muStafa
16.Nisan.2015, 16:42
Atatürk’ün çocukluk arkadaşı ve en yakın dostlarından Asaf İlbay’ın torunu Ferda İlbay, Atatürk'le ilgili bilinmeyenleri açıkladı. Bu kitabın, evrende her şeyin bir zamanı, hayırlı bir saati olduğuna dair inancımı güçlendiren bir hikâyesi var. Dedem Asaf İlbay’ın yakın arkadaşı Atatürk’le hatıralarını dinleyerek büyüdüm” diyen Ferda İlbay, babası Nahit İlbay’ın vefatının ardından dedesi Asaf İlbay’a ait el yazısı bir vasiyetname bulur. Birbiri ardına gelen ilginç işaretler sonucunda dedesinin hatıralarını temize çekmeye karar verir. Ve Atatürk Kitaplığı’nda bir arşiv taramasına girer. Anılar bir araya toplanır ve “Çocukluk Arkadaşım Atatürk” adında bir kitaba dönüşürek dede Asaf İlbay imzasıyla baskıya verilir. Geç kalmış bir vasiyeti yerine getiren Ferda İlbay ile eskilere uzandık, ilginç hikâyesini konuştuk ve Atatürk’ün bilinmeyen anılarına dokunduk. Ekin Türkantos ‘un Haberturk’teki haberi...
Kitabın ortaya çıkışının ilginç bir hikâyesi var...
2007 yılında babamı kaybettim. Evini toplarken evraklarının arasında dedemin el yazısıyla yazdığı 1 Mart 1954 tarihli vasiyetnamesini buldum. “Atatürk’ün hususi hayatı hakkında vaktiyle Tan Gazetesi’nde neşrettiğim tefrikalar, yeni ilavelerle yeni bir çehre aldı. Sağlığımda kitap halinde yayımlayamazsam vârislerim bu arzumu yerine getirsinler” yazıyordu. Bu isteği 5 çocuğunun neden yerine getirmediğini sadece hayatta olan halama sorabilirdim. O da bana babamın dedeme ait notlarını, baskıya hazırlanmak üzere yazıhanesindeki el kasasında sakladığını ancak yazıhaneye giren hırsızın tüm eşyaları alıp gittiğini söyledi. Daha sonra 2010 yılında Şişli Adliyesi’nde bir arkadaşım ile karşılaştım; “Asaf İlbay ile bir akrabalığın var mı?” diye sordu. Tan Gazetesi arşivlerinde dedeme ait bir yazı dizisi olduğundan bahsetti ve cilt numaralarını yazıp verdi. Ancak ben ihmal ettim. Cüzdanımda sakladığım notu da kaybettim. Bir süre sonra kızım başta olmak üzere ailem bana bu anılara sahip çıkmam gerektiğini yineleyince Tan Gazetesi’nin arşivini taramayı kafama koydum, ancak nereden başlayacağımı bilemiyordum. O gün eve dönerken kitapçıya girdim ve kapağında Atatürk olan kitabın bir sayfasını açtım. “Mustafa Kemal Efendi, millet ve arkadaşlarını ihmal etme, Asaf İlbay” yazıyordu. Yine Tan Gazetesi’nden bir alıntı yapılmıştı ve dedemin adı yer alıyordu. Evet, artık zamanı gelmişti. 57 yıl sonra dedemin anılarının izini sürdüm. Kitap için Doğan Yurdakul inanılmaz destek oldu. Bu arada kitap sözleşmem 3 kere ertelendi ve en son imza attığımız günün tarihi 24 Eylül yani babamın ölüm yıldönümüydü. Sanki yukarıdan bir şeyler “Hadi” dedi bana.
Kitapta dedenizin anılarından sizi en çok etkileyen neydi?
Bizim okuduğumuz tarihin ötesinde kimsenin bize anlatmadığı bir Mustafa Kemal var. 12 yaşındaki bir çocuğun oyun oynarkenki sözlerinden karakterini görebiliyorsunuz. İlk aşkı, Selanik’te tavernalardaki delikanlılık yılları, çapkınlıkları var. Kısacası çocuk Atatürk, insan Atatürk var. Ve dedemin Atatürk’ün ölümünü öğrendiğindeki duyguları var. Kitap elimde ve sürekli o bölümü okuyorum, inanılmaz etkileyici.
Siz şanslı bir kadınsınız. Güzel anılara sahipsiniz. Peki siz kimsiniz?
Asaf İlbay’ın torunu Avukat Nahit İlbay’ın kızıyım. Kendim de avukatım. 35 sene mesleğimi yaptım ve emekli oldum. Evet, çok şanslı bir çocuktum. Atatürk’ü tanıyan bir ailem olmasının yanı sıra o zihniyeti kabul etmiş bir ailenin çocuğuyum. Bugün hâlâ halamın evinde bunlar anlatılır. Çoğu insanın bilmediği şeyleri biliyorum. Atatürk’ün anılarıyla yaşadım. Onun fikirlerini kabul etmiş bir ailem vardı. Babamın yoluna gittim, İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdim.
