kayseri escort ankara escort izmir escort antalya escort bursa escort istanbul escort

Etiketlenen üyelerin listesi

Sayfa 1 Toplam 6 Sayfadan 123456 SonuncuSonuncu
Toplam 51 adet sonuctan sayfa basi 1 ile 10 arasi kadar sonuc gösteriliyor
  1. #1
    Mete - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    25.Ağustos.2016
    Mesajlar
    450
    Mentioned
    10 Post(s)
    Tagged
    0 Thread(s)

    Icon4 TASAVVUF TERİMLERİ VE DEYİMLERİ SÖZLÜĞÜ /Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu

    *A*


    ÂB: Farsça su demektir. Tasavvuf ıstılahı olarak çeşitli manaları ihtiva eder: Marifet, İlâhî feyz, zât, varlık, kâmil nefs, ruh-i âzam, tümel akıl.

    ABÂ: Arapça abâe veya abâye de denir. Geniş, fakat kısa bir nevi gömlek olup, dizden biraz aşağı iner ; üst tarafında, baş ve yanlarında kollar için birer delik bulunur. Keçi kılından dokunan kalın ve kaba kumaştan yapılır. Beyaz veya kahverenkli olur. Dervişlerin giydiği bir elbise olup, kökeninin Hz. Peygamber (s)'e kadar uzandığı söylenir. Sûfiyyenin abadan elbise giymesinin, Hz. Peygamber (s)'in sünnetine ittiba için olduğu zikredilir.

    ABÂDİLE: Abdullah kelimesinin çoğulu olup, Arapça Abdullahlar, anlamına gelir. Allah'ın esma-i hüsnasının başına "âbd" kelimesi muzaf kılınarak yapılan isimler de bu cümledendir. Allah'ın isimlerine mazhar olan kullar çeşit çeşittir. Kimi Allah'ın "es-Sabûr" isminin mazharı olur, yani amelen, kavlen ve halen, o sıfatı (sabr) kendinde gerçekleştiren kişi, Abdussabûr adını alır. Bu kişi, sabrı gerçekleştirmeye muvaffak olduğu için, sabrına nihayet bulunmayan yüce Allah'ın kulu özelliğini (veya ismini) almaya hak kazanır. Kaşanî, Allah'ın güzel isimlerinin hepsinde bu durumun geçerli olduğunu kaydeder. Kişi, tahakkuk ettirdiği ismin, bilincine ermiştir. Şeyhu'l-Ekber Muhyiddin Arabi'nin "Abadile" adlı bir eseri vardır.

    ÂBÂ-İ ULVİYYE: Arapça yüce, ulvi babalar demektir. Birinci akıl, tümel nefs, tümel tabiat ve heba, âbâ-i ulviyyeden addolunur. Zira bunlar, yaratıkların ortaya çıkışında rolü olmaları bakımından, âba (babalar) adını alırlar. Yine, isimler de bunlarla ortaya çıkar.

    ABASI KIRK YERİNDEN YAMALI: Bu deyim, dilimize tasavvuftan geçmiştir ; dervişlerin abalarının yırtık pırtık olmasını ifade eder. Eskiden dervişler, hırkalarının helal maldan olmasına itina gösterirler, bu yüzden mallarının helâl olduğuna inandıkları sufilerden kumaş parçaları toplarlar, bunları birbirine dikip ekleyerek kendilerine aba yaparlardı. Bu çeşit aba ve hırkaya, Arapça'da yamalı manasına gelen, murakka da denir. Ayrıca, "abalı" kelimesi, fakir ve yoksul kimseler için kullanılır.

    ÂBÂU'L-AHVAL: Arapça, hallerin babaları demektir. Hâlin tasarrufu altında olan ve hal tarafından kullanılan kimseye İbnu'l-vakt; hali kendi tasarrufuna alan kişiye ise Ebu'l-vakt denir. Halleri bu şekilde kullanabilme gücüne sahip olanlara "hallerin babaları" (abaü'l-ahval) denir. Abau'l-ahvalin mukabili ebnau'l-ahval'dir.

    ABBASİYYE: Ebu'l-Abbas Ahmet b. Muhammed b. Abdurrahman b. Ebi Bekri'l-Ensari'l-Endelusî (ö. 633/1235) tarafından kurulan bir tarikat. İspanya'da yaygınlık kazanmış Medyeniyye'nin bir koludur.

    ABD : Arapça, lügatta köle insan için kullanılır. Bir insanın kalbi, Allah'ın ***ri herşeyden sıyrılmadıkça, kul olamaz. Bu durumda olan kişiye de, Allah'ın kulu denir. Allah mümin kulunu "abd" dan daha güzel bir isimle anmamış, Kur'an'da "ibâdun mukramun" (ikram olunmuş kullar)" (Enbiya/26) buyurmuştur. Nebilerini ve Resullerini de bu isimle anmıştır : "kullarımızdan İbrahim'i an" (Şad/45), "kulumuz Eyyub'u an" (Şad/41), "ne güzel kul" (Şad/30). Hz. Muhammed (s) de ibadetten ayakları şişip kendisine : "Ya Rasulullah (s), Senin geçmiş ve gelecek bütün günahların afvolmadı mı?" diyen eşine : "Şükreden bir kul olmayayım mı?" karşılığını vermiştir. Yine Hz. Peygamber (s) şöyle der : "Melik peygamber olmakla kul peygamber olmak arasında serbest bırakıldım, ikinci şıkkı tercih ettim" Allah ile mahlukat arasında kulluktan daha yüksek bir derece olsaydı. Rasulullah onu kaçırmaz. Allah da, O'na verirdi. O, bu yüzden şehadet kelimesinde" abduhü ve resulüh" diye anılır. Görüldüğü veçhile, kulluk bir insan için en yüksek makamdır. Tasavvufta, aşağıdan yukarıya doğru manevi yükselişi ifâde eden makamların başına tevbe, en üst zirvesine de kulluk konulmuştur. Kul olun kişi gerçek hürriyet sahibidir. Zira o, Rab'dan başka kimseye boyun eğmez. O, sadece Allah'ın emirlerine sarılır. O'ndan başka herşeyden bağımsız ve hür olur. Allah'ın emirlerine uzak kalan kimse, nefis veya şeytanın esareti altında demektir.
    Mutasavvıflar, abd lafzını er-Rabb mukabilinde kullanırlar.
    Ubudiyyet salih kula mahsus olup, Allah onu birine nasip etti mi, artık o, Allah tarafından yardım görmüş demektir. Bu şekilde kulun nefsinin ve nevasının hazları örtülür. Sonunda, Allah onu kulluk nimetlerine daldırır ve sadece kendisi ile meşgul eder.

    ABDAL: Arapça, bedel, bidl ve bedii kelimelerinin çoğulu olup, büdela da bu meyanda zikredilir. Karşılık, halef, şerefli, cömert, ivaz gibi lügat manaları bulunmaktadır. Tasavvufta ise veliler arasında, insanların işlerinde tasarruf için mânevi müsaade verilmiş kişilerdir. Türkçe'de kullandığımız abdal (hatta aptal) kelimesi. Arapça "Ebdal"den bozmadır. Kamus-ı Türkî'de safderun, ahmak, bir şeye akıl yormaz, kalendermeşrep ve derviş adam şeklinde tarif edilir.
    Tasavvufta, abdal, rical-i ***btendir. Kur'an-ı Kerim'de geçmemekle birlikte. Aliyyü'l-Kari'nin Mevzuatı'ndan öğrendiğimize
    II, 1265)." Sizden önceki ümmete mensup bir kişi, hesaba çekildi. Hayırlı bir ameli bulunamadı. Ancak yumuşak bir insandı. Hizmetçilerine emrederken zora koşmazdı. Allah (c), şöyle buyurdu. "Buna ondan daha lâyıkız, onu affediniz (bırakınız)" Keşfu'l-Hafa, l, 135. Bu isim Kur'an'da beş yerde geçer.

    ABDÜSSELAMİYYE: Rifaiyye'den Sa'diyye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu.

    AB-I ATEŞ-EFRUZ: Farsça olan bu tabir, ateşin alevini artıran su anlamına gelir. Tasavvufî açıdan bu tabir, İlâhî feyizleri ifade eder.

    AB-I HARABAT: Farsça-Arapça bir tamlama olup, harap yerleri canlandıran su anlamına gelir. Rahmani tecelli bir su gibi, insanın iç ve dış pisliklerini temizler, onu ma'mur ve olgun hale getirir.

