Bakışları bile başkaları için hayatı güzelleştirmeye yeten çocuklarımızın Suruç’ta IŞİD canlı bombası tarafından patlatıldığı, sonra sessiz sedasız gömüldüğü, onlardan kalan sahipsiz sırt çantalarının bir kamyonet kasasına yığıldığı tarih.
Beachlerde şezlongların kıpırdamadığı, instagramların hedonizme teslim olduğu, IŞİD militanlarının ise 10 Ekim Ankara Saldırısı için kollarını sıvadığı tarih...
Yani Suruç’ta gövdeleri bulutlara doğru savrulan veya beden ve ruhlarında yüzlerce şarapnel parçasıyla yaşamaya terk ettiğimiz gençlerimizin gördüğü son parlak gökyüzü sabahı 20 Temmuz’dan tam bir yıl sonra...
Bir yıldır “gizlilik kararı” nedeniyle dosya içeriğine ulaşılamayan ve soruşturması bir milim kıpırdamayan, canlı bomba istihbarat bilgilerine rağmen önlenemeyen ve Suruç bombacısının kardeşinin 10 Ekim’de Ankara katliamını gerçekleştireceği ve akabinde bugünlere taşıyacak alt üst oluş sürecimizin miladı.
Uzun, çok kanlı geçen, şiddet duvarını aşarak tecrübe ettiğimiz ve gün be gün, toplum olarak kalabilmenin bütün imkanlarının ve normlarının yıkıldığı bir zamanın başlangıcı olmuştu Suruç.
Ve bir yıl sonra bugün artık bombaların başkenti diye tanınan Ankara’da gecenin karanlığından çıkan Türk savaş uçaklarının ve pilotlarının TBMM’yi defalarca bombaladığı apokaliptik gösterinin izleyicisiydik.
Kapkara dumanların şehrin üzerinde tüttüğü, yanan devlet kurumları, ışıkları sönük helikopterlerce taranan kamu binaları ile Cemaatçi subayların başı çektiği gözü dönmüş Cuntacı kliğin on dakikada bir ölümcül sorti yaptığı sürreal yerde bulmuştuk kendimizi.
Darbeciler, sivil siyasetin yasaklandığı, Parlamento’nun dokunulmazlık yasasıyla kuşatıldığı, anayasal düzenin ve hukuk devletinin lağvedildiği, muhaliflerin terör örgütü üyesi sayıldığı, ülkede kendilerine yaratılan vasatta kaos sınırının bile ötesine geçiyorlardı.
Siyasi tarihimizin müesses “darbecilik ruhunu” diriltmek üzere kalkıştıkları girişim toplumun hiç bir kesiminden destek alamıyor ama devlet kurumlarının nasıl içten içe çürütüldüğü ve kimin kim olduğu bilgisinin nasıl müphemleştiği ve kimsenin de bilmediği ortaya çıkıyor...
Malatya’da askerler, darbeci askerleri tutuklamaya giderken kollarına taktıkları bantlarla kendilerini tanıyorlar.
Yeni Türkiye’nin tek adam rejimi ve “parti-devlet” otoriterleşme süreci içinde yarattığı ve bizzat sorumlu olduğu devlet yapılanmasındaki bu büyük “anomaliyi” usta popülizmle şimdilik tekbir ve cami salalarıyla “milli iradeyi” meydanlara seferber etmek için kullansa da devlet formu çatırdayarak parçalanıyordu.
Kimse için tekin olmayan “ülke hakikati” Suruç, Sur, Cizre, Nusaybin hattından artık Ankara’da Meclis’e ve devlet kurumlarına kadar yine pervasız ağır saldırı silahlarının kullanıldığı cinnet konseptine evrilmişti.
Yeni Türkiye’nin eski koalisyon ortağı, devletteki “kirli örgütlenme” Cemaatçi subayların organize ettiği bu darbenin başarısızlığı sonucunda demokrasi direnişçilerinin meydanlara çağrıldığı bir “demokrasi şölenine” dönüşmüş falan değildi.
“Milli İrade” teşkilatlarınca seferber edilen İslamcı sivil güruhlar “demokrasiye” atıf yapmıyordu, idam talepleri ve tekbirlerle İslamcı rejimin sivil muhafızları olarak sokaklarda meşruluk kazanırken, toplumsal iç çatışma hattını kışkırtıcı “enerji” yükleniyordu.
Nitekim Taksim Meydanı’na Topçu Kışlası’nın yanına dar ağacı kurma fantezisi bile artık mümkündü, milli vatandaşları darbe teşebbüsüne karşı silahlandırma teklifi de..
Ve darbecilerin çıkarmayı planladıkları iç savaş teşebbüsü şimdi sokaklarda pusuya yatmışken, biz de bu kritik günlerde asıl demokrasinin hep birlikte yaşayacağımız laik-demokratik düzen olduğunu savunmalıydık.