Tarihler 26 Aralık 2014’ü gösterdiğinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan gazetecilere, yazarlara gözdağını dilinden şu sözler dökülürken veriyordu: “Ey eli kalem tutanlar acaba gazeteciler suç işlemez mi? İşliyorsa bunun bedelini ödemek zorundadır. Gazetecilerin eli sadece kalem tutmuyor ki, yeri gelir silah da tutar.”

Aynı konuşmada, “Dünyanın hiçbir yerinde medya Türkiye'deki kadar serbest değildir. İddialı konuşuyorum. O kadar serbesttir ki, demokratik ülkelerde bile müsaade edilmeyen hakareti, iftirayı, karalamayı, ırkçılığı nefret suçlarını her gün işleyebilmektedir. Bunu şahsımda yaşıyorum. Kusura bakmasınlar ailemle yaşıyorum. Onlara yapılan hakareti dünyanın hiçbir yerinde yapamazsınız. Bu hakaretin de yerden tavana sınırı yok. ABD'de bile bunu yapamazlar” diyordu.

Aradan geçen bir yılı aşkın sürede süreçte gazeteciler, yazarlar, akademisyenler, sivil toplum kuruluşu temsilcileri işsiz kalmaya, baskı görmeye, hapse atılmaya devam ederken, 14 Mart 2016 tarihine geldiğimizde Erdoğan, aynı tehditkar dilini bir kez daha gösterdi bize.

Bu kez şu cümlelerle: “Elinde silahı, bombası olan teröristle, konumunu, kalemini, unvanını, amacına ulaşabilmesi için teröristin emrine verenin de hiçbir farkı yoktur. Unvanı milletvekili, akademisyen, yazar, gazeteci, sivil toplum kuruluşu yöneticisi olması o kişinin aslında bir terörist olduğu gerçeğini değiştirmez. Bombayı patlatan, tetiği çeken terörist olabilir ama o eylemin amacına ulaşmasını sağlayan işte bu destekçiler, yardakçılardır. Terör tanımını, terörist tanımını en kısa sürede yeniden yapılarak Ceza Kanunumuza derç etmeliyiz diye düşünüyorum. Terör örgütlerine destek verdikleri için güvenlik güçlerimizce yakalanan kişilerin adliyenin bir kapısından girip, diğerinden çıkıp gitmesi artık tahammül edebileceğimiz bir durum değildir.”

Gazeteciler yazdıkları haber ve yazılar yüzünden içeri atılırken, IŞİD’lilerin, canlı bombaların aramızda cirit attığı günlerde bu benzetmeler hepimizin aklıyla, algısıyla dalga geçer gibiydi.

“Eli kalem tutanlar da terör kapsamında” anlamına gelen bu cümlelerin sarf edilmesinden bir gün sonra durumdan vazife çıkarılarak, Barış İçin Akademisyenler adına 10 Mart 2016’da geri adım atmadıklarını ifade eden basın açıklamasını okuyan akademisyenler tutuklandı.

Akademisyenlere vatan hainliği yaftasının yapıştırılıp onları her fırsatta ötekileştirme ve itibarsızlaştırma hamlelerinin ardından Şebnem Korur Fincancı, Ahmet Nesin, Erol Önderoğlu Özgür Gündem gazetesine destek olmak amacıyla katıldıkları “Nöbetçi Genel Yayın Yönetmenliği” kampanyasında nöbet tuttukları için tutuklandı. Tek dertleri barış istemek olan bu insanların gördüğü zulmü ortaklaştıran şeyler var; bu insanların hemen hepsinin kendi alanlarında başarılarının olması, ellerinin kalem tutması, dünyadaki gelişmeleri takip edip dünyaya açık insanlar olmaları, en çok da Türkiye’de olup bitenlerin farkında olmaları… Bu insanları ortaklaştıran Tayyip Erdoğan ve kadrolarının bu ülkeye çok büyük zararlar verdiğini görmeleri, bilmeleri, bunun acısını çekmeleri ve herşeyden önemlisi pasif muhalefetlerden öte sinmiyor, susmuyor, anlatmaya devam ediyor olmaları…

Bu duruşa karşı uyguladıkları baskı yöntemleri de aynı. Akademisyen Esra Mungan’a tutuklu olduğu sürede uygulanan tecritin aynısı şimdi Şebnem Korur Fincancı için uygulanıyor.

İçeri atılan bu isimlerin hepsi birer simge aslında. Hayatın her alanını daraltmak, yaşanmaz kılmak, muhalif sesleri en ufak özgürlük alanı bırakmadan tek sesli havuz medyası bandosuna katmak, kendinden olmayan kim varsa yaşatmamak için uğraşıyorlar. Ancak, bu son üç ismin tutuklanmasının ardından bırakın susmayı ya da sinmeyi Özgür Gündem gazetesine olan desteğin etkisi artarak yükseldi. Dayanışma için gazeteciler gazeteyi ziyaret etti, destek metni okundu ve genel yayın yönetmenliği yapmak için 108 gazeteci talip oldu, sayı giderek artıyor.

Türkiye’de artık sayısı ve çeşitliliği giderek artan şekilde medyaya müdahaleyi kimsenin inkar edecek ya da görmezden gelecek hali yok. Hatta bunun sadece paralel yapılanmaya yönelik operasyonlarla açıklanacak bir durumu da yok. Gülen Cemaati’ne yakın medya grupları birer birer yok edildi, çalışanları arasında yargılananlar ve tutuklular var. Cumhuriyet gazetesinden Can Dündar ve Erdem Gül tutuklandı, İMC TV kamuya ait TÜRKSAT uydusundan atıldı, Kürt coğrafyasında gerçekleşen operasyonlarda onlarca Özgür Gündem, DİHA ve çeşitli yerel yayınlarda çalışan gazeteciler gözaltına alındı, birçoğu cezaevine gönderildi. Muhalif TV’lere yönelik yeni susturma operasyonları gelmek üzere…

Sözün özü AKP’nin ifade özgürlüğüne yönelik zulmü, bir tek havuz medyası dışında kalanların üzerinden silindir gibi geçiyor.

Gazeteciliğin geleceği açısından ciddi endişeler içinde olmamız gereken zamanlardan geçiyoruz. Bu endişeyi bertaraf edebilmenin de tek yolu, dayanışmanın, yan yana durmanın çok anlamlı, çok kıymetli bir örneğini yaşadığımız bugünkü haliyle daha da güçlenerek sürdürülmesi. Gazetecinin hakkına gazeteciden başka kimse savunamayacağına göre meslek içinde herkesin birbirine sahip çıkması önemli.

Erol Önderoğlu, Özgür Gündem’deki bir günlük genel yayın yönetmenliğinin ardından yazdığı yazısını şu cümlelerle bitirmiş, ben de onun cümleleriyle bitireyim: “Dileyelim ki, Özgür Gündem’e ziyaretimiz, tüm Türkiye medyası bakımından nitelikli, sorgulayan, nesnel gazetecilik arayışı kadar, baskılara karşı dayanışma ve diyalogun geliştirilmesinde bir kıvılcım oluştursun.”