    AB-I HAYAT: Farsça, hayat suyu manasınadır. Bu suyu içenin ölümsüz olacağına inanılır. Aynı manaya gelen başka terimler de vardır : Ab-ı zindegi, ab-ı cavidani, dirilik suyu, bengisu, hayat kaynağı, aynü'l-hayat, nehrül-hayat, ab-ı Hızır, ab-ı iskender. Kur'an'da ab-ı hayata işaret Hızır (a) ve Hz. Musa (a) hikayesindedir. Bu hikaye şu şekilde cereyan etmiştir: İsrailoğullarının peygamberi, Hz. Musa (a) bir gün genç arkadaşıyla birlikte yolculuğa çıkar. Hedef, yolda Hızır (a) ile buluşmaktır. Buluşma yeri de "iki denizin birleştiği" mevkidir. Hz Musa bu yeri tanıyabilmek için, yanına balık alır, bu balığın canlanıp denize atlaması, buluşma yerini belirleyen bir işaret olacaktır. Ancak Hz. Musa (a)'nın genç arkadaşı deniz sahilinde uğradıkları kayanın yanında, balığın canlanarak denize atladığını ona haber vermeyi unutur. Yolda yemek için konakladıklarında, durumu kendisine anlatır. Bunun üzerine Hz. Musa (a) tekrar o yere döner ve gerçekten aradığı kişinin, orada bulunduğunu görür. Kendisine Allah tarafından "rahmet" ve "gizli ilim" verilen bu kulun Hızır adını taşıdığı, başta Buhari, Müslim olmak üzere Ebu Davud Tirmizi ve el-Müstedrek'te yer alan bazı hadislerde bildirilmiştir. Kur'an-ı Kerim ve Buhari dışındaki hadis kaynaklarında, Hz. Musa (a) ile arkadaşının yanlarına azık olarak aldıkları tuzlu balığın nasıl dirildiğine dair, herhangi bir açıklama yoktur. Sadece Buhari'de mevcut değişik bir rivayette, bu sebebin açıklandığı görülmektedir. Bu hadise göre, "Hızırla buluşacakları kayanın dibinde bir ayn (kaynak) vardı ki, buna hayat kaynağı (aynü'l-hayat, ab-ı hayat) deniyordu. O suyun temas edip de diritmediği hiç bir şey yoktu. Tuzlu balığa işte bu sudan sıçramıştı.
    Ab-ı hayat, Zülkarneyn kıssasında da geçer : Nuh (a)'un torunu Yunan'ın soyundan gelen İskender-i Zülkarneyn, ebedi hayat veren ve insanüstü güçler kazandıran ab-ı hayattan bahsedildiğini duyar ve bunu aramaya karar verir. Rivayete göre, Allah, bunu Şam'ın soyundan birine nasip edecektir. Zülkarneyn, halasının oğlu olup Hızır diye anılan Elyesa ile, askerlerinin refakatinde yolculuğa başlar. Ab-ı hayat, "karanlıklar ülkesi"ndedir. Yolda bir fırtına yüzünden Zülkarneyn ve Hızır askerlerden ayrı düşerler. Bir müddet sonra karanlıklar ülkesine gelirler. Zülkarneyn sağa. Hızır sola giderek yollarını tayine çalışırlar. Günlerce yol aldıktan sonra Hızır ilahi bir ses duyar ve bir nur görür. Bunların kendisini çektiği yere gidince de orada ab-ı hayatı bulur. Bu sudan içer ve yıkanır. Böylece hem ebedi hayata kavuşur, hem de insanüstü güçler ve kabiliyetler kazanır. Sonra Zülkarneyn ile karşılaşırlar. Zülkarneyn durumu öğrenir ve ab-ı hayatı ararsa da bulamaz, kaderine razı olur. Bir müddet sonra ölür.
    Tasavvufta ab-ı hayat, Allah'ın el-Hayy isminin hakikatmdan ibarettir. Bu ismi öz vasfı haline getiren kimse, ab-ı hayatı içmiş olur. Artık o, Hakk'ın "hayy" sıfatıyla hayatta olduğu gibi diğer canlılar da onun sayesinde hayat kazanır. Bu mertebedeki insanın hayatı, Hakk'ın hayatıdır.

    AB-I HAYAVAN: Farsça, dirilik suyu Ebedi hayat verdiği zannolunan su. Tasavvufta bu terim "irfan"ın müteradifi olup nurun pırıltıları ve İlâhî tecelliler için de kullanılır.

    AB-KEŞ: Farsça. Su çeken manasınadır. Tekkelerde su çekenlere verilen addır. Farsça su manasına gelen "ab" ile yine Farsça çekmek manasına gelen "keşiden" masdarının ism-i faili olan "keş" ten teşekkül etmiş bir terkiptir. Eskiden büyük tekkelerde sırf bu işle görevli kimseler vardı.
    Vaktiyle, hayır için yapılan sebilhanelerden bazılarının içinde, birer kuyu kazdırılırdı. Bu kuyudan su çekerek, sebilhane bardaklarını doldurmak hizmetiyle görevli olan bir de abkeş bulunurdu. Bu göreve verilen kimseler için, vazife tahsis edildiğine dair evkaf defterlerinde kayıtlar vardır.

    AB-I REVAN: Farsça , ruhların suyu demektir. Sufilerin kalplerinde sürekli duydukları sevinç huzur ve iç açıklığı hali.

    AB-I İNAYET: Farsça ve Arapça iki isimden teşekkül etmiş bu tabir inayet suyu anlamındadır. Tasavvufta, ilahi rahmetin peşpeşe gelişine ab-ı inayet derler.

    ABRİZCİ: Farsça, su döken demektir. Mevlevi tekkelerinde abdesthane temizleyicilerine verilen isim. Kennas (süpürgeci) da denir. Tekkeye yeni gelen adayın, nefsini yenip yenemeyeceğinin ilk imtihanı tuvalet temizliği ile yapılır, daha sonra bunu başarması halinde, tekkedeki diğer görevlerde istihdam edilirdi.

    ÂDÂB: Edeb kelimesinin çoğulu olan bu kelime, izlenmesi gereken esaslar, görgü kuralları gibi manaları ihtiva eder. Sufilerin uymak zorunda olduğu bu görgü kurallarına "adab-ı sufiyye", "adab-ı tarikat", "adab ve erkan" gibi isimler verilir. Adab konusunda, bir hayli eser bulunmaktadır. Bunların bir kısmı, sohbetin, bir kısmı şeyhliğin, bir kısmı da müridliğin görgü kurallarını anlatır. Bu görgü kuralları, tarikatlara göre farklılık arzedebilir. Adab konusunda şu düsturlaşmış ifade, onun önemini ortaya koyar : "Edeblere riayet etmeyen, sünnetlere riayet etmeyi kaçırır, sünnetlere uymayı kaçıran farzları ve vacipleri gereği gibi yapmaktan uzaklaşır farz ve vacip gibi dinin temellerinin yeterince yerine getirilememesi, kişiyi imanını kaybetme tehlikesine duçar eder. imanını kaybedene binlerce vah olsun!" O halde mutlu sona ulaşmanın ana kaynağı daha doğrusu başlangıç noktası adab'tır. Adab'ın korunması işte bu sebeple büyük önem arzeder.

    ADİLİYYE: Bedrüddin Mahmud b. Ömer b. Ahmedi'l-Adiliyyi'l-Abbasi (ö. 970/1 562)'nin kurduğu bir tarikat. Bargisiyye'nin şubelerinden birisidir

    ADL: Arapça, adalet denge demektir. Allah'ın vacibi ihlalden ve çirkini işlemekten münezzeh olmasıdır. Allah boşa ***esiz, hedefsiz bir iş yapmaz.

    ÂFET: Arapça musibet anlamına bir kelime. Kötü huylarda bulu
    nan zararlar ve musibetler. Manevi eğitimde, dervişin olgunlaşmasına engel hususlara da âfet denir.

    AFİFİYE: Abdülvahhab b. Abdissamed el-Afifi el-Merzuki (ö. 1180/1766)'ye nisbet edilen bir tarikat. Şaziliyye'den Nasıriyye'nin bir koludur.

    AGÂH ETMEK: Farsça, uyandırmak. Mevlevi tarikatında mutfakta görev yapan içmeydacının, sabah ezanından evvel, tekke odalarında yatanları kapılara vurarak "agah ol dedem" diyerek uyandırmasıdır. Bu uyandırma gece teheccüd namazı için olurdu. Farsça'da bu kelime, "uyanık" manasına gelmektedir. Mevlevîlerde uyuyan kişiyi ürkütmeden uyandırmak tarikat edeblerindendir. Bu uyandırma işi bir başka uygulanış şekliyle şöyleydi : Uyuyan dervişin hafifçe yastığına el ucuyla sağ elin parmak uçlarıyla vurulur ve yavaş bir sesle, adıyla hitap edilerek "derviş... agah ol!" denilirdi ki bu, uyan demektir.

    AGÂH KİŞİ: Farsça, arif uyanık, bilen sezen, anlayışlı kişi demektir. Hakikat yolunu bilen kimsede bu özellikler bulunur ve bu durumda olan kişilere de, agah kişi denir.

    AHDALİYYE: Ebu'l-Hasan Aliyyi'l-Ahdalî tarafından kurulmuş bir tarikat.

    AHDAS: Arapça, yeni yetişmiş, genç, delikanlı gibi manaları olan bir kelime. Büyük sufiler, yeni yetme, güzel yüzlü gençler ile sohbet etmeyi tehlikeli görmüşlerdir.

    AHD-İ EMANET: Arapça emaneti kabul sözü demektir. İlâhî sözleşme ezeli söz veriş.

    AHİDNAME: Arapça ve Farsça, yazılı belge veya sözleşme anlamında bir tabir. Hilafetname. Şeyhin müridlere yaptığı tavsiyeleri ve kuralları gösteren yazılı metin.

    AHFİYA: Arapça, gizliler demektir. Bu tabir melami meşrepte olanlar için kullanılır. Onlar, adet ve şekle önem vermeyip, halk içinde sıradan biri gibi kendilerini gizledikleri için, bu tabirle anılmışlardır.

    AHİR: Arapça, son demektir. Her şeyin evvel ve ahiri Allah'tır. Halife olan insanın bu hilafeti, Evvel ile Ahir arasında bir berzahtır. Evvel ve Ahir, bir yönden Hakk'ın ayrı ayrı iki vechi, diğer yönden ise birbirinin aynıdır.

    AHİRET: Arapça, dünyanın zıddı. Dünya, nisbeten daha yakın anlamına gelirken, ahiret, dünyaya nisbetle sona kalan, tehir eden, geciken, son, neticede varılacak yer gibi anlamlara gelmektedir. Öbür Dünya diye tabir olunan, cennet, cehennem, ârâf, iyiliklerin ve kötülüklerin karşılandığı yer, sırat, mizan gibi yerleri ihtiva eder. Ehl-i Sünnet inancına göre bunların hepsi haktır ve gerçektir. Dinlerin çoğunda ahiret inancı vardır. Öbür dünyada ölüm yoktur. Oradaki hayat ebedidir. Kur'an-ı Kerim'deki bir ayete göre ahiret dünyaya nisbetle daha hayırlıdır: "Ahiret Senin için dünyadan daha hayırlıdır" (Duha/4)

    AHİ TAÇ: Arapça-Farsça. Kadirî tarikatının Ahi koluna mensup şeyhlerin giydikleri tacın adı idi. Beyaz çuhadan, içi pamuklu sekiz dilim üzerine yapılır, üzerine yeşil sarık sarılırdı. Taç, her tarikatın bir amblemiydi. Dervişin taşıdığı tacdan, hangi tarikatın hangi şubesine mensup olduğu anlaşılırdı.

    AHİRET ADAMI: Arapça-Türkçe. Takva ehli için kullanılır. Genellikle yaşlı, elini eteğini, güçsüzlük, zayıflık sebebiyle dünyadan çekmiş, Mevlasına kavuşmanın hazırlığı içinde olan adamlara denilir. Ruhen itmi'nana kavuşmuş, müsterih, huzur sahibi insan. Bu türlü olan kadınlara da "ahiret hatunu" denirdi. "Ahiret hatunu bir bacıdır". Manevî analar hakkında da "ahiret anası" tabiri kullanılırdı.

