din durumuna sokmaya çalışmaktadırlar. Böylece temel niteliği eleştiri, bilimsel araştırı olan bir düşünce yönemini, us dışı bir yöne itmek istemektedirler. Atatürkçü düşünce işte bu türlü çağdaş yobazlıklara karşı olan özgürlükçü bir düşüncedir. Gerçeği aramada Batı'nın geliştirdiği uscu ve deneyci yöntemleri benimsemiş gerçekçi bir düşüncedir.
Atatürkçüler bilirler ki, Marksçı toplumculuk da toplumsal bilimler ve gelişmeler tarihinde ne ilk, ne de son düşünce aşamasıdır. Toplumsal, ekonomik, tarihsel olaytarın dialektik maddeci bir açıdan yorumlanması, değerlendirilmesi, açıklanmasıdır. Doğadaki olayların toplumsal oluşumlârın, diyatektik bir yasaya dayandığını söyleyen ve Heraklites - Hegel felsefelerinin uzantısı üzerinde, yüzlerce yıllık düşünce birikiminin bir sonucu olarak doğmuş bir öğretidir, bir kuramdır. Dolayısıyla da her kuram gibi, ancak belirli koşullar içinde doğru sonuç verebilir. O koşulların her toplumda varolduğurıu kabul etmek bilimsel düşünceye sığmaz. Çağdaş yobazlar demirden bir giysi gibi, Marksçı düşünce uygulamasını, türlü insanlık dışı yollarla toplumlara giydirmekten ne yazık ki çekinmemektedirler. Hele hele bu öğretinin eleştirisine hiç katlanamazlar. Oysa bilimsel Sosyalizmin, başka bir deyişle, Marksçı düşüncenin doğru ve yanlış yönleri bugün Batılı üniversite kürsülerinde korkusuzca tartışılabilmektedir. Öyledir ama, gelin de bu gerçekleri inanç hastası olan öğreti yobazlarına anlatın bakalım. Anlatamazsınız, çünkü onlar inançlarıyla koşullanmış, bağlanmış, sağduyuları körelmiş kimselerdir. İşte, sömürgecilik kadar çağımızı tehdit eden başka bir tehlike de bizce, bu yeni yobazlıktır. Atatürkçü düşünce, her türlü katılığa karşı olan özgür bir düşüncedir.
Atatürkçülüğün Yeri
Dünyamızdaki sağ, sol çatışması içinde Atatürkçülüğün yeri nerededir?
Ortaçağ'dan kalma kendine özgü bir derebeylik düzeninin temellendirdiği altyapısıyla, dinsel dünya görüşüne dayanan İslâmcı üst yapısıyla Osmanlı Devleti, çağının gerisinde kalmış bir düzeni temsil ediyordu. Böyle bir düzeni yıkarak, onun yerine çağdaş bir cumhuriyet düzeni kuran, başka bir deyişle söylemek gerekirse, daha çağdaş bir üretim biçimini birden bire egemen kılmasa bile, öyle bir üretim biçimine dönük güçlü bir üst yapı devrimi yaparak, hem sömürüye karşı olduğunu, hem de emekten yana olduğunu ortaya koyan, öte yandan halkçılığı, ulusçuluğu, layikliği, devletçiliği, cumhuriyetçiliği ve devrimciliği ilk olarak kabul eden Atatürk'ün de, geleneksel anlamıyla solda bir düşünce ve eylem adamı olduğu açıktır. Bilimden başka bir önder ve yöntem tanımayan Atatürkçülük, bütün yönleriyle her türlü bağnazlığa ve düşünce yobazlığına karşı olan devrimci bir düşün düzenidir. Türk gençliği, Atatürk'ü, Atatürkçülüğü iyi anlar, doğru değerlendirirse, onun bundan sonraki gelişmeleri de kapsayacak onlara temel olacak bir nitelikte olduğunu görecektir. Yeter ki kolaycılığa ve reçeteciliğe düşmesin. Eski kuşakların tutucu, gerici çevrelerinin oynadığı oyunlar ne olursa olsun, gençlik çağdaş uygarlığın da ilkeleri sayılabilecek olan Atatürk ilkelerinden ayrılmamakla hem kendi yarınını, hem de ülkenin yarınlarını güvence altına almış olacaktır.
