PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Türk Lehçe ve Şiveleri



Escobar
22.Nisan.2015, 23:45
Türk Milletinin Dili


Reşid Rahmeti ARAT


Milli bağ olarak Türk dilinin oynadığı rolü belki diğer dillerin hiçbiri oynamamıştır, denilebilir. Bir dereceye kadar belki Arap dili bu hususta Türk dili ile mukayese edilebilir. Fakat bu dilin rolü de gerek yayılış sahası ve gerek türlü şive şekilleri bakımından, Türk Dili yanında çok silik kalmaktadır. Türk dili gerek tarihî devirlerde ve gerek bugün, çok geniş bir saha işgal eder. Bu dili konuşanlar idarî ve siyasî teşkilât bakımından, muayyen sınırlar içinde, bazan biribirinden oldukça ayrı kalmış ve muhtelif devirlerde kültür vasıtaları birbirinden oldukça farklı olmuştur; bilhassa hudutlarda oturanlar, birbirinden çok farklı milletler ve kültürler ile sıkı temasta bulunmuşlardır. Bütün bunlara rağmen, Türk camiasının çok ehemmiyetsiz bir farkla aynı dille konuştuğunu ve yazdığını düşünürsek Türk dilinin tarihteki rolü daha açık anlaşılmış olur.


Türk yazı dilinin ne zaman ve hangi şartlar içinde vücude geldiği hakkında bugün henüz katiyetle bir söz söyleyecek vaziyette değiliz. Bu husus, belki Türk tarihinin eski devirleri aydınlanıncaya kadar karanlık kalacaktır. Biz Türk yazı dilini, yazılış tarihleri belli olan Orhun kitabelerinden (VIII. yy. başları) itibaren takip edebiliyoruz. O devreye ait olup, tarihleri kaydedilmemiş olan diğer kitabelerin bir kısmı belki daha eski tarihlere aittir. Bu yazı dilinin, bugünkünden çok az farklı olacağı tabiîdir. Dilin bu tarihten sonraki inkişafı göz önünde tutulursa, onun bu eski şekli milâdın ilk senelerine kadar götürülebilir. Milâdın ilk senelerinden XIII. yy.’a kadar devam eden bu yazı dili (bazı örnekleri XVII. yy.’m sonlarına kadar çıkıyor),


eserlerini gördüğümüz veya daha sonraki eserlere kıyasla kurabileceğimiz örnekler, ses, kelime, cümle ve imlâ bakımından, aynı hususiyetleri taşımakta ve hattâ aynı mektebin mahsulleri gibi görülmektedir. Türk milletinin 13 yy.’lık bir zaman içinde ve bir dil sahası birliği olarak tasavvur edebildiğimiz geniş bölgede ve coğrafî şartlara göre türlü meşguliyetler ve siyasî teşekkül bakımından birçok zümreler ve temas bakımından farklı muhitler içinde bulunduğu halde, bir tek yazı dili kullanması ve bir tek ifadenin hâkim olması, bu kültür camiasının bütün siyasî ve içtimaî esasları aydınlatılıncaya kadar, bir sır olarak kalacaktır.


Bu ’13 yüzyıllık edebi dil örnekleri kuzeydoğuda tabiat dininde ve Gök Türk yazısı. İle, kuzeybatıda hıristiyan dininde ve Nasturî yazısı ile, güneydoğuda Buda dininde, Soğd, Uygur ve Pali yazısı ile, Mani dininde Mani ve Uygur yazıları ile ve daha sonra islâm dininde, Arap yazısı ile yazılmıştır. Gerek yabancı muhitlerin tesiri ile girmiş olan dinler ve gerek yabancılardan alınarak kısmen Türk dili hususiyetlerine göre değiştirilmiş olan alfabeler, daima aynı dilin yazı ifadesi olarak kullanılmış ve bu kültürlerden alınmaları zarurî olan bir kısım kelimeler haricinde, yazı dilinde hiçbir değişiklik vücude gelmemiştir. Aslında birbirinden çok farklı olan bu yazı vasıtaları Türk muhitine girince, Türk’ün ananesini almak ve imlâlarına varıncaya kadar umûmî vaziyete uymak mecburiyetinde kalmışlardır. Yabancı tesirlerin bıraktığı en mühim iz olarak, ancak Türk sayı sisteminin değişmesi gösterilebilir. Fakat bu fikir de, eski malzemenin ancak mahdut bir kısmının araştırılmasına dayandırılarak söylenebilmektedir; belki bundan sonraki araştırmalar bunun da daha iyi aydınlatılmasına yardım ederler. Birçok milletler gibi, Türkler de kendi yazı sistemlerinde rakam sistemi vücude getirmemişler ve sonradan aldıkları alfabelere ait rakamları da umumî olarak kabul etmemişlerdir. Türkler sayıları yazı ile ifade etmişler ve zarurî hallerde komşularının rakam şekillerini almışlardır. Yabancı rakamların Türkler arasında yerleşmemesinin sebebini, Türk sayı sisteminin temas ettikleri milletlerin sayı sistemine uymamasında aramak gerekir. Türkler ondan yukarı sayılarda ilk önce birleri ve sonra ilerideki onları söylüyorlardı (meselâ : bir yirmi = 11, beş yirmi = 15). Sonradan içtimaî hayatta rakam kullanmak zaruretinde kalan Türkler komşularının rakamlarından istifade etmişler; fakat bu defa kendi sayı sistemlerinden vazgeçmek mecburiyetinde kalmışlardır.