    AHMEDİYYE: Ebu'l-Ferhad b. Ali b. ibrahim el-Hüseyni el-Bedevi (öl. 675/1276) tarafından kurulan bir sufiyye okulu Şaziliyye'nin şubesidir.

    AHMEDİYYE: Ahmed Şemseddin Efendi (öl. 910/1504-5)'ye nisbet edilen ve Hâlvetiyye'nin dört ana kolundan biri olan sufiyye okulu. Ahmediyye'ye. "Orta Yol" da denilir.

    AHMEDİYYE: Seyyid Ahmed er-Rifaî'nin kurduğu, Rifaiyye tasavvuf okulunun diğer adı. Kurucusunun ilk adına nisbetle, Rufaiyye'ye Ahmediyye denilmiştir.

    AHMEDİYYE: İmam-ı Rabbani Ahmed-i Faruki es-Serhendî'nin (971/1034-1563/1625) tesis ettiği, Nakşî şubelerinden Müceddidiyye'nin bir başka adı. Yine Müceddidiyye, kurucusunun ilk adına izafeten (Ahmed) bu isimle de anılmıştır.

    AHMEDİYYE: Ebu'l-Abbas b. Abdu'l-Hakk er-Rudavli el-Çiştî (ö. 1000'den sonra)'ye nisbet edilen bir tarikat. Hoca Muinuddin-i Çiştî'nin tesis ettiği Çiştiyye tasavvuf okulunun şubelerinden birinin adı.

    AHRAR: Arapça hürr kelimesinin çoğuludur, hürriyet sahibi olanlar, hür kişiler demektir. Dünya kayıtlarından ve nefsin kötü sıfatlarının etkisinden kurtulmuş kişiler, özgürlüğü elde etmişlerdir. Bu yüzden bunlara, ahrar yani hür kişiler denir.

    AHRARİYYE: Nakşilik şubelerinden biri olup Hoca Bahaeddin Nakşbend'den sonra, Nakşbendiyye tasavvuf okulunun aldığı isimdir. Kurucusu, Hoca Ubeydullah ibn Hoca Mahmud İbn Şihabeddin Ahrar (ö.895/1490)'dır. Hoca Ubeydullah, aslen Taşkent'lidir. Fatih Sultan Mehmed'in kendisine özel bir sevgi ve saygı beslediği söylenir. Hoca Ubeydullah, hayatının ilk döneminde çok fakr ü zaruret çekmiş iken, sonradan malının miktarını bilemeyecek kadar zenginleşmişti. Adının "Ahrar" olması sebebiyle kurduğu Nakşilik şubesine "Ahrariyye" adı verilmiştir.


    BURADAN BİR METEHAN GEÇTİ...

  2. #2
    Mete - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    25.Ağustos.2016
    Mesajlar
    450
    Mentioned
    10 Post(s)
    Tagged
    0 Thread(s)
    *A*


    ÂB: Farsça su demektir. Tasavvuf ıstılahı olarak çeşitli manaları ihtiva eder: Marifet, İlâhî feyz, zât, varlık, kâmil nefs, ruh-i âzam, tümel akıl.

    ABÂ: Arapça abâe veya abâye de denir. Geniş, fakat kısa bir nevi gömlek olup, dizden biraz aşağı iner ; üst tarafında, baş ve yanlarında kollar için birer delik bulunur. Keçi kılından dokunan kalın ve kaba kumaştan yapılır. Beyaz veya kahverenkli olur. Dervişlerin giydiği bir elbise olup, kökeninin Hz. Peygamber (s)'e kadar uzandığı söylenir. Sûfiyyenin abadan elbise giymesinin, Hz. Peygamber (s)'in sünnetine ittiba için olduğu zikredilir.

    ABÂDİLE: Abdullah kelimesinin çoğulu olup, Arapça Abdullahlar, anlamına gelir. Allah'ın esma-i hüsnasının başına "âbd" kelimesi muzaf kılınarak yapılan isimler de bu cümledendir. Allah'ın isimlerine mazhar olan kullar çeşit çeşittir. Kimi Allah'ın "es-Sabûr" isminin mazharı olur, yani amelen, kavlen ve halen, o sıfatı (sabr) kendinde gerçekleştiren kişi, Abdussabûr adını alır. Bu kişi, sabrı gerçekleştirmeye muvaffak olduğu için, sabrına nihayet bulunmayan yüce Allah'ın kulu özelliğini (veya ismini) almaya hak kazanır. Kaşanî, Allah'ın güzel isimlerinin hepsinde bu durumun geçerli olduğunu kaydeder. Kişi, tahakkuk ettirdiği ismin, bilincine ermiştir. Şeyhu'l-Ekber Muhyiddin Arabi'nin "Abadile" adlı bir eseri vardır.

    ÂBÂ-İ ULVİYYE: Arapça yüce, ulvi babalar demektir. Birinci akıl, tümel nefs, tümel tabiat ve heba, âbâ-i ulviyyeden addolunur. Zira bunlar, yaratıkların ortaya çıkışında rolü olmaları bakımından, âba (babalar) adını alırlar. Yine, isimler de bunlarla ortaya çıkar.

    ABASI KIRK YERİNDEN YAMALI: Bu deyim, dilimize tasavvuftan geçmiştir ; dervişlerin abalarının yırtık pırtık olmasını ifade eder. Eskiden dervişler, hırkalarının helal maldan olmasına itina gösterirler, bu yüzden mallarının helâl olduğuna inandıkları sufilerden kumaş parçaları toplarlar, bunları birbirine dikip ekleyerek kendilerine aba yaparlardı. Bu çeşit aba ve hırkaya, Arapça'da yamalı manasına gelen, murakka da denir. Ayrıca, "abalı" kelimesi, fakir ve yoksul kimseler için kullanılır.

    ÂBÂU'L-AHVAL: Arapça, hallerin babaları demektir. Hâlin tasarrufu altında olan ve hal tarafından kullanılan kimseye İbnu'l-vakt; hali kendi tasarrufuna alan kişiye ise Ebu'l-vakt denir. Halleri bu şekilde kullanabilme gücüne sahip olanlara "hallerin babaları" (abaü'l-ahval) denir. Abau'l-ahvalin mukabili ebnau'l-ahval'dir.

    ABBASİYYE: Ebu'l-Abbas Ahmet b. Muhammed b. Abdurrahman b. Ebi Bekri'l-Ensari'l-Endelusî (ö. 633/1235) tarafından kurulan bir tarikat. İspanya'da yaygınlık kazanmış Medyeniyye'nin bir koludur.

    ABD : Arapça, lügatta köle insan için kullanılır. Bir insanın kalbi, Allah'ın ***ri herşeyden sıyrılmadıkça, kul olamaz. Bu durumda olan kişiye de, Allah'ın kulu denir. Allah mümin kulunu "abd" dan daha güzel bir isimle anmamış, Kur'an'da "ibâdun mukramun" (ikram olunmuş kullar)" (Enbiya/26) buyurmuştur. Nebilerini ve Resullerini de bu isimle anmıştır : "kullarımızdan İbrahim'i an" (Şad/45), "kulumuz Eyyub'u an" (Şad/41), "ne güzel kul" (Şad/30). Hz. Muhammed (s) de ibadetten ayakları şişip kendisine : "Ya Rasulullah (s), Senin geçmiş ve gelecek bütün günahların afvolmadı mı?" diyen eşine : "Şükreden bir kul olmayayım mı?" karşılığını vermiştir. Yine Hz. Peygamber (s) şöyle der : "Melik peygamber olmakla kul peygamber olmak arasında serbest bırakıldım, ikinci şıkkı tercih ettim" Allah ile mahlukat arasında kulluktan daha yüksek bir derece olsaydı. Rasulullah onu kaçırmaz. Allah da, O'na verirdi. O, bu yüzden şehadet kelimesinde" abduhü ve resulüh" diye anılır. Görüldüğü veçhile, kulluk bir insan için en yüksek makamdır. Tasavvufta, aşağıdan yukarıya doğru manevi yükselişi ifâde eden makamların başına tevbe, en üst zirvesine de kulluk konulmuştur. Kul olun kişi gerçek hürriyet sahibidir. Zira o, Rab'dan başka kimseye boyun eğmez. O, sadece Allah'ın emirlerine sarılır. O'ndan başka herşeyden bağımsız ve hür olur. Allah'ın emirlerine uzak kalan kimse, nefis veya şeytanın esareti altında demektir.
    Mutasavvıflar, abd lafzını er-Rabb mukabilinde kullanırlar.
    Ubudiyyet salih kula mahsus olup, Allah onu birine nasip etti mi, artık o, Allah tarafından yardım görmüş demektir. Bu şekilde kulun nefsinin ve nevasının hazları örtülür. Sonunda, Allah onu kulluk nimetlerine daldırır ve sadece kendisi ile meşgul eder.

    ABDAL: Arapça, bedel, bidl ve bedii kelimelerinin çoğulu olup, büdela da bu meyanda zikredilir. Karşılık, halef, şerefli, cömert, ivaz gibi lügat manaları bulunmaktadır. Tasavvufta ise veliler arasında, insanların işlerinde tasarruf için mânevi müsaade verilmiş kişilerdir. Türkçe'de kullandığımız abdal (hatta aptal) kelimesi. Arapça "Ebdal"den bozmadır. Kamus-ı Türkî'de safderun, ahmak, bir şeye akıl yormaz, kalendermeşrep ve derviş adam şeklinde tarif edilir.
    Tasavvufta, abdal, rical-i ***btendir. Kur'an-ı Kerim'de geçmemekle birlikte. Aliyyü'l-Kari'nin Mevzuatı'ndan öğrendiğimize
    II, 1265)." Sizden önceki ümmete mensup bir kişi, hesaba çekildi. Hayırlı bir ameli bulunamadı. Ancak yumuşak bir insandı. Hizmetçilerine emrederken zora koşmazdı. Allah (c), şöyle buyurdu. "Buna ondan daha lâyıkız, onu affediniz (bırakınız)" Keşfu'l-Hafa, l, 135. Bu isim Kur'an'da beş yerde geçer.

