PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Browni..K.T.



Misal
01.Eylül.2014, 11:08
Öyle fakirdi ki çocukluğum, ecel gelse almazdı.

İlkokul yıllarım geçiyor aklımdan. Ne zor günlerdi Allah’ım. Zengin okulunda fakir çocuk olarak okumak… etrafında seni her teneffüs ezecek bir çoğunluk. Etrafında anlamsız bir kalabalık. İçinde bir yalnızlık… bildiği sorulara bile parmak kaldıramamak… utandığım şey, parmak kaldırmak değildi aslında. Öğretmenim tahtaya kaldırdığında tüm sınıfın yırtık ayakkabılarımı görecek olmasıydı. Oysa ben ustaca saklardım onu en arka sırada…

Okuldan arta kalan zamanımda bir kırtasiye’de çalışırdım. Haftalığım 10 lira. Sınıf arkadaşlarım o kırtasiyeden alış veriş yapmaya gelirdi. Orada oyuncaklar da satılırdı. Arkadaşlarım annelerine aldırırdı. Hiç oynayamadığım ve oynayamayacağım oyuncakları hüzünle paketler arkadaşlarıma verirdim. Neşeyle çıkar giderlerdi dükkandan, ben arkalarından bakakalırdım.
Öyle fakirdi ki çocukluğum, ecel gelse almazdı.

Fakirdik evet ama zenginlerin yüksek duvarlı evlerinin arka bahçelerinden, yaz gecelerinde dışarı taşan müzikle, onlardan daha çok eğlenirdik. Dakikalarca dans ederdik, dans etmeyi bilmeden…
En zoru da bayram günleri olurdu. Geçen yılın küçülmüşleriyle mahallede oynarken, komşunun oğlu “annen sana bayramlık almadı mı?” diye sorardı. Üzerimdekileri gösterir “bunlar geçen bayramdan kalanlar. Seneye kardeşim giyecek.” Derdim. Çünkü o bayram, kardeşimin küçülmüşü bile olmazdı üstünde.

Öyle fakirdi ki çocukluğum, ecel gelse almazdı.

Sonra biraz daha büyüdüm. Lise çağlarıma geldim dayandım. Yaşıtlarımın giydiklerini giyemedim hiç. Cebimde onlarınki kadar param olmadı. Yine çalıştım, yine çalıştım… okul sonraları, aileme bakabilmek adına ne iş bulduysam yaptım. Kir, pas ve yağ içinde didinip durdum.
Seyyar bir pilavcı vardı tam karşı sokağın köşesinde. Her öğlen kir pas içinde oraya gider pilav yerdim. Bir gün aç karnımı büyük bir iştahla doyururken, vitrinde yansıyan kendi görüntüme baktım. Üstüm başım perişan. Yediğim pilav dudaklarımın kenarına yapışmış. Katık edecek ayran yok, oturacak sandalye, masa yok, ayakta, üstüm başım sefil bir haldeyim…
İsyan ettim o an her şeye… değiştirip üstümü başımı gittim otogara. Terk edecektim bu lanet şehri, bu lanet hayatı… otobüs firmalarını gezerken, yaşlı bir amca çarptı gözüme. Otobüslerden çıkarılan çöpleri topluyor ve oğlu yaşındaki muavinlere “bir şeyler var mı evladım” diyordu. Sonra muavin otobüsün içinden, yaşlı adama kek, kraker, meyve suyu vs. getiriyordu. Yaşlı adam sessizce bir köşeye çekilip, etrafındakilerin bakışlarından utana sıkıla yiyordu verilenleri. Çöplerini de kendi torbasına atıyordu. Amcanın gözünden akan yalnızlığı gördüm. O amcanın hali, beni kendime getirdi ve vazgeçip geri döndüm. Nereye kaçsam, kendi peşimi asla bırakamayacaktım. Geri döndüm; benim hiç olmazsa ayransız da olsa yiyebileceğim bir pilavım vardı çünkü…

