İyi kötü demokratik olduklarında hemfikir olunması zor olmayan ülkelerde olağanüstü hal uygulamalarının giderek yaygınlaşması ve sıradanlaşmasıyla, azgınlaşmış iktisadi liberalizm arasında yakın bir ilişki var. Küresel ölçekte mutlak kapitalizm veya piyasa toplumu olarak tanımlayabileceğimiz bu azgınlaşmış liberalizmin yarattığı toplumsal tepkilerin bastırılması için, güvenlik devleti uygulamaları birçok yerde devreye giriyor.
Güvenlik gerekçesiyle demokrasi ilkelerini çiğneyen bu uygulamalar, demokratik kural ve geleneklerin son derece cılız kaldığı Türkiye gibi bir ülkede, çok daha vahim bir tablo ortaya çıkarıyor. Üstelik iktidardaki güç, ilkel kapitalizmin yağma, el koyma, zor kullanarak rant yaratma yöntemlerini kullanmaya devam ederken, buna ilaveten, hem etnik temelli bir çatışma hem din/medeniyet temelli bir kültür savaşı yürütüyorsa, kalıcı bir olağanüstü hal yönetimine başvurması kaçınılmaz. Güvensizleştirmeyi bir hâkimiyet aracı olarak kullanan dikta amaçlı güvenlik devleti, olağanüstü halin olağanlaşması demektir. Plebisiter demokrasi üzerinden iş gören otokrat bir lidere, iktidarını rakipsiz, iri ve diri tutmak için her türlü olanağı sağlar.

Otoriter liberalizm
Neo-liberalizmin, iktidarını pekiştirmek için yürüttüğü yıkımlar arasında, toplumu siyasetsizleştirme ön sıralarda yer aldı. 20. yüzyılın son çeyreğinde, yürütülen yeni politikanın alternatifinin olmadığı inancı, Sovyetler Birliği’nin çöküşünün de yardımıyla, büyük bir ideolojik bombardımanla zihinlere yerleştirildi. Alternatif tüm çözümlerin akıldışı, cahilce veya daha önce denenip bütünüyle başarısız oldukları iddiasıyla yürütülen bu siyasetsizleştirme, tek seçenek dayatmasının en güçlü silahı oldu.
Bu otoriter liberalizm bugün eski gücünü biraz kaybetmiş olsa da, etkisini sürdürmeye devam ediyor. Buna karşılık, küresel kapitalizmin içinde bulunduğu kriz ortamında, otoriter liberalizmin yönetici kadroları da değişiyor. İktisaden gelişmiş birçok ülkede, yakın zamana kadar bu kadrolar esas olarak elit okullarda eğitim görmüş, medeni görünümlü, kibirli, liberalotoriter teknokratlardan oluşurdu. Siyasal temsile de daha çok bu profil yansırdı. Şimdi ise siyasal demagojinin tüm imkânlarını fütursuz biçimde kullanan, din ve ırk ağırlıklı, faşizan bir “biz” algısı üzerinden konuşan, otoriter yöntemlerle sorunların çözüleceğini iddia eden, kozmopolit dünyanın kir ve günahlarından arınarak yeniden güçlü olmayı vaat eden hatipler ön plana çıkıyor. Yeni sağın veya otoriter muhafazakârlığın sunduğu “yeni çehre” bu.

Terör yöntemleri
Bu bakımdan Türkiye’de toplumun yarısının Allah’ın bir lütfu, diğer yarısının ise bir belayı azime olarak algıladığı otoriter liderlik bir istisna teşkil etmiyor. Diğer birçok benzer örneğe nazaran fark, hâkim gücün özelliklerinden ziyade, toplumda etnik, kültürel/dini ve bunların üzerini örttüğü sosyo-ekonomik çatışmaların ulaştığı şiddet dozunun yüksek olması. Bu nedenle, yerli otoriter sağcı popülizm de güvensizliği daha fazla derinleştirerek kendini bir güvenlik çekim merkezi yapma stratejisini çok daha gürültülü, şiddetli ve abartılı yürütüyor. Toplumda da her türlü çatışmanın hızla fiziki şiddete dönüşmesi eğiliminin ve güçlü olanın arkasında durma refleksinin çok kuvvetli olması, sağcı popülist otoriter liderliğin mutlak hâkimiyet stratejisini hayata geçirmesini kolaylaştırıyor. İktidarın çelişkilerini ortaya çıkararak onu zayıflatacağını iddia eden, terör yöntemleri dahil olmak üzere, aşırı şiddet eylemlerine başvuran çevre ve hareketler de hemen her yerde olduğu gibi, Türkiye’de de mücadele ettikleri iktidarın gücünü pekiştirmesine yarayarak ona bir tür zımni destek sunuyor.