    ABDÜSSELAMİYYE: Rifaiyye'den Sa'diyye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu.

    AB-I ATEŞ-EFRUZ: Farsça olan bu tabir, ateşin alevini artıran su anlamına gelir. Tasavvufî açıdan bu tabir, İlâhî feyizleri ifade eder.

    AB-I HARABAT: Farsça-Arapça bir tamlama olup, harap yerleri canlandıran su anlamına gelir. Rahmani tecelli bir su gibi, insanın iç ve dış pisliklerini temizler, onu ma'mur ve olgun hale getirir.

    AB-I HAYAT: Farsça, hayat suyu manasınadır. Bu suyu içenin ölümsüz olacağına inanılır. Aynı manaya gelen başka terimler de vardır : Ab-ı zindegi, ab-ı cavidani, dirilik suyu, bengisu, hayat kaynağı, aynü'l-hayat, nehrül-hayat, ab-ı Hızır, ab-ı iskender. Kur'an'da ab-ı hayata işaret Hızır (a) ve Hz. Musa (a) hikayesindedir. Bu hikaye şu şekilde cereyan etmiştir: İsrailoğullarının peygamberi, Hz. Musa (a) bir gün genç arkadaşıyla birlikte yolculuğa çıkar. Hedef, yolda Hızır (a) ile buluşmaktır. Buluşma yeri de "iki denizin birleştiği" mevkidir. Hz Musa bu yeri tanıyabilmek için, yanına balık alır, bu balığın canlanıp denize atlaması, buluşma yerini belirleyen bir işaret olacaktır. Ancak Hz. Musa (a)'nın genç arkadaşı deniz sahilinde uğradıkları kayanın yanında, balığın canlanarak denize atladığını ona haber vermeyi unutur. Yolda yemek için konakladıklarında, durumu kendisine anlatır. Bunun üzerine Hz. Musa (a) tekrar o yere döner ve gerçekten aradığı kişinin, orada bulunduğunu görür. Kendisine Allah tarafından "rahmet" ve "gizli ilim" verilen bu kulun Hızır adını taşıdığı, başta Buhari, Müslim olmak üzere Ebu Davud Tirmizi ve el-Müstedrek'te yer alan bazı hadislerde bildirilmiştir. Kur'an-ı Kerim ve Buhari dışındaki hadis kaynaklarında, Hz. Musa (a) ile arkadaşının yanlarına azık olarak aldıkları tuzlu balığın nasıl dirildiğine dair, herhangi bir açıklama yoktur. Sadece Buhari'de mevcut değişik bir rivayette, bu sebebin açıklandığı görülmektedir. Bu hadise göre, "Hızırla buluşacakları kayanın dibinde bir ayn (kaynak) vardı ki, buna hayat kaynağı (aynü'l-hayat, ab-ı hayat) deniyordu. O suyun temas edip de diritmediği hiç bir şey yoktu. Tuzlu balığa işte bu sudan sıçramıştı.
    Ab-ı hayat, Zülkarneyn kıssasında da geçer : Nuh (a)'un torunu Yunan'ın soyundan gelen İskender-i Zülkarneyn, ebedi hayat veren ve insanüstü güçler kazandıran ab-ı hayattan bahsedildiğini duyar ve bunu aramaya karar verir. Rivayete göre, Allah, bunu Şam'ın soyundan birine nasip edecektir. Zülkarneyn, halasının oğlu olup Hızır diye anılan Elyesa ile, askerlerinin refakatinde yolculuğa başlar. Ab-ı hayat, "karanlıklar ülkesi"ndedir. Yolda bir fırtına yüzünden Zülkarneyn ve Hızır askerlerden ayrı düşerler. Bir müddet sonra karanlıklar ülkesine gelirler. Zülkarneyn sağa. Hızır sola giderek yollarını tayine çalışırlar. Günlerce yol aldıktan sonra Hızır ilahi bir ses duyar ve bir nur görür. Bunların kendisini çektiği yere gidince de orada ab-ı hayatı bulur. Bu sudan içer ve yıkanır. Böylece hem ebedi hayata kavuşur, hem de insanüstü güçler ve kabiliyetler kazanır. Sonra Zülkarneyn ile karşılaşırlar. Zülkarneyn durumu öğrenir ve ab-ı hayatı ararsa da bulamaz, kaderine razı olur. Bir müddet sonra ölür.
    Tasavvufta ab-ı hayat, Allah'ın el-Hayy isminin hakikatmdan ibarettir. Bu ismi öz vasfı haline getiren kimse, ab-ı hayatı içmiş olur. Artık o, Hakk'ın "hayy" sıfatıyla hayatta olduğu gibi diğer canlılar da onun sayesinde hayat kazanır. Bu mertebedeki insanın hayatı, Hakk'ın hayatıdır.

    AB-I HAYAVAN: Farsça, dirilik suyu Ebedi hayat verdiği zannolunan su. Tasavvufta bu terim "irfan"ın müteradifi olup nurun pırıltıları ve İlâhî tecelliler için de kullanılır.

    AB-KEŞ: Farsça. Su çeken manasınadır. Tekkelerde su çekenlere verilen addır. Farsça su manasına gelen "ab" ile yine Farsça çekmek manasına gelen "keşiden" masdarının ism-i faili olan "keş" ten teşekkül etmiş bir terkiptir. Eskiden büyük tekkelerde sırf bu işle görevli kimseler vardı.
    Vaktiyle, hayır için yapılan sebilhanelerden bazılarının içinde, birer kuyu kazdırılırdı. Bu kuyudan su çekerek, sebilhane bardaklarını doldurmak hizmetiyle görevli olan bir de abkeş bulunurdu. Bu göreve verilen kimseler için, vazife tahsis edildiğine dair evkaf defterlerinde kayıtlar vardır.

    AB-I REVAN: Farsça , ruhların suyu demektir. Sufilerin kalplerinde sürekli duydukları sevinç huzur ve iç açıklığı hali.

    AB-I İNAYET: Farsça ve Arapça iki isimden teşekkül etmiş bu tabir inayet suyu anlamındadır. Tasavvufta, ilahi rahmetin peşpeşe gelişine ab-ı inayet derler.

    ABRİZCİ: Farsça, su döken demektir. Mevlevi tekkelerinde abdesthane temizleyicilerine verilen isim. Kennas (süpürgeci) da denir. Tekkeye yeni gelen adayın, nefsini yenip yenemeyeceğinin ilk imtihanı tuvalet temizliği ile yapılır, daha sonra bunu başarması halinde, tekkedeki diğer görevlerde istihdam edilirdi.

    ÂDÂB: Edeb kelimesinin çoğulu olan bu kelime, izlenmesi gereken esaslar, görgü kuralları gibi manaları ihtiva eder. Sufilerin uymak zorunda olduğu bu görgü kurallarına "adab-ı sufiyye", "adab-ı tarikat", "adab ve erkan" gibi isimler verilir. Adab konusunda, bir hayli eser bulunmaktadır. Bunların bir kısmı, sohbetin, bir kısmı şeyhliğin, bir kısmı da müridliğin görgü kurallarını anlatır. Bu görgü kuralları, tarikatlara göre farklılık arzedebilir. Adab konusunda şu düsturlaşmış ifade, onun önemini ortaya koyar : "Edeblere riayet etmeyen, sünnetlere riayet etmeyi kaçırır, sünnetlere uymayı kaçıran farzları ve vacipleri gereği gibi yapmaktan uzaklaşır farz ve vacip gibi dinin temellerinin yeterince yerine getirilememesi, kişiyi imanını kaybetme tehlikesine duçar eder. imanını kaybedene binlerce vah olsun!" O halde mutlu sona ulaşmanın ana kaynağı daha doğrusu başlangıç noktası adab'tır. Adab'ın korunması işte bu sebeple büyük önem arzeder.

    ADİLİYYE: Bedrüddin Mahmud b. Ömer b. Ahmedi'l-Adiliyyi'l-Abbasi (ö. 970/1 562)'nin kurduğu bir tarikat. Bargisiyye'nin şubelerinden birisidir

    ADL: Arapça, adalet denge demektir. Allah'ın vacibi ihlalden ve çirkini işlemekten münezzeh olmasıdır. Allah boşa ***esiz, hedefsiz bir iş yapmaz.

    ÂFET: Arapça musibet anlamına bir kelime. Kötü huylarda bulu
    nan zararlar ve musibetler. Manevi eğitimde, dervişin olgunlaşmasına engel hususlara da âfet denir.

    AFİFİYE: Abdülvahhab b. Abdissamed el-Afifi el-Merzuki (ö. 1180/1766)'ye nisbet edilen bir tarikat. Şaziliyye'den Nasıriyye'nin bir koludur.

    AGÂH ETMEK: Farsça, uyandırmak. Mevlevi tarikatında mutfakta görev yapan içmeydacının, sabah ezanından evvel, tekke odalarında yatanları kapılara vurarak "agah ol dedem" diyerek uyandırmasıdır. Bu uyandırma gece teheccüd namazı için olurdu. Farsça'da bu kelime, "uyanık" manasına gelmektedir. Mevlevîlerde uyuyan kişiyi ürkütmeden uyandırmak tarikat edeblerindendir. Bu uyandırma işi bir başka uygulanış şekliyle şöyleydi : Uyuyan dervişin hafifçe yastığına el ucuyla sağ elin parmak uçlarıyla vurulur ve yavaş bir sesle, adıyla hitap edilerek "derviş... agah ol!" denilirdi ki bu, uyan demektir.

    AGÂH KİŞİ: Farsça, arif uyanık, bilen sezen, anlayışlı kişi demektir. Hakikat yolunu bilen kimsede bu özellikler bulunur ve bu durumda olan kişilere de, agah kişi denir.

    AHDALİYYE: Ebu'l-Hasan Aliyyi'l-Ahdalî tarafından kurulmuş bir tarikat.

    AHDAS: Arapça, yeni yetişmiş, genç, delikanlı gibi manaları olan bir kelime. Büyük sufiler, yeni yetme, güzel yüzlü gençler ile sohbet etmeyi tehlikeli görmüşlerdir.

    AHD-İ EMANET: Arapça emaneti kabul sözü demektir. İlâhî sözleşme ezeli söz veriş.