Öyle fakirdi ki çocukluğum, ecel gelse almazdı.
Üniversite yıllarım… ezikliğin ve gururun tek bünyede var oluşu. “bu insanlar için bir adam olurum ama bu insanların adamı olmam” dediğim yıllar. Hayatın engebeli yolunda, hep çalışarak ve belimi bükse de şikayet etmeden geçtiğim yıllar. Okumak için sahaflardan aldığım eski ve ucuz kitaplar. O kitapların burnuma sinen kokusu, halk günlerinde gidilen sinemalar, ucuz çayların olduğu çay bahçeleri, uzaktan gıpta ile izlenen el ele tutuşmuş sevgililer…

Günümün çoğunu, her fırsatta kaçıp kaçıp gittiğim Taksim’de, geçirirdim. Bir gün bir şey oldu ama… Bugün bile içimi yakan bir şeydi, Taksim’e gitmek için bindiğim belediye otobüsünde yaşadığım o küçük detay… Otobüse biner binmez oturulacak tek yer olan, iyi giyimli yaşıtım bir genç kızın yanına oturmuştum. Hiç tanımadığım bu yabancı sürekli tırnaklarına sürdüğü kırmızı ojelerine bakıyor, biçimli parmaklarını seyrediyordu. Pamuk gibi bembeyaz elleri benim de dikkatimi çekmişti.
Ben farkında değildim; eski püskü montum, onun kaliteli kabanına değmiş! Kırmızı ojeli uzun parmaklarıyla önce montunun üzerinden bir pisliği atar gibi yapıp, yandan, beni hafife alan bakışlarla süzdü, kılığıma kıyafetime baktı ve beğenmediğinden olsa gerek, yanımdan kalkıp ayakta gitmeye başladı. O kırmızı ojeli ince uzun parmaklar ciğerimi tırmaladı sanki. Öyle incinmişti ki gururum, içimden kendini bir bok zanneden bu insana “beğenmediğin ben miyim yoksa üstümdekiler mi” diye bağırmak geçti. Sustum. Yüzüne acı acı baktım son durağa kadar. Sonra yine o insan seline karışıp geride bıraktım her şeyi… bir daha hatırlamamak üzere…

Taksim’in görkemli binalarından birinin dibine çöküp, hayatı sorgulamaya başladım. Önümden kayıtsızca geçip giden insanları seyrettim. Kağıt mendil satan küçük bir kız çocuğu, her geçene “abi almaz mısın” diye sorup duruyordu. Kimse ondan mendil almıyordu. O ise hiç yılmadan sormaya devam ediyordu “abi almaz mısın”, “abla almaz mısın”…

Sadece sağ elinde takılı olan eldivene ilişti gözüm. Neden diğer teki yok acaba diye düşündüm. Ve fark ettim ki çocuğun aslında eli yoktu. Protez elini kapatmak için takıyordu o eldiveni. İçim burkuldu. Otobüsteki ukalanın kırmızı ojeli eli geldi aklıma. Ve gidip o kızın protezli elini öptüm. Çok şaşırdı küçük kız. Anlamsız bakışlarla yüzüme dikti yüzünü. “en çok ne yemek isterdin” diye sordum taşmaya teşne gözlerimi ondan saklayarak. “browni” dedi hiç düşünmeden. “neli seversin” dedim. Sustu. Sonra “fark etmez abi. Neli olursa olsun. Ben daha hiç yemedim ondan. Arkadaşlarım çok güzel olduğunu söyledi” dedi. Bir kurşun daha saplandı kalbime. Köşedeki büfeden bir “browni” aldım ona. Bir de kendime. Beraberce yedik, hayatımızda ilk defa…
Sonra yüzüme bakıp bir kahkaha attı küçük kız. Ne olduğunu sordum meraklıca. “ağzının kenarlarına bulaşmış abi” dedi. Gülümsedim ve “seninde” dedim. Cebimdeki bütün parayı ona verip, elindeki kağıt mendilleri satın aldım. İçinden bir tanesini açıp, sildim dudaklarını. O kirlenmiş peçeteyi hala saklıyorum, bana insanlığımı hatırlatıyor.