Bu vasiyet olmasaydı yine bir kitap yazmayı düşünür müydünüz?
Bu fikir kafamızda hep vardı. Ama bunu kendim yapmayı hiç düşünmedim. Neticede bir yazar değilim. Hayatımda sadece dava dilekçesi yazdım. “Herkes kendi işini yapmalı” diye düşünüyordum.
Vasiyetnameyi gördüğünüzde kaç yaşındaydınız? İlk ne hissettiniz?
55 yaşındaydım. “Bu istek neden yerine getirilmemiş” diye kızdım. Bana kısmet oldu. İlginç şeyler var, bu vasiyetname dedem öldükten 57 yıl sonra bulunuyor. Vasiyetname mart ayında yazılmış, benim yola çıkışım da aynı tarihe denk geliyor. Babamın öldüğü gün kitabın sözleşmesini imzalıyorum. Çoğu insan için tesadüf gibi görünse de bunun bir tesadüf olmadığını biliyorum. O yüzden de çok şanslıyım.
Tarihe bakışınız nasıldı? Okullarda bize öğretilen tarihi siz aileden dinliyordunuz zaten...
Ailede dinlediğimle ilkokulda bize anlatılan Atatürk arasında fark vardı elbette ve şaşırıyordum. Ben onu çocuk yönleriyle de biliyordum. Siyasi fikirlerinden ziyade bir aradayken yaşadıkları anlatılırdı. Yaşım ilerledikçe bildiğim Atatürk’ün bir lider, bir komutan, bir general olduğu kafamda oturdu. Bizim zamanımızda Atatürk okullarda okutuluyordu.
Tarihe ilginiz var mıydı?
Tarih her zaman ilgimi çekti. Osmanlı tarihini çok okudum. Ama Atatürk ile ilgili “Nutuk” dışında okuduğum bir kitap yoktu ya da herhangi bir araştırmam olmadı.
Aralarında Ferda İlbay’ın babaannesi Ayşe İlbay ve halası Bedia İlbay’ın da bulunduğu Kadın Cemiyeti Atatürk ile birlikte.
Milli bayramlar, özel günlerde sizin evde nasıl anılır?
Çocukluğumda 10 Kasım töreni pazar gününe denk geldiğinde çocuk kafası işte üzülürdüm açıkçası. Ama şimdi “10 Kasım” derseniz canım acıyor. Bazen “Ah Atatürk iyi ki gitmişsin de görmüyorsun” diyorum bazen de “Kafanı kaldır bir bak, belki bir şey değişir” diyorum, Hiçbir zaman “Atatürk’ün ölüm yıldönümünde yas tutalım” gibi bir düşüncede olmadım. Özel günlerde bayrak asmayana, sahiplenmeyenlere kızıyorum. Bir idol, bir sembol gibi değil ama “Medeni, aydınlık düşünen bir insanı neden anlamaya çalışmıyoruz?” diye üzülüyorum. Şu an konuşurken bile içimden ağlamak geliyor.
Dedeniz nasıl biriymiş?
Son derece yumuşak, mesleğine çok bağlı biriymiş. Anılarında da 10 yaşından beri birlikte büyüdüğü Atatürk’ten büyük bir saygıyla bahsediyor. Küçüklüğünden bahsederken “Mustafa”, sonrasında ise ya “Paşam” diyor ya da “Gazi”. Ben maalesef dedemi hatırlamıyorum. Babaannemi daha çok hatırlıyorum.
Halanız nasıl peki?
Halam 93 yaşında, aklı başında ve hep Atatürk’ü anlatıyor. Hâlâ briç oynuyor, bilmece çözüyor. Ama ailecek bir araya geldiğimizde ne konuşursak konuşalım bizi hiç duymuyor ve anılarını anlatmaya devam ediyor. Aslında ses kayıt cihazını koyup kaydetmek lazım. Çünkü bu kitaba girmemiş anılar da var halamda.
Büyükada’da güzel anıları var değil mi ailenin?
Evet, anlatılan hikâyelerde adadaki ev sıkça yer alıyor. Dedem o evi annemle babam nişanlıyken sanıyorum ihtiyaçtan satmış. Ama biz hâlâ gidip geliriz. 62 senedir adadayız. O eski ev yenilendi elbette zaman içerisinde. Ama adadaki birçok yapı, sokak, ev beni çocukluğuma götürüyor. O evin bahçesinde belki hiç koşmadım ama orada denize girdiklerini, Atatürk’ün tekneyle geldiğini biliyorum.
İleride bir kitap daha yazma fikriniz var mı?