    AHİDNAME: Arapça ve Farsça, yazılı belge veya sözleşme anlamında bir tabir. Hilafetname. Şeyhin müridlere yaptığı tavsiyeleri ve kuralları gösteren yazılı metin.

    AHFİYA: Arapça, gizliler demektir. Bu tabir melami meşrepte olanlar için kullanılır. Onlar, adet ve şekle önem vermeyip, halk içinde sıradan biri gibi kendilerini gizledikleri için, bu tabirle anılmışlardır.

    AHİR: Arapça, son demektir. Her şeyin evvel ve ahiri Allah'tır. Halife olan insanın bu hilafeti, Evvel ile Ahir arasında bir berzahtır. Evvel ve Ahir, bir yönden Hakk'ın ayrı ayrı iki vechi, diğer yönden ise birbirinin aynıdır.

    AHİRET: Arapça, dünyanın zıddı. Dünya, nisbeten daha yakın anlamına gelirken, ahiret, dünyaya nisbetle sona kalan, tehir eden, geciken, son, neticede varılacak yer gibi anlamlara gelmektedir. Öbür Dünya diye tabir olunan, cennet, cehennem, ârâf, iyiliklerin ve kötülüklerin karşılandığı yer, sırat, mizan gibi yerleri ihtiva eder. Ehl-i Sünnet inancına göre bunların hepsi haktır ve gerçektir. Dinlerin çoğunda ahiret inancı vardır. Öbür dünyada ölüm yoktur. Oradaki hayat ebedidir. Kur'an-ı Kerim'deki bir ayete göre ahiret dünyaya nisbetle daha hayırlıdır: "Ahiret Senin için dünyadan daha hayırlıdır" (Duha/4)

    AHİ TAÇ: Arapça-Farsça. Kadirî tarikatının Ahi koluna mensup şeyhlerin giydikleri tacın adı idi. Beyaz çuhadan, içi pamuklu sekiz dilim üzerine yapılır, üzerine yeşil sarık sarılırdı. Taç, her tarikatın bir amblemiydi. Dervişin taşıdığı tacdan, hangi tarikatın hangi şubesine mensup olduğu anlaşılırdı.

    AHİRET ADAMI: Arapça-Türkçe. Takva ehli için kullanılır. Genellikle yaşlı, elini eteğini, güçsüzlük, zayıflık sebebiyle dünyadan çekmiş, Mevlasına kavuşmanın hazırlığı içinde olan adamlara denilir. Ruhen itmi'nana kavuşmuş, müsterih, huzur sahibi insan. Bu türlü olan kadınlara da "ahiret hatunu" denirdi. "Ahiret hatunu bir bacıdır". Manevî analar hakkında da "ahiret anası" tabiri kullanılırdı.

    AHMEDİYYE: Ebu'l-Ferhad b. Ali b. ibrahim el-Hüseyni el-Bedevi (öl. 675/1276) tarafından kurulan bir sufiyye okulu Şaziliyye'nin şubesidir.

    AHMEDİYYE: Ahmed Şemseddin Efendi (öl. 910/1504-5)'ye nisbet edilen ve Hâlvetiyye'nin dört ana kolundan biri olan sufiyye okulu. Ahmediyye'ye. "Orta Yol" da denilir.

    AHMEDİYYE: Seyyid Ahmed er-Rifaî'nin kurduğu, Rifaiyye tasavvuf okulunun diğer adı. Kurucusunun ilk adına nisbetle, Rufaiyye'ye Ahmediyye denilmiştir.

    AHMEDİYYE: İmam-ı Rabbani Ahmed-i Faruki es-Serhendî'nin (971/1034-1563/1625) tesis ettiği, Nakşî şubelerinden Müceddidiyye'nin bir başka adı. Yine Müceddidiyye, kurucusunun ilk adına izafeten (Ahmed) bu isimle de anılmıştır.

    AHMEDİYYE: Ebu'l-Abbas b. Abdu'l-Hakk er-Rudavli el-Çiştî (ö. 1000'den sonra)'ye nisbet edilen bir tarikat. Hoca Muinuddin-i Çiştî'nin tesis ettiği Çiştiyye tasavvuf okulunun şubelerinden birinin adı.

    AHRAR: Arapça hürr kelimesinin çoğuludur, hürriyet sahibi olanlar, hür kişiler demektir. Dünya kayıtlarından ve nefsin kötü sıfatlarının etkisinden kurtulmuş kişiler, özgürlüğü elde etmişlerdir. Bu yüzden bunlara, ahrar yani hür kişiler denir.

    AHRARİYYE: Nakşilik şubelerinden biri olup Hoca Bahaeddin Nakşbend'den sonra, Nakşbendiyye tasavvuf okulunun aldığı isimdir. Kurucusu, Hoca Ubeydullah ibn Hoca Mahmud İbn Şihabeddin Ahrar (ö.895/1490)'dır. Hoca Ubeydullah, aslen Taşkent'lidir. Fatih Sultan Mehmed'in kendisine özel bir sevgi ve saygı beslediği söylenir. Hoca Ubeydullah, hayatının ilk döneminde çok fakr ü zaruret çekmiş iken, sonradan malının miktarını bilemeyecek kadar zenginleşmişti. Adının "Ahrar" olması sebebiyle kurduğu Nakşilik şubesine "Ahrariyye" adı verilmiştir.

    AHVAL: Arapça hal kelimesinin çoğuludur, haller demektir. İçinde bulunulan zaman veya durum demek olan hal, sûfiyye terimi olarak, kendiliğinden, kesbsiz kalbe doğan mana, cezbe, baygınlık, coşkunluk demektir. Makam ile hal arasında bazı farklar vardır :
    1. Hal çalışmadan elde edilir vehbîdir, makam çalışılarak elde edilir, mekasib türündendir.
    2. Makam sahibi makamında kaim ve mütemekkin, hal sahibi ise halinde mütehavvil ve mütelevvindir.
    3. Hal çift çift gelir : kabz ve bast fena ve beka, sekr ve sahv gibi. Makamlar tevbe, tevekkül, teslim gibi ferd ferd teşekkül eder.
    Kaynaklar bu konuda şu izahı yapar : Hal şimşek gibidir. Parlar ve derhal kaybolur. Bazı sufiler, haller baki ve devamlı olursa hal değil nefsin sözü olur, demişlerdir. Diğer bir takdire göre haller, isimleri gibidir, yani haller kalbe gelirler ve derhal yok olup giderler. Sıfat mevsufla kaimdir. Kul, bulunduğu makamın şartını yerine getirmeden bir üst makama yükselemez, çünkü kanaati olmayanın tevekkülü, tevekkülü olmayanın rızası yoktur. Hal, kulun cehd ve ***reti ile olmayıp, kalbine gelen sevinç, üzüntü, genişleme (bast) ve sıkılma (kabz) vs. gibi ruhi hallere denir. Haller Allah vergileridir. Makamlar, kulun cehd ve ***retine bağlıdır. Makam sahibi makama sağlamca yerleşmiştir. Hal sahibi ise halden hale yükselir. Eğer haller birbiri ardınca gelmez ve devamlı olmazlarsa onlara "levaih" ve "bevadih" denir. Hal, bazan insana haz verir, fakat gelip geçicidir. Yani "tavarık" tırlar. Hz. Peygamber (s), bir halden bir hale yükselmekteydi. Makamların gerektirdiği; karar ve sebat, halin gerektirdiği ise; geçiş ve ilerlemedir. Haller amellerin mirası ve neticesidir. Ahval, dini his ve heyecanlar manasına da gelmektedir. Hal vehbî, makam kesbîdir, denilir. Her makamın başlangıç ve bitiş noktaları vardır. Bu ikisi arasında bir çok haller vardır. Her makama ait bir ilim ve her hale ait bir işaret vardır.

    AHYAR: Arapça, hayırlılar manasına gelir. Dünya düzenini koruyan, "ricalü'l-***b" veya "ricalullah" denilen seçkin insanlardır. Bunların sayıları çeşitli kaynaklara göre, altı ila üçyüz arasında değişmektedir.

    AHZ-I FEYZ: Arapça feyz alma anlamındadır. Bir müridin bir mürşidden veya kamil veliden manen yararlanması.

    AHZ-I TARİKAT: Arapça tarikat almak demektir. Bir tarikata sülük etmek (initiation) manasına kullanılır.

    AHZ-I YED: Arapça el almak manasındadır. Tarikata girmek, bir şeyhi, maneviyat bilgilerini kendisine öğretmek ve eğitmek üzere öğretmen olarak kabul etmek.

    AKABE: Engel ve yokuş anlamında Arapça bir kelime. Hakk'a giden yolda karşılaşılan zorluklar. Açlık, uykusuzluk, fakr, zillet vs. gibi.

    AKD: Arapça, bağ, bağlama, akd etme, sözleşme vs. gibi manaları vardır. Akd, bazı sufilere göre, kalplerin yeminlerden olan kasıtları kazançlarıdır. Ayet : "Ey inananlar akidleri yerine getiriniz" (Maide/1) Yine bir ayet : "Lakin O, sizi, bağladığınız yeminler sebebiyle muahaze eder..." (Maide/89). Akd, müslümanlarm üzerinde icma ettiği sünnettir. Halef, selefin bunu uyguladığını tevatüren nakletmiştir.

    ÂLEM: Arapça, kainat, güneş sistemi ve çevresindeki dönen gezegenler topluluğu, cihan, dünya, bütün varlıklar, mahlukat, insanlar, halk, cemaat, cemiyet çevre vs. gibi kelime anlamlan vardır. Tasavvufta ise, Allah'tan ***ri herşeye âlem denir. Âleme, âlem denmesinin sebebi onunla Allah'ın isimler ve sıfatlar bakımından bilinmesidir. Zira âlem kelimesi bilmek masdarından türemiştir.

    ÂLEM-İ EMR: Arapça, emr âlemi demektir. Sebebe bağlı olmaksızın Hak tarafından vücud bulan âlem. Melekut âlemi bu âlemdendir. Halk âlemi ile arasındaki fark, emr âleminin bir anda var olmasıdır.

    ÂLEM-İ HALK: Arapça, yaratılan âlem demektir. Sebebe bağlı olarak vücuda gelen âlem. Şehadet âlemi bu gruba girer.