Türkler, mühim ticaret yollarında yaşamış ve çok erkenden komşu kültür muhitleri ile temasta bulunmuşlardır. Yabancı alfabeler, din ve dinî eserlerin Türkler içine girmiş olmasına rağmen, bunları mahdut bir bünye içinde tutabilecek kadar kendi kültür an’anelerine sadık kalmalarının sebebini, bir cihetten bizim bugün bütün tafsilâtı ile göremediğimiz Türk kültür teşkilâtının çok inkişaf etmiş olmasında, diğer cihetten kısmen onların coğrafî vaziyetlerinde aramak gerekir. Meselâ, şarktaki Türk ile, Hindistan’dan, Iran ve Çinliler’den dağ silsileleri ve çöllerle ayrılmış olduğundan, Türkler’in bu m intaka l arla olan temasları mükemmel olmayıp, ancak şu veya bu gaye ile Türkler arasına girmiş yabancılarla ve aynı şekilde o mıntakalara giren Türkler’in nisbeten küçük zümreleri vasıtasiyle vukua gelmiştir. Zaman itibariyle en uzun süren temas ve karşılıklı tesirlerin ve sulh zamanında sıkı münasebetlerin devam etmesine rağmen, Çinliler’in Türkler’e yaptıkları tesir, inanılmayacak derecede dar sahada kalmıştır ve bu kadarı da daha çok son zamanlara aittir.


XIII. yy. Türk kültürü muhitinde bir dönüm noktasıdır. Türkler’in iranlılar ile olan mücadeleleri oldukça eski devirlere çıkmaktadır. Her iki milletin destanlarına geçecek kadar ehemmiyetli olan bu temas ekseriya silâh mücadelesi şeklinde devam etmiş ve bunun sulh zamanlarına ait olanları da birinin diğerine tesir yapabilecek şartlar içinde devam etmemiştir. Araplar’ın dünya hâdiselerine iştirak etmeleri ancak VII. yy.’da başlamaktadır. Bunlar da, iranlılarla birlikte, daha ilk devrelerde Türkler’le karşılaşmışlardır. Fakat bu yeni kültür muhitinin Türkler’e tesir icra edebilecek bir şekil alması ancak XI. yy. sonlarında başlar. Orta Asya’nın islâmlaşması, hudut boylarına islâmiyetin girmesi, ilk Türk islâm sülâlelerinin vücut bulması, Türk kabilelerinin, batı’ya doğru hareketlerinde Iran ve Irak ile yakından temasa girmeleri ve bu sahalarda askerî kuvvetin yavaş yavaş Türk unsurlarının eline geçmesi ile bir kat daha derinleşmiş olan bu münasebet, tabiî, Türkler’in daha evvelki temaslarından tamamen başka şartlar içinde cereyan etmiş ve neticeleri de o nis-bette evvelkilerinden farklı olmuştur.


Batı’ya doğru yürüyen Türk boylarının bu mıntakalarda yeni devlet teşekkülleri kurmaları, zarurî olarak, buralarda yeni Türk kültür merkezlerinin vücuda’gelmesi, Türk muhitine birçok yenilikler getirdiği gibi dillerine de mühim iskitametler vermiştir. Yazı dili ile yanyana eskiden beri gayet tabiî olarak Türk boyları arasında yaşayan konuşma dilinde mevcut şive hususiyetleri bu yeni vaziyetin icabından olarak, yavaş yavaş bu yeni merkezlerin yazı diline de sokulmağa başlamıştır. Göçler yüzünden zaten kendi kültür merkezlerinden uzaklaşmış olan bu zümreler yenilerini yaratmak zaruretinde bulundukları gibi, tam bu sıralarda Türk vatanında vücuda gelen büyük siyasî teşekkül, Çingiz devleti de Türk kültür hayatının bir müddet için durgunluğa uğramasına ve bunların neticesi olarak kültür merkezlerinin yer değiştirmelerine sebep olmuştur. Bu yeni merkezleri yaratanların eski kültür merkezlerine yakın bulunanlardan ziyade, daha çok eski kavmî teşkilâta bağlı ve dolayısiyle göçebe teşkilâtına yakın zümreler olduğu da unutulmamalıdır.


XII-XIII. yy.’iarda Türk dilinin tarihî gelişmesi de bir dönüm noktasında bulunuyordu. Türk dili bünyesinde müşahede edebildiğimiz ses ve şekil bakımından en büyük inkişaf bu yüzyıllara rastlamaktadır. Bir çok seslerin değişmeleri, isim ve fiil tasriflerinin yeni istikametler alması, kök ve eklerdeki aslî vokallerin umumî âhenge uymaya başlamaları vb. daha ziyade bu devirde başlamış veya tamamlanmış bulunmaktadır. Yüzyıllarca kullanılarak geniş muhitte-yayılmış ve büyük tesir icra etmiş olan eski Türk yazı sisteminin, Türkler’in islâm muhitine girmiş olan kısmı tarafından Arap alfabesiyle değiştirilmiş olması ve bunun da tam Türk dili bünyesindeki tabiî inkişafın olgunlaştığı bir devreye rastlaması da büyük tesadüflerden biri olmuştur. Şivelerce değişmiş olan şekiller, yazı dili an’anesi sınırları içinde ve umumî muhite sarsıntı vermeyecek şekilde, tabiî seyirlerini bu defa devam ettirememiş ve o zamana kadar bu Türk muhiti için büsbütün yabancı olan yeni yazı sistemi, eski yazı an’anesinden nisbeten ayrılarak, dilin bünyesinde vukua gelmiş olan bu değişiklikleri yazı diline almakta bir engel bulmamıştır. Böylece bugün gördüğümüz ve birbirinden, az dahi olsa, farklı yazı dillerinin ilk esasları ortaya çıkmış oldu. ilk zamanlarda söylenişe ve tasrifteki küçük farklara inhisar etmiş olan bu yenilik, bilhassa edebî dilde, zümrelerin umumî kültürü nisbetinde lügat sahasında yok gi


