PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Dâvûd Ez-Zâhiri ve Mezhebi



Escobar
01.Nisan.2015, 00:43
Zahirî Mezhebi

Dâvûd Ez-Zâhtrî (202-270 H.)

Mezhebinin Yayılışı

Endülüs´de Zâhîrî Mezhebi



DÂVÛD EZ-ZÂHİRÎ VE MEZHEBİ[1]


Zahirî Mezhebi


Bu bölümde Zahirî Mezhebini anlatacağız. Bu mezhebe´ göre fıkhı kaynaklar sadece nass´lardir. Şeriatın hiç bir hükmü re´y ile açıklanmaz. Bu mezhebe bağlı olanlar, bütün çeşitleriyle re´y´i ta-nımazlar. Kıyas, istihsan, masâlih-i mürsele ve zerâyi´i delil olarak kabul etmezler. Sadece nass´lan delil sayarlar. Nasss bulunmadığı zaman istisbahın hükmünü esas kabul ederler. îstishabın hükmü de : «Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O´dur.»[2] âyet-i kerimesiyle sabit olan ibahat-ı asliyyedir.

Bu mezheb mensupları, kabul ettikleri birçok hükümlerde diğer fakihlere muhalefette bulunmuşlardır. Meselâ; bütün fakihlere gö-re ölüm döşeğindeki hastasının tasarrufları, vârislerin terekedeki hakkına taallûk ettiği için, bazı kayıtlara tâbidir. Sözgelimi, malını vârislerinden birine hibe etmek gibi bir tasarrufla bazı vârislerini kayırma endişesine kapılacağından onun bu hibesi vasiyet hükmü-nü alır. Çünkü malının tamamını veya çoğunu vârislerinden birine hibe etmekle onun öteki vârislerini-mirastan mahrum bırakmak is-temiş olmasından endişe edilmektedir. Fakat zahirilere göre böyle bir hastanın tasarrufları, aynı sağlam insanların tasarrufları gibi-dir. Dölayısiyle böyle bir hasta bütün malını hibe etse hiç bir kim-senin itiraz hakkı yoktur. Zira ölüm döşeğindeki hastanın tasarruf-larını kayıt altına alan esas, seddu´z-zerâyi´a dayanan re´ydir. Hal-buki zahirîler re´y´in hiç bir çeşidini tanımamaktadırlar. Zahirîler re´y´i terkedip nass´lara sarılacağız derken son derecede tuhaf hü-kümler ileri sürmüşlerdir. Meselâ; insanın idrarı ile suyun pis ola-cağına hükmetmişlerdir. Çünkü bu konuda hadis-i şerif vardır. Öte yandan domUzun idranyla suyun pis olmayacağına hükmetmişler-dir. Zira bu konuda bir nass yoktur. Onlara: hayvanın idrarı etine bağlıdır, domUzun eti ise pistir, denilse, onlar; bu bir reydir, îslâ-mın hükümlerinde re´y´in bir yeri yoktur, derler.[3]



Dâvûd Ez-Zâhtrî (202-270 H.)


Asıl adı Dâvûd b. Halef el-îsbahani´dir.[4] Hicrîüçüncü yüzyı-lın başlarında doğmuş ve 270 yılında ölmüştür. Fıkıf tahsilini Şafiî´-nin talebelerinden yapmış ve onun yanından ayrılmayan bir çok ar-kadaşıyla görüşmüştür. O, İmam Şafii´ye son derecede hayranlık du-yardı. Hattâ Şafiî´nin faziletlerini anlatan bir de eser yazmıştır.

Dâvûd, Şafiî´nin fıkhını tahsil ederken hadisle de meşgul olmuş-tur. Çağının birçok muhaddislerinden hadîs dinlemiş ve onlardan rivayetler yapmıştır. Memleketi oldn Bağdad´ta oturan muhaddisleri dinlediği gibi, Bağdad´ta bulunmayan muhaddislerden de hadis dinlemek için seyahatler etmiştir. Meselâ; Nisabur´a gitmiş, oradaki muhaddisleri dinlemiştir. Rivayet ettiği hadisleri kitaplarında topla-mıştır. Davud´un kitapları hadislerle doludur. Zahirî fıkhını ortaya attığı zaman rivayet etmiş olduğu hadîslerden geniş ölçüde faydalan-mıştır.

