Nasıl başlık? Beğendiniz mi? Yeteri kadar alçak bir öneri oldu mu? Aslında daha sakil bir cümle de olabilirdi, ama başlık için fazla uzun kaçardı.
Örneğin, yalnızca işten atılmasınlar, haklarında dava da açılsın, süründürülsünler, memlekette barınamasınlar gibi…
Peki, alçaklıkla nasıl mücadele edilir? Edilebilir mi?
Siyasi görüş farklılıklarıyla mücadele mümkün. Tartışırsınız. Birbirinizi beğenmezsiniz. Biri dünyayı inanç penceresinden, diğeri sınıflar arası mücadelenin seyriyle, beriki ‘bırakınız yapsınlar’ ile ele alır. Her biri farklı sonuçlara ulaşır ve bu bir tartışma, çatışma, siyasi mücadele, kavga konusu olur.
Klasik liberal demokrasiler, kavganın içinde verileceği alanı belirlemiştir.
Sahayı çizmek ve oyunun kurallarını saptamak için asırlar geçmesi, hayli çile çekilmesi gerekmiştir. Sahanın içinde top koşturacakların kim olacağına, seyircileri/taraftarların karar vermesi gerektiği yönünde alınan kararın tarihi ise 1848.
Fransa’da erkek nüfusa genel oy hakkı tanındı bu tarihte. 20. yüzyıl başlarında kadınlar da ‘seyirci’ kabul edildi ve o gün bugündür çok partili demokrasi ‘oyunu’, kadınlı erkekli seyirciler önünde, belli sınır ve kurallar dâhilinde oynanır hale geldi.
Oyunun temel kurallarından biri, farklıklara tahammül. Tahammül için seküler/laik sistem bir zorunluluk. Tahammülün siyasi alandaki karşılığı, muhalefete nefes alacak alanın kurulması.
Muhalefet partilerine, kuruluşlara ve tabii sıradan muhalif yurttaşa…
Tarih içinde, belli koşulların oluşmasıyla birileri çıkıp oyun içindeyken kuralları altüst etmeyi denedi.
Almanya’da, İtalya’da, İspanya’da vs. başaranlar oldu. İlk ikisinin sonu kötü bitti ve bu deneyimler ardından batı demokrasileri, kimi ruh hastası tipler koşulların da yardımıyla oyunun kurallarını imha etmesinler diye muhtelif önlemler aldı. İspanya’nın faşisti, yatağında ölmeyi başardı ve ardından sistem tümüyle değiştirildi.
Bugün artık en sorunlu batı demokrasisinde dahi çok partili demokrasi oyununun ‘olmazsa olmaz’ kuralı, muhalife tahammül ve onun da bir gün iktidar olabilmesi için gerekli yolları açmak, açık tutmak.
Bunları anladık iyi hoş da, eğer karşı karşıya olunan, sınırlar içinde oynamayı kabullenmiş bir ideolojiden çok doğrudan canınıza, ekmeğinize, onurunuza yönelmiş saf bir kötülükse, ne yapmalı?
Örneğin biri, sıradan bir eleştiri nedeniyle işinden atıldığında çok sevinen ve o kişinin ekmeğinden olması gerektiğini düşünen bir alçakla, hangi zeminde diyalog kurulmalı? ‘Yarın bir gün seni de ekmeksiz bırakırlar, o zaman da ben sevinirim’ diyerek mi? İyi de neden ve nasıl sevineceksin? Böyle biri değilsin ki! Böyle biri olmamak için bir ömür tüketmişsin.
Ne kadar çaresiz bir durum bu…
Daha önce de yazdım defalarca, insan haklarını savunmak son derece değerli ve enayice bir iş. O enayiliğin farkında olarak verilen bir mücadele. Herkesin hakkını savunmayı ve temel ilkeden ödün vermemeyi gerektiriyor. ‘Bilmem kim insan mı ki onun insan hakkı olsun?’ görüşü, her şeyin sonu demek. Tehlikeli.
Hâl böyleyken, örneğin parçalanmış insanların anısını yuhalayanın da insan hakkını savunmak, tutarlılık gereği.
Buna mukabil sorun, ‘enayilik’ sözcüğünün insanın aklında bir yerlerde sürekli olarak kalışında. Sizden nefret eden ve ortadan kaldırmak isteyen birilerinden söz ediyoruz. Nefretin ve davranışlardaki ilkelliğin gerekçelerini bilecek düzeyde bir eğitime sahip olmak, o davranışla karşılaştığında yaşanılan şaşkınlık ya da kızgınlığı gidermiyor ki.
Kabul, tepkiler daha ölçülü oluyor, ancak yalnızca bu kadar…
Soruya dönelim. Yalın kötülükle, alçaklıkla nasıl mücadele edilir? Karşınızdakinin hiç sınırı yoksa ve hiçbir toplumsal ahlaki ilkeyi umursamıyorsa, ne yapmalı?
Örneğin şunu bilmek insanın biraz zoruna gidiyor doğrusu: Yarın bir gün, bu iktidar er ya da geç sona erdiğinde, hâlihazırdakilerin hiç olmazsa bir kısmı yargıç karşısına çıkacak. Ya da belki de hiçbir zaman çıkmayacaklar ancak bir kuşak sonrası bugün olup bitenleri hafif tabirle‘öfkeyle’ anacak. Hep olduğu gibi. Hiç olmazsa bundan eminiz.