Atatürkçülüğün bugüne kadar karşı devrimcilerle, gericilerle savaşma zorunluluğu yetmiyormuş gibi, özellikle son yıllarda başımıza bir de aşırı sol çevrelerden gelen yeni bir Atatürk düşmanlığı çıkmıştır. Atatürk devrimini, Kemalist İdeolojiyi sait bir kentsoylu (Burjuva) üst yapı devrimi, hem de eski feodal yapı üzerine oturtulmuş bir üst yapı devrimi olarak gören ve küçümseyen bu çevreler, Marks ve Engels'i gerçekten anlamış olsalardı bilmem ki, böyle düşünebilirler miydi? Onlar, toplumcu düzenin kurulmasında her toplumun tarihsel, yapısal koşullarına, özelliklerine, ağırlık vermişlerdir. Altyapı ile üst yapı arasındaki bağlantının çok karışık, çok dolaylı olduğunu söylemişlerdir. Bir de şunu söylemişlerdir; Altyapı, üst yapıyı bir ölçüde belirlerken, etkilerken, üst yapı da altyapıyı köklü değişikliklere iter. Bunu yeni gereksinmieler, yeni özleyişler, yeni birikimler doğurarak yapar. Nitekim, kölelik düzeninin yarattığı bir üst yapı kurumu olan eski Yunan kültürü, yaratıcı niteliği ile yeni bir uygarlığı Batı uygarlığını oluşturmuştur. Öyle ise, dış sömürgeci ulusların pençesinden kurtardığı yurdunda kurduğu yeni cumhuriyet düzeni, lâyiklik, kadın hakları, yazı devrimi, dil devrimi ve öğretim birliği gibi hızlı değişimleri, dönüşümlerle Atatürk'ün yaptığı büyük iş, gerçekte ve giderek altyapıyı da değiştirecek olan yollar açmış kişiliği kendine özgür bir üst yapı devrimidir. O devrimlerin aşısı olmasaydı. Türkiye'de sınıfsal gelişme olamazdı. Sınıfsal gelişme olmayınca da, daha ileri, daha çağdaş bir üretim biçimine varacak olan toplumsal koşullar ve ortamın meydana gelemeyeceği açıktır.
Atatürk devrimlerinin hiçbiri, bunlar yapılmasaydı da olurdu, dedirtecek gibi değildir. Öyleyse eksik olan nedir Atatürk'te? Atatürk, onbeş yılda her şeyi bitirmiş, tamamlamış da öyle ayrılmış değildir ki. Tersine yıkılacağı yıkmış, toplumumuzu ulusal benliğine kavuşturmuş, gerçek yol göstericimiz bilimdir, onun arkasından gidiniz demiş, aramızdan öyle ayrılmıştır. O'nun en önemsizmiş gibi görünen şapka devrimi bile kafalarımızın yenileşmesinde etkisiz olmuştur denilebilir mi? Özle biçim arasındaki sıkı bağlantı düşünülürse, şapka giymiş insanla fes giymiş bir insanın düşünce biçimi ve duyuş yönünden birbirinden farklı olacağı açıktır. Bunun en somut örneğini gündelik yaşantımızda da görebiliriz. Sözgelimi, baş açık dışarıya çıktığırnız günler, kendimizi şapkalı olârak çıktığımız günlerden daha başka bir ruh durumu içinde bulmaz mıyız? Bir askekerin, sivil giyindiği zamanki davranışları, üniformalı olduğu zamankinden daha değişik olur.
