Atatürk Havalimanı'ndaki saldırının derin sarsıntısını yaşamaya devam ediyoruz. Allah yakınlarını kaybedenlere sabır, yaralılara şifalar versin... Tablo gerçekten ağır... Geçtiğimiz sokaklardan, gittiğimiz AVM'lere; bindiğimiz otobüslerden, kullandığımız metrolara kadar tehdit altındayız.
ABD başta olmak üzere birçok ülke vatandaşına, "Türkiye'ye zorunlu olmadıkça gitmeyin" çağrısı yapıyor.
Her terör olayından sonra olduğu gibi İstanbul sokakları büyük ölçüde evine çekilmiş durumda, trafik rahat seyrediyor. İnsanların tedirginliklerini özellikle metrobüs ve metro duraklarında rahatlıkla görebilirsiniz. İnsanlar çevrelerine daha dikkatli ve tedirgin bakıyor "acaba şu kalın kıyafetle oturan canlı bomba olabilir mi" diye içinden geçiriyor muhtemelen. Tedirginlik had safhada...
***
Böylesine şiddet, kriz ve kaos ortamlarında, sürecin normalleştirilmesi, vatandaşa güven telkin edilmesi için devlet yöneticilerine büyük görevler düşer. Fakat son gelen açıklamaları duydukça insanların tedirginliği daha da artıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Atatürk Havalimanı saldırısından sonra ilk kez kameraların karşısında geçti. Cumhurbaşkanlığı personeline verdiği iftardan sonra yaptığı konuşmada, bir dönem kendisini iktidara taşıyan siyasi propaganda metinlerinin üst başlığını oluşturan "İsrail karşıtlığını" bir kenara attı.
Mavi Marmara gemisi ile Gazze'ye yardım götürenlere "Oraya insani yardım götürürken dönemin Başbakanı'na mı sordunuz" sözleriyle çıkıştı.
Oysa o olayı en başta savunan kendisiydi, "İsrail'e askeri müdahale dahi düşünülebilir" diye açıklamalarda bulunan Başbakan yardımcıları vardı. Onca terör şehidine rağmen sokaklardan çıkmayan insanlar, Mavi Marmara sonrasında sokaklara dökülmüşler ve tepkiler uzun bir süre devam etmişti.
Bu süreçte şu anda eleştirilen İHH'ye hükümetten büyük destekler verildi. Kurum büyüdükçe büyüdü, maddi imkânları genişledikçe genişledi. Öyle bir noktaya ulaştılar ki artık kanallara sponsor bile oluyorlar! Ama şu bir gerçek ki Mavi Marmara konusunda hiç değişmediler.
***
Aslında bu mantığa, bakış açısına çok uzak değiliz. Çözüm süreci adıyla yürütülen dönemde, PKK'lılara yapılan güzellemeler, iktidara yakın yayın organlarında suçlanan Türklük, Türk, Atatürk, milliyetçilik gibi kelimeler gün gibi hatırımızda. Hatta bu dönemde Türklük, "PKK'nın ortaya çıkma nedeni olarak" gösterilmişti. "Türk bayrağını ve Türkiye'nin adını değiştirelim" diyen yazarlar, iktidarın gazetelerine büyük paralarla transfer olmuşlardı. Hâlâ da oradalar, o büyük paralara çalışıp manipülasyon yapmaya devam ediyorlar.
Daha sonrasında işler yolunda gitmedi... HDP ile kurulan masalar, varılan mutabakatlar anketlere olumsuz yansıyınca, bir anda kurulan masa devrildi, bir numaralı "vatansever, milliyetçi" olundu. Nabza göre şerbet vermek deyimini o kadar benimsemişlerdi ki bunu uygulayarak, terör karşıtlığı üzerinden seçim kazanıldı.
Yarın öbür gün işler değişir Türklük yeniden zindanlara, bölücülük saraylara taşınabilir. Terörle mücadele eden kahramanlar "faili meçhullerin sorumluları" diyerek hapislere tıkılabilir!
***
Sadece tek bir kişinin kullandığı, tek bir cümle Türkiye'nin seyrini, politikasını değiştiriyor. Kurumlar, iş adamları, STK'lar ona göre şekil alıyor.
Bu durum, devlet geleneğinin ortadan kalktığını, kurumların hüviyetini kaybettiğini, iktidara yakın sermayenin şahsileştiğini gösterir.
Şimdi yarın öbür gün işler iyice çıkmaza girerse birileri çıkıp da "AKP'yi iktidara getirirken bana mı sordunuz" derse şaşırmamak lazım!