Bana bunu soruyorlar. O kadar uzağım ki, yazarlık başka bir şey. Belki kendi çocukluğumla ilgili bir şeyler yazabilirim.
Bu ülkenin hak ettiği Cumhuriyet’i çocuklarım yaşasın istiyorum. Benim canım çok acıyor. Çünkü geçmişi biliyorum. Çocuklarım benim kadar duygusal olmayabilirler. Bugün babam hayatta olsaydı daha da canı yanacaktı biliyorum. İnsanların değerlerimize bir sembol gibi değil gerçekten sahip çıkması gerektiğini düşünüyorum.
"ÇOCUK İDİ AMA ÇOCUK OYUNLARINA KARIŞMAZDI"
Ahmet Subaşı Mahallesi’ne giden bir yol üstünde ve mektebin tam karşısındaki pembe evin birinci kat penceresinden dışarıyı izleyerek kitap, dergi okurdu. Annesi Zübeyde Hanım, Ali Rıza Efendi’nin erken ölümünden bir süre sonra Selanik’in tanınmış delikanlılarından Gümrük Muhafızı Ragıp Efendi ile evlenmiş ancak o da görev başındayken tütün kaçakçıları tarafından öldürülmüştü. Mustafa, bu evlilik esnasında 2 sene halasının çiftliğinde kaldı. Okul çağına gelince annesi onu ilk olarak mahalle mektebi olarak bilinen Hacı Rüştü Efendi’nin adı rüştiye olan ama ilk sınıfları da bulunan mektebine verdi.
Mustafa Efendi bu okulda okuduğu müddetçe zekâsıyla dikkati çekmekle birlikte muallimin haksız cezası yüzünden mektebi terk etti ve annesinin tüm ısrarlarına rağmen bir daha da uğramadı. Asaf İlbay o günleri şöyle anlatmış: “Arkadaşımız Mustafa’nın bir kere verdiği kararlardan dönmeyen ve inandığı şeyler üzerinde ısrarla duran karakteri daha o tarihte dikkate vurmaya başlamıştı.”
O dönemlerde oldukça modern sayılan Şemsi Efendi okuluna geçti. 1890-1891’de ise Askeri Rüştiye’ye kaydoldu. Mustafa Efendi, 3. sınıfta 2. çavuştu. O dönem az sayıda çok görüştüğü arkadaşları arasında yazar Asaf İlbay ve Salih Bozok da vardı. Mustafa Kemal adını bu yıllarda matematik hocasından aldı. Mustafa Kemal, evlerinin önünde çocukların oynadığı oyunlara bile katılmaz, en fazla kavgalarda hakemlik yapardı.
Küçüklüğünde ağırbaşlı kişiliğiyle tanınır, alay ve latifeyi severdi. Çocuk idi ama çocuk oyunlarına karışmazdı. O dönemin spor oyunlarından biri olan “mancık ile bir kavas” denilen, sırttan atlamaca oyununu oynarken alışıldığı üzere Mustafa Kemal oyuna girmedi. O sadece düşen kalkanlarla eğlenir, güler, alay ederdi. Ancak nasıl olduysa ısrarlara dayanamadı ve oyuna girmeye razı oldu. Sonuncu olarak sıraya eğilmiş çocukların üzerinden atladı. Sona gelince de dimdik ayakta durdu ve “Eğilmem” dedi, eğilmedi.
Selanik’te ramazan aylarında güreş, gençler arasında bir muharebeye dönüşürdü. Mustafa Kemal, izlemeyi sevse de kendisi katılmazmış. Rüştiye döneminde de dostlarının evinde Fransızca öğrendi. Ve yine o dönemin gözde dansları polka, mazurka, kadril ve vals gibi dansları öğrendi. 1896’da Manastır Askeri İdadisi’ne girdi. Selanik’e ancak tatillerde gitmeye başladı.
Ferda İlbay’ın babası Nahit İlbay (solda), amcası Cahit İlbay, halaları Bedia İlbay (arka solda) ve Sevim İlbay.
"BÜTÜN MİLLET SİZİN ÇOCUĞUNUZ"
Ankara’da eski Türk Ocağı salonunda ilk kez kadın ve erkeklerin bir araya geldiği bir balo düzenlenir. Mebuslar ve ileri gelen memurlar katılsa da yürüyüşte bile bir acemilik vardır ve pek çok kişi dans etmeyi bilmez. Balo katılanların Atatürk’ün masasına giderek kendilerini takdim etmesiyle devam ederken sıra Asaf İlbay ve ailesine gelir. Ata; İlbay’ın kızı Bedia’nın 16 yaşında olduğunu öğrenince yanındakilere İlbay gibi evlense kendisinin de o yaşta çocuğu olabileceğini söyleyerek “Tayımın ölümüne çok üzülmüşken kendi çocuğumun olası kaybını düşünemiyorum” der. Bu esnada da Ata’nın gözleri nemlenir. Oradakiler “Bütün millet sizin çocuğunuz” deyince Atatürk, bundan teselli bulduğunu söyler.