En yüzeyde gibi görünen şapka devriminin getirdiği değişiklikler bile küçümsenmeyecek bir değer taşırken, lâyıklık gibi, icadın hakları gibi uygarlık yâsası (Medenî Kanun) gibi, yazı ve dil devrimleri gibi atılımlar, dolaylı dolaysız etkileriyle toplumun alt yapısını da değiştirecek olan bir dizi gelişmeler, oluşumlara yol açmaz da ne yapar? Bunları küçümseyenler Atatürkçü düşüncenin insana, halka ve bütün insanlığa dönük olan genel yapıcı tablosunu, birbirini bütünleyen yaratıcı yönlerini görmeyen, kavrayamayan dar görüşlü kimselerdir.
Bir öğretinin çoğu kez yanlış anlaşılmış, çıkmayanlar, o öğretinin başına bilimsel sözü o yüzden de tabulaştırılmış kalıplarının dışına gelmiş de olsa, yobazdırlar, bağnazdırlar. Bu gibiler, araştırma gücünü yitirmiş ve hem toplumlarına, hem de kendilerine yabancılaşmış oldukları için, Kemalist düşüncenin, bilim ahlâkından güç alan gerçekçi, kuşkusu ve araştırıcı yöntemlerine yabancı kalmaları da doğaldır. Onların olaylara tek bir açıdan bakmaları, çıkardıkları sonuçların da tartışılamaz olduğu sanısını verir kendilerine. Bu yüzden de sürekli bir gerilim, bir öfke, bir saldırganlık psikozu içinde yaşarlar. Yılgınlık umutsuzluk ve korkuya kolayca düşüvermeleri de işten bile değildir. Bir çeşit paranoya hastalığına tutulmuşlardır. Herkezi düşman gözüyle görürler. Düşünce özgürlüğü ne söz, kendi inançlarının dışında bir düşünce olabileceğini bile kabul edemezler. Tek başına düşünme yeteneğini yitirmiş olan bu gibi insanlarla toplumlar değil, güdülmeye yatkın sürüler meydana gelebilir ancak. Oysa hiçbir düşüncenin, hiçbir öğretinin, insanları bağımsız, özgür ve mutlu kılmaktan başka bir gerekçesi olamaz. İnsanlık bir gün evrensel bir barışa, özgürlük ve mutluluğa kavuşacaksa bu, bir tek düşüncenin, bir tek inancın buyruğunda olan yobazların meydana getirdiği topluluklarla değil, özgür düşünceli, eleştirici ve araştırıcı insanların oluşturduğu toplumların çabalarıyla gerçekleşecektir. Çünkü adalet, eşitlik ve kardeşlik duyguları, ancak bu gibi insânların, gönüllerinde yeşerip filizlenebilir. Kıvılcım ekenler ise, yangından başka bir şey biçemezler
Bence Atatürk'ü en iyi özetleyen '' Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir'' sözüdür. Bunun içindir ki, Atatürk Devrimleri, toplumumuz için bir son değil. bir başlangıçtır. Ve bilimlerin getirdiği yeni doğrulara her zaman açık, iyiye, güzele, ileriye yönelmiş canlı bir devinim bir atılımdır Atatürkçülük. Atatürk gençliğine düşen de, O'nun başladığı uygarlık savaşını yine O'nun buyruğuna uyarak, diyesim, olumlu bilimlerden güç alarak, ışık alarak sürdürmek, bütünlemektir.