bi idi. Bunun zamanla lügatlere ve bazı sahalarda gramere kadar genişlemesi, bir cihetten Türk zümrelerinin Türk kültürüne bağlılıkları nisbeti ile, diğer cihetten ise temasa girdikleri yeni kültür muhitlerinin az veya çok canlı tesirleri ile ilgilidir.


Türkler’in yeni kültür zümrelerini kurarken buna iştirak eden zümrelerin kalemden ziyade kılıç kullanmağa alışık olmalarına ve bu zümrelerin esas Türk merkezlerinden ziyade, yabancı kültür muhitlerine yakın bulunmalarına rağmen, Türk’ün en kuvvetli millî bağlarından olan dilinin kuvveti birden sarsılmamış ve bugün gördüğümüz tesirlerin kökleşmesi için yüzyılların geçmesi zarurî olmuştur. Türk dilinin kıvraklığı ve bünyesinin yapısı o derece müsait idi ki, bu yüzden ifade edilmek istenilen mefhumlar, mevzulara hiçbir halel getirilme’den canlandırılabilmiş, bunlar için kendi malzemesinden sayısız kelime yaratmak imkânını bulduğundan, yabancı kelimeleri içerisine hiç almamış denilebilir. XI. yy.’dan XV. yy.’a kadar vücuda getirilen eserlerde, dinî eserler de dahil olmak üzere, yabancı dillerin tesiri o kadar az olmuştur ki, bu Türk dilinin bu devrede ne büyük bir hayat kabiliyetine malik olduğunu ve diğer cihetten bu dili kullanan bütün zümrelerin kendi dil hazinelerine ne kadar derinden vâkıf ve bundan ne kadar ustalıkla istifadeye muktedir olduklarını da göstermektedir. Bunun en açık delillerini, yabancı tesir altında kalması zarurî sayılabilecek dinî eserlerin Türkçe ve saf Türkçe olması ve bunlar içinde Türkler’in eskiden beri alışık olmadıkları mefhum ve tasavvurlar için yeni kelimeler yaratmak ve bunların, geniş sahanın her tarafında kullanılmasını temin etmek zarureti de göz önünde tutulursa, bu husus bir kat daha Türk dilinin hayatı lehine aydınlatılmış olur.


Türkler’in eski kültürü dolayısıyle yazı an’anelerine ne kadar bağlı olduklarını gösteren diğer bir vak’a, Islâmiyetin Türkler arasına girmesinden evvel kullandıkları Uygur alfabesinin, son devirlere kadar Türk muhitinde kullanılmakta devam etmesidir. Türk ilinin hudut boylarından IX. yy.’dan beri güney Türkleri’nin halifelik merkezi olan Bağdat’da ve dolayısıyle islâm memleketlerinde oynadıkları rol X. yy.’dan itibaren İdil havzasında islâmiyetin yerleşmesi, XI. yy.’da Kaşgar’da müslü-man Türk sülâlesinin kurulması nazarı itibara alınırsa, islâm ile birlikte yazı vasıtası olarak Kur’an’ın yazıldığı Arap alfabesinin de Türk muhitine girip yerleşmesi gayet tabiî olarak beklenebilirdi. Arap ve iran dilinde ve bu dillerde yazılmış olan dinî ve dünyevî edebiyattan istifade zarureti, tabiî olarak, bu muhitlerin kullandıkları alfabeyi de Türkler’e çok erkenden tanıtmıştı (meselâ, Arap harfleriyle yazılı Bulgar mezar taşlarının bize kadar-muhafaza edilenlerinin tarihi XIII-XIV. yy.’dır). Bu yeni kültür ihtiyacını karşılamak üzere, Türk merkezlerinde de yeni mektep ve medreselerin açılmış olması tabiîdir. Bu vaziyetin daha sonraki zamanlarda gittikçe inkişaf etmesi zarurî ve tabiî idi. Buna rağmen bir Türk muhitinde eski Türk alfabesi olan Uygur alfabesinin çok geniş sahada ve çok çeşitli edebiyatta kullanılmakta devam ettiğini görüyoruz. Meselâ Kutadgu Bilig’in elimizdeki en eski nüshasının Arap harfleriyle yazılmış olduğu halde, sonradan Uygur alfabesine çevrilmesi, Oğuz Destam’nın nisbeten yeni bir rivayetinin bu alfabe ile yazılmış olması, Bahtiyar-nâme, Tezkiretü’l-evliyâ, Mahzenü’l-esrar gibi Türkçeye çevrilmiş eserlerin bile Uygur harfleriyle de yazılması, bu alfabenin geniş okuyucu kütlesi bulduğunu gösteriyor. Devlet idaresine gelince, bu alfabenin daha geniş bir sahada kullanıldığı görüyoruz. Meselâ Altınordu bölgesinde (Toktamış Han yarlığı 1393’te