"SEZAR, İSKENDER, NAPOLYON AYAĞA KALKIN BÜYÜĞÜNÜZ GELİYOR"
Tahsil için oğlu Nahit’i İsviçre’ye götürdüğünde kendi karaciğer rahatsızlığını da göstermek arzusunda olan Asaf İlbay, son bir kez Ata’yı görmek için 20 Ekim 1938 günü, Dolmabahçe Sarayı’na gider. Ancak Seryaver Celal Bey’den artık görüşmeye izin verilmediğini öğrenir. Büyük bir keder ile saraydan ayrılır ve ertesi gün yola çıkar. Oğlunu üniversiteye kaydettirir ve Paris’te tedavi olur. İtalya üzerinden dönerken Milano’da “Glararipa de Campari” gazinosunda “Atatürk, 10 Kasım 1938 günü saat dokuzda, gözlerini hayata kapamış, ebediyete kavuşmuştur” anonsu acı acı haykırılır. İlbay, derhal tren biletini alır ve İstanbul’a doğru hareket eder. İstasyonda bir Türk vatandaşı, sabah çıkan gazetelerden birisinde, bir İtalyan profesörünün Atatürk’e dair yazdığı bir yazıyı tercüme eder: “Sezar, İskender, Napolyon ayağa kalkınız, büyüğünüz geliyor.”
MUSTAFA KEMAL'İN İLK AŞKI
Selanik’te yaz tatilinde (1899-1900) mahallelerindeki nüfuzlu bir mevkiiye sahip komşuları Ş... Paşa’nın kızı olan E... Hanım’a özel ders verirken yakınlaşırlar. Ancak Ramazan Bayramı sonunda Mustafa Kemal, Harbiye Akademisi’ne yani İstanbul’a dönmek zorunda kalır. Bayramın 3. günü Floka Gazinosu’nda buluşurlar. E.. Hanım konuyu hemen evliliğe getirince Mustafa Kemal tahsilini yarıda bırakamayacağını söyler. Genç kız yaşlı gözlerle “Allah’a ısmarladık” diyerek oradan ayrılır. Asaf İlbay, 1930 yılında Mustafa Kemal’e âşık E... Hanım’dan bir mektup alır. Mustafa Kemal, derhal yardım edilmesini emir buyurur. Ve İlbay şu notu düşer kitabına: “Tarihe mal olan dâhilerin çoğu, aşk maceraları geçirmiştir. Bunların sevgililerine yazdıkları mektuplar, bazı tarihi hadiseleri aydınlatmıştır... Dâhiler içinde kadının ne aşkına ne fendine kendini esir etmeyenler varsa, Atatürk bunların başında gelir.”
"BİR ÇOCUĞUM OLSAYDI BÜYÜK SEVİNÇ DUYACAKTIM"
“Orman Çiftliği’ndeyiz. Atatürk, Neşet Ömer Bey’e dedi ki: ‘Bir çocuğum olsaydı büyük sevinç duyacaktım. Milletime benden sonra, benim neslimden, bana benzer bir evlat bırakmayı çok isterdim. Profesör, bunun bir çaresi yok mudur?’ Neşet Ömer Bey gülüyordu, eşim söze karıştı: ‘Bir değil birkaç evladınız olmalı idi. Belki, birisi bir nebze size benzerdi. Çünkü Paşam, size benzemek o kadar güç bir şey ki...’ Atatürk’ün güzel gözleri, uzaklara, derinlere dalmış idi.”
"DİN İŞLERİNİN MİHRABI İNSANLARIN VİCDANLARIDIR"
İlbay, din konusunda yalnızca bir kez Hz. Musa ve Hz. Muhammed hakkında Atatürk’ün görüş ve düşüncelerine şahit olmuş. Hz. Musa’nın cahiliye devrinde 10 emir ile insanlığa fazilet dersi verdiğini düşünen Atatürk, Hz. Muhammed’in ise Musa devrinin din telakkilerindeki hurafeleri kısmen atmasına muvaffak olduğunu söylemiş. Atatürk, İlbay’ın din telakkisi merakını ise şöyle yanıtlamıştır: “Din vardır ve lazımdır. Bizim dinimizin temeli sağlamdır, malzemesi iyidir. Ancak bina sakatlanmıştır. Çok yaşamış ve eskimiş olan harcın kaynaştırma kudreti azalıp çözüldükçe yeni malzeme ile takviye edilememiştir. Aksine, yabancı unsurlar katılarak zayıflatılmıştır. Bugün bu binaya dokunulamaz, tamir de edilemez. Zamanla çatlaklar derinleşecek ve sağlam olan temel üzerine yeni bir bina kurulacaktır. Bize göre din ülküsü, vicdan telakkisidir. Herkes vicdanının emrine tabi olmakta serbesttir, hürdür. Biz, din işlerini, devlet ve millet işleriyle karıştırmıyoruz. Millet ve devlet işlerinin Kâbe’si, milli hâkimiyetin tecelli ettiği Büyük Millet Meclisi’dir. Din işlerinin mihrabı ise insanların vicdanlarıdır. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe, tefekküre muhalif değiliz. Kaste ve fiile dayanan taassupkâr irticalardan sakınıyoruz ve buna asla meydan vermeyeceğiz.”