    ÂLEM-İ DÜNYA: Arapça, dünya âlemi demektir. Hak buna insan vasıtası ile nazar eder. Buna vücudi şehadet de denir. İnsan vasıtasıyla bakılmayan her âlem, ***b âlemidir.

    ÂLEM-İ KUDS: Arapça, kutsal âlem anlamındadır. Yaratılışa ait hükümlerden ve kevni noksanlıklardan yüce ve mukaddes olan İlâhî manalar âlemi.

    ÂLEM-İ KÜBRA: Arapça, büyük âlem demektir. Zahiren büyük âlem, kainattır. Küçük âlem de insan. Gerçekte kainat, insanda durulmuştur. Ağacın çekirdekte dürülü halde bulunuşu gibi. İnsan, bütün âlemlerin aslıdır. Bu âlem, kamil insan için yaratılmıştır. O halde insan "illeti gâiyye" olduğu için asıldır, mevcudat ise fer'dir. İnsan zahiren küçük, fakat hakikatta büyük bir âlemdir.

    ÂLEM-İ SUĞRA: Arapça, küçük âlem anlamındadır. Küçük âlem, insandır.

    ÂLEM-İ ERVAH: Ruhlar âlemi anlamında Arapça bir ifâde. Vücud, "taayyün-i sani" ve "vahidiyyet" mertebesinden sonra, "suver-i ilmiyye" bakımından "ruhlar" mertebesine iner. Bu mertebede suver-i aliyye, cevher-i basit olarak ortaya çıkar. Bunların rengi ve şekli yoktur. Zaman ve mekanla alakalan yoktur. Çünkü bunlar cisim değildirler. Bu mertebede her ruh, kendisini ve kendi mebdei olan Hakk'ı idrak eder. "Elestü birabbiküm kâlû bela" (Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Evet dediler) A'raf/172 ayet-i kerimesi ile bu mertebeye işaret edilir.

    ÂLEM-İ MİSAL: Arapça, misal âlemi demektir. Bu mertebe, sufiler tarafından kabul edilen bir mertebedir. Bu mertebe; zatın, parçalanma ve bölünme kabul etmeyen şekiller ile hariçte zuhurudur. Bu mertebeye misal denmesinden maksad; ruhlar âleminde bulunan her bir ferdin, cisimler âleminde bürüneceği bir şeklin benzerinin bu âlemde zahir olmasından ötürüdür. Âlem-i berzah da derler. Bu mertebe, ***b ve şehadet arasını ayıran bir sınırdır.

    ÂLEM-İ ŞEHADET: Arapça, görünen âlem demektir. Zat-ı Mutlak'ın parçalanma ve bölünme kabul eden cisimlerin şekilleri ile hariçte zuhurudur. Onun için bu âleme "âlem-i kevn ü fesad" derler. Çünkü, cisimlerin şekilleri bir yandan oluşum halinde, diğer yandan da bozulma durumundadır. Bu âleme, şu isimler de verilir : Âlem-i mülk, âlem-i nasut, âlem-i hiss, âlem-i anasır, âlem-i eflak ü encam, âlem-i mevalid.

    ALEM: Arapça, bayrak ve sancak demektir. Devletin sembolü olarak kullanılan bu enstrüman, sûfiyye tarikatlarında da kullanılırdı. Emevilerin beyaz bayraklarına karşılık, Hz. Ali taraftarlarının yeşil bayrağı olduğu söylenir. Bayrakların üzerinde "inna fetehna leke fethan mubina" çifte yazılı "Muhammed" (s) "Nasrun minallahi ve fethun karib" ve özellikle "La ilahe illallah" gibi ibareler bulunur. Tekke bayraklarının alemlerinde, "Ya Abdelkadir-i Geylani", "Ya Seyyid Ahmed er-Rufai", "Ya Gavs-i A'zam" gibi tarikat pirlerinin isimleri yazılıdır.

    ALEVİYYE: Derkaviyye tarikatının Cezayir'de yayılma kaydetmiş kolu.

    ALEVİYYE: Sun'i bir bağlantı ile dördüncü halife Hz. Ali'ye dayandırılan bir tarikat.

    ALEVÎ TACI: Bektaşîlerin başlarına giydikleri on iki dilimli (terk) taç. Bir adı da "fahir" olan bu taç, beyaz yünden yapılır. Babalar, fazladan olmak üzere, bunun üstüne beyaz yünden mamul bir sarık sararlar.

    ALIN: Türkçe. Tasavvuf edebiyatında vahdet (birlik) sembolü. Bazı tarikatlarda, dervişin sülük çıkarırken geçirdiği zikirmakamlarından birisi. Sâlik bu makamda, iki kaşı arasındaki nefs-i natıka noktasında ve saçların alına bitiştiği yerde (cesed) zikir çeker. Bu nefy-i isbat'tan önce gelir.

    ÂL-İ ABA: Arapça. Aba (kaftan, cübbe) ailesi demektir. Rivayete göre, bir gün Hz. Peygamber (s) üzerinde aba bulunurken, yanına gelen Hz. Ali'yi, kızı Hz. Fatıma'yı, torunları Hasan ve Hüseyin'i bu abanın altında toplar. Bu şekilde, Hz. Peygamber (s)'in yakınlarını belirleyen bir ifade olmak üzere, adı zikredilen kişiler "âl-i aba" terimiyle anılmışlardır. Sayıları: Hz. Peygamber (s), Hz. Ali, Hz Hasan, Hz. Hüseyin ve Hz. Fatıma olmak üzere beş kişiden müteşekkil olduğu için bir elin beş parmağına benzetilerek "pençe-i âl-i aba" yahut "penç ten-i âl-i aba" gibi isimlerle de anılmışlardır.

    ALİ SIRRI: Arapça. Buna "arı sırrı" da denir. Aleviler ve tasavvuf ehli arasında kullanılan bu terim, arının kovan kurması, bal yapması ve yaşayışı bakımından, insanı hayrette bırakan bir düzene uyması dolayısıyla söylenmiştir. Arının sırrına nasıl akıl ermezse, Hz. Ali'nin sırrına da akıl ermez anlamında söylenir.

    ALİYE: Halvetiyye tarikatının kollarından biri. Ahmed b. Aliyyü'l-Harinî tarafından kurulmuştur.

    AMMARİYE: Kadiriyye Tarikatı'nın bir koludur. Cezayir ve Tunus gibi Kuzey Afrika ülkelerinde yaygındır.

    AMME: Arapça, Cumhur, halk, ahali demektir. Dış şekilleriyle şeriata bağlı olan genel çoğunluk.

    AMUDİYYE: Medyeniyye Tarikatı'nm bir koludur. Ebu isa Şad b. İsa tarafından kurulmuştur.

    ÂN: Zamanın taksim edilemeyen en küçük parçası demektir. Sufilere göre mevhum ve mücerret bir mefhumdur. Cenab-ı Hakk'ın zuhurundan dolayı anlaşılır. Ancak bu, zaman ve mekan kavramının dışındadır. Çünkü O, zamandan münezzehtir. Vahdetin sırrına tam olarak ulaşan sufiler "an-ı daim"i yaşarlar. Onlar İbnü'l-vakttir, yani vakti en iyi şekilde, Allah'ın razı olacağı şekilde değerlendirirler.

    ARABİYYE: Ömer b. Muhammed el-Arabi tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.

    A'RAF: Arapça. Tepeler demektir. Günah ve sevabı eşit olan kişiler, ne cennete ne de cehenneme giderler. A'raf denen yerde dururlar. Cennetle cehennem arasındaki bir yer. Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarıyla tecelli etmesi durumunda, seyretme yeri.

    ARAİS-İ HAK: Arapça Hakk'ın gelinleri anlamınadır. Allah, çok sevdiği velilerini kıskandığı için halka açıklamaz. Gerdek gecesi, gelini damatdan başkası göremediği gibi bu velileri, ilâhî haremde Hak'dan başkası görmez.

    ARAK-ÇİN: Arak, Arapça'da ter;


    BURADAN BİR METEHAN GEÇTİ...

  3. #3
    Mete - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    25.Ağustos.2016
    Mesajlar
    450
    Mentioned
    10 Post(s)
    Tagged
    0 Thread(s)
    ARAK-ÇİN: Arak, Arapça'da ter; "cin" Farsça'da toplayan demektir. Kavuğun veya fesin altına teri toplaması için giyilen takkedir. Buna Arapça'da Arakiyye denmektedir.

    ARAKİYYE: Kavuğun veya fesin altında, ter toplanması için giyilen takkedir. Zamanla dervişlerin giydiği takkeye özel isim olmuştur.

    ARBEDE: Arapça. Bed (kötü) huyluk etmek demektir. Cezbeli dervişlerin, hal galebesi durumunda Hak ile olan tartışmaları.

    ARIZ (AVARIZ): Arapça. İlişen demektir. Tabii olmayan, sonradan gelen, kalbe ve ruha musallat olup, Hakk'a ulaşmaya engel teşkil eden nefsani arzu ve istekler, vesveseler.

    ARİF: Arapça, irfan sahibi anlamındadır. Allah'ı gerçek yönüyle bilen kişi. Âlim gibi bilen manasına gelirse de ondan farklıdır. Âlim, ilmi bir tahsil ve çalışma sonucu elde eder. Arif ise, irfana, ilham ve hal ile ulaşır. Cenab-ı Hakk'ı keşf ve müşahade yoluyla bilen kişi. Bu bakımdan ümmi bir insana da arif denilir, ancak âlim denemez. Arifler için, ehl-i yakin, ehl-i din, veli, kutb ve genel olarak "arif-i billah" tabiri kullanılır.

    A'REF Bİ'L-MESNEVİLİK CİHETİ: Mevlevîlik terimlerindendir.
    Mesnevi-hanlık verilecek kişilerin, imtihan sonucunda ehil oldukları belirlenince Evkafa teklif edilmesi demektir, ilk kez III. Selim zamanında Galata Mevlevi-hanesi şeyhi Şeyh Galib'e verilen bir unvandır. Buna "Alem bi'l-Mesnevi" de denilir. Bu unvan, bir ara unutulmuş ancak Üsküdar Mevlevihânesi şeyhi Ahmet Remzi Efendi tarafından tekrar canlandırılmış ve Galata Mevlevihânesi şeyhi Ahmed Celaleddin Efendi bu göreve getirilmiştir.

