Erdoğan’ın mülteci oyunu toplumu geriyor
Türkiye, kamuoyunu şaşırtmayı seven Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Suriyeli sığınmacılara vatandaşlık verileceğine dair açıklamasıyla bomba gibi bir gündeme yuvarlandı. Suriye politikasının bedelini ödemeye başlayan ülkenin milliyetçi damarları hemen kabardı. Vatandaşlık vaadine ırkçılığa varan tepkiler verildi. Özellikle sosyal medyada nefret söylemi tavan yaptı.
Ne oldu da Avrupa’ya "Alnımızda enayi yazmıyor, mültecileri otobüslere doldurur Avrupa'ya göndeririz" diye şantaj yapan Erdoğan birden bire milyonlarca sığınmacıyı vatandaş yapmaya karar verdi?
Daha önce Kafkasya ve Balkanlar’dan gelen akraba topluluklara vatandaşlık vermekten kaçınan iktidar neden birden bire çok daha büyük bir kitleye yeşil ışık yaktı?
Doğrusu sığınmacılar için yapılabilecek ilk iyilik, onlara mülteci statüsü tanımaktır. Malum Türkiye 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne imza atarken Avrupa ülkeleri hariç dışarıdan gelenlere mülteci statüsü vermeyeceği şartını koşmuştu. Bu nedenle Ankara diğer coğrafyalardan gelenlerle ilgili sadece ‘geçici koruma’ sorumluluğunu üstleniyor.
İkinci iyilik, bu statünün hakkını vermek yani eğitimden barınmaya, çalışma hakkından hukuki korunmaya kadar gerekeni yapmaktır. Sığınmacıların sadece 256 bini kamplarda barınıyor. Ezici çoğunluk ise kendi imkânlarıyla kiraladıkları evlerde yaşıyor. Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (İLO) göre eğitim alabilen sığınmacı çocukların oranı yüzde 30 civarında. Sığınmacılara belli istisnalar dışında çalışma hakkı tanıyan yasal düzenleme de çok geç devreye sokuldu ve uygulamada sıkıntılar had safhada. Suriyelileri topluma entegre etme konusunda bugüne kadar ciddi hiçbir çalışma yürütülmedi.
Üçüncü iyilik, Suriye’de savaşı körükleyen politikaları bırakıp çözüm cephesini büyüten bir çizginin benimsenmesi olabilir. Mültecilerin evlerine dönmesi önemli ölçüde çatışmaların bitmesine bağlı. Ne var ki Rusya ile ilişkilerin düzeltilmesinden sonra Suriye siyasetinin değişeceğine dair beklentiler artsa da bu konuda henüz ciddi bir işaret yok.
Peki, Erdoğan’ı atılması gereken adımları atmayıp doğrudan dördüncü basamağa sıçramaya iten nedir?
Yaygın kanaat Erdoğan’ın siyasi hesaplarını hayata geçirebilmek için sığınmacıları oy deposu olarak gördüğü yönünde. Kuşkusuz 2.7 milyon mülteci içerisinde oy kullanma koşullarına haiz 1.5 milyon yeni seçmen dengeleri değiştirebilir. Sığınmacıların korunma içgüdüsüyle Türkiye’de olmalarını sorgulayan muhalefet partilerini değil kendilerine vatandaşlık veren iktidar partisini destekleyeceği yönünde bir beklenti söz konusu.
Bu meselenin dış politikaya taalluk eden boyutunda ise akla AB ile ilişkileri düzeltme çabası geliyor. Avrupa ile Türkiye arasındaki gerilimlerin odağında 2015 yazından itibaren mülteciler var. Avrupa’da Erdoğan’ın mülteci akınını maniple ettiğine inanmayan yok gibi. Binali Yıldırım’ın Başbakan olmasıyla birlikte komşularla arızaları gidermeye yönelik çabalar söz konusu. Bu çerçevede, hükümet mülteciler konusunda geri adım atarak ya da geri adım görüntüsü vererek AB ile yeni bir başlangıç noktası yakalamak istiyor olabilir.