Lehistan Kralı Yagayla’ya – Yagello – gönderilmiştir), Orta Asya’da (XIV. yy.), iran’da Ebu Said Bahadır Han zamanında (1316-1335), nihayet İstanbul’da bazı muhitlerde bu alfabenin tasavvur edildiğinden daha yakın zamanlara kadar öğrenildiği ve yazıldığı biliniyor. Bu alfabeyi öğrenmek için yapılan cetveller ve nihayet Fatih Sultan Mehmed’in Uzun. Hasan ile olan muharebesi dolayısıyle yazılan zafer-namelerden birinin Uygur harfleriyle de yazılmış olması, bu alfabenin yazışmalarda kullanılmış olduğunu göstermektedir. Tabiî bu alfabe, eski alfabenin tamamen aynı olmayıp, dilin yeni şartlar içinde aldığı şekle göre, ihtiyaca uygun bir duruma sokulmuş bulunuyordu. Bu bize, Türk kültür muhitini, dil işine paralel olarak, bunu tesbit etmek için kullanılan alfabesini de uzun bir müddet kullanmakta devam ettiğini göstermektedir. Bu ise, Türkler’in kendi kültürüne şeklen de ne kadar bağlı kaldığını göstermesi bakımından çok mühimdir.


Türk yazı dilinin yeni idare ve kültür merkezlerinde, bunları kuran Türk zümrelerinin şive hususiyetlerini almak suretiyle, eski umumî yazı dilinden ayrılma temayülleri, yukarıda da işaret edildiği gibi, ilk zamanlarda çok az şive farklarına inhisar etmiş idi. Yazı dilinin daha sonra almış veya alabileceği şekiller hakkında bir fikir edinmek için, Türk şivelerinin vaziyetini gözden geçirmek faideli olacaktır.


Tarihî devirlerde Türk şivelerinin vaziyeti hakkında elimizde yeter derecede bilgimiz yoktur; çünkü bu devirden kalma metinlerin hepsi de umumî yazı dilinde yazılmıştır. Buna rağmen bazı devrelerde ayrı bölgeler için elde mevcut metinlerden bu hususta bazı ipuçları bulabilmek kabildir. Yalnız şu veya bu farkın hangi boya mensup olduğunu ve bu boyun, bugün hangi boya tekabül ettiğini tesbit etmek güç ve bir kısmında hattâ büsbütün imkânsızdır. Bu hususta bize az çok sarih bigi veren XI. yy.’da yaşamış olan Kaşgarlı Mahmud’dur. Bu Türk âliminin Türk dili hakkında birçok tetkikleri olduğunu biliyoruz. Bugün bunlardan ancak Divanü Lügat it-Türk isimli lügat kitabı bulunmaktadır. Diğerleri ve bilhassa bizi burada yakından ilgilendiren gramer bugüne kadar bulunamamıştır. Kaşgarlı Mahmut bu lügat kitabında yalnız Türkçe kelimelerin Arapça karşılıklarını vermekle kalmıyor, muhtasar olmakla’beraber Türk boyları, oturdukları yerler, kültürü, alfabe ve edebiyatları vb. ile birlikte, XI. yy.’da Türk şivelerinin hususiyetleri hakkında da az çok bilgi vermektedir. Bilhassa Türk dili ismini verdiği umumî yazı dili ile mukayese ederek elde ettiği müşahedeleri, bugün bizi dil bilgisi bakımından alâkadar eden bütün meselelerde tamamiyle tatmin etmemekle beraber, bu âlimin, kendi devri için şahsına münhasır bir modern filolog zihniyeti ile hareket ettiğini göstermekte ve nisbeten yeni olan mukayeseli dil tetkiki tarihinde mühim bir yer almağa hak kazanmaktadır.


Kaşgarlı Mahmud Türk boylarının bir kısmını bizzat içlerinde bulunarak tetkik etmiş, bir kısmını da herhalde o boyları bilen kimselerden aldığı malûmatla, fakat ^nisbeten daha kısa bir şekilde tasvir etmiştir. Mahmut’un XI. yüzyılda tesbit ettiği şive farkları dört esas grupta toplanabilir: 1. Türk yazı dilinde ve Kaşgarlı Mah-mud’dan çok evvel mevcut olan farklar (meselâ b-: m- ve – y-: ‘-), 2. Türk dilinin tarihî inkişafında bütün şivelerin arzetmiş olduğu ve yalnız zaman farkı yüzünden şive hususiyeti olarak görünen farklar (meselâ y: n (n), w: v (b) ve isim yapma eklerinin başındaki -g, -g’lerin düşmesi), 3. Ayrı şivelerinki gibi gösterildiği halde, bugün şivelerin birçoğunda muvazi olarak mevcut olan farklar (meselâ c: y ve partisip eklerinden -ası: -gü) ve türlü şivelerde bugüne kadar devam eden farklar (meselâ -t: -d-) ve partisip eklerinden -gan: -an, -gen: -en). Kaşgarlı’nın verdiği bu bilgi, bazı daha ince hususiyetlerin de ilâvesi ile, daha sonra yazılmış olan eserlerde de görülmektedir. Yalnız bu sonuncular bütün Türk şivelerine şâmil olmayıp, daha mahdut şive gruplarına ait bulunmaktadır. Bu eserlerde müelliflerin dikkat etmedikleri veya kaydetmek fırsatını bulamadıkları bazı diğer hususiyetlerin de bulunduğu şüphesizdir. Türk dili, XI. yy.’dan bugüne kadar ses ve morfoloji bakımından, daha bazı inkişaf merhaleleri geçirmiş, o zaman başlamış olan bazı ses değişmeleri tamamlanmış ve bir kısım yenileri de bunlara eklenmiştir. Dar mânada şive hususiyeti diyebileceğimiz bazı inkişaflar da vücuda gelmiştir. Türk dilinin tarihî inkişafını, ana hatlariyle şu şekilde hulâsa edebiliriz.