Lâkin Dâvûd, tahsil etmiş olduğu Şafiî fıkhından Zahirî fıkhına nasıl geçmiştir Buna şöyle cevap verilebilir: Davud´un nass´ları esas kabul edişi, bunlara büyük bir önem veren Şafiî fıkhının tesi-rinde kalışı ve çağındaki hadis rivayetinin çok oluşu, onu yalnız nass´lara yöneltmiştir. Çünkü İmam Şafiî, şeriatı daima nass´lara dayanarak tefsir ederdi. Dolayısıyla şeriatın kaynaklarım nass´lardan ve nass´lara hamledilen kıyastan ibaret sayardı. Şâfiîye göre içtihad, ya bir nassa dayanmalı, yahut da mevcut bir nass üzerine hamledilmelidir.

îşte Dâvûd ez-Zâhirî, bu düşünceyi daraltarak Şafiî´den Uzaklaşmış ve şeriatı yalnız nass´lardan ibaret saymıştır. Ona göre, şeriat-ta re´y´in bir yeri bulunmadığı gibi, îslâmî ilimler de ancak nass´larla olur. Dâvûd ez-Zâhiri, kıyası da iptal etmiştir. Kendisine: kıyası nasıl iptal edersin Halbuki Şafiî k)yas´ı kabul etmektedir, denil-diğinde; «Şafii´nin istihsanı iptal etmek için kullandığı delilleri al-dım; bir de gördüm ki bu deliller, kıyası da iptal etmektedir» de-miştir.

Şeriatın zahirine uyulmasını ve sebepleri âraştırılmaksızın nass´-ların zahirine göre hüküm verilmesini ilk olarak Davud´un ileri sür-düğünde âlimler ittifak etmişlerdir. Bunun içindir ki Hatîb Bağdadî, Dâvûd ez-Zâhiri´nin haltercemesini anlatırken şöyle der: «Zahiri mezhebini ilk olarak benimseyen, hükümlerde kavli olarak kıyası tanımadığı halde,- «delil» adım vererek, fiilen kıyasa başvurmak zo-runda kalan O´dur.»[5]

Bağdadî´nin zikrettiği «delil». Zahirîlere göre sarih nass´lara da-yanan fıkhî istidlal esaslarmdandır, kıyas çeşitlerinden değildir. De-lilin birkaç önerme (kaziye) leri vardır. Şöyle ki: İki öncülü (mu-kaddimeyi) ihtiva eden bir nass zikredilir ve netice açıklanmaz. Meselâ; «Her sarhoşluk veren şey şarap (hamr) dır ve her şarap ha-ramdır.» Buradan *Her sarhoşluk veren şey haramdır neticesi çık-maktadır, Fakat bu neticeyi nass açıkça ifade etmemektedir. Bu bir kıyas sayılır mı Hayır; bu, lâfzın delâletidir veya mantıkçıların de-yişiyle «Kıyas-ı izmari (kiyas-ı matvi dürülgen kıyas) dır.»

Zahirîlerin, «delil» adını verdikleri istidlal usullerine diğer bir misal olmak üzere şart fiilini tamim edişlerini söyleyebiliriz. Mese-lâ; «... vazgeçerlerse geçmiş olan (günah) lan yarlıganacaktır...»[6] âyetindeki şart fiilini umumîleştirirler. Bu nass, kâfirler hakkında vârid olmuştur. Fakat lafzından anlaşılan mânâ, isyan halinde bu-lunan ve bu isyana son verip tevbe eden herkesin Allah´ın mağfire-tine dahil olduğunu gösterir. Buradaki tamim, nass´m zahirinden ile-ri gelmektedir. Kıyas yoluyla değildir...

