Kurulurken en büyük savaşı “Yolsuzluk, Yoksulluk ve Yasaklara” karşı vereceğini ilan eden, bunu “3Y ile mücadele” sloganıyla bayraklaştıran AKP, 14 yıl sonra ‘yolsuzlukla mücadele’ ifadesini kullanmaktan dahi sakınır oldu. Önceki AKP hükümetlerinin uygulamaya koyduğu “Yolsuzlukla Mücadele Komisyonunu”nu da Binali Yıldırım hükümeti tarihin tozlu sayfalarına havale etti. Bu görüntü, Türkiye’de yolsuzlukla mücadelenin giderek zorlaştığının bir işareti olarak kabul edildi.

Hükümetin bu kararının, tam da 17-25 Aralık büyük yolsuzluk iddialarının baş aktörü Rıza Zarrab’ın ABD’de yargılandığı, Amerikalı savcıların Türk yargısını yolsuzluk dosyalarını kapatmakla suçladığı; Brezilya’da yolsuzluğu örtbas etmeye çalıştığı gerekçesiyle Saydamlık Bakanı’nın istifa ettiği günlere denk gelmesi de ironik bir rastlantı doğurdu.
AKP’nin kurucusu ve lideri Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın siyasi yaşamı yolsuzlukla mücadele konusunda sarf ettiği yüzlerce sert ifadeyle dolu. Servetini, parmağındaki yüzük olarak gösteren de Erdoğan olunca 2002’de kurulan ilk AKP hükümeti bu söylemler çerçevesinde hareket etti. “Bu TBMM çatısı altında çamurun üzerinde oturan kimse kalamaz, aklanıp gelmeliler” diyerek Başbakan, bakan dinlemeden birçok siyasetçiyi yolsuzluk iddiasıyla Yüce Divan’a yolladı.
Doğrusu, bu tavır AKP programına da aykırı değildi, sadece şu dört madde dahi bunun kanıtıdır:

  • “Toplumları ve devletleri tahrip eden yozlaşma, yolsuzluk, usulsüzlük, çıkarcılık, iltimas, (…) partizanlık, despotluk gibi olumsuzluklar en yoğun mücadele alanlarımızdır."
  • “Kamusal yaşamın her alanında tam şeffaflık ve hesap verme anlayışı hâkim kılınacak."
  • “Siyasetin kirlenmesini önleyen yasal düzenlemeler yapılacaktır.”
  • “Seçimle gelen herkesin mal bildirimi kamuoyunun bilgi ve denetimine sunulacak.”