Artık Taksim’de bir arkadaşım vardı benim. Adı Pembe. Oraya ne zaman gitsem, ona browni götürürdüm. Karşılıklı yer, sonra beraber kağıt mendil satar, eğlenirdik. Bana hep “abi sen neden yalnızsın, yok mu sevdiğin bir kız? Evlenmeyecek misin sen hiç?” diye sorardı. Hüznümü saklayıp şakaya vururdum, “benim sevdiğim kız sensin. Büyümeni bekliyorum. Seni alacağım ben” derdim. Kahkahalarla gülerdi…

Aylar sonra, Pembe’nin sorduğu aşk çıktı karşıma… Çok sevdim onu. Adımı unuturcasına, adını adım yaparcasına sevdim. Hayallerimi süsleyen kadındı o…

Yakıyordu aşk önce dıştan içe, sonra içten dışa… tek dileğimdi yalnızlığım sonu olması. “her yalnızlığın bir sahibi var” derdi. Derdi ve giderdi ama... O hep giderdi zaten. Gelmesi vardı ama kalması yoktu onun. Her gelişinde gitmeleri saklardı valizinde. Bir vardı, bir yoktu. Ve ben hayalimdeki aşka tutunup, gerçeğinden ayrılıyordum her sefer.

Sevdiğini söylemez, sevmediğini susardı. “aşkı taşımayı bilmeyen, aşkı yaşamayı da bilmez.” Derdi. Ve yine giderdi. Bir masal anlatıyor gibiydi. Sonunu yalnız kendi bildiği… Ben bu masalın sonunu beklemiyordum, ben bu masalı yaşıyordum. Hep yarınlardan bahsederdi. Ama hayatına hiç bugünler girmezdi. Peki bugünler, dünlerin yarını değil miydi?

Haftalar, aylar, sürüne sürüne geçip gidiyordu. Artık ne gittiğine üzülüyordum, ne geldiğine seviniyordum. Sadece kabul ediyordum. Önünü görmeden ileriye bakmak, nasılda tökezletiyordu insanı… O bunun farkında mıydı değil miydi bilmiyorum ama her seferinde o, benim aşkımdan aldığı hazla ileriye doğru gidiyordu. Ben yine arkada kalıyordum, ardı oluyordum… Gayret sarf etmeden ilerlediğini zanneden biri, yokuş aşağı indiğinin farkına varamaz. O’da farkında değildi zaten. Sevmekle sevmemek arasına hamak kurmuş, bir gidiyor, bir geliyordu. O’na “sevmekle sevmemek arası bir şey yoktur; emin olmak veya şüphe etmek vardır” diyordum ve cevap bekliyordum. O ise bana “insan bir kere aşık olur; diğerleri hep ondan izler taşır” diyordu. Kimin izini taşıyordum bilmiyordum. Ama bir şeyi çok iyi öğrenmiştim: her yalnız bir gün mutlaka kendini mutsuz edecek birini buluyordu.

Doğum günümdü. Yine taksim’deydim. O gelecekti. Son kez beraber kutlayacaktık o günü. Ve bir daha dönmemek üzere gidecekti. Bekledim, bekledim, bekledim… Gelmedi!

Sadece tek satırlık soğuk bir mesaj düştü telefonuma. “elveda desem, hoşçakalabilir misin? hoşçakal”

Kapanıp masaya ağladım. Sonra o protez el dokundu omzuma. “neden ağlıyorsun abi?” diye sordu. Gözyaşımı sildim ve sarıldım sıkıca. “bugün doğum günüm, sevinçten ağlıyorum Pembe” dedim. “bekle o zaman” dedi ve koşarak uzaklaştı yanımdan. Tekrar telefonumu elime aldım uzun uzun düşündükten sonra ona son mesajımı gönderdim. “benim bir ayrılığa ihtiyacım yoktu; neden geldin?”

Tam o sırada “doğum günün kutlu olsun” dedi bir ses. Arkama döndüm, Pembe gülümsüyordu. Elinde bir browni, üstünde bir mum.

Gülen gözlerinden içeri girip yeniden o fakir çocukluğuma döndüm. O benim fakir çocukluğumdu. Öyle fakirdi ki çocukluğum, ecel gelse almazdı.