Allah, Dâvûd b. Ali´ye zengin bir hadis ilmi vermiştir. Onun ki-tapları hadisle doludur. Zira yukarıda söylediğimiz gibi, onun fıkhı hadislere dayanmaktadır. Fakat zahiri mezhebini ortaya attığı ve : elimizdeki Kur´an-ı Kerîm mahluktur, dediği için ondan çok az ha-dîs rivayet edilmiştir. O çağdaki âlimler, Kur´an-ı Kerim´in mahluk olduğunu söyleyenleri bid´atçılıkla itham ediyorlar ve bid´atçıdan hadis rivayetini caiz görmüyorlardı. Bununla beraber Dâvüd´dan az miktarda hadis rivayet edilmiştir. Hatib Bağdadî şöyle der: «Dâvûd´dan oğlu Muhammed, Zekeriyyâ b. Yahya es-Sâci, Yusuf b. Ykub b. Mihran ed-Davûdi ve Abbas b. Ahmed el-Müzekkir hadis ri-vayet etmiştir.»[7]

Öyle anlaşılıyor ki Dâvüd´dan hadis rivayet edenler, onun mez-hebine giren ve fıkhını benimseyenlerdir. Fakat, umumî olarak, fa-kih ve muhaddisler ondan hadis rivayet etmekten çekinmişlerdir. Bilhassa Dâvûd, Kur´an, fıkhî istidlal ve bazı fıkıh mes´eleleri hak-kındaki görüşlerini ilân ettikten sonra âlimler ondan nefret etmiş-lerdir. Meselâ; Davud´a göre cünüp veya abdestsiz kimse Mushafa dokunabilir. îşte bu gibi görüşlere sahip olan Dâvüd´dan büyük mu-haddisler nefret etmişler ve ondan hadis rivayet etmemişlerdir.

Dâvûd, Ahmed b. Hanbel´den hadis rivayet etmek istemiş, fa-kat Ahmed b. Hanbeî onunla görüşmekten kaçınmıştır. Çok zeki bir kimse olan Dâvûd, Ahmed, b. Hanbel´le görüşmek için bir çare aramış, bu maksatla Bağdad´ta görüşlerini açıklamaktan kaçınmış ve onları Nisabur´da ilân etmiştir. Bununla beraber Ahmed b. Hanbel, ona kendisiyle görüşme imkânı vermemiştir. Bunun üzerine Dâ-vûd, Ahmed b. Hanbel´in oğlu Salih´e başvurmuştur. Salih babasıy-la konuşmuş ve müsaade istemiştir. Babasına; bir adam, size gelmek için benden ricada bulundu, demiş, babası da; adı nedir diye sor-muş, o da; Dâvûd´dur, diye cevap vermiştir. Ahmed b. Hanbel; O, İsbahanlı mıdır demiş, Salih de, babasının görüşmekten kaçınma-ması için onu tam olarak tanıtmak istememiştir. Fakat Ahmed b. Hanbel, böyle muhalif fikirli bir kimseyi kabul etmek hususunda çok titizlik göstermiş, bu şahsın Dâvûd b. Ali b. Halef olduğunu öğ-´ reninceye kadar durumu tetkik etmiş ve oğluna; «Muhammed b. Yahya bana bu adamın; Kur´an mahluktur, diye iddia ettiğini yazdı. O, bana asla yaklaşmasın!» demiştir. Salih de; «Kendisi, böyle bir iddiada bulunduuğnu inkâr ediyor.» diye cevap vermiştir. Fakat İmam Ahmed b. Hanbel, hakîkatta onun durumunu gizlemekten iba-ret olan bu inkârının sebebini anlamıştır. Zâten, kendisine Muham-med b. Yahya da: «Onu iyi öğren ve izin verme» demişti.[8]

Kısaca Davud´un görüşlerine işaret ettik..Bunları İbni Hazm´den bahsederken genişçe açıklıyacağız. Dâvûd, Zahirî fıkhını büyük bir kitap halinde yazmıştır. Onun bu eseri, Sünnet fıkhı ve Sahâbîlerin rivayetleri hakkında en büyük islâm kaynaklarından biri sayı-lır. Aynı zamanda Dâvûd, zahiri usûl-i fıkhını da müstakil bir ki-tap halinde tedvin etmiştir.