1. Çok eski devirlere ait metinler mevcut olmadığından, Türkçenin ilk şekli hakkında bir fikir söylemek, şimdilik imkânsızdır. Bu devir Türkçesi hakkında az çok bilgi edinebilmemiz için, daha eski metinlerin meydana çıkması, bu devirde komşu milletlerin dilinde rastlanan Türkçe kelimelerle, şahıs adları ve unvanlarının tetkiki, Türkçe içindeki bazı mühim ses ve eklerin birbirleriyle mukayese edilerek daha eski şekillerinin tesbiti ve bunların da kardeş ve akraba dillerin eski şekilleri ile karşılaştırılması lâzımdır. Bu suretle hiç olmazsa bazı noktaların tesbiti mümkün olacaktır.


2. Elimizde mevcut en eski dil malzemesi, Türk dilinin inkişafı tarihinde muayyen bir devreye aittir. Bu devre takriben milâdın ilk senelerinden Xlîl. yy.’a kadar devam etmektedir ve pek az farklarla aynı inkişaf hususiyetlerini taşımaktadır. Bu devreye ait metinlerin en büyük kısmı Uygur sahasında ve Uygur harfleriyle yazılmış olduğu için, bu devreye “Uygur devresi” diyebiliriz. Bugünkü Türk şiveleri (bazı zümreler müstesna olmak üzere, aşağıya bk.) bu devreden sonra inkişaf etmişlerdir ve şivelerde gördüğümüz farkların büyük bir kısmını bu devreye irca edebiliriz.


3. Bugünkü Türk şiveleri, Türk dili Uygur devresinden bugüne kadar daha dar hudutlar içinde bazı inkişaf merhaleleri geçirmiştir. Fakat bunlar daha ziyade bugün mevcut grupların hususi tarihî inkişaflarına ait olup, ancak edebî malzeme vü- m cude getirmiş olan zümreler içinde tetkik edilebilmektedir. Böyle bir edebî l an’aneye malik olmayan zümreler devrinin tesbiti imkânsızdır.


4. Türk sahasının iki ucunda bulunan Yakut ve Çuvaş lehçeleri, Türk dil bilgisinin bugünkü vaziyetine göre, Türkçenin kardeş lehçeleri addedilebilir. Bu iehçeler-deki hususiyetler (Çuvaş s~y; l~ş; r~z ve Yakut s~y, t~d) Uygur devresi ile şimdi- -lik izah edilememektedir.


Bugünkü Türk şivelerini, ses, morfoloji ve lügat bakımından türlü gruplara toplamak tecrübesi, birçok türkoioglar tarafından yapılmıştır. Bu tecrübelerin neticesi, tabiatiyle, dil bilgisi bakımından lâzım olan açıklığı verememektedir ve bunun baş-. lıca sebeplerinden biri de bu zümrelerin kapalı bir cemiyet halinde kalmayıp, muhtelif zümrelerle devre devre karışmış olmasıdır. Şive hususiyetlerinin, en küçük zümrelerde bile, saf halini bulabilmek imkânsızdır. Onun için Türk şivelerini tasnif etmek isterken en umumî ve başlıca hususiyetler ile bu hususiyetlerin şu veya bu zümrede ekseriyetin kullanıp kullanmadığı prensibine uymak zaruridir. Son tecrübeler için alınan başlıca hususiyetler şunlardır: t- : d-, d:y, ilk hecenin sonundaki -g, ikinci, üçüncü ve dördüncü hecenin sonundaki g ve g, partisip eklerden -gan, -an/-gen, -en ve kelimelerden ol—bol- fiili. Bu tecrübelerden de istifade ederek, Türk şive gruplarını coğrafi yönlere göre şu şekilde sıralayabiliriz:


1. Güneybatı grubu (Anadolu ve civar sahalar, Kafkasya ve iran Azerbaycanı, Türkmen -bugün birçok bakımdan komşu şivelerin hususiyetlerini benimsememiş-tir-ve Güney Kırım),


2. Kuzeybatı grubu (idil havzası, Sibirya, Kuzey Kafkasya, Kuzey Kırım, Batı Türkistan, Doğu Türkistan’ın bir kısmı, Altaylar’ın bir kısmı, Afganistan’daki şiveler),


3. Güneydoğu grubu (Doğu Türkistan ve Batı Türkistan’ın bir kısmı),


4. Orta grup (Hive mıntakasının bir kısmı), .


5. Kuzeydoğu grubu (Altaylılar’ın bir kısmı). -


Bu gruplara giren şiveler, küçük farklara göre, daha dar zümrelere ayrılabilir. Fakat bu hususiyetler yalnız bu zümrelere münhasır değildir ve muayyen şartlar altında, bütün Türk şiveleri için de görülmektedir. Yalnız bu zümreler içinde ya umumileşmiş veyahut diğerlerine nisbetle daha çoğalmıştır. Meselâ umum Türkçedeki ç sesinin muayyen şartlar dahilinde ş şeklinde telâffuz edilmesine Türk şivelerinde tesadüf edilirse de, Kazak şivesinde bu ses değişmesi umumî bir kaidedir.