Avrupalılar mültecilerin önünde vatandaşlık vaadiyle oluşan Türk bariyerinden pekala memnun kalabilirler. Fakat iç kamuoyunda Erdoğan’ın murat ettiği sonucu elde edip edemeyeceği meçhul.
Vatandaşlık önerisine karşı gelenlerin ilk argümanı Erdoğan’ın insani kaygılarla değil düşen kamuoyu desteğini Suriyeli mültecilerle telafi etme hesabıyla hareket ettiği yönünde. Erdoğan’ın başkanlık ya da en azından partili cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş için halk desteğini riskli eşikten çıkarması lazım. Erdoğan’ın Kürtlerle çatışma siyaseti Halkların Demokratik Partisi’ni (HDP) hırpalasa da başkanlık hesapları hala kaygan bir zeminde duruyor.
Muhalefetin ikinci argümanı ekonomiyle ilgili: Yeni vatandaşlar ülke bütçesine ciddi bir yük getirecek. Üstelik müzmin bir işsizlik sorunu varken istihdam baskısı artacak. Bunlar, sadece muhalefetin değil AKP tabanının da hak verdiği kaygılar. Ancak bu kaygıların Erdogan’ı kaygılandırdığı söylenemez. İnat ve dayatmayı siyasette genel geçer veriye dönüştüren Erdoğansığınmacıların getireceği ekonomik külfetle ilgili ırkçılığı kışkırtma pahasına Suriyelilerin Toplu Konut İdaresi’nin (TOKİ) elindeki konutlara yerleştirileceğini söyledi.
Kullanılacak kaynaklara işaret ederken Hazreti Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicretini bir metafor olarak kullanan Erdoğan Suriyelileri ‘muhacir’, kendisini de ‘ensar’ yerine koyarak sığınmacılara ve izlenen politikaya ulvi bir anlam yükledi.
Tabi bu söylem İslamcı ve muhafazakâr kesimleri teskin etmede işe yarayabilir. Ancak kendi vatandaşlarının ihtiyaçlarını sığınmacıların gerisine atan bu yaklaşım, daha geniş kitlelerde bir öfke birikmesine yol açıyor. Yer yer dışa vuran bu öfkenin son çarpıcı örneği Konya’da tekrarlandı. Sokakta bir köpeği tekmelediği öne sürülen Suriyeli sığınmacılarla kent sakinleri arasında çıkan tartışma kav***a dönüştü ve biri Suriyeli diğeri Konyalı iki kişi öldü, üç kişi yaralandı.
Sığınmacılara vatandaşlık verilmesine itiraz edenler, meselenin sosyolojik boyutuna da parmak basıyor. Resmi verilere göre Türkiye’de günde ortalama 125 Suriyeli çocuk dünyaya geliyor. Kaba bir hesapla Türkiye’de doğum yapmış sığınmacı çocuklarının sayısı 200 bini buluyor. Yüksek doğum oranının demografik ve kültürel yapıyı etkilememesi mümkün değil. Dil sorunu ve kültürel farklılıkla da toplumsal entegrasyonu engelleyen unsurlar.
Bir başka itiraz noktası ise hükümet mültecilerle ilgili eski iskan politikasına tevessül ediyor. Osmanlı’dan beri güvenilir nüfus unsurlarını sorunlu bölgelere karakol gibi dizmek, sorunlu nüfus unsurlarını da başka yerlere sürmek hep başvurulan bir iskan politikası. AKP iktidarı da Sünni Suriyelileri, Alevi bölgelerine yerleştirmek gibi bir çaba içerisinde. Mesela Maraş’ta 16 Alevi köyünün bulunduğu bölgeye 25 bin nüfuslu bir sığınmacı kampı kurulması planı tepkilere yol açtı.