Çağdaşlarının kendisinden nefret etmelerine rağmen, Dâvûd ez-Zâhiri´nin, şahsiyetini yücelten bir takım sıfatlara sahip olduğunu söyleyebiliriz. O, güzel, açık ve kuvvetli bir anlatışa sahipti. Hazırcevaplı, delil getirme bakımından güçlü ve sürat-i intikal sahibi idi. Çağdaşı Ebu Zur´a, Dâvûd hakkında şöyle der: «Eğer o, ilim sahip-lerinin yetindiği şeyle iktifa etseydi, sanırım ki bid´ât ehlini, sahip olduğu beyan ve delilleriyle ezerdi. Fakat o, ileri gitti.»[9] Dâvûd, hak bildiği şey uğrunda cesaretle hareket ederdi. Onu söylemekten çekinmez ve kimsenin kınamasından korkmazdı. An-cak re´y´mi açıklaması, ilim tahsiline mâni olacaksa ilimin hatırı için susardı; Ahmed b. Hanbel´le görüşmek için yaptığı teşebbüs hikâ-yesinde gördüğümüz gibi. Çağdaşı el-Müstâlî şöyle der: «Dâvûd b. Ali el-İsbahânfnin, İshak b. Râhuye´yi reddedişini dinledim. Dâvûd´dan önce de sonra da hiçbir kimsenin îshak´ı reddettiğini görmedim. Çünkü herkes, onun heybetinden buna cesaret edemezdi.»[10]

Dâvûd, böyle cüretli görüşlere sahip olmakla beraber, aynı za-manda ibadet ehli, zühd ve takva sahibi idi. Maişet bakımından pek az bir şeyle iktifa ederdi. Bununla birlikte çok muttaki olduğu için hediye de kabul etmezdi. Devlet adamlarından birisi ona halini dü-zeltmesi için bin dirhem göndermişti. Dâvûd, bunu uşağıyla geri çe-virmiş ve şöyle demiştir: «Seni gönderen kimseye söyle: O, beni hangi gözle görmüş ve nasıl bir ihtiyaç içinde olduğunu duyup bu-nu seninle bana göndermiş, merak ediyorum doğrusu!»

Dâvûd; zühd, takva ve ibadet ehli oluşunun yanında büyük bir tevazu´ ve insanlara yardım etme duygusuna sahipti. O, ilmi ve iba-detiyle kendisini hiç kimseden üstün görmezdi. Bazı zâhidler var-dır ki, ibadet ve takvalarını, insanlara tahakküm etmek ve üstün-lük satmak için bir vâsıta yaparlar. Hattâ bunların bazısını o dere-cede gurur kaplamıştır ki bu, onların bütün ibadetlerinin faziletini yok etmiştir. Bazan da kibir ve gurur, ibadet ve tevâzû kisvesine bürünür. Dâvûd, bu türlü insanlardan değildi. Bir çağdaşı onu şöyle anlatır.«Dâvûd b. Ali´yi namaz kılarken gördüm, ben hiç bir müslümanın böyle güzel tevâzû sahibi olduuğnu ve bu bakımdan Dâvûd´a benzediğini görmedim.»[11]



Mezhebinin Yayılışı


Dâvûd, istinbat hakkındaki mezhebini yaymaya kendisi başla-mıştır. İçinde yaşadığı çağda rivayet ve sünnetin hem çok hem de revaçta oluşu, onu düşüncesinde destekliyordu. Mezhebi biraz yer tutunca, bir kısmı onu desteklemişse de muarızları daha çoktu. Dâ-vûd, münazara meclisleri tertipleyerek kendi fikrini yaymaya, sa-dece Kitab ve Sünnete uyulmasına çalışmıştır. O, icmâ´ı kabul eder ve görüşlerini ona dayandırırdı. Bu konuda şöyle bir rivayet vardır: «Hicri üçüncü yüzyılda Hanefî mezhebi´nin üstadı olan Ebû Said el-Berzaî, Davud´un yanına gelmiş ve ona, ümmü´l-veled olan cariye-lerin[12] satılıp satılırı ıyac ağı m sormuş, Dâvûd da; satılmaları caiz-dir, çünkü biz, bu cariyelerin hâmile olmadan önce satılabilecekleri üzerinde icmâ´ ettik, bu icmâ´dan ancak benzeri bir icmâ´ olursa vazgeçebiliriz, demiştir. Buna el-Berzaî şu cevabı vermiştir: Biz de ümmü´l-veled´in hâmile kaldıktan sonra satılmayacağı üzerinde ic-mâ´ ettik, bu icmâ´dan ayrılmamamız gerekir. Bundan, ancak ben-zeri bir icma´ olursa vazgeçebiliriz.»[13]

Bu mezhebe karşı gösterilen şiddetli muhalefetin sebeplerinden biri de şudur: «Davud ez-Zâhirî, taklidi kesin olarak menetmiştir.´ Ona göre halktan´ olanlar dahi kimseyi taklit yapamazlar, ictihad yapmaları gerekir. îçtihad yapamazlarsa başkalarına sorarlar. Fa-kat onların sözlerini, Kitab, Sünnet veya Icmâ´a dayanarak bir de-lil getirmezlerse kabul etmezler ve meseleyi sormak üzere başka bi-risine giderler.

