İstanbul Vezneciler’deki terör saldırısını kim/kimler gerçekleştirdi, hangi örgüt üstlenecek, nasıl açıklanacak, nasıl gerekçelendirilecek? Şimdilik dördü sivil, yedisi polis on bir kişinin ölümüne, onlarca insanımızın yaralanmasına yol açan bu son şiddet eyleminin PKK tepelerinin “eylemleri büyük şehirlere kaydıracağız, haziranda direnişimiz yükselecek” açıklamalarından sonra gelmesi, marifet’in (!) oradan, ya da yavru örgüt TAK veya benzer bir örgütten kaynaklandığını düşündürüyor. Terör eylemleri konusunda kimin elinin kimin cebinde olduğunun bilinmediği şu günlerde kökü devletin derinlerinde olan bir provokasyon eylemi ihtimali de yabana atılmamalı. Öyle de olsa, savaşı, şiddeti sürdüreceğiz açıklaması yaptınız mı, her türlü provokasyona da buyur gel demiş olursunuz.

Şiddet şiddeti meşru kılar mı?

Şiddetin nedenlerini anlamamız, hangi koşulların sonucu olduğunu, nasıl tırmandığını, nasıl körleştiğini, toplumları nasıl dengesizleştirdiğini araştırmamız mümkün. Bir halkın en haklı taleplerinin devlet şiddetiyle bastırılması, insan onurunun çiğnenmesi, kimliklerin ve özgürlüklerin tanınmaması karşısında halkın devletten kopmasını, başkaldırısını, isyanını haklı bulabiliriz. Şiddeti tek silah olarak gören çaresizlik halini anlayabiliriz. Ama kim yapmış, nereden gelmiş olursa olsun, bir terör saldırısının yıkıcı, kanlı, ölümcül sonuçlarını, yani eylemin kendisini doğru, iyi, ahlâkî sayabilir miyiz? Bir başka soru: İnsanları, özellikle de sivilleri hedef alan bir terör saldırısının IŞİD kaynaklı olmasıyla TAK veya kendine hiç hak etmediği halde “sol” sıfatını yakıştıran benzer bir yapının işi olması ne fark eder?
Devrim literatüründe felsefî, etik, siyasî boyutlarıyla hep tartışılan bir konudur “devrimci terör”. Başına “devrimci” kavramını yerleştirdiğiniz zaman kanlı şiddet eylemi masumiyet ve meşruiyet kazanır sanki. Bütün savaşlar kanlıdır, kirlidir ama bu savaşlarda kullanılan silahlar, yöntemler savaşın meşruiyetini sorgulayan ayrı bir öneme sahiptir. Bir yöntem olarak terör, tıpkı kimyasal silah kullanımı, tıpkı nükleer kullanımı gibi, meşruiyet sınırlarını aşar.
Devlet şiddeti her zaman her yerde orantısızdır

Şiddet tekeline sahip aygıt olarak da tanımlanan devletin tâbi kılmaya, ezmeye, susturmaya çalıştığı halklara, gruplara, kesimlere uyguladığı şiddet, özellikle Türkiye ve benzer ülkelerde her zaman sert, acımasız, vahşi olmuştur. Bırakın isyanı, ayaklanmayı, masum ve meşru hak talebi eylemlerinde bile orantısız güç kullanımı, devlet şiddeti uygulamaları gündelik yaşamımızın parçasıdır. Bu yüzden kan, ölüm, yıkım, savaş günlerinde önce devlete döner; şiddete, baskıya, halka uygulanan zulme son verilmesini devletten, iktidardan talep ederiz. Güç iktidardadır, barış ve uzlaşma adımları iktidardan gelmek zorundadır; ana sorumlu, dolayısıyla da zulüm ve şiddet varsa asıl suçlu odur.
Peki, Suruç’tan bu yana peş peşe gelen, yüzlerce insanımızın yaşamına mal olan terör eylemleri devlet terörünün ardına sığınıp aklanabilir mi? Bana göre: hayır. En başta söylemeye çalıştığım gibi, bu terör eylemlerinin nedenlerini anlayabiliriz, sosyolojik değerlendirmeler, siyasal yorumlar yapabiliriz, mağdurun çaresizliğinin yansıması olarak görebiliriz; ama olumlayamayız, “bizim çocuklar”ın tepkisel eylemleri diyerek, bazen de üstünkörü fısıltı halinde bir özürle geçiştiremeyiz. Türkiye solunun, barış ve demokrasi güçlerinin, Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de “şiddet” meselesiyle hesaplaşması gerektiğini düşünüyorum.