AKP’nin 14 yılın ardından, Türkiye’nin bugünkü görüntüsünün yukarıdaki dört maddeyle ne kadar uyumlu olduğunu tartışma lüksünü geçelim. Ancak Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın seçimler sonrası yayımladığı raporlarda, siyasetin finansmanının saydam olmadığına, adaletsizlik barındırdığına sayfalarca değindiğini anımsatalım.
Peki, Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün sıralamasında Türkiye’nin yeri 14 yılda nereye geldi, bir de ona bakalım. En iyi sıralamaya 53’üncülükle 2013 yılında ulaşan Türkiye 2015 sıralamasında ise 65’inci olduğu 2002 yılının da gerisine düşerek 66’ncı sıraya geriledi.
Yine AKP iktidarları döneminde, Kamu İhale Yasası, hem de onlarca kez değişikliğe uğradı. En sonuncusu geçtiğimiz hafta Meclis’ten geçen bu değişikliklerle, Kamu İhale Kurumu’nun (KİK) kapsamında kalan ihaleler neredeyse istisna haline getirildi. Oysa 2000’de KİK kurulurken, kapsam dışı ihaleler birkaç istisna ile sınırlıydı.
KİK bu hale getirilirken kamuyu denetleyen en önemli kurum olan Sayıştay’ın raporlarının, TBMM’ye gönderilmesine de son verildi. Böylece TBMM’nin kamu harcamalarını denetim ve inceleme yetkisi fiilen sınırlandırıldı.
Başkaca çok sayıda örnek verilebilir; ama Binali Yıldırım Hükümeti’nin programı ve uygulamaları, yolsuzlukla mücadele anlayışına son noktayı koydu denebilir. Şöyle ki; Yıldırım, programını TBMM’ye sunarken ‘yolsuzlukla mücadele’ ifadesini kullanmayan bir Başbakan olarak tarihe geçti; ancak bununla da yetinilmedi.
Bir önceki Ahmet Davutoğlu hükümeti, 3 Aralık 2015 tarihli genelgede, bir Başbakan Yardımcısı başkanlığında “Saydamlığın Artırılması ve Yolsuzlukla Mücadelenin Güçlendirilmesi Komisyonu”na yer vermişti. Genelgede, bu komisyonun, AKP’nin ilk Bakanlar Kurulu’nun 12 Ocak 2002 günlü ‘Prensipler Kararı’ çerçevesinde kurulduğu, sonraki hükümetler döneminde devam ettiği de yazıldı. Davutoğlu, bir ay sonra da kamuoyuna bir “Şeffaflık Paketi” açıkladı. Ancak, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Bu kanun çıkarsa ilçe başkanı dahi bulunmaz” sözü ile simgeleşen 1 Ocak tarihli çıkışı ardından paket TBMM’de unutuldu.
Peki, Yıldırım hükümeti o genelge konusunda ne yaptı? Hızla yeni bir genelge yayımlayarak geçmişi 14 yıla uzanan Yolsuzlukla Mücadele Komisyonu’nu ortadan kaldırdı. Kısacası Türkiye, yolsuzlukla mücadele sözü vermeyen bir hükümet ve Başbakan görmüş oldu. Oysa örneğin Davutoğlu dahi, hükümet programını anlatırken yedi kez ‘yolsuzlukla mücadeleden’ söz etti. Davutoğlu’nun aynı konuşmasında 10 kez kullandığı ‘şeffaflık’ sözcüğü ise Yıldırım tarafından, ancak üç kez dillendirildi.
İşte bu gelişmeler ‘3Y’ ile mücadelenin rafa kaldırıldığı yorumlarına neden oldu. Hükümetin bu kararları üzerine Uluslararası Şeffaflık Derneği de bir açıklama yapma gereği duydu. Açıklamada özetle, altı yıldır yolsuzlukla mücadelede somut ilerleme olmadığı; 22 Şubat 2010 tarihli eylem planında yer alan 28 maddenin sadece altısında sınırlı ilerleme sağlandığı, 29 Nisan 2016 tarihli ikinci eylem planı konusunda ise kamuoyuna hiçbir açıklama yapılmadığı; çalışmaların şeffaflıktan ve hesap verebilirlikten oldukça uzak bir şekilde işlediği belirtildi. Bu sürecin hem demokrasi hem de şeffaflık ilkesi çerçevesinde sorunlu olduğuna yer verilen açıklamada, konuyla ilgili ilerleme sağlanması çağırısı yapıldı.
Derneğin Başkanı Avukat Oya Özarslan konuyla ilgili Al-Monitor’un sorularını yanıtladı. Özarslan 2010 yılında açıklandığında heyecan yaratan yolsuzlukla mücadele planının gerçekleşmesi için Başbakanlık Teftiş Kurulu ile sürekli temasta kaldıklarını, ancak sürecin saydam gitmesini sağlayamadıklarından yakınarak söze başladı.
“Kimsenin ne yapıldığından bilgisi yoktu. Komisyonlar kurulsa da ne birbirlerinin yaptığından haberdar oldular ne de gelen öneriler, yapılan işlemler, konuşmalarla ilgili bilgiye ulaşılabildi. Zorlamalarımıza rağmen bu işler sırlar diyarında geçti” diyen Özarslan şöyle devam etti: “Davutoğlu’nun Şeffaflık Paketi’nin başına gelenleri de biliyorsunuz. Artık, yolsuzlukla mücadelede etkin bir çabanın olmadığı anlaşılıyor. Yolsuzlukların hukuka uygun cezalandırılması gerekir. Çeşitli kez gördük ki Türkiye’de bu olamıyor, 17-25 Aralık iddiaları bunun ilk büyük örneği.”
Özarslan, yolsuzlukla etkin mücadele yapılamamasının gerekçelerini de şöyle sıraladı: “Bürokratik dokunulmazlıklar devreye giriyor. Örneğin AKP’li belediyelerle ilgili yolsuzluk haberleri veya soruşturmalar hiç duyulmazken, — oralarda yoktur, demem de — üçte biri oranındaki muhalif belediyelerde bu suçlama ile karşılaşmayan kalmadı. Siyasetin finansmanı hala saydam değil, Siyasi Etik Yasası 14 yıldır tozlu raflarda bekliyor. (…) Yargı bağımsızlığı konusunda şüpheye yer bırakmayacak doğrultuda olumsuz gelişmeler yaşanıyor. Oysa Türkiye, Bangalore Yargı Etik İlkelerini kabul etmiş bir ülke. Hem tarafsızlığını, hem bağımsızlığını etkileyecek görünürdeki bir hareketten dahi kaçınmaları gerekirken, (Yargıtay, Sayıştay ve Danıştay başkanlarının Cumhurbaşkanı Erdoğan’la katıldığı iki etkinliğe atıfla) yüksek yargı temsilcileri, ülkeyi yönetenlerle aynı karelerde yer alabilmekte ve bunu savunabilmekte. Bu çok tipik bir örnek. Oysa yolsuzlukla mücadele için güçlü, herkesin inandığı, bağımsız ve tarafsız yargının olması, medyanın da işlevini yerine getirmesi lazım. Yolsuzluk söylenmeyecek, yazılmayacak sözcükler arasında, ana akım medyada. Aslında bunu cılız hale gelmiş muhalefette de görüyoruz.”
Bu tablonun ülkeye büyük kötülük anlamına geldiğinin altını çizen Özarslan’ın şu sözleri de düşündürücü bulunsa gerek: “Kaybolan para senin, benim değil, hepimizin cebinden çıkıyor. Temiz, düzgün yönetim istiyorsak yolsuzluklarla hepimizin mücadelesi şart. Türkiye’de yolsuzluk yargılamaları yapılamaz hale gelindiği için kimseye ne iyi, ne de kötü örnek gösteremiyorsunuz. O zaman da yapanın yanına kâr kalıyor, söylemi haklılık kazanıyor.”