Benim bu yazıda soracaklarımı başka birçokları da soruyor: Kimi benim gibi yazıyla, kimi eşi dostuyla konuşurken, kimi de -umarım- kendi kendine. Rusya ile, İsrail ile ilişkilerimize yeni bir biçim verildi. Verilmiş olmasının çok iyi olduğu da söyleniyor. İyi olduğuna benim de fazla bir itirazım yok ama bunların şimdiye kadar yapılamamasının nedenlerini merak ediyorum.
Bu tabii "retorik" bir merak! Hani "retorik soru" vardır; cevabını bildiğimiz soru: "Türk'ten büyüğü var mıdır?" sorusunun cevabının "Hayır, yoktur" olması gibi.
Rusya ile, İsrail ile, başka herkesle ilişkilerimizin bozulmasının tek bir nedeni, kaynağı var: Tayyip Erdoğan! O halde düzelmesinin de tek bir nedeni, kaynağı olacak: Tayyip Erdoğan.
Olan da bu zaten: Cumhurbaşkanı o gün öyle münasip gördü, bugünse böyle münasip görüyor.
Rusya'nın uçağını düşürdük, ticaret durdu, turizm durdu. Hepimizi etkileyen, etkilemeye devam edecek bir durum; ama "işin içinde" olanlar, örneğin Antalya'da turizm yatırımı yapmış olanlar açısından bugünkü durum yeterince berbat. Rusya'da adam "Bir günde her şey değişecek değil" diyor. Haklı. Yani bu uçak düşürme olayının sıkıntıları daha bir süre devam edecek.
Ortada "Tayyip Erdoğan kişiliği" diye son derece önemli bir etken var. Bildiğimiz Tayyip Erdoğan öyle kolay kolay özür dilemez kimseden. Ama Putin'den özür dilemiş. O ve trolleri "Hayır, bu özür dilemek değildir" anlamına gelen şeyler söyleyeceklerdir şüphesiz. Bu da "düzeldi" denilen ilişkilerin gerçekten düzelmesini güçleştirecektir. Ama "iç politika" denen bir şey var ve Tayyip Erdoğan'ın yurt içinde çizmeye özen gösterdiği bir "kişilik imgesi" var.
Bunlar kolay vazgeçilir şeyler değil. Bakalım, bu "diledi/dilemedi" faslı hangi eğlenceli biçimlere bürünecek.
Evet, soru: Bu kadar kötü şey (kimileri için düpedüz "yıkım") olmadan bu "özür dileme" işi çözülemez miydi?
Bugün "özür dileme"ye zorlayan koşullar o günden görülemez miydi? O gün, düşürülen uçağın hemen ardından özür dilemek çok daha doğal ve "insani" bir davranış değil miydi? O gün bu işlerin yapılması bugün olduğu gibi bir "burunlarını sürttük" havasına yol açar mıydı? Rus basınının bizimkini aratmayacak bir "yaratıcılık"la yere kapaklanmış bir Erdoğan imgesi sunması o zaman mümkün olur muydu?
İkinci soru da aslında bundan çok farklı değil. O da İsrail'le ilişkilerimizin benzer bir biçimde bozulması -ve benzer biçimde “düzelmesi"- üstüne.
Bunun "pişme"si daha uzun sürdü. Putin ve Erdoğan aynı tornadan çıkmış "önder"ler. Biri birine mektup yazınca bilmem kaç yüz milyon insanın kaderi değişiyor. İsrail ne de olsa daha kurumsal. "Kurumsallık" da toplantı falan gibi sıkıcı şeyler gerektiriyor. Belli ki koşullar İsrail'le de böyle bir sürece girmeyi gerekli kılmış, girilmiş.
"Koşullar" dediğimiz şey ne? İçine girdiğimiz mutlak izolasyon. Bunun etkileri kendilerini göstermeye başlıyor herhalde.
Ama "izolasyon"un bir kısmı Tayyip Erdoğan'ı uzun boylu rahatsız etmiyor.
Örneğin Batı ile bozulan ilişkileri düzeltmek için bir adım atılmadığı gibi böyle bir şeyin istendiğine dair bir işaret de yok. Üstelik, o ilişkileri düzeltmek herhangi birinden "özür dileme"yi de gerektirmiyor, öyle "onur kırıcı" sayılacak bir yanı yok ("özür dilemek" bana göre "onur kırıcı" falan değil ama sözünü ettiğimiz zihniyete göre çok ağır bir keyfiyet). Sadece anti-demokratik politikayı durdurmak yeterli, Batı ile ilişkileri düzeltmek için. Zaten düzeltmemenin asıl nedeni de bu: Rusya bize "Sizin demokrasiniz iyi işlemiyor" demez. Bunu demek Putin'e kalmadı.
İsrail de öyle bir konuyla hiç ilgilenmez. Onun sorunu bölgesel stratejinin gerekleriyle sınırlı; "düşman Araplar" karşısında bir "olası müttefik" bulduktan sonra gerisinin ne olduğu vız gelir, tırıs geçer.
Burada da durup sorabiliriz: Rusya gibi aylar değil, yıllar süren bu "küslük" nasıl bitti? Vaktiyle söylemiş olduklarımız mı onaylandı? Şart koştuğumuz şeyler (Gazze'nin ablukası gibi) mi kabul edildi? Yoo, bakıyoruz anlaşma maddelerine, tabii basında gördüğümüz kadar (ama bununda bir gizlisi saklısı yoktur herhalde), ama böyle bir şey görmüyoruz. İki tarafın da ayrıntı düzeyinde "taviz"leri olabilir ama aşağı yukarı aynı yerdeyiz. Yani İsrail'le ilişkilerimizin normalleşmesi için de bu kadar zaman geçmesi gerekmiyordu. Dolayısıyla yukarıda, Rusya bağlamında sorduğum soruları bu İsrail bağlamında da tekrarlayabilirim: Ne oldu? Ne kazanıldı?