Bu hususiyetlerden anlaşılacağı gibi, Türk şivelerini birbirinden ayıran farklar daha çok ehemmiyetsiz ses değişmelerinden ibarettir. Mühim sayılabilecek farklara bilhassa isim ve fiillerin çekimlerinde rastlanabilir. Fakat bunlar gruplar dahilinde bile karışık olup, diğer dünya dillerinin şiveleri arasında mevcut farklarla mukayese edilemeyecek derecede az ve ehemmiyetsizdir.


Konuşma dilinde görülen hususiyetlere göre sıralanmış olan bu şive gruplarının ancak bir kısmı ayrı yazı dili halinde inkişaf etmiştir. Yazı dilinde bu temayülü belirten sahalar, daha ziyade Türk kültür merkezlerinin bulunduğu, biri güneybatı ve diğeri kuzeybatı olmak üzere, başlıca iki kısma ayrılabilir. Diğer gruplardan, orta ve kuzeydoğu zümreleri, bu şiveleri konuşanların sayıca çok mahdut olmaları, birincinin içeriden ve diğerinin Türk kültür merkezinden nisbeten uzakta bulunmaları do-layısıyle böyle bir ihtiyaç karşısında kalmadıklarını; güneydoğu zümresinin ise, eskiden asıl Türk kültür sahasında bulunmakla beraber, sonradan birçok tarihî sebeplerle bu vaziyeti muhafaza edemeyerek son zamanlarda^Çin’in hâkimiyeti al-. ; tında eski an’anesini büsbütün kaybetmiş olduğunu görürüz.


‘ hayat çerçevesi içinde, gerek edebî ve gerek ilmî yazı dilini devam ve inkişaf ettirmek imkânını bulan zümrelerin en mühimi, şüphesiz, güneybatı grubudur. Vücuda getirdiği muazzam devlet teşkilâtı ve dünya siyasetinde oynadığı mühim rolü ile bütün komşu milletlere yaptığı tesirlere mütenasip çok zengin edebiyat ve ilim’müesseseleri vücude getirmiş olan bu Türk zümresinin dili de o nisbette mühim bir yer işgal etmiş ve bugün de etmektedir. En eski numunelerini tahminen


XIII. yy.’dan itibaren görebildiğimiz Selçuk devri mahsulleri ile başlayan bu yazı dili, sahasının genişliği nisbetinde yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, pek cüz’î farklarla başladığı halde, gittikçe çoğalan ihtiyaçlar neticesinde, yeni kültür zümrelerinin yakın bulunduğu Iran dolayısıyle Arap kültürü tesiri altında kalarak, yabancı kültür muhitinin gittikçe artan ezici hâkimiyeti altına girmiş, bilhassa medrese tahsili görmüş zümreye mahsus sırf edebî eserlerin geniş Türk muhitinin doğrudan doğruya anlayamayacağı sun’î bir dil olan “Osmanlı” şeklini alan bu dil mektep ve medreselerde, ilim ve edebiyatta bu şekilde son zamanlara kadar tutunmak imkânını bulmuştur. Ancak, bununla yanyana halkın konuştuğu dil, zarurî iktibaslar dışında, millî sadeliğini ve eski bünyesini muhafaza etmeğe muvaffak olmuştur.


En mühim millî temellerden biri olan dil içerisindeki bu gayritabiîlik ve bunun yeniden yeni ihtiyaçları karşılamak zorunda kalan ilmî hayatta doğurduğu güçlükler, Türk muhitinin bu zümresinde de haklı isyanlar uyandırmış ve meselenin halli için yollar aramağa sevketmiştir. Yazı dilini sadeleştirmek, yâni yazı dilini mümkün olduğu kadar halk diline yaklaştırmak gayesi, uzun bir devreyi içine alan tartışmalardan sonra, nihayet XIX. yy.’da Tanzimat başlarından itibaren içtimaî bir mesele olarak “ele alınmış ve Cumhuriyet devrinde devlet işi olmuştur. Türkiye dahilinde veya evvelce Türkiye hudutları içinde bulunmuş mıntıkalarda, şive ve ağızlar devlet makanizmasının da yardımı ile, yüzyıllardan beri kaynaşarak, kendi hususiyetlerinin büyük bir kısmını kaybetmiş oldukları için, buradaki yazı dili meselesi, şivelerin vaziyetini tesbit etmek olmayıp, yalnız mevcut yazı dilinin bugünkü şartlar altında geniş Türk muhiti tarafından daha kolay ifade edilebilecek bir hale getirilmesi, yâni halk tarafından anlaşılması güç olan yabancı unsurlardan mümkün mertebe temizlenmesi ile bugünkü ihtiyaçları karşılayabilecek ilmî ıstılahların tesbiti ve yarınki ihtiyaçlar için de Türk köklerinden kelime yaratmak imkânlarını aramak meselesi olmuştur. Bugüne’ kadar bu yolda yapılmış olan tecrübeler hâlâ istenilen neticeleri vermiş değildir. Dil gibi millî bünyenin temelini teşkil eden bir meselenin hallinin kısa bir zamanda ve kifayetsiz bir hazırlıkla yapılamayacağı da unutulmamalıdır. Bu meselenin halledilebileceğinde şüphe yoktur. Yalnız, bu İşte geçici bir inkılâp şeklinde değil, içerisinde bulunduğumuz içtimaî hayatın inkişafında her ihtiyaca cevap verebilecek tarzda dilin hayatiyetini temin etmek zihniyetiyle hareket edilmesini temenni edelim.