O'nun koyduğu ilkelere tarihin akışına ve kendi özüne daha uygun toplumsal ekonomik yeni içerikler kazandırmaktır. Artık duygusal söylev Atatürkçülüğüne, tören Atatürkçülüğüne yaslanarak yeni kuşakları doyurmak olanak dışıdır. Atatürk'ün kadro yetersizliği, günün koşulları yüzünden ele alamadığı, eksik bıraktığı işleri tamamlamak, bugünkü kuşakların başlıca görevi olmuştur. Nedir yapamadığı, eksik bıraktığı şeyler Atatürk'ün? Toplumsal yapımızı, üst yapıda gerçekleştirdiği ilkelere, çağdaş isterlere, halkın mutluluk ve genliğine dahâ uygun bir duruma getirmek. Diyesim, devrimleri halka, tabana indirmek. Bu da, O'nun atığı yönlerde, yollarda, en gerçek önder diye bize gösterdiği bilimin önderliğinde olmalıdır, halkçılık, bağımsızlık, ulusçuluk ilkelerinin ışığında olmalıdır. Çünkü azgelişmiş bir ülkede kalkınabilmek, ilerleyebilmek için başka yol yoktur. Öteki ulusların yönetim biçimlerinden esinlensek bile, bize mutluluk, genlik ve özgürlük getirebilecek yolu ancak yine kendimiz bulabiliriz. Toplumların yönetim biçimleri, hâzır giysiler gibi başka vitrinlerden tutup alınamaz, Halka dönük, halk yararına çalışan, halk tarafından yönetilen toplumsal bir düzen kurmak ve geliştirmek, Atatürk gibi büyük bir önderi, hem de çok yakın bir geçmişte yetiştirmiş olan bir ulus için, pek de güç olmasa gerek.
Tarihsel akışın da gerektirdiği böyle bir düzeni çağdaş bilimlein önderliğinde başarmak, Atatürk kuşaklarının boynuna borç değil midir? Hiç değilse, O'nun devrimlerini temel alarak, başlangıç olarak kabul eden sınıflararası ve partilerüstü bir ântlaşma tabanı kurulamaz mı? Türkiye'nin toplumsal erince kavuşmasını, dengeli bir gelişme yoluna girmesini istiyorsak, işe, O'nun bıraktığı yerden başlamaktan başka çıkâr yol kalmamıştır. Bu da, O'nun ilkelerine uygun köklü yapısal değişiklikler yaparak bütün yurttaşlara eşit ilerleme olanakları sunabilen gerçek bir çağdaşlık düzeyine yönelmekle olabilir. Gerçek Atatürkçülük de, O'nun gelebildiği çizgide kalmak değil, en gerçek yol gösterici olarak bize gösterdiği ilimin arkasından gitmektir.
Atatürkçülük ve Marksçılık
Bilimin, yanı her türlü doğmacılığa karşı olan, akılcı, araştırıcı, bağımsız ve özgür düşüncenin, Bilim adına yapılmak istenilen eski ve yeni yobazlıklara, bağnazlıklara, Atatürkçülük dün de kapalıydı, bugün de kapalıdır. Yobazlık, kaynağı ister din, ister öğreti (doctrine) , ister başka bir şey olsun, kişinin, kendi inandığının tek doğru, biricik doğru, ondan başkasını da yalan, yanlış, lanetlenesi bir şey olarak görmesidir. Yobaz, kendi inançlarından başka inançlara, düşüncelere değil saygı, yaşama hakkı bile tanımayan saplatılı bir kimse, bir soy inanç hastasıdır. Ve olumsuz bir bağlamdır yobazlık. Düşünce özgürlüğüne temelden karşı olan böyle bir tutumun, öründe kuşkuculuk olan bilimsel düşünceye tümden aykırı düştüğü ise açıktır. ''Yıllar boyunca, solun daha solu, solun en solu yolundaki solla kavgamız sürüp gitti, diyen Yugoslav eleştirmeni, Kırleja, bir sosyalisttir diyesim, önce bir öğreti adamıdır. O bile soldaki yobazlıktan