    ARSLANLI ÇEŞME : Hacı Bektaş ilçesinde, Hacı Bektaş-ı Veli külliyesinde avlunun sağında bulunan çeşme. Bu çeşmede su, arslan heykelinin ağzından akmaktadır ki, Bektaşilere göre zemzem olarak kabul edilir.

    ARŞ: Arapça bir kelime olan "arş" m kelime anlamı, taht, çardak tavan ve kubbe demektir, islamî olarak; terim, Allah (c.c)'ın kudret ve azametinin tecellisinden kinaye olarak, dokuzuncu kat semada bulunduğu tasavvur olunan taht'dır. Bu bakımdan asıl anlamını ancak Allah'ın bildiği bir şeydir. Kainattaki bütün varlığı kuşatan bir cisim olup, yüksekliğinden dolayı bu ismi almıştır. Müfessirlerin izahına göre, Allah (c.c) önce Arş'ı yaratmıştır. Kur'an-ı Kerim'de bir çok ayette Allah (c.c) Arş'ı istila etti yani Arş'a hükmetti şeklinde geçmektedir. Bkz. msl: Tâha/5. Tasavvufta ise Arş, gönül demektir.

    AVARIZ: Arapça, ilintiler demektir. Tasavvufa girmiş kişinin salikin önüne çıkıp, Hakk'a giden yolda, kendisini alıkoyan manevî engeller.

    AVAİD: Arapça, adetler, alışkanlıklar demektir. Toplumun benimsediği kurallar. Kişiler bu kurallar uğruna, hak bildikleri şeylere uymakta zorlanırlar.

    AVALİM-İ ERBA'A: Arapça dört âlem: Âlem-i Lahût, Âlem-i "İvlelekut, Âlem-i Ceberut, Âlem-i Mülk (Veya Âlem-i Nasût).

    AVALİM-İ HAMSE: Arapça, beş âlem demektir. Onlar da şunlardır.
    1- Mutlak ***b âlemi
    2- Ruhlar âlemi
    3- Misal âlemi
    4- Cisimler âlemi
    5- Mertebe-i Cami'a.
    Bu âlemler şu şekilde sıralanır:
    1- Âlem-i ilm
    2- Âlem-i Ceberut. Bu da ikidir, a) Âlem-i Ceberût-i âlâ b) Âlem-i Ceberût-ı esfel
    3- Âlem-i Melekût
    4- Âlem-i halk. Ceberut ikiye ayrılınca bu âlemler beş olur.

    AVALİM-İ KÜLLİYE: Arapça, külli âlemler demektir. Buna akl-ı küll, akl-ı evvel, rıefs-i külliye ve insan-ı kamil de denir.

    AVALİM-İ LÜBS: Arapça, giyme (veya karışık olan) âlemler anlamındadır. Ehadiyyet hazretinden inen ve onun aşağısında bulunan mertebelerin tümüne avalim-i lübs denir.

    AVALİM-SEB'A: Arapça, yedi âlem demektir. Halvetilik'de yedi âlem kabul edilir.
    1- Âlem-i Şehadet
    2- Âlem-i Misal
    3- Âlem-i Ervah
    4- Âlem-İ Ceberut
    5- Âlem-i Lahût
    6- Âlem-i Nasût
    7- Âlem-i Hakikat.

    AYAKÇI : Mevlevîlerde, tarikata ilk giren dervişin bulunduğu merhale.

    AYAK MÜHÜRLEMEK : Bazı tasavvuf okullarında bu tabir şöyle açıklanır : Şeyhin huzuruna gelen müridin, sol elini sağ omuzuna, sağ elini de sol omuzuna sağ ayağının baş parmağını sol ayak baş parmağı üzerine koyarak hürmet ve saygı ifade eder bir vaziyette durmasıdır. Bu hareketin manası, müridin şeyhine: Elim, ayağım yok, baş eğik, şeyhime teslim olmuşum, demesidir.

    AYAK TÜRABI : Türab Arapça'da toprağı ifade eder. Mütevazi, sessiz, mahviyyet sahibi demektir.

    AYAKKABI ÇEVİRMEK : Tekke adabında, misafirlerin ayakkabıları, çevrilmeden çıkardıkları istikamette bırakılırdı. Bu, kişinin tekkeden çıkarken şeyhe arkasını dönmemesi içindir. Şayet ayakkabı çevirilirse bunun anlamı, git bir daha gelme, demekti.

    AYAN : Arapça, göz, pınar anlamına gelen "ayn" kelimesinin çoğuludur. Eşyanın İlâhî ilimdeki suretidir.

    AYAN-I SABİTE: Arapça, değişmez aynlar, özler demektir. Varlıkların Allah (c.c)'ın ilminde sabit olan ezelî hakikatları. Varlık âlemine çıkmadan önce, bunlar hakkındaki ilmi.

    AYDERUSİYYE: XV. asırda yaşamış olan Ebubekir el-Aydarus (ö. 1503)'a dayandırılan bir tarikat. Kübreviye'nin Yemen'deki koludur.

    ÂYET: Arapça'da burhan, alamet, nişan eser demektir. Kur'an-ı Kerim'in her bir cümlesi. Tasavvufta ise, birbirinden farklı gibi görünen şeylerin hakikat gözüyle bir ve bütün olarak görünmesidir. Çünkü bir anlamda, ayetler Allah'ın sıfatları olmakla beraber, zatının aynıdırlar.

    ÂYİN: Farsça'da tören, merasim, usul demektir. Usul ve ibadet tarzı. Zikir ve sema esnasında okunmak ve mutribde çalınmak üzere, muhtelif makamlarda bestelenen manzumedir. Ferahfeza, dügah ve rast âyini diye kısımlara ayrılmıştır. Bu anlamda âyin okuyanlara, âyin-hân denir. Mevlevihanelerde, tekkelerin kapatılmasına kadar, sema sırasında âyin-hânlarca okunan, ancak bestekarları unutulmuş ilahilere de âyin-i kadîm denilirdi.
    Bektaşîlerin dem olmak, gülbank çekmek, nefesler okumak şekliyle yaptıkları âyine ise, âyin-i cem denir.

    ÂYİN-İ EHLULLAH: Ehlullah'ın merasimi anlamında Farsça ve Arapça kelimelerden oluşmuş bir terkib. Şeyh ve halifesi tarafından yönetilen, müridlerin katılımı ile yapılan tarikat merasimleri. Bu terkib evliyanın ibadeti, adeti, ahlakı, meşreb ve zihniyeti için de kullanılır.
    Zikir merasimlerine, Mevleviler, sema veya mukabele; Celvetiler nısf-ı kıyam, Halvetiler darb-ı esma; Şazililer hadra; Kadiriler devran, Rifailer ve Sadiier zikr-i kıyam; Nakşbendiler hatm-i hacegan derler.

    AYNA-AYİNE : insan-ı kamilin kalbine, ayna denir.

    AYN: Arapça, pınar, göz vs. gibi anlamları taşıyan bir kelime. Araz olmayan. Kendi kendine var olan. Varlığı kendinden olan.

    AYNÜ'L-CEM GÜLBANGI : Mevlevî tarikatında şeyh ve dervişlerle, muhiblerin, âyin okunurken, kalkıp kol açmaksızın sema etmeleri.

    AYNE'L-YAKİN: Arapça, yakini görmeyi ifade eder. Gözle görmek yoluyla ulaşılan ilim.

    AYNU'L-ÂLEM: Arapça, âlemin gözü demektir. İnsan-ı kamil anlamındadır.

    AYŞ: Arapça, yaşamak demektir. Hak ile üns halinde olmaktan duyulan haz.

    AYYAR: Arapça, sözlük anlamı, atılgan gözü pek yılmayan, fedakar demektir. Abbasiler'de fedai bölüğüne denilirdi. Ayrıca fütüvvet teşkilatının seyfî, kılıçlı kısmıdır.

    ÂZÂD: Farsça özgür demektir. Dünya ve dünya ile ilgili bütün bağlardan kurtulup, manevi hürriyete kavuşmuş kişi.

    A'ZAMİYYE: İmam-ı Azam Ebu Hanife (ö. 767)'den sonra, adıyla bağlantı kurulan bir tasavvuf okulu.

    AZİMET: Arapça, kastetme, karar verme, ihtiyat ve ruhsatlardan uzak şer'i emirlerin ruhuna uygun yaşamak. Tasavvuf yolu. Mukabili ruhsat (kolaylık) yoludur.

    AZİZ: Mevleviler arasında Çelebi Efendi'nin dervişler arasındaki adı. Bu bakımdan kendisine "aziz efendimiz" diye hitab ederlerdi.

    AZİZAN: Nakşibendî sadatından Şeyh Ali er-Ramitenî'nin lakabı ve bu isimle anılan tarikatın adı. Hacegan tarikatı aynı anlamdadır.

    AZİZİYYE: Rifaiyye Tarikatı'nın bir koludur. izzeddin Abdulaziz b. Ahmed ed-Dirinî (ö. 1295)'ye izafe edilmektedir.

    AZRA: Arapça, dilber, bakire, kimsenin keşfedemediği ve vakıf olamadığı yüce hakikat demektir.

    AZUZİYYE: XIX. asırda Tunus'ta küçük bir alanda faaliyet gösteren bir tarikattır.
    [*B*



    BÂ: Varlıkta, ikinci mertebeyi teşkil eder. Bâ ile yaratılmışların hepsine işaret olunur.