Terör demokrasiye
değil diktaya gidişi hızlandırıyor


Kırsaldan şehirlere inen savaşın ayrılmaz parçası haline gelen terör saldırıları; kimilerinin, özellikle de Kandil komutanlarının sandığının aksine Erdoğan’ın diktatoryal heveslerini ve AKP iktidarının totalitarizme doğru yol alışını besliyor. Sosyolog, siyaset bilimci, vb. olmaya gerek yok: Şiddetin, terörün güvensizleştirdiği insanların içine korku ve kaygı salan kaos ortamlarında kitleler gücün kaynağı olarak gördükleri iktidara ve lidere yaklaşırlar. PKK; savaşı şehirlerde yükselterek şiddet eylemleriyle Erdoğan iktidarını yıpratacağını, terörün özgürlük ve demokrasi getireceğini hayal/iddia ederken, her terör saldırısında, her ölümde, özellikle sivillere yönelik veya sivilleri de etkileyen her şiddet eyleminde Erdoğan’lı veya Erdoğan’sız, ya da en kötüsü: Ordu-Erdoğan koalisyonuna dayalı bir diktatörlüğe bir adım daha yaklaşıldığının farkında değil ya da umursamıyor.
Her dönemin, her ülkenin koşulları farklıdır; 2016 Türkiyesi’nin siyasal-sosyolojik ortamında savaş ve şiddet halklara özgürlük ve demokrasi değil daha fazla yıkım, ölüm, zulüm ve acı getiriyor. PKK’nin amacı, gerçekten de Erdoğan AKP’sini geriletmek, halklara özgürlük ve demokrasi getirmekse, bilmem farkındalar mı (ya da benim bilemeyeceğim başka bir amaçları mı var), tam tersi oluyor. Son örnek yeter: Vezneciler saldırısının hemen ardından askere terör yetkisi ve işlenen insanlık/savaş suçlarında (ki Cizre’de, Sur’da, Nusaybin’de, Yüksekova’da ve daha nice yerde yüzlercesi işlendi) dokunulmazlık zırhı sağlayan yasa, HDP hariç muhalefetin de alkışları arasında hemen gündeme girdi. Bunun anlamı, bölgede OHAL durumu ve askerin ağırlık kazanmasıdır.Bu, PKK stratejlerinin umurunda olmayabilir ama askerî rejim dönemlerinde, darbelerde ve vesayet yıllarında Kürt halkının hak ve özgürlükleri için de bedeller ödemiş Türkiyeli barışçıların, demokratların, antimilitaristlerin umurundadır.

Hepimiz “Yeter” diye bağırıyoruz ama…

Türk, Kürt, herkes, hepimiz “Yeter” diye bağırıyoruz. Ölümler yeter, şehitler, ölü ele geçirilenler yeter. Günaydoğu’yu harabeye çeviren, sivil halkı perişan eden, Kürt halkını yurdundan ocağından süren (Ermeni, Süryanî, Keldanî tehcirinden sonra bu da Kürt tehciri), halkları birbirinden koparan ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sonsuza kadar süreceğini ilan ettiği bu çılgın savaş yeter. Şiddet, terör, kan, kin yeter!
Ne var ki hepimiz karşı tarafa haykırıyoruz. Teröre hayır derken, ötekinin terörünü lanetliyor, kendi tarafımızınkini haklı sayıyor, en azından görmezden geliyoruz. Hak ve özgürlük için mücadele ayrı bir şey, terör apayrı bir şey. Masumların kanına bulaşan kılıçla sağlanacak özgürlük ve demokrasi eninde sonunda o kanda boğulur.
Ne zaman ki Türk, Kürt, Müslüman, Hıristiyan, ateist, Sünnî, Alevî elimizde sadece barış bayraklarıyla, savaşa ve teröre karşı tek sloganla, milyonlarla yürürüz, diktatörler ancak o zaman geri adım atar, özgürlük ve demokrasi ancak o zaman filiz verir. Devlet ya da örgüt terörü eylemlerinde günahsız insanları öldürerek değil.