Fırat'ın kenarında kaybolan koyundan kendisini sorumlu tutan bir inanç geleneğinden geldiğini iddia eden bir hükümet, günlerdir bir Kürt siyasetçinin akıbeti ile ilgili soruları cevapsız bırakıyor. 27 Mayıs'ta gözaltına alınan DBP yöneticisi Hurşit Külter'in nerede, kimin elinde olduğu resmen bilinmiyor. Bölgedeki Kürt haber kaynaklarına göre Külter, 23. Jandarma Sınır Tümen Komutanlığı'nda tutuluyor ancak hükümetten de askeri yetkililerden de tek bir açıklama gelmiyor.
Kürt siyasetçiyi gözaltında kaybeden, iki yaşındaki çocukları terörist ilan eden bir devlet anlayışının bu ülkeye bir hayır getirmeyeceği ortada… Bir devlet kendi koyduğu hukuk kurallarına uymadığı zaman sözün bittiği yere gelinmiştir. Hukukun tamamen ortadan kalktığı, can ve mal güvenliğinin güvencede olmaktan çıktığı bir ülkede yaşıyoruz açıkçası.
Hizmet hareketinin Milli Güvenlik Kurulu kararıyla terör örgütü ilan edilip Hizmet mensuplarının mal ve mülklerine keyfi bir şekilde el konulduğu, yargı sisteminin büyük bir adaletsizlik üretmekten başka bir işe yaramaz hale geldiği bir toplumda, devletin yurttaşlarından kurallara uymasını beklemesi gerçekçi bir tutum değildir.
Bugüne kadar yaşadığımız tecrübeler gösteriyor ki, Kürt meselesinin şiddet yoluyla çözümü mümkün değil. İki tarafın da kazanması mümkün olmayan bir savaş bu. Ülkenin canını, enerjisini, geleceğini tehlikeye atmakla kalmayıp bir cehenneme çeviren savaşın sonuçlarını her alanda görüyoruz. Ama en çok hukuk alanında görüyoruz.
Hurşit Külter'in kaybı olayı, Kürt meselesinde 1925'lerin paradigmasından çıkılmadığının en büyük göstergesi. Külter'i gözaltında kaybeden, legal Kürt hareketinin lider ve temsilci kadrosunu tutuklamaya hazırlanan bu zihniyet, sadece savaş ve kanla beslenmektedir. Toplumun en ilkel milliyetçilik duygularını tahrik ederek bir nefret ortamı yaratmakta, Kürt gençliğine onurlu bir yaşam alternatifi olarak sadece dağı ve silahı bırakmaktadır.
Bu topraklar, bağımsız bir kurum olarak hukuka hiçbir zaman saygı duymadı. Hukuksuzluk rejiminden sisteme muhalefet eden herkes bir şekilde payını aldı. 12 Eylül rejimi, hukuksuzlukların zirve yaptığı bir dönemdi ancak bugünün uygulamaları o dönemi aratır hale gelmiş bulunmakta.
Sağlıklı bir hukuk sistemi aslında sadece yurttaşların güvencesi değildir. Güvenilir bir hukuk sistemi, yurttaşları içinde yaşadıkları devlete bağlayarak o devletin geleceğini garanti altına alma işlevi de görür. Hukuk devreden çıktığı andan itibaren, o topraklarda yaşayan insanların devletle bağı kopar. Bunun olması için illa da etnik olarak farklı bir kökenden gelmek gerekmez, adaletsizliğin farkında olmak yeter.
Türkiye devleti yurttaşlarıyla yaptığı toplum sözleşmesini yok saymakta, yurttaşlarına verdiği hukuki garantileri yerine getirmemekte kendini özgür hissetmektedir. Bunun yurttaşlar üzerinde de bir karşılığı olması kaçınılmazdır. Türkiye'nin Kürdistan coğrafyasında bugün hızla olan budur. Bu insanlar, devlete olan bağlılık duygularını kaybetmekte ve kendilerine yeni bir yol aramaktadır. Bu gidişat, devletin hukuksuzluğa daha fazla yönelmesine yol açıp içinden çıkılması imkânsız bir kısır döngü yaratmaktadır.
Varacağımız nokta, en azından Kürtler ve muhalifler açısından Esad'ın Suriye'sinden farksız olmayacaktır. Türkiye'nin Batı'sında bu olup bitenden habersizce yaşayanlar, hukuksuzluklara aldırış etmeyenler, bu duyarsızlıklarının sonuçlarına katlanmaktan başka bir çare bulamayacaktır.