Kimdi bu adam. Mevlâna'nın hem de cadde
ortasında yolunu kesen, sorduğu bir çift suale aldığı cevap karşısında
kendisinden geçen, derviş kılıklı, bu esrarengiz ihtiyar kim olabilirdi?
Mevlâna'yı böyle cadde ortasında durduran, attığı okla
kendisi vurulan derviş. Tebrizli Muhammed Şemseddin'di. Mevlâna gibi bilgin,
temkinli bir sûfi'yi uçsuz bucaksız âşk denizine salıveren, onu pişiren,
potasında yakan, kavuran kısacası Mevlâna'yı Mevlâna yapan Tebrizli Şems..
Dediklerine göre Azeri Türklerinden Melikdad oğlu Ali adlı
birinin oğlu.. Tebriz'de doğmuş, orada büyümüş. Küçük yaşından beri değişik
halleri, üstün yaratılışı ile dikkati çekmekte. Daha çocukken babası ile
birlikte bir dere kenarına varmışlar. Bir tavuğun altındaki yumurtalardan
çıkmış ördek yavruları, dereye dalıp yüze yüze karşı sahile geçtikleri halde,
tavuk karada çırpınıp duruyor. Bu manzarayı gören, küçük ve mağrur Şemseddin,
babasına şöyle demiş:
— Şu hale bak baba!.. Tıpkı, seninle benim aramızdaki hale
benziyor. Tavuk karada çırpınıp durduğu halde, yavruları suya dalıp karşıya
geçti. Meslekler meşrepler nasıl da ayrıldı, gördün değil mi?
Birçok Mevlevi kaynakları, Şemseddin'i Necmeddin Kübra'nın
halifelerinden Baba Kemal'in veya Halvetiye silsilesinden Kudbeddin Ebher'in
halifesinin dervişi olarak kaydederler. Halbuki Şems, bizzat
"Makalât" adlı eserinde, "Benim, Tebriz'de Ebubekir adlı bir
şeyhim vardı. Sepet örer, onunla geçinirdi. Ondan pek çok bilgiler öğrendim.
Fakat bende bir şey vardı ki, onu şeyhim göremiyordu. Zaten hiç kimse de
görmemişti. İşte onu, Hüdavendigârım Mevlâna gördü.." demekte, ilk
şeyhinin (Selebaf-Sepet Ören) Ebubekir olduğunu ifade etmektedir.
Bir süre sonra şeyhini bırakan, Tebriz'den ayrılarak diyar
diyar gezen Şems artık, bundan sonra kimseye yâr olmamış, hiçbir şeyhe
bağlanamamıştı. Kendine inanmış, kimseyi beğenmeyen bir tavrı vardı. Birisinden
bahsedilirse:
— Dün anasının karnından çıkmış, bugün hiçliğini idrâk
etmesi gerekirken, Allah'lık taslıyor. Allah mukallidlerinden bıktım,
usandım... Bir adam tanıyorum ki, filân şeyhin adını, sanını duyup uzun bir
sefere katlanıyor; onu görmeye geliyor. Şeyh ona, niçin geldiğini sorunca,
Allah'ı aramak ***esiyle geldiğini söylüyor. Şeyh ona Allah'ın semâlarda hüküm
sürmekte ve gemilerini yürütmekte olduğunu söyleyince, biçare yolcu kalkıp
gidiyor ve şeyhi daha fazla denemeye lüzum görmüyor, diyor, bu sözlerle
kendisini kasdettiği anaşılıyordu. Yine diyordu ki:
— Herkes kendisinden, kendi şeyhinden bahseder, ona nisbet
iddia ederek hakikat yolunda kendisine bir bağ kurar. Halbuki bize, bizzat
Allah Resulü, mânâ âleminde hırka giydirdi. Bu hırka, öyle iki günde eskiyip
yıpranan, yırtılıp çürüyen, külhanlara atılan cinsten değil. Bu hırka, sohbet
ve hakikat hırkasıdır. Öyle bir sohbet ve hakikat ki, zaman ve mekânın
üstünde.. Ne dünü var, ne bugünü, ne de yarını.. Aşkın, zamanla, mekânla ne işi
var..