Yakın tarihteki en değerli örnek, Kenan Evren’in cenazesiydi. Unutmamakta büyük yarar var, Paşa’nın kıçından ayrılamayan sürü, utancından namaza duramadı!
İşte o gün geldiğinde, bu insanların haklarını yine bizler savunacağız. Örneğin yargılanırlarken ‘adil yargıdan’ söz edeceğiz.
Örneğin, Türkiye Türklerindir adlı gazete ‘hey Allahım neler olmuş yav o dönemde meğer’ haberleri yaptığında, bizler eleştireceğiz. Şu anda dalkavuk edenler ise, yine çok iyi biliyoruz ki yeni muktedirin yanında hizalanacaklar.
Sonuçta, bu tipler için önemli olan kemiğin kendisi, kimin elinde olduğu ya da hangi yöne atıldığının bir önemi yok.
Demem o ki, bezen, bazı insanların hak ve hukukunu savunmak, savunmak zorunda kalmak hakikaten çok zahmetli iş. ‘Bir alçağın hakkını da savunmalı’ ilkesi, pek yorucu. Yine de ödün verilmemeli tabii, bu başka konu…
Bunları Bilgi Üniversitesi’nin akademisyenini işten attığını okuduğumdadüşündüm bir kez daha. Son derece anlaşılabilir bir durum Prof. Balıkçıoğlu’nun başına gelenler.
YÖK’ten sonra Türkiye’de üniversite bitti. Gördüklerimiz ve çalıştıklarımız birer kalıntıdan ibaret. Kalıntılar içinde ‘daha iyi durumda’ olanlar var. YÖK’ün kurduğu ‘saadet zincirinin’ bir halkası olan (aynen devlet üniversiteleri gibi) herhangi bir vakıf üniversitesinin de diğerlerinden farklı davranmasını beklemek lüzumsuz olur. Bunlar üniversite değil, ticarethane.
Ve ne yazık ki Bilgi dâhil ticarethanelerde birbirinden değerli meslektaşlarımız, durumun fena halde farkında olarak sürdürüyor yaşamlarını. Efendim şöyle özgürmüş, böyle akademikmiş, geçelim bunları. Vakıf çalışanlarının neler yaşadığını ve yaşananların çoğunun konuşulamadığını, hepimiz biliyoruz.
Devlet üniversitesinde muhatabınız, hiç olmazsa ‘devlet.’ Vakıflardaki muhataplarınız sermayedarlar. Ve onların ticari faaliyetleri zarar görmemeli! Tabii bu gerçek bir yana, imzacı akademisyenler konusunda çoğu vakıf üniversitesinin örneğin bizimkinden daha demokrat davrandığı da bir vaka!
Prof. Zeynep S. Balıkçıoğlu dersinde Erdoğan’dan söz ederken bazı eleştiri sözcükleri sarf etmiş. Tabii memlekette her şey çürürken öğrenci sağlam kalır mı? Kendisine meslek olarak belli ki ihbarcılığı ve alçaklığı seçmiş bir öğrenci şikâyetçi olmuş. Üniversite bir süre sonra hocasını işten atmaya karar vermiş.
Bilgi, öyle bir açıklama yayınladı ki insana ‘en zor durumda dahi, daha onurlu davranmak mümkün olabilir’ dedirten türden. Bünyesinde çok sayıda adı sanı bilinen nitelikli akademisyen barındıran bir kurumdan söz ediyoruz. Oradaki meslektaşlarımızın olup bitenden büyük rahatsızlık duyduklarını tahmin etmek güç değil. Buna mukabil yapıyorlar işte.
Bir akademisyen devlet başkanını eleştirdiği için, pat diye işine son verebiliyorlar. O üniversitenin her odasında aynı sohbetin yapıldığından da hiç kuşku yokken üstelik. Elhamdülillah riyakârız!
Tabii, sanal dünyada sevinen sevinene! Haberlerin altındaki yorumları okuyorum. Partili SA ve SS’ler coşmuş ve alkış tutuyor. Bir hoca, bu gerekçeyle işinden olduğu için. İşte bunu soruyorum. Bu alçaklıkla nasıl mücadele edilir hakikaten? Her düşünceyle her eğilimle tartışmak mümkün.
Alçak ve alçaklıkla, nasıl?
Ancak şu örnekte, hiç olmazsa protesto edebiliriz. Hiç olmazsa çocuklarımızı bu kurumlara göndermeyebiliriz. Ya da gönderdiysek, hesap sorabiliriz ki toplumun SA’lardan oluşmadığını iyice fark etsin bu dalkavuklar. Hiç olmazsa buralarda yapılan akademik etkinliklere katılmayı reddedebiliriz. Hiç olmazsa, meslektaşlarımızla dayanışmayı güçlendirebiliriz.
Bilemiyorum, ama bir şeyler yapabiliriz…
Şu soru da bir köşede kalsın: Onurlu insan alçalmayacağına göre, kendi bulunduğu zaviyeden sesini nasıl duyuracak, hiçbir sınır tanımayan kötülüğe, alçaklığa?