Bu "Mavi Marmara" olayı bir başka ilginç gelişmeye de yol açtı ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan o olayın örgütleyicisi olan İHH'ya "Bana mı sordunuz?" diyerek çıkıştı. Başlangıçta muhtemelen sormamışlardı, çünkü zaten olay İslamcı politika yapan gruplar, hareketler vb. arasında bir rekabet, "ötekini sollama" örneği olarak ortaya çıkmıştı; Tayyip Erdoğan'ın başbakanı olduğu hükümet işe başladıktan sonra bu kahramanlık fırsatını kaçırmamak üzere olaya duhul etmiş, bir anlamda "eylemi hi-jack" etmişti. O zaman Tayyip Erdoğan şimdi herkesin hatırladığı ve hatırlattığı gibi olaya izin de vermiş, sahip de çıkmış, yapılacak ne varsa yapmıştı. Onun için şimdi Tayyip Erdoğan'ın "Bana mı sordunuz?" demesi gerçekten bir tuhaf oluyor. Ben tabii kendi bildiğim dünyanın değerlerine ve ahlakına göre "tuhaf" diyorum; ama Tayyip Erdoğan'ın yaşadığı dünyada bunların "tuhaf" falan değil, "olağan" olduğunu şimdiye kadar çeşitli örnekleriyle gördük. Daha da göreceğiz. Örneğin Tayyip Erdoğan yarın muhtarlarını ya da sırada kim varsa onu toplayıp Rus uçağı hakkında "Ben mi düşürün dedim?" diye soracak olursa, çok fazla şaşırır mıyız?
Sanmıyorum.
İş tahmin yürütmeye gelince, benim tahminim özellikle Ortadoğu politikası, bölgeye özgü politik ilişkiler söz konusu olduğunda buna benzer epey bir tavır değişikliğiyle karşılaşacağız. Karşılaştıkça da o soru ya da onun benzerleri kulağımıza çalınmaya devam edecek. Örneğin, "Ben mi söyledim ya, arkadaş, Şam'a gidip de namaz kıl diye?" türü bir soru, Suriye politikasına, Mısır politikasına vesaire vesaire, "ya"lı, "be"li, daha epey soru sorulacak.
Öyle görünüyor.
Ama aslında bunlardan çok daha beter durumda, yerlerde sürünen "Batı ile ilişkiler" söz konusu olduğunda Tayyip Erdoğan'ın kimseye "Bana mı sordun?" diyeceğini sanmıyorum. Çünkü orada kendi kurduğu (kendi kurmadığı yok zaten) yeni ilişkilerden memnun. Yukarıda değindiğim gibi, yok ifade özgürlüğü, yok yargı bağımsızlığı türünden uyduruk konularda mızmızlanacak olan, Batı.
Avrupa malum. Zaten bize düşman (hala Haçlı zihniyetini sürdürüyor), Amerika da zamanında Noriega'dan Somoza'ya ve Marcos'a her türlü diktatörü desteklemişti ama değişen koşullarda Erdoğan'ı desteklemek konusunda çok istekli değil. Dolayısıyla burada politika değişikliği yapmak gerekli görünmüyor.
Onlara teröre karşı birlikte davranma çağrısı yaparsın, sonra terörün ne olduğu konusunda anlaşamıyoruz dersin, "birlikte" olmanın da anlamı kalmaz. Yoksa "Sen ne demeye kendi ülkenin ve kendi halkının bir parçasını tankla, uçakla bombalıyorsun?" diye sorarlar, "sıkıntı olur.” "Yerli ve milli" diye pazarladığın "başkanlık sistemi"nin de öyle yerli, milli filan değil, faşizmin evrensel metodolojisinin ürünü olduğunu söyleyiverirler.
Bitirelim hele. Belli ki Ortadoğu politikalarında değişiklikler olacak, pek öyle diyerek büyütmeye değer olmasa da, "değişiklik" kabilinden bir şeyler olmasını bekleyebiliriz. Ama "Ne oluyor? Her şey değişiyor mu?" diye telaşa kapılmaya gerek yok. Değişmeyen şeyler var. Bunların başında "Tayyip Erdoğan ne söylüyorsa doğrudur" ilkesi geliyor. Bugün söylediğiyle dün söylediği tamamen çelişiyor olabilir; böyle durumlarda son söylediği geçerlidir, önce söylediğini tekrar edenler de "hain"dir, kasten bizi bölmeye çalışan ajanlardır, casuslardır, terör örgütü mensuplarıdır.
Yani olay yalnız "Batı politikası"nın değişmemesi değil. İç politikadaki yön değiştirmelere (başta Ergenekon olmak üzere 180 derece dönüşler) burada çok bir şeyin değişmesini beklemeyin. Öncelikle de demokrasi denen şeyi savunan, onun yanında yer alanlarla Tayyip Erdoğan'ın işi yoktur, olamaz. Orada bir değişiklik durumu söz konusu değil.
Orada ancak, "demokrat olurken bana mı sordunuz?" sorusunu bekleyebilirsiniz.