Bu görüş, ne derecede yerinde olursa olsun iyi netice vermez. Çünkü Kitab ve Sünnet´i doğru dürüst anlamayanları ictihad yap-maya teşvik etmektedir. Nass´lann zahirlerine sarılan kimseler, tıpkı nass´larm zahirlerine bağlanıp kalan ve kâfir olmayan haricîlere benzerler.

Birçoklarının karşı koymasına rağmen Zahirî mezhebi yayılma imkânı bulmuştur. Fakat fakihlerin bazısı, Zahirilerin muhalefeti ima´ı bozmaz, ekserisi de, Zahirilerin kıyasın dışındaki muhalefeti icma´ı bozar, demiştir.

Bu mezhebin yayılmasını sağlayan iki âmil vardır:

l Dâvûd ez-Zâhirî´nin telif ettiği kitaplar tamamen sünnet ve hadislerden ibaret idi. O, kitaplarında kendi mezhebini isbat için ileri sürdüğü delilleri de toplamıştır. Ayrıca bu kitaplarında o, kar-şılaştığı fer´î fıkıh mes´eleleri hakkındaki görüşlerini ileri sürmek-te, bu mes´elelerin hükümlerini nass´lara göre açıklamakta ve aynı zamanda her müslüman´ın karşılaştığı olaylarla ilgili hükümler mu-vacehesinde ihtiyaç duyduğu nass´Iarın şümulünü belirtmektedir. Bu kitaplar, kendiliğinden yok olup gitmesi kabil olmayan canlı eserlerdir. Bunlar, mevcudiyetleriyle yazarının mezhebini yaymakta olup ölmez fikir mahsulleridir.

2 Davud´un talebeleri, hocalarının kitaplarındaki görüşlerini yaymaya ve bu kitapların meydana getirdiği ilmî atmosferi genişlet-meye çalışmışlardır. Onun mezhebini ve kitaplarını yayan en seçkin talebesi, oğlu Ebû Bekr Muhammedi´dir. Bu, babasının miras bırak-mış olduğu zengin sünnet ilmini korumuş, yaymış ve insanları bun-lara uymaya davet etmiştir. Fıkhı görüş ve mezheb çerçevesinde ka-lan ictihadlarm çoğaldığı bir devirde Zahirîlerin sünnet´in mevkiini yüceltişleri, insanları bu mezhebe doğru çekiyordu.

İşte bu iki âmil sayesinde Zahiri mezhebi, Hicrî üç ve dördüncü yüzyıllarda yayılmıştır. Hattâ Ahsenu´t-Takâsîm» müellifi[14], şark-ta Hicrî dördüncü yüzyılda Zahirî mezhebinin dördüncü mezheb ol-duğunu yazar. Bu mezheblerin üçü; Hanefi, Şafii ve Mâliki mezheb-leri, dördüncüsü de Zahirî mezhebi idi. Hemen hemen şarkta Za-hirî mezhebi, dördüncü Hicrî yüzyılda sünnet İmamı olarak kabul edilen Ahmed b. Hanbel´in mezhebinden daha çok yayılmış ve men-sup bulmuştur. Fakat, Hicrî beşinci yüzyılda Kadı Ebu Yal´â, Han--belî mezhebini kuvvetlendirmiştir. Bu sayede Hanbelî mezhebi Za-hirî mezhebini sindirmiş ve onun yerini tutmuştur.