Ayrıca hükümetin sığınmacılarla ilgili siyasetindeki çifte standarda parmak basılıyor. AKP yönetimi 1944’te Gürcistan’ın Cavaheti bölgesinden Orta Asya’ya sürüldükten sonra bir daha ülkelerine dönemeyen Ahıska Türklerine vatandaşlık vermedi. 2012’te dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç Ahıskalıların taleplerine “4500 kişiyi birden istisnai yolla vatandaşlığa alamam” demişti.
Bu konuda Al-Monitor’a değerlendirmelerde bulunan Sığınmacılar ve Göçmenlerle Dayanışma Derneği Başkanı Prof. Dr. Ali Gitmez de akraba topluluklarla ilgili politikanın sığınmacıların öncelikle geldikleri yere döndürülmesi yönünde olduğunu hatırlattı. 1990’larda Balkanlar’daki istikrarsızlık sırasında gelenlerin ezici çoğunluğu geri dönmüştü.
Gitmez hükümetin meseleye insani yaklaşmadığı kanaatinde: “Suriyeli sığınmacılara vatandaşlık verilmesi konusunda niyetler farklı. Böyle bir çıkışın temelinde siyasi mülahazalar yatıyor. Son haftalarda anketlere bakılırsa AKP’nin oy oranı 4-5 puan düştü, HDP’nin oy oranı attı. AKP’nin başkanlık hesapları için yeni seçmenlere ihtiyacı var.”
Gitmez’e göre hükümetin sığınmacılara vatandaşlık hakkı tanımadan önce mülteci statüsü vermesi gerekiyor: “Vatandaşlık çözüm değil. Üstelik vatandaşlık, düne kadar ‘Bunlar misafirimiz ve geçici’ denilen halkın ekmeğini bir başkasıyla daimi olarak paylaşması anlamına geliyor ki bu kutuplaşmalara yol açabilir. Hükümet kendi çıkarları için kullandığı sığınmacılara vatandaşlık vererek aslında sorunu derinleştirmiş oluyor. Evvela sığınmacılara mülteci statüsü verilmesi gerekiyor. Geçici korunma statüsündeki kişilere vatandaşlık verilemez. Bu, BM kurallarına da aykırı. İkinci olarak 500 milyonluk Avrupa’da her ülke kendi nüfusu oranında mültecileri kabul etmelidir. Irak ve Suriye’deki krizden siyaseten Avrupalılar sorumludur. 2003’teki Irak işgali sonrasında Britanya’nın geliştirdiği formülle Avrupa’yı çevreleyen ülkeler sığınmacılar için tampon bölgelere dönüştürüldü. Bu çerçevede Libya ve Türkiye’de geçici barınma merkezleri kuruldu. Avrupa’nın genel siyaseti Türkiye gibi ülkelerin sığınmacılar önünde bariyer işlevi görmesi yönünde. Bu siyaset değişmedi. Tayyip Bey’in de Avrupa’yı tehdit eden siyasetinden vazgeçtiğini düşünmüyorum. ‘Bu insanların içinde doktoru var, mühendisi var, avukatı var, sağlık elemanları, öğretmenleri var, bunlara vatandaşlık verilebilir’ diyerek geri kalan vasıfsız sığınmacıları Avrupa’ya gönderirim demeye getiriyor. Bu taktikle mülteci pazarlığını sürdürmeyi umuyor.”
Temel sorun başından beri ister ‘misafir’ ister ‘geçici koruma’ statüsünde olsunlar sığınmacıların kâh Suriye yönetimine kâh uluslararası topluma karşı bir kart olarak kullanılıyor olmasıdır. Dün ‘kullanışlı kart’ olanlar bugün vatandaşlık bağıyla ‘kullanışlı oy’a terfi ediyor. Ama sorunun insani boyutuna ilişkin hoyratça yaklaşım değişmiyor.