Kitabın ortaya çıkışının ilginç bir hikâyesi var...
2007 yılında babamı kaybettim. Evini toplarken evraklarının arasında dedemin el yazısıyla yazdığı 1 Mart 1954 tarihli vasiyetnamesini buldum. “Atatürk’ün hususi hayatı hakkında vaktiyle Tan Gazetesi’nde neşrettiğim tefrikalar, yeni ilavelerle yeni bir çehre aldı. Sağlığımda kitap halinde yayımlayamazsam vârislerim bu arzumu yerine getirsinler” yazıyordu. Bu isteği 5 çocuğunun neden yerine getirmediğini sadece hayatta olan halama sorabilirdim. O da bana babamın dedeme ait notlarını, baskıya hazırlanmak üzere yazıhanesindeki el kasasında sakladığını ancak yazıhaneye giren hırsızın tüm eşyaları alıp gittiğini söyledi. Daha sonra 2010 yılında Şişli Adliyesi’nde bir arkadaşım ile karşılaştım; “Asaf İlbay ile bir akrabalığın var mı?” diye sordu. Tan Gazetesi arşivlerinde dedeme ait bir yazı dizisi olduğundan bahsetti ve cilt numaralarını yazıp verdi. Ancak ben ihmal ettim. Cüzdanımda sakladığım notu da kaybettim. Bir süre sonra kızım başta olmak üzere ailem bana bu anılara sahip çıkmam gerektiğini yineleyince Tan Gazetesi’nin arşivini taramayı kafama koydum, ancak nereden başlayacağımı bilemiyordum. O gün eve dönerken kitapçıya girdim ve kapağında Atatürk olan kitabın bir sayfasını açtım. “Mustafa Kemal Efendi, millet ve arkadaşlarını ihmal etme, Asaf İlbay” yazıyordu. Yine Tan Gazetesi’nden bir alıntı yapılmıştı ve dedemin adı yer alıyordu. Evet, artık zamanı gelmişti. 57 yıl sonra dedemin anılarının izini sürdüm. Kitap için Doğan Yurdakul inanılmaz destek oldu. Bu arada kitap sözleşmem 3 kere ertelendi ve en son imza attığımız günün tarihi 24 Eylül yani babamın ölüm yıldönümüydü. Sanki yukarıdan bir şeyler “Hadi” dedi bana.
Kitapta dedenizin anılarından sizi en çok etkileyen neydi?
Bizim okuduğumuz tarihin ötesinde kimsenin bize anlatmadığı bir Mustafa Kemal var. 12 yaşındaki bir çocuğun oyun oynarkenki sözlerinden karakterini görebiliyorsunuz. İlk aşkı, Selanik’te tavernalardaki delikanlılık yılları, çapkınlıkları var. Kısacası çocuk Atatürk, insan Atatürk var. Ve dedemin Atatürk’ün ölümünü öğrendiğindeki duyguları var. Kitap elimde ve sürekli o bölümü okuyorum, inanılmaz etkileyici.
Siz şanslı bir kadınsınız. Güzel anılara sahipsiniz. Peki siz kimsiniz?
Asaf İlbay’ın torunu Avukat Nahit İlbay’ın kızıyım. Kendim de avukatım. 35 sene mesleğimi yaptım ve emekli oldum. Evet, çok şanslı bir çocuktum. Atatürk’ü tanıyan bir ailem olmasının yanı sıra o zihniyeti kabul etmiş bir ailenin çocuğuyum. Bugün hâlâ halamın evinde bunlar anlatılır. Çoğu insanın bilmediği şeyleri biliyorum. Atatürk’ün anılarıyla yaşadım. Onun fikirlerini kabul etmiş bir ailem vardı. Babamın yoluna gittim, İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdim.
Bu vasiyet olmasaydı yine bir kitap yazmayı düşünür müydünüz?
Bu fikir kafamızda hep vardı. Ama bunu kendim yapmayı hiç düşünmedim. Neticede bir yazar değilim. Hayatımda sadece dava dilekçesi yazdım. “Herkes kendi işini yapmalı” diye düşünüyordum.
Vasiyetnameyi gördüğünüzde kaç yaşındaydınız? İlk ne hissettiniz?
