Kişisel, toplumsal, edebi, didaktik vb çeşitli okumalara açık bir cümleyi, Shakespeare’in bir sonesinden esinlenerek daha önce de yazmıştım. İnsanlar, en gerçek yüzlerini eylemlerini savunurken gösterir, ‘suçlarından’ arınmak adına en gerçek, en korkunç suçlarını işlerler. Uzaklardaki bir parlamentonun, hukuki değil de siyasi olduğunu bizzat kendisinin dillendirdiği bir oylamayı, el çabukluğuyla ruhumuzun derinlerine tutulan bir aynaya dönüştürdük. Şimdilik göz göze gelmediğimiz bu aynada, aylar boyunca tanklarla dövülmüş şehirlerden geriye kalan moloz yığınları, parçalanmış, kemirilmiş isimsiz cesetler, ruhumuzun en derinlerinden hiç çıkmayan kesif bir çürüme kokusu da var. Devletin ‘en tepesindekilerin’ demeçlerinden alıntılıyorum: “Yok hükmünde tarihi yalan’, “ahlaksız yasa”, “ırkçı Ermeni lobisi”, “derin Alman devletinin tetikçileri”, “tek kara lekesi olmayan asil Türk milleti”, “merhamet abidesi”, “aziz ecdadımıza iftira”, “soyları kırık hainler”... Nesnelliği, olguları sorgulamayı imkansız kılan çığırtkan bir hamaset, kendi görkemimizden başka bir şey aramadığımız ‘tarih’, insan hikayesine, acısına karşı korkutucu bir saygısızlık... Geçmişle bugünü, katillerle kurbanları üst üste yığan devasa göçükleri ortak belleğimizin... Kendi ellerimizle gerçekleştirdiğimiz yıkımlardan, kıyımlardan, felaketlerden silinmede, namevcut olmada becerikliliğimiz... Neyin söylenip kanıtlandığına değil de, söyleyenin kim olduğuna, ‘bizden mi, bize karşı mı’ düzeyinde bakan bir anlayışın sormaya bile cüret edemediği soru: GERÇEK nedir? Balkonundan bağırıp çağırdığımız bu binanın temelinde ölülerin gömülü olduğunu sahiden bilmiyor muyuz?
‘Irk’ kavramı her ne kadar bir Avrupa icadıysa da, Türkiye’de ırkçılığın olmadığı, olamayacağı koca bir safsatadır. (Bunu öncelikle bu toplumun ‘zencilerine’ sormalısınız.) Irkçılığın değişmez bir tanımını yapmak, iç içe geçtiği ‘milliyetçilikle’ sınır çizgilerini saptamak, ‘kafatasçı’ ırkçılıktan kültürel, neredeyse ırksız bir ırkçılığa evrimini incelemek, etnik, ulusal, dinsel grupların -ve elbet işgücünün- hiyerarşik yapılarda konumlandırılmasını, kısaca ırk, ulus ve sınıf ilişkilerini hakkıyla ele almak kuşkusuz bir köşe yazısında mümkün değil. (Daha önce ‘Türk’ ve ‘Kürt kimlikleri, anti-semitizm ve siyahların eşitlik mücadelesi, militarizm ve cinsiyetçilik bağlamlarımda ‘ırkçılık meselesine’ girmeye çalışmıştım.) Birbirlerine zıt gibi dursalar da, yan yana barınabilen, birbirine dönüşebilen ‘dışsayıcı ırkçılıkla’ (dışlama, imha, tasfiye), baskı ve asimilasyonu benimseyen ırkçılık üzerine ilerde yazmayı düşünüyorum. Şimdilik, devletin ‘sütü bozuklar, kanı bozuklar’ diye avazı çıktığınca bağırdığı bir ülkede, ırkçılığın olamayacağına kimin inandığını sormakla yetineyim.
Bu topraklarda yüzlerce yıl yaşamış bir halkın kökünü kazıdık. Sağ kurtulanların başlarına geleni ancak ‘Büyük Felaket’ diye adlandırabildikleri korkunç şeyler yaptık. Belki geçmiş bugünün değer yargılarıyla değerlendirilemez ama biz, asıl suçumuzu, bugün, susarak, dinlemeyerek, işitmeyerek işliyoruz. Yalnızca 1915’te ya da 1938’de olanları değil, bu gün, bu saat olanları da işitmeyerek...