Kuzeybatı zümresine gelince, bunun Kıpçak bozkırlarından ve Güney Sibirya’dan Hindukuş dağlarına kadar uzanan, geniş bir sahayı içine aldığını hatırlatmak yerinde olur. Bu geniş sahada iran ve Arap kültürü tesiri altında kalan zümreler ile, bu muhitlerden az çok uzakta bulundukları için, bu kültürün baskısından nisbeten masun kalan zümreler bulunduğu gibi, uzun müddet göçebe hayat tarzını muhafaza etmiş ve dolayısıyle umum Türk kültür muhitine nisbeten son devirlerde dahil olmuş zümreler de mevcuttur. Bu sahanın idarî bakımından türlü devirlerde ayrı ayrı devlet teşekkülleri içinde bulunmuş olduğu da unutulmamalıdır. Bütün bu âmillerin devir devir ve yer yer mahallî hususiyetlerin inkişafına yardım etmiş olmalarına rağmen, şive hususiyetlerinin birbirine çok yakın olmaları sayesinde, yazı dili, umumî olarak hiçbir zaman esasını değiştirecek bir vaziyete düşmemiştir. Bu


na, bu bölgedeki Türk boylarının son asırlara kadar – XV. asra kadar batıya doğru ve bundan sonra doğuya doğru – devam eden muhaceretleri de yardım etmiştir.


Bu sahada XIV. yy.’a kadar devam eden eski yazı dili an’anesi, bundan sonra uğradığı bazı cüz’î değişiklikler bakımından, biri güneydoğu ve diğeri kuzeybatı olmak üzere, iki zümrede toplanabilir. Bunların birincisi, Avrupa’da “Çağatay” ismi ile anılan zümredir ki, yukarıda güneybatı (Osmanlı) zümresi için işaret edilen aynı sebeplerden dolayı, iran ve Arap kültürü ve bilhassa Iran edebiyatı tesiri altında kalmıştır. Babür (1483-1530)’ün ifadesine göre, esasını Endican ağzından alan bu yazı dilindeki edebiyat XIV-XV. yy.’larda en parlak devrini yaşamış ve birçok Türk edip ve şairleri eserlerini bununla yazmışlardır. Mîr Ali Şîr Nevâyi ve Babür, bu devrin nâzım ve nesir sahasında, bu dilin en güzel numunelerini vermişlerdir. Diğeri ise, “Kıpçak” zümresi olup, sahasının Iran ve Arap muhitinden uzakta bulunmasından dolayı, zarurî olan iktibaslar dışında, bunların tesirinden de o nisbette masun kalmıştır. Buradaki yazı dilinin temelini halk dili teşkil ettiği gibi, edebiyatta da daha ziyade halk edebiyatı ve duygusu hâkim kalmıştır. Uzun bir zaman için türlü Türk boylarını kucağına almış olan bölge, bundan sonra da bir müddet Türk mıntakalarını birbirine bağlayan bir köprü vazifesini gördüğü için, yazı dilinde de, diğerlerine nisbetle daha çok malzeme almış olması tabiîdir. Gerek güneydoğu ve gerek kuzeybatı zümreleri arasındaki fark, birbirinden çok az hususiyetlerle ayrılmış olan mahallî ağızların tesirinden başka, en çok dile yabancı kelimelerin sokulup sokulmamasına göre değişir.


Kıpçak sahasında Altınordu’nun dağılmasj ile daha küçük idarî zümrelerin vücuda gelmesi, Timur devletinin yıkılmasiyle Orta Asya’da vukua gelen istikrarsızlık yüzünden bir kısım Türk kabilelerinin Kıpçak sahasından Orta Asya’ya doğru göç etmeleri, bir taraftan bu sahalarda Türk boylarının birbiriyle kaynaşmalarına yardım ettiği gibi, diğer taraftan mevcut Türk kültür merkezlerinin tekrar hafiflemesine ve bir kısmının yer değiştirmesine de sebep olmuştur. Birçok Türk kuvvetlerini, kendi mukadderatlarını Türk.ili dışında aramağa sevkeden bu devrin vak’aları, siyasî ve idarî bakımdan olduğu kadar, kültür bakımından da birçok kayıplara sebep olmuştur. Bu devirden itibaren bu mıntakaların mukadderatı uzun bir zaman için tâyin edilmiş oldu. ilim ve edebiyat sahasındaki durgunluk, Türk dili için tesirsiz kalamazdı. Kuvvetli edipleri yetiştirecek havanın artık mevcut olmaması, tabiî olarak, Türk dilinin hayat kudretine de en büyük darbeyi indirmiştir. Daha dar bir muhitte ve daha çok darlaşan ihtiyaçları karşılamak mecburiyetinde kalan yazı dili, ister istemez, eski malzemenin büyük bir kısmını kullanmamak, bunları unutmak ve daha çok mahallî ağızların hususiyetlerine uymak mecburiyetinde kalmıştır. Orada burada gölge halinde mevcudiyetlerini muhafaza eden mektep ve medreselerde tedris dilinin daha çok yabancı (Arap ve Fars) dillerine istinad ötmesi de bunun tabiî bir neticesi idi.