Bu sırada, Doğu îslâm memleketlerinde büyük bir otoriteye sa-hip olan Zahirî mezhebine mensup bulunanlar arasında büyük bil-ginler yetişmiştir. Bu bilginler, furü´ hakkında ileri sürdükleri Kitab, Sünnet ve Sahâbîlerin icmâ´ma dayanan hükümlerle fıkhî düşünce-yi geliştirmişlerdir.[15]



Endülüs´de Zâhîrî Mezhebi


Zahirî mezhebi, Doğu İslâm memleketlerinde söndüğü sıralarda Endülüs´de gittikçe kuvvetleniyordu. Şüphesiz bu, Endülüs´teki men-suplarının çokluğu ile değil, kuvvetli tefekküre sahib bir âlimin or-taya çıkışı ile oluyordu. Allah, bu âlime tasvir kabiliyeti olan bir ka-lem, kuvvetli ve keskin bir dil ihsan etmiştir. îşte bu âlim İbni Hazm el-Endelüsi´dir. İbni Hazm, Zahirî mezhebinin, Kadı Ebu Ya´lâ va-sıtasıyla Hanbelî mezhebi tarafından sıkıştırıldığı bir sırada ortaya çıkmış. Zahirî mezhebini şiddetle savunarak yaymaya çalışmış ve bu mezheb uğrunda göz kırpmadan mücadele etmiştir.-Bu her iki fakih de aynı çağda yaşıyorlardı. Bunlardan Ebu Ya´lâ 458, İbni Hazm de 456 H. yılında ölmüştür.

Fakat Zahirî mezhebi, Doğu İslâm ülkelerinden Batı İslâm ülke-lerine nasıl gelmiş ve Endülüs´e hangi yolla girmiştir Mağrib ve Endülüs´de geniş bir yayılma sabası bulunmamakla beraber, Zahi-ri mezhebinin tohumları bu iki ülkede filizleniyordu. Hattâ Dâvûd ez-Zâhirî´nin hayatta olduğu günlerde bu mezhebin metodu burala-ra gelmişti. Çünkü Hicri üçüncü yüzyılda Kurtuba âlimlerinden seç-kin bir topluluk, Doğu İslâm memleketlerine gelmiş, buraların ilim ve feyzinden istifade etmiştir. Bunlardan bazısı Ahmed b. Hanbel ve çağdaşı Dâvûd b. Ali b. Halef gibi şahsiyetlerle görüşmüştür. Bunlar arasında devlet katında büyük mevki´ sahipleri de vardı.

îşte bu bilginler, şarktan getirdikleri sünnet ve rivayet ilmini Endülüs´de yaymışlardır. Aynı zamanda bunlar Şarkın mezhepleri-ni de birlikte götürmüşlerdir. Dolayısıyla Endülüs´de de Zahiri mez-hebini yaymak isteyenler ortaya çıkmıştır. Bunların başında Kadı ve Endülüs Hatibi Munzir b. Said el-Ballûti (öl. 355 H.) gelir. Belki .de bu ülkede Zahiri mezhebi Hanefî, Şafii ve Hanbelî mezheblerinden daha geniş adımlarla ilerliyordu. Çünkü bu mezhebi yayan bil-ginler vardı. Bunlar arasında îbni Hazm´in Zahirî mezhebini öğren-diği bir bilgin vardı ki adı, Mes´ud b. Süleyman b. Müflit Ebi´l-Hıyar (öl. 426 H.) dir.

İbni Hazm el-Endülüsî´nin istinatgahı İşte bu hocası Mesud´dur. îbni Hazm, onu daima hür fikirli ve hiçbir mezhebe bağlı olmayan bir üstadı olarak anardı. Adı geçen Mes´ud b. Süleyman, esasen hiç-bir mezhebin taklidini doğru görmezdi. Dâvûd ez-Zâhirî´nin meto-duna sahipti. İstidlal konusunda Zahirîlerin yolundan giderdi. O, mütevâzî idi. îlmi, nerede ve kimde bulursa bulsun, öğrenmek is-terdi. Âlimin beşikten mezara kadar ilim tahsil etmesi gerektiğine inanırdı. İşte bu zat, Endülüs içlerinde, dar bir çerçeve dahilinde de olsa, Zahirî mezhebini yaymaya başlamıştır. .

Davud´un fer´î fıkıh mes´eleleri üzerinde yazmış olduğu kitap-lar, tamamen hadis ve sünnetlerden ibaret idi. Kendisinden sonra öyle dahî bir fakih geldi ki o, bu mezhebi delillere dayanarak mü-dafaa etti ve adını ebedüeştirdi. Bu fakih, bazan Davud´a muhale-fet, bazan da muvafakat etmiştir. Fakat her iki halde de onun me-todunu desteklemiştir. Davud´un eserleri kaybolduktan sonra onun mezhebini yeniden canlandıran bu ikinci İmam, îbni Hazm´dir.[16]