55 yaşındaydım. “Bu istek neden yerine getirilmemiş” diye kızdım. Bana kısmet oldu. İlginç şeyler var, bu vasiyetname dedem öldükten 57 yıl sonra bulunuyor. Vasiyetname mart ayında yazılmış, benim yola çıkışım da aynı tarihe denk geliyor. Babamın öldüğü gün kitabın sözleşmesini imzalıyorum. Çoğu insan için tesadüf gibi görünse de bunun bir tesadüf olmadığını biliyorum. O yüzden de çok şanslıyım.
Tarihe bakışınız nasıldı? Okullarda bize öğretilen tarihi siz aileden dinliyordunuz zaten...
Ailede dinlediğimle ilkokulda bize anlatılan Atatürk arasında fark vardı elbette ve şaşırıyordum. Ben onu çocuk yönleriyle de biliyordum. Siyasi fikirlerinden ziyade bir aradayken yaşadıkları anlatılırdı. Yaşım ilerledikçe bildiğim Atatürk’ün bir lider, bir komutan, bir general olduğu kafamda oturdu. Bizim zamanımızda Atatürk okullarda okutuluyordu.
Tarihe ilginiz var mıydı?
Tarih her zaman ilgimi çekti. Osmanlı tarihini çok okudum. Ama Atatürk ile ilgili “Nutuk” dışında okuduğum bir kitap yoktu ya da herhangi bir araştırmam olmadı.
Aralarında Ferda İlbay’ın babaannesi Ayşe İlbay ve halası Bedia İlbay’ın da bulunduğu Kadın Cemiyeti Atatürk ile birlikte.
Milli bayramlar, özel günlerde sizin evde nasıl anılır?
Çocukluğumda 10 Kasım töreni pazar gününe denk geldiğinde çocuk kafası işte üzülürdüm açıkçası. Ama şimdi “10 Kasım” derseniz canım acıyor. Bazen “Ah Atatürk iyi ki gitmişsin de görmüyorsun” diyorum bazen de “Kafanı kaldır bir bak, belki bir şey değişir” diyorum, Hiçbir zaman “Atatürk’ün ölüm yıldönümünde yas tutalım” gibi bir düşüncede olmadım. Özel günlerde bayrak asmayana, sahiplenmeyenlere kızıyorum. Bir idol, bir sembol gibi değil ama “Medeni, aydınlık düşünen bir insanı neden anlamaya çalışmıyoruz?” diye üzülüyorum. Şu an konuşurken bile içimden ağlamak geliyor.
Dedeniz nasıl biriymiş?
Son derece yumuşak, mesleğine çok bağlı biriymiş. Anılarında da 10 yaşından beri birlikte büyüdüğü Atatürk’ten büyük bir saygıyla bahsediyor. Küçüklüğünden bahsederken “Mustafa”, sonrasında ise ya “Paşam” diyor ya da “Gazi”. Ben maalesef dedemi hatırlamıyorum. Babaannemi daha çok hatırlıyorum.
Halanız nasıl peki?
Halam 93 yaşında, aklı başında ve hep Atatürk’ü anlatıyor. Hâlâ briç oynuyor, bilmece çözüyor. Ama ailecek bir araya geldiğimizde ne konuşursak konuşalım bizi hiç duymuyor ve anılarını anlatmaya devam ediyor. Aslında ses kayıt cihazını koyup kaydetmek lazım. Çünkü bu kitaba girmemiş anılar da var halamda.
Büyükada’da güzel anıları var değil mi ailenin?
Evet, anlatılan hikâyelerde adadaki ev sıkça yer alıyor. Dedem o evi annemle babam nişanlıyken sanıyorum ihtiyaçtan satmış. Ama biz hâlâ gidip geliriz. 62 senedir adadayız. O eski ev yenilendi elbette zaman içerisinde. Ama adadaki birçok yapı, sokak, ev beni çocukluğuma götürüyor. O evin bahçesinde belki hiç koşmadım ama orada denize girdiklerini, Atatürk’ün tekneyle geldiğini biliyorum.
İleride bir kitap daha yazma fikriniz var mı?
Bana bunu soruyorlar. O kadar uzağım ki, yazarlık başka bir şey. Belki kendi çocukluğumla ilgili bir şeyler yazabilirim.
Bu ülkenin hak ettiği Cumhuriyet’i çocuklarım yaşasın istiyorum. Benim canım çok acıyor. Çünkü geçmişi biliyorum. Çocuklarım benim kadar duygusal olmayabilirler. Bugün babam hayatta olsaydı daha da canı yanacaktı biliyorum. İnsanların değerlerimize bir sembol gibi değil gerçekten sahip çıkması gerektiğini düşünüyorum.
