Geçen yıl 10 Ekim’de Ankara Garı önünde patlatılan bombalardan sonra, binlerce insan yaşıyor olmasının bir “tesadüf” olduğunu düşündü.

Orada ölen 101, yaralanan 600’e yakın insanın durumuna da “tesadüf” mü diyeceğiz? Bir yönüyle öyle belki, ama “tesadüf” olmayan bir yön de vardı: Tesadüf olmayan oradaki insanların bilinçle seçtikleri hayattı. “Savaşa inat, barış hemen şimdi” demeleri “tesadüf” değildi. Bile isteye, hatta risk alarak yapılmış bir tercihti.

O gün Ankara Garı önünde olmak bilinçli bir seçimdi, ölmek ya da yaşamak bir “tesadüf” olsa bile!

Sonra diğer patlamalar Ankara’da… O patlamalar sırasında sokakta, otobüs durağında olmak bir tesadüf değil, zorunluluk. Yaşamak için işe gitmek zorunda olan bir işçinin, bir memurun, okula gitmek zorunda olan bir öğrencinin, ekmeği daha ucuza nereden alırım diye sokağa çıkmış bir emeklinin mecburiyetleri...

Beş ayda beş patlama İstanbul’da… Bursa’da canlı bomba…

Dün de Midyat Emniyet Müdürlüğü’ne sürülen bombalı araç… Bir polis ve o gün o saatte orada olmak zorunda olan iki vatandaşın ölümü ve otuz kadarının yaralanması…

Tesadüfen yaşanan ve toplumsal iklimi şiddet için son derece uygun bir ülke haline geldi Türkiye.

Ankara Garı önünde ölüp yaralananlarla, Midyat’ın en kalabalık caddesi üzerinde ölüp yaralananların yaşam ve ölüm arasında durdukları yer açısından ne fark var?

Yaşamın bu kadar pamuk ipliğine bağlı hale geldiği bir ülkede, ne yazık ki hâlâ, söz gelimi İspanya’da olduğu gibi milyonlarca insan, Kürt Türk, sokaklara dökülüp bu çılgınlığa dur demiyor, diyemiyor.

Sadece patlayan bombaları değil, iktidarın patlamasına engel olduğunu ilan ettiği bombaları da düşündüğünüzde, nasıl bir dehşet tablosuyla karşı karşıya olduğumuz daha net görülür. İktidar sözcülerine bakarsanız, 100 kadar benzer saldırı da önlenmiş!

Bu, memlekette her seferinde onlarca vatandaşın ölüp yaralanmasına neden olan eylemlerden yüzlercesini yapma potansiyeline sahip olan örgütlerin varlığına işaret ediyor.

Böyle bir tehdidi yalnızca teknik, askeri önlemlerle engellemek mümkün değil.

Bu düzeyde bir “tehdit”, ancak ülkede kendisini var eden bir “iklim”le birlikte var olabilir. O iklim değişmeden de teknik ve askeri önlemlerle ortadan kaldırılamaz!

Ülkelere hakim olan iklimleri, birinci derecede yaratanlar siyasi iktidarlardır. Şiddetin oksijeni haline gelen iklimi dağıtmanın yolu da içeride ve dışarıda “dostları çoğaltıp, düşmanları azaltmaktan” geçiyor.

Oysa, iktidar bunun tam tersi bir politika izliyor.

Dün İstanbul’daki cenaze töreninde CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ve çelengine gösterilen tepkiye bakın! Kılıçdaroğlu’nun tüm siyasi tavrını “Aman AKP bizi terörün yanında göstermesin” refleksi belirlemesine karşın, iktidar HDP’yi düşmanlaştırmakla yetinmiyor, CHP’yi de düşmanlaştırıyor!

Dışarının hali malum!

Kitlesel bir yanı da olan her örgüt, şiddete yöneldiğinde karşılaşacağı toplumsal tepkiyi önemser. İçerden ve dışardan gelecek toplumsal tepkiyi önemser. Oraya buraya bırakılan bombalı araçların, orada burada patlatılan canlı bombaların hedefi olup olmamanın bir “tesadüf”e bağlı olduğu ülkede, şiddeti önlemenin tek yolu en geniş kitleleri şiddet karşısına dikerek memlekette barış iklimini hakim kılmaktır.

Aklı bir kenara bırakıp öfke ile yürüyerek bu çılgın şiddet sarmalından çıkmaya imkân yok. O yolun sonu yalnızca daha fazla şiddete çıkar.

10 Ekim’de KESK-DİSK-TMMOB-TTB’nin “Savaşa İnat, Barış Hemen Şimdi” şiarı ile yaptığı çağrı şiddeti besleyen iklimden çıkabilmenin yoluna işaret ediyordu. Çok zor biliyorum; ama tesadüfen yaşamak istemeyen herkesi, PKK veya başkası, kimden gelirse gelsin bu kör şiddetin karşısına dikip, şiddeti içerde ve dışarda oksijensiz bırakmadan, yaşamanın tesadüfe bağlı bir ülke olmaktan çıkamayacağız.