Ruslar’ın doğuya doğru ilerleyerek, Türk rmntakalarını birer birer kendi hâkimiyetleri altına almaları, vaziyeti daha karışık bir hale getirmiş ve tabiî engellere bu defa karşı tarafın, Türk milliyetini parçalama gayesini güden plânlı siyasî-idarî müdahalesi de eklenmiştir. Rus hükümeti Türk millî birliğini yıkmak için, ne kadar çare düşünebildi ise, bunun hepsini tecrübe etmiştir, idarî birlikler vücude getirirken, Türk ekseriyetini bırakmamak, Türk topraklarını parçalamak, Türk mıntıkalarını birbirinden ayırmak için, sun’î muhacir mıntakaları yaratmak, buna müsait olmayan yerlerde hususî idareler vücuda getirmek vs. gibi vasıtalarla maddî temelleri yıkmağa uğraştığı gibi, bir devre için Türk millî birliğinin temellerinden olan İslama karşı misyonerler teşkilâtı vücude getirmek, maarifin mümkün mertebe Türkler arasına girmemesi için çalışmak, maarif matbuatına müsaade etmemek, millî mukadderat üzerinde söz söyletmemek, Türkler’in umumî isminin idarede ve hattâ ilmî neşriyatta bile kullanılmasını yasaklamak ve Türkler arasındaki hususî münasebetlere bile mâni olmak gibi mânevi varlığa karşı en sert tedbirleri almaktan çekinmemiştir. Bolşevik devri, Çarlık zamanında tatbik edilen üstü kapalı siyasetin daha açık ve daha teşkilâtlandırılmış bir şeklidir. Türk vatanı birçok “sözde müstakil” devletlere ayrıldı, kabileler – millet ve şiveler – dil olarak ilân edildi; Türk dili de Rusça ile birlikte bu ayrı mıntakaların idare dili olarak tanındı. Bu sahada yapılan en büyük müdahale de, her Türk kabilesine ayrı bir fonetik alfabe kabul ettirilmesi suretiyle olmuştur. Böylelikle dilin medenî-içtimaî bir unsur olmaktan çıkarılarak, küçük zümrelerin yalnız gündelik ihtiyaçlarını temin edebilecek bir şekil alması için uğraşılmıştır. Böylö şivelerle bugünkü medenî hayatın ihtiyaçlarını temin etmek imkânı olmadığını, Türkler kadar, bolşevikler de bilmiyor değillerdi. Fakat onların fik-rince, bu ihtiyaçların büyük bir kısmı, Türk dili yerine Rus dili vasıtasiyle temin edilecekti. Bütün bunların, tabiatiyle, eskiden beri gelen umumî yazı dili aleyhine ayrı şivelerin kullanma sahalarının genişlemesinde ve o nisbette bu şivelerin umumî yazı dili içindeki vaziyetlerinin değişmesinde, az çok tesiri olmuştur.


Kuzeybatı zümresinin eski dili meselesi, güneybatı zümresindeki gibi, yalnız dili sadeleştirmek olmayıp, aynı zamanda bu zümre içindeki şivelerin umumî yazı diline olan münasebetlerini de tâyin etmek meselesidir. Türk dilinin bünyesindeki sağlamlık, yabancı muhit ve dillerin tesirinde asırlarca kaldığı halde sarsılmadığı gibi, Ruslar’ıh müdahalesi de onun bünyesinde bir gedik açmaya muvaffak olamamıştır. Nisbeten kısa sürmüş olan bu tecrübe Türk şivelerinin kendi aralarında icat kudretini yokiamış ve Türk muhitine bu meselenin” hallinde ayrılığa değil, birliğe doğru yürümenin zarurî ve mecburî olduğunu isbat etmiştir. Türk şiveleri bugüne kadar olduğu gibi ilerde de bir tek yazı dilinin devamlı inkişafını temin eden canlı birer uzuv olarak yaşamakta devam edeceklerdir.


Yukarıda söylenenlerden bir netice çıkarmak istersek, Türk tarihinin yarattığı duruma ve gerek düşmanlar tarafından vücude getirilmeye çalışılan sun’î manialara rağmen, güneybatı ve kuzeybatı grupları arasındaki farkları ortadan kaldırarak veya her ikisini de birleştirerek daha zengin ifade imkânları bulmak suretiyle, bir tek yazı dili vücude getirmek için hiçbir engel yoktur. Yalnız her iki zümrenin de bu işin ehemmiyetini kavraması ve her iki grubun da hususiyetlerine ve bilhassa asıl Türk dilinin kendi bünyesine uygun bir şekilde geliştirmek çaresini bulması lâzımdır. Bunun için de, dilin yalnız bir vasıta olmayıp, bilâkis onun tabiî bir varlık olduğunu ve ancak kendi bünyesi içinde tabiî kanunları dahilinde gelişebileceğini idrak etmek gerekir.


Kaynak: Türk Dünyası El Kitabı, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları: 121, C.II, s.59-68, Ankara 1992.