"ÇOCUK İDİ AMA ÇOCUK OYUNLARINA KARIŞMAZDI"
Ahmet Subaşı Mahallesi’ne giden bir yol üstünde ve mektebin tam karşısındaki pembe evin birinci kat penceresinden dışarıyı izleyerek kitap, dergi okurdu. Annesi Zübeyde Hanım, Ali Rıza Efendi’nin erken ölümünden bir süre sonra Selanik’in tanınmış delikanlılarından Gümrük Muhafızı Ragıp Efendi ile evlenmiş ancak o da görev başındayken tütün kaçakçıları tarafından öldürülmüştü. Mustafa, bu evlilik esnasında 2 sene halasının çiftliğinde kaldı. Okul çağına gelince annesi onu ilk olarak mahalle mektebi olarak bilinen Hacı Rüştü Efendi’nin adı rüştiye olan ama ilk sınıfları da bulunan mektebine verdi.
Mustafa Efendi bu okulda okuduğu müddetçe zekâsıyla dikkati çekmekle birlikte muallimin haksız cezası yüzünden mektebi terk etti ve annesinin tüm ısrarlarına rağmen bir daha da uğramadı. Asaf İlbay o günleri şöyle anlatmış: “Arkadaşımız Mustafa’nın bir kere verdiği kararlardan dönmeyen ve inandığı şeyler üzerinde ısrarla duran karakteri daha o tarihte dikkate vurmaya başlamıştı.”
O dönemlerde oldukça modern sayılan Şemsi Efendi okuluna geçti. 1890-1891’de ise Askeri Rüştiye’ye kaydoldu. Mustafa Efendi, 3. sınıfta 2. çavuştu. O dönem az sayıda çok görüştüğü arkadaşları arasında yazar Asaf İlbay ve Salih Bozok da vardı. Mustafa Kemal adını bu yıllarda matematik hocasından aldı. Mustafa Kemal, evlerinin önünde çocukların oynadığı oyunlara bile katılmaz, en fazla kavgalarda hakemlik yapardı.
Küçüklüğünde ağırbaşlı kişiliğiyle tanınır, alay ve latifeyi severdi. Çocuk idi ama çocuk oyunlarına karışmazdı. O dönemin spor oyunlarından biri olan “mancık ile bir kavas” denilen, sırttan atlamaca oyununu oynarken alışıldığı üzere Mustafa Kemal oyuna girmedi. O sadece düşen kalkanlarla eğlenir, güler, alay ederdi. Ancak nasıl olduysa ısrarlara dayanamadı ve oyuna girmeye razı oldu. Sonuncu olarak sıraya eğilmiş çocukların üzerinden atladı. Sona gelince de dimdik ayakta durdu ve “Eğilmem” dedi, eğilmedi.
Selanik’te ramazan aylarında güreş, gençler arasında bir muharebeye dönüşürdü. Mustafa Kemal, izlemeyi sevse de kendisi katılmazmış. Rüştiye döneminde de dostlarının evinde Fransızca öğrendi. Ve yine o dönemin gözde dansları polka, mazurka, kadril ve vals gibi dansları öğrendi. 1896’da Manastır Askeri İdadisi’ne girdi. Selanik’e ancak tatillerde gitmeye başladı.
Ferda İlbay’ın babası Nahit İlbay (solda), amcası Cahit İlbay, halaları Bedia İlbay (arka solda) ve Sevim İlbay.
"BÜTÜN MİLLET SİZİN ÇOCUĞUNUZ"
Ankara’da eski Türk Ocağı salonunda ilk kez kadın ve erkeklerin bir araya geldiği bir balo düzenlenir. Mebuslar ve ileri gelen memurlar katılsa da yürüyüşte bile bir acemilik vardır ve pek çok kişi dans etmeyi bilmez. Balo katılanların Atatürk’ün masasına giderek kendilerini takdim etmesiyle devam ederken sıra Asaf İlbay ve ailesine gelir. Ata; İlbay’ın kızı Bedia’nın 16 yaşında olduğunu öğrenince yanındakilere İlbay gibi evlense kendisinin de o yaşta çocuğu olabileceğini söyleyerek “Tayımın ölümüne çok üzülmüşken kendi çocuğumun olası kaybını düşünemiyorum” der. Bu esnada da Ata’nın gözleri nemlenir. Oradakiler “Bütün millet sizin çocuğunuz” deyince Atatürk, bundan teselli bulduğunu söyler.
"SEZAR, İSKENDER, NAPOLYON AYAĞA KALKIN BÜYÜĞÜNÜZ GELİYOR"
Tahsil için oğlu Nahit’i İsviçre’ye götürdüğünde kendi karaciğer rahatsızlığını da göstermek arzusunda olan Asaf İlbay, son bir kez Ata’yı görmek için 20 Ekim 1938 günü, Dolmabahçe Sarayı’na gider. Ancak Seryaver Celal Bey’den artık görüşmeye izin verilmediğini öğrenir. Büyük bir keder ile saraydan ayrılır ve ertesi gün yola çıkar. Oğlunu üniversiteye kaydettirir ve Paris’te tedavi olur. İtalya üzerinden dönerken Milano’da “Glararipa de Campari” gazinosunda “Atatürk, 10 Kasım 1938 günü saat dokuzda, gözlerini hayata kapamış, ebediyete kavuşmuştur” anonsu acı acı haykırılır. İlbay, derhal tren biletini alır ve İstanbul’a doğru hareket eder. İstasyonda bir Türk vatandaşı, sabah çıkan gazetelerden birisinde, bir İtalyan profesörünün Atatürk’e dair yazdığı bir yazıyı tercüme eder: “Sezar, İskender, Napolyon ayağa kalkınız, büyüğünüz geliyor.”
MUSTAFA KEMAL'İN İLK AŞKI
Selanik’te yaz tatilinde (1899-1900) mahallelerindeki nüfuzlu bir mevkiiye sahip komşuları Ş... Paşa’nın kızı olan E... Hanım’a özel ders verirken yakınlaşırlar. Ancak Ramazan Bayramı sonunda Mustafa Kemal, Harbiye Akademisi’ne yani İstanbul’a dönmek zorunda kalır. Bayramın 3. günü Floka Gazinosu’nda buluşurlar. E.. Hanım konuyu hemen evliliğe getirince Mustafa Kemal tahsilini yarıda bırakamayacağını söyler. Genç kız yaşlı gözlerle “Allah’a ısmarladık” diyerek oradan ayrılır. Asaf İlbay, 1930 yılında Mustafa Kemal’e âşık E... Hanım’dan bir mektup alır. Mustafa Kemal, derhal yardım edilmesini emir buyurur. Ve İlbay şu notu düşer kitabına: “Tarihe mal olan dâhilerin çoğu, aşk maceraları geçirmiştir. Bunların sevgililerine yazdıkları mektuplar, bazı tarihi hadiseleri aydınlatmıştır... Dâhiler içinde kadının ne aşkına ne fendine kendini esir etmeyenler varsa, Atatürk bunların başında gelir.”
"BİR ÇOCUĞUM OLSAYDI BÜYÜK SEVİNÇ DUYACAKTIM"
“Orman Çiftliği’ndeyiz. Atatürk, Neşet Ömer Bey’e dedi ki: ‘Bir çocuğum olsaydı büyük sevinç duyacaktım. Milletime benden sonra, benim neslimden, bana benzer bir evlat bırakmayı çok isterdim. Profesör, bunun bir çaresi yok mudur?’ Neşet Ömer Bey gülüyordu, eşim söze karıştı: ‘Bir değil birkaç evladınız olmalı idi. Belki, birisi bir nebze size benzerdi. Çünkü Paşam, size benzemek o kadar güç bir şey ki...’ Atatürk’ün güzel gözleri, uzaklara, derinlere dalmış idi.”
"DİN İŞLERİNİN MİHRABI İNSANLARIN VİCDANLARIDIR"
İlbay, din konusunda yalnızca bir kez Hz. Musa ve Hz. Muhammed hakkında Atatürk’ün görüş ve düşüncelerine şahit olmuş. Hz. Musa’nın cahiliye devrinde 10 emir ile insanlığa fazilet dersi verdiğini düşünen Atatürk, Hz. Muhammed’in ise Musa devrinin din telakkilerindeki hurafeleri kısmen atmasına muvaffak olduğunu söylemiş. Atatürk, İlbay’ın din telakkisi merakını ise şöyle yanıtlamıştır: “Din vardır ve lazımdır. Bizim dinimizin temeli sağlamdır, malzemesi iyidir. Ancak bina sakatlanmıştır. Çok yaşamış ve eskimiş olan harcın kaynaştırma kudreti azalıp çözüldükçe yeni malzeme ile takviye edilememiştir. Aksine, yabancı unsurlar katılarak zayıflatılmıştır. Bugün bu binaya dokunulamaz, tamir de edilemez. Zamanla çatlaklar derinleşecek ve sağlam olan temel üzerine yeni bir bina kurulacaktır. Bize göre din ülküsü, vicdan telakkisidir. Herkes vicdanının emrine tabi olmakta serbesttir, hürdür. Biz, din işlerini, devlet ve millet işleriyle karıştırmıyoruz. Millet ve devlet işlerinin Kâbe’si, milli hâkimiyetin tecelli ettiği Büyük Millet Meclisi’dir. Din işlerinin mihrabı ise insanların vicdanlarıdır. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe, tefekküre muhalif değiliz. Kaste ve fiile dayanan taassupkâr irticalardan sakınıyoruz ve buna asla meydan vermeyeceğiz.”