yakınmaktadır. Nedense bütün öğretilerin yobazlık gibi ortak bir yanı bir hastalığı oluyor. Daha doğrusu yobazlığa dönüşebilen bir yanları oluyor. Ve ne yazık ki, kapitalizmin bilimsel eleştirisi demek olan ve yeryüzündeki eşitsizlikleri, haksızlıkları kaldırmak üzere ortaya atılan Marksçı Soyalizm de bugün birçok ülkelerde olduğu gibi, bizim ülkemizde de böyle yobazca bir tutumla nerdeyse yeni bir din, bir doğma, özgürlüğü bağlayan bir zincir durumuna getirilmek istenmiş, istediği ortamı Atatürkçü Demokratik ve lâyık cumhuriyette bulamayınca, yeraltına kayarak hepimizin yıllardır acısını çektiğimiz insanlık dışı kanlı olaylara dönüşmüştür. Kimi gerçleklere de, kolaycılıkları, yaş coşkunlukları, yeterlibie felsefe kütüründen geçmeksizin toplumcu yayınlara uzanışları yüzünden bulaşmış olan bu çalcıl yobazlık, ''En hoşuma giden söz şüphe etmektir'', diyen Karl Marks gibi feylezof bir bilim adamının, bir düşünürün ortaya koyduğu düşünce dizgesinin bilimsel niteliğine de hiç uygun düşmemektedir. Ama gelin görün ki, bu niteliğine karşın Marks'la Engels'in yaşadıkları günlerden başlayarak, dünyanın her yerinde, birçok düşünce tembeli kolaycılar yine çıkmak ta, Mârksçılığı, yeni bir Ortaçağ anlayışıyla gazap tanrıları olan yeni bir din durumuna sokmaya çalışmaktadırlar. Böylece temel niteliği eleştiri, bilimsel araştırı olan bir düşünce yönemini, us dışı bir yöne itmek istemektedirler. Atatürkçü düşünce işte bu türlü çağdaş yobazlıklara karşı olan özgürlükçü bir düşüncedir. Gerçeği aramada Batı'nın geliştirdiği uscu ve deneyci yöntemleri benimsemiş gerçekçi bir düşüncedir.
Atatürkçüler bilirler ki, Marksçı toplumculuk da toplumsal bilimler ve gelişmeler tarihinde ne ilk, ne de son düşünce aşamasıdır. Toplumsal, ekonomik, tarihsel olaytarın dialektik maddeci bir açıdan yorumlanması, değerlendirilmesi, açıklanmasıdır. Doğadaki olayların toplumsal oluşumlârın, diyatektik bir yasaya dayandığını söyleyen ve Heraklites - Hegel felsefelerinin uzantısı üzerinde, yüzlerce yıllık düşünce birikiminin bir sonucu olarak doğmuş bir öğretidir, bir kuramdır. Dolayısıyla da her kuram gibi, ancak belirli koşullar içinde doğru sonuç verebilir. O koşulların her toplumda varolduğurıu kabul etmek bilimsel düşünceye sığmaz. Çağdaş yobazlar demirden bir giysi gibi, Marksçı düşünce uygulamasını, türlü insanlık dışı yollarla toplumlara giydirmekten ne yazık ki çekinmemektedirler. Hele hele bu öğretinin eleştirisine hiç katlanamazlar. Oysa bilimsel Sosyalizmin, başka bir deyişle, Marksçı düşüncenin doğru ve yanlış yönleri bugün Batılı üniversite kürsülerinde korkusuzca tartışılabilmektedir. Öyledir ama, gelin de bu gerçekleri inanç hastası olan öğreti yobazlarına anlatın bakalım. Anlatamazsınız, çünkü onlar inançlarıyla koşullanmış, bağlanmış, sağduyuları körelmiş kimselerdir. İşte, sömürgecilik kadar çağımızı tehdit eden başka bir tehlike de bizce, bu yeni yobazlıktır. Atatürkçü düşünce, her türlü katılığa karşı olan özgür bir düşüncedir.
Atatürkçülüğün Yeri
Dünyamızdaki sağ, sol çatışması içinde Atatürkçülüğün yeri nerededir?