    BABA: Ata manasınadır. Hürmete layık kişiler, yahut yaşlı adamlar hakkında kullanılır. Oruç Reis'e hürmeten Oruç Baba veya Baba Oruç denirdi. Bu kelimeye daha çok Selçuklular devrinde rastlanmaktadır. Ahmed Yesevi'nin Anadolu topraklarına gelmiş halifeleri ve müridleri için kullanılan bir terimdir. Tasavvufta, sülük yoluna giren, nefsini yenmiş topluma yararlı hâle gelmiş, yani nefsinde ölmüş, ruhunda dirilmiş kişiye baba denir. Bir sufînin mürşidi, onun mânevi babasıdır. Bu tâbir, özellikle, Bektaşî şeyhlerinin büyükleri için unvan olarak kullanılmıştır. Babalar pîr evinin "Eyvallah Kapısfnda yetiştirilir. Eyvallah, tam bir feragat demektir, teslimiyet ifade eder. Müridin, olgunlaşma yolunda bu kapıdan geçmesi gerekir. Burada bazı bedeni faaliyetlerde bulunulur: Kazmak, kesmek, dikmek, çapa işi yapmak vs. gibi. Bu şekilde derviş, Dede bağında üç yıl hizmet eder. Orada haline razı olarak ikâmet eder, yaptığı işler beğenilirse Büyük Baba tarafından kabul görerek, tekkede derviş olur. Bu kez, tekkede oniki buçuk yıllık uzun bir hizmet süresi söz konusudur. Bu süre sonunda, nasibinde varsa, babalık makamına nail olabilir. Baba tayininde kıdemden ziyâde, babalığa ehil olunup olunmadığı hususu önceliklidir. Baba olacak kişide bazı özellikler bulunması gerekir. Bu özelliklerin bazıları şunlardır: Hitabet güçlülüğü, mütebessim bir yüz, musikiye aşinalık. Bu şekilde yetişen baba, ya açılacak bir baba makamını bekler, ya da kendisine bir başka yerde tekke açmaya izin verilir. Baba adı taşıyan çeşitli yer isimlerinin bulunuşu, dikkat çeken bir başka husustur : Babadağ, Babaeski, Baba Nakkaş Köyü, Baba Burnu vb. yerler, hep buralarda yaşamış dervişlerin hatıralarını ismen yaşatan yerleşim birimleridir. Mevlevîler, mürşide baba demekte kibir gördükleri için, bu ifadeyi kullanmamışlardır. Bu sebeple "falan şeyhin müridi", "filan zâtın ihvanı", "şu şeyhin evlâdı" gibi ifadeler, Mevlevîlerin kullandıkları deyimler olarak görülür. Baba, çeşitli deyimlerin öğesi olarak yaygın biçimde kullanılmıştır. Bunları şu şekilde sıralamak mümkündür: Herhangi bir baba (mürşid), evladına karşı babalık vazifesi görmüyorsa, bu kişi hakkında "baba değil yaba", atasözü kullanılır. Veya bu zattan bahsedilirken; "iskele babası", "tırabzan babası", denir. İskele babası, geminin durması için gemiden ve iskeleden atılan kalın halatın sarıldığı kazığa denir.

    BABAİYYE: Abdülganî Pir Babaî (ö. 870/ 1465)'nin kurduğu bir tasavvuf okulu.

    BÂB-I RIZADAN AYRILMA : Hoşnutluk, memnunluk, razı olma kapısı mânâsını ifâde eder. Tasavvufta, bir müridin, maneviyat yolundaki rehberini ve arkadaşlarını memnun etmesi önemlidir. O, bu uğurda çeşitli imtihanlara maruz kalır, razı olur, isyan yoluna sapmaz. "Bab-ı rızâdan ayrılma", yahut "Allah, bâb-ı rızadan dür (uzak) etmesin" ifadeleri, hep bu yolda söylenmiştir.

    BÂB-I ŞERİF: Arapça şerefli kapı demektir. Molla Hünkâr Celaleddin-i Rumî'nin şimdiki türbesinin giriş kapısına verilen ad. Anlatılanlara bakılırsa, bir tarikat edebi olarak, eşiği öpülerek içeri girilir. Çıkarken de geri geri yürüyerek, sırtın, türbeye çevrilmemesine itina gösterilir.

    BÂBU'L-EBVÂB: Arapça, kapılar kapısı demektir. Tasavvufta ilk makamı, yani tevbeyi ifade eden bir tâbir. Kul, Allah'a yaklaşmaya bu kapıdan başladığı için, ilk kapıyı ifade etmek üzere kullanılır. Tasavvufi olgunluk yolunda yetmiş makam vardır : ilki tevbedir, sonuncusu kulluk (abdiyyet) tur.

    BACI-ANABACI : Kızkardeşe bacı denir. Kur'ân'a göre, inananlar kardeştir (Hucurât/10). Tasavvufta ise, yol kardeşliği önem arzeder. Bu nedenle tasavvuf yolunun yolcuları, birbirlerine, bu âyetten mülhem olarak "kardeş" dedikleri gibi, yoldaki kadınlara da "bacı" derler. Şeyhin hanımıysa "anabacı" yahut "hanım sultan"dır.

    BÂCIYÂN-I RÛM: Anadolulu genç kızlar teşkilâtı. Osmanlıların kuruluşuna tesadüf eden dönemde, çeşitli tasavvuf okullarına mensup kadınlarca kurulmuş olan bu teşkilât, askerî, dinî ve iktisadî alanlarda faaliyetler yürütmüşlerdi. Bu teşkilât; Orta Asya'dan göç ile Anadolu'ya gelen Türk boylarını misafir ederek, onlara bu yeni topraklarda ev sahipliği yapmıştı. Teşkilâtın kurucusu Evhadüddin Kirmanî'nin kızı, Ahi Evren'in hanımı Fatma Bacı'dır. Konya yakınlarında Ulu Muhsine ve Kiçi Muhsine adlı iki köyün, bu teşkilât mensubu iki kızkardeş tarafından kurulduğu söylenir.

    BÂCİYYE: Ebû Sa'îd Hallâf b. Ahmed el-Bâcî et-Temîmî (ö. 628/1267) tarafından kurulmuş bir tasavvuf ekolü.

    BÂD: Farsça rüzgâr demektir. Her fâni (ölümlü) için varlığı zorunlu olan ilâhî inayet.

    BADE: Farsça şarap mânâsına geldiği gibi, kadeh anlamına da kullanılır. Divân edebiyatımızda bu kelime, daima içki, şarap, sarhoşluk veren içecek anlamında kullanılmıştır. Tasavvufî sembolizmde, bade, aşk, zevk, ilâhî sevgi gibi mânâları ifade etmiştir. Ancak, Bektaşîler bu mânânın ötesinde, gerçek anlamda da kullanmışlardır.

    BÂDE-İ ÇÛ NÂR: Farsça, ateş gibi içki demektir, ilâhî ve kutsal nefes.

    BÂDE-FÜRÛŞ: Farsça, bileşik sıfat olup şarap satan demektir. Tasavvuf edebiyatında kullanılmış bir terimdir. Şeyh, mürşid karşılığında kullanılmıştır. Bektaşî geleneğinde, kıyamet günü kevserin sunucusunun Hz. Ali olacağını bildiren bir hadîse dayanılarak Hz. Ali, hammâr, bâde-fürûş, mey-fürûş sıfatlarıyla tavsîf olunmuştur.

    BÂDE-İ ELEST: Farsça-Arapça. Elest şarabı demektir. Elest toplantısında sunulan bade.

    BADİ: Görünen, her şeyin başlangıcı, ortaya çıkan gibi anlamları ihtiva eden Arapça ism-i fail. Hakk'ın tecellisi ve ortaya çıkışı. Muayyen bir vakitte, insanın içinde bulunduğu hâle göre, kalbinde ortaya çıkan tecelli, orada bulunan diğer şeylerin hepsini siler, yok eder.

    BÂD-I SABA: Farsça-Arapça bir terkib. Sabahları doğudan esen ve güllerin açılmasını sağlayan latîf rüzgâr. Ruhaniyet doğusundan gelen Rahmanı kokular. "Rahman'ın nefesinin Yemen'den gelmekte olduğunu hissediyorum" hadisi ile buna işaret olunur.

    BÂD-I DEBUR: Farsça-Arapça. Sam yeli. Batıdan doğuya eser, nebatata zarar verir. Nefsin azgınlığından kaynaklanan şer'î hükümlere aykırı olan istekler.

    BAĞ: Farsça bahçe demektir. Neşeli ruhanî âlem.

    BÂDİYE: Arapça çöl, ova demektir. Varlık âlemi ve bu âlemdeki engeller.

    BAĞDAD GÜLÜ : Kadirî tarikatı tâbirlerindendir. Şeyhlerin başlarına giydikleri tacın üzerinde, içice üç daireden oluşan ve gülü andıran yuvarlak parçaya, Bağdad Gülü denirdi. Genel olarak güller, bir daire onsekize bölünmek ve altışar altışar ipekle birbirine birleştirilmekle dikilirdi. Bu gülün kenarı, şirâze tarzında örme yapılırdı. Bu gülün rengi hususunda belirli bir kayıt olmamakla beraber, yeşil üzerine beyaz ibrişimle işlenirdi.

    BAHAR: Farsça. Türkçe'de de aynı anlamda kullanılır. Müridin murakabe, vecd ve istiğrak hâlinde ruhî âlemlere dalarak, mânâları idrâk etmesi ve rûhaniyyetin zuhur etmesi olayına bahar denir.

    BAHÇIVAN, BİR GÜL İÇİN, BİN DİKENE HİZMET EDER : Burada gül, mürid; bahçıvan da onu yetiştiren mürşiddir. Hakiki mürid bir gül gibi çok zor yetişir. O güle yetişsin diye hizmet eden şeyh, onunla beraber gül olamayacak kapasitede dikenlere de hizmet eder. Yani, yetişmeye kabiliyetli olmayanlara da hoş görü ile muamele ederek onları etrafından kovmaz, onların sivriliklerine katlanır.
    Bağ-bân bir gül için bin hara (dikene) hizmetkâr olur.

    BÂHDADİYYE: Abdullah b. Bahdâd'a nisbet edilen bir tasavvuf okulu. Yemen'de yaygındır.

    BÂHERZİYYE: Seyfüddin Sa'îd b. el-Mutahhar b. Sa'îd el-Baherzî (ö. XIV)'nin kurduğu bir sûfiyye okulu.

    BAHR: Arapça. Deniz demektir. Bu terimden türemiş "Bahriyyun bilâ Şâti", kıyısı olmayan umman, yahut çok büyük okyanusa mensub kişi manasını ifade eder. Tasavvufta ise, Allah'ın tecellîlerinin, Rabbanî açılımların, ilâhî hakikatlarm bütün insanlara ma'rifetler şeklinde, sel gibi devamlı aktığını belirtmek üzere kullanılır. Bir kısım sûfiyye bu kanaati taşırken, bir kısmı bu görüşe iltifat etmez ve avamın ilminin mahdud olduğunu ve onlