Samsunlu mermer ustası, dükkanının reklamını yapmak için tabela asmak yerine, işyerine komşu olan, inşaat halindeki üç katlı binanın çatısına mermer mezar koydu. Yatır oldu! Gelen geçen el açıp dua etmeye başladı. Başka şehirlerden otobüslerle ziyarete gelenler oldu.
*
İstanbul Kasımpaşa'da bir vatandaş, babasından miras kalan evini satışa çıkardı, telefon edenlere adresi veriyor, gidin gezin, evde kiracı var diyordu. Ancak, görmeye gidenlerden ne ses çıkıyordu, ne seda… Meğer, kirada oturan arkadaş, banyodaki küvete tabut yerleştirip, üstünü yeşil çuhayla örtmüştü, her gelene “burası türbe” diyordu. Üstelik, türbe olarak tescillenmesi için belediyeye başvurmuştu iyi mi… Kültür varlıkları kurulu inceledi ki, banyonun altında bodrum kat vardı, türbe zaten yoktu da, toprakla teması bile yoktu. Kimseye anlatamadılar tabii… Piyasa değerinin beşte birine zor satılabildi.
*
İstanbul Kartal'da bahçe duvarına işeyenlerden bıkıp usanan bir vatandaş, bahçedeki ağacın dibine sağdan soldan topladığı taşlarla mezar yaptı, başına küp koydu, ağacın dallarına bez bağladı. İşeyenler bıçak gibi kesildi. Bir gece tıkırtıyla uyandı, gözlerine inanamadı, üç kişi bahçeyi kazıyor, define arıyorlardı.
*
Ispartalı çoban Muhittin Karakoyun, yol kenarında bir çuvalın içinde gelinlik, elbise, etek filan buldu. Muziplik olsun diye, götürüp Boğaz mevkiindeki ağaçların dallarına astı, sonra da her gördüğüne anlatmaya başladı: Zengin bir adam kızını evlendirmek için adakta bulunmuştu, kızı evlenince de, bu gelinliği, eteği getirip ağaçlara giydirmişti… Bölgeye akın başladı! Hem getirip ağaçlara elbise asıyorlar, hem de elbise astıkları ağaçlara dua ediyorlardı. Baktılar ki, kontrolden çıkıyor, her gelene “biz uydurduk, inanmayın” demeye başladılar. Nafile… Uydurduklarına inanıyor, uydurmuş olduklarına inanmıyorlardı! E ne yapsınlar, gelen ciplerin, lüks otomobillerin haddi hesabı yok, bari turizmden kazanalım dediler. Şimdi her gelene, sakın ağaçlardaki gelinliklere dokunmayın, biri almaya kalktı, aniden ortadan kayboldu, bir daha gören olmadı diyorlar.
*
Fethiye Kayaköy'de gerilim filmi, Küçük Kıyamet'in çekimleri yapıldı. Dekor olsun diye, mezarlık inşa edildi. Çekimler bitti, vizyona girdi. Ankara Film Festivali'nde ödül bile aldı. Mezarlık 10 senedir orada duruyor, türbe haline geldi. Eski Rum köyü olduğu için kilisesi var, ziyarete gelen yerli turistler hem kiliseyi geziyor, hem çömlek alıyor, hem de gelmişken Osmanlı kabirlerindeki (!) rahmetlilere dua okuyor.
*
Mersin'de yaşayan bir vatandaşımız, yarın öbür gün çocuklarıma yük olmayayım, vefat üzüntüsü içinde bir de bununla uğraşmasınlar diye düşünerek, memleketi olan Kahramanmaraş'ın Çiçek Köyü mezarlığından kendisine yer aldı, mermerden kabrini hazırladı. Ertesi sene köyüne uğradı… Boş mezar türbe olmuştu! İçinde cenaze olmayan mezarı, bir sene içinde 35 bin kişi ziyaret etti. Belediye başkan adayları türbede poz verdi, facebook sayfalarına koydu.
*
Her ramazan ayında onbinlerce insanımızın sirke-ekmekle gittiği Oruç Baba, çakma çıktı. Torunları açıkladı. Orijinal Oruç Baba'nın habire ziyaret edildiği Şehremini'deki türbesinde değil, Eyüp'teki dergahta yattığı anlaşıldı. Kime anlatıyorsun… Çakma Oruç Baba'yı ziyaret edenlerin sayısında bir kişi bile azalma olmadı.
*
Zurna değil… Bizzat, diyanet işleri başkanımız Profesör Ali Bardakoğlu bangır bangır açıkladı, “hacılarımız Türkiye'ye kargoyla zemzem suyu göndermesin, Türkiye'den de sakın zemzem suyu almasın, çünkü, Suudi Arabistan hükümeti, zemzem suyunun Suudi topraklarından çıkarılmasına kesinlikle izin vermiyor, hacılarımızın Türkiye'ye göndermek üzere kargoya verdiği zemzem suları, sınırda dökülüyor, Türkiye'de yeniden dolduruluyor, insanlarımız zemzem suyu diye Şekerpınar suyu içiyor, hacılarımız aldatılıyor” dedi. Bana mısın diyen olmadı… Zemzem satışı bir litre bile azalmadı.
*
Umre ziyareti için kutsal topraklara giden vatandaşlarımız, deve idrarı içerek hastanelik oldu.
Niye içtiniz diye sordular.
Şifa için dediler.

*
Melikgazi'yi yediler birader… Haberi Anadolu Ajansı servis etmişti, Milliyet gazetesi mesela “Melikgazi'yi çorba yaptılar” manşetini atmıştı, Hürriyet gazetesi ise “Melikgazi'yi aganigi ilacı yaptılar” başlığıyla duyurmuştu. Çünkü… Sayın ahalimiz, Kayseri'deki türbeye çaktırmadan giriyor, sandukayı açıyor, Melikgazi'nin mumyasından küçük parçalar tırtıklıyor, şifa niyetine çorba yapıyordu. Çocuğu olmayan kadınların, rahmetli Melikgazi çorbasından içer içmez hamile kaldığı söyleniyordu. Melikgazi'nin dişlerini söküp, öğütüp, çay gibi kaynatıp, içiyorlardı. Sayın devletimiz müdahale edene kadar, Melikgazi'nin sol kolunu komple koparıp götürdüler!
*
Ve şimdi deniyor ki… Fetonun ağzını sildiği peçeteyi yiyorlarmış, elinin alçıdan kopyasını çıkarıp duvara monte etmişler, alçıdan elini öpüp başlarına koyuyorlarmış, bu nasıl cehaletmiş böyle filan.
*
Güzel kardeşim… Danimarka'da yaşıyor olsaydık, fetonun peçetesini yemelerine hayret ederdik ama, Danimarka'da mı yaşıyoruz?
*
“Gerçek kurtuluşu istiyorsak, her şeyden evvel, bütün kuvvetimizle bütün süratimizle, cehaleti ortadan kaldırmaya mecburuz, en büyük savaş, cahilliğe karşı yapılan savaştır” demiş Atatürk.
*
Ya eğiteceksin.
Ya daima kullanacaklar.

*
peçete'nin reçetesi bu.