Ortaçağ'dan kalma kendine özgü bir derebeylik düzeninin temellendirdiği altyapısıyla, dinsel dünya görüşüne dayanan İslâmcı üst yapısıyla Osmanlı Devleti, çağının gerisinde kalmış bir düzeni temsil ediyordu. Böyle bir düzeni yıkarak, onun yerine çağdaş bir cumhuriyet düzeni kuran, başka bir deyişle söylemek gerekirse, daha çağdaş bir üretim biçimini birden bire egemen kılmasa bile, öyle bir üretim biçimine dönük güçlü bir üst yapı devrimi yaparak, hem sömürüye karşı olduğunu, hem de emekten yana olduğunu ortaya koyan, öte yandan halkçılığı, ulusçuluğu, layikliği, devletçiliği, cumhuriyetçiliği ve devrimciliği ilk olarak kabul eden Atatürk'ün de, geleneksel anlamıyla solda bir düşünce ve eylem adamı olduğu açıktır. Bilimden başka bir önder ve yöntem tanımayan Atatürkçülük, bütün yönleriyle her türlü bağnazlığa ve düşünce yobazlığına karşı olan devrimci bir düşün düzenidir. Türk gençliği, Atatürk'ü, Atatürkçülüğü iyi anlar, doğru değerlendirirse, onun bundan sonraki gelişmeleri de kapsayacak onlara temel olacak bir nitelikte olduğunu görecektir. Yeter ki kolaycılığa ve reçeteciliğe düşmesin. Eski kuşakların tutucu, gerici çevrelerinin oynadığı oyunlar ne olursa olsun, gençlik çağdaş uygarlığın da ilkeleri sayılabilecek olan Atatürk ilkelerinden ayrılmamakla hem kendi yarınını, hem de ülkenin yarınlarını güvence altına almış olacaktır.
Atatürkçülüğün bugüne kadar karşı devrimcilerle, gericilerle savaşma zorunluluğu yetmiyormuş gibi, özellikle son yıllarda başımıza bir de aşırı sol çevrelerden gelen yeni bir Atatürk düşmanlığı çıkmıştır. Atatürk devrimini, Kemalist İdeolojiyi sait bir kentsoylu (Burjuva) üst yapı devrimi, hem de eski feodal yapı üzerine oturtulmuş bir üst yapı devrimi olarak gören ve küçümseyen bu çevreler, Marks ve Engels'i gerçekten anlamış olsalardı bilmem ki, böyle düşünebilirler miydi? Onlar, toplumcu düzenin kurulmasında her toplumun tarihsel, yapısal koşullarına, özelliklerine, ağırlık vermişlerdir. Altyapı ile üst yapı arasındaki bağlantının çok karışık, çok dolaylı olduğunu söylemişlerdir. Bir de şunu söylemişlerdir; Altyapı, üst yapıyı bir ölçüde belirlerken, etkilerken, üst yapı da altyapıyı köklü değişikliklere iter. Bunu yeni gereksinmieler, yeni özleyişler, yeni birikimler doğurarak yapar. Nitekim, kölelik düzeninin yarattığı bir üst yapı kurumu olan eski Yunan kültürü, yaratıcı niteliği ile yeni bir uygarlığı Batı uygarlığını oluşturmuştur. Öyle ise, dış sömürgeci ulusların pençesinden kurtardığı yurdunda kurduğu yeni cumhuriyet düzeni, lâyiklik, kadın hakları, yazı devrimi, dil devrimi ve öğretim birliği gibi hızlı değişimleri, dönüşümlerle Atatürk'ün yaptığı büyük iş, gerçekte ve giderek altyapıyı da değiştirecek olan yollar açmış kişiliği kendine özgür bir üst yapı devrimidir. O devrimlerin aşısı olmasaydı. Türkiye'de sınıfsal gelişme olamazdı. Sınıfsal gelişme olmayınca da, daha ileri, daha çağdaş bir üretim biçimine varacak olan toplumsal koşullar ve ortamın meydana gelemeyeceği açıktır.
Atatürk devrimlerinin hiçbiri, bunlar yapılmasaydı da olurdu, dedirtecek gibi değildir. Öyleyse eksik olan nedir Atatürk'te? Atatürk, onbeş yılda her şeyi bitirmiş, tamamlamış da öyle ayrılmış değildir ki. Tersine yıkılacağı yıkmış, toplumumuzu ulusal benliğine kavuşturmuş, gerçek yol göstericimiz bilimdir, onun arkasından gidiniz demiş, aramızdan öyle ayrılmıştır. O'nun en önemsizmiş gibi görünen şapka devrimi bile kafalarımızın yenileşmesinde etkisiz olmuştur denilebilir mi? Özle biçim arasındaki sıkı bağlantı düşünülürse, şapka giymiş insanla fes giymiş bir insanın düşünce biçimi ve duyuş yönünden birbirinden farklı olacağı açıktır. Bunun en somut örneğini gündelik yaşantımızda da görebiliriz. Sözgelimi, baş açık dışarıya çıktığırnız günler, kendimizi şapkalı olârak çıktığımız günlerden daha başka bir ruh durumu içinde bulmaz mıyız? Bir askekerin, sivil giyindiği zamanki davranışları, üniformalı olduğu zamankinden daha değişik olur.
En yüzeyde gibi görünen şapka devriminin getirdiği değişiklikler bile küçümsenmeyecek bir değer taşırken, lâyıklık gibi, icadın hakları gibi uygarlık yâsası (Medenî Kanun) gibi, yazı ve dil devrimleri gibi atılımlar, dolaylı dolaysız etkileriyle toplumun alt yapısını da değiştirecek olan bir dizi gelişmeler, oluşumlara yol açmaz da ne yapar? Bunları küçümseyenler Atatürkçü düşüncenin insana, halka ve bütün insanlığa dönük olan genel yapıcı tablosunu, birbirini bütünleyen yaratıcı yönlerini görmeyen, kavrayamayan dar görüşlü kimselerdir.
Bir öğretinin çoğu kez yanlış anlaşılmış, çıkmayanlar, o öğretinin başına bilimsel sözü o yüzden de tabulaştırılmış kalıplarının dışına gelmiş de olsa, yobazdırlar, bağnazdırlar. Bu gibiler, araştırma gücünü yitirmiş ve hem toplumlarına, hem de kendilerine yabancılaşmış oldukları için, Kemalist düşüncenin, bilim ahlâkından güç alan gerçekçi, kuşkusu ve araştırıcı yöntemlerine yabancı kalmaları da doğaldır. Onların olaylara tek bir açıdan bakmaları, çıkardıkları sonuçların da tartışılamaz olduğu sanısını verir kendilerine. Bu yüzden de sürekli bir gerilim, bir öfke, bir saldırganlık psikozu içinde yaşarlar. Yılgınlık umutsuzluk ve korkuya kolayca düşüvermeleri de işten bile değildir. Bir çeşit paranoya hastalığına tutulmuşlardır. Herkezi düşman gözüyle görürler. Düşünce özgürlüğü ne söz, kendi inançlarının dışında bir düşünce olabileceğini bile kabul edemezler. Tek başına düşünme yeteneğini yitirmiş olan bu gibi insanlarla toplumlar değil, güdülmeye yatkın sürüler meydana gelebilir ancak. Oysa hiçbir düşüncenin, hiçbir öğretinin, insanları bağımsız, özgür ve mutlu kılmaktan başka bir gerekçesi olamaz. İnsanlık bir gün evrensel bir barışa, özgürlük ve mutluluğa kavuşacaksa bu, bir tek düşüncenin, bir tek inancın buyruğunda olan yobazların meydana getirdiği topluluklarla değil, özgür düşünceli, eleştirici ve araştırıcı insanların oluşturduğu toplumların çabalarıyla gerçekleşecektir. Çünkü adalet, eşitlik ve kardeşlik duyguları, ancak bu gibi insânların, gönüllerinde yeşerip filizlenebilir. Kıvılcım ekenler ise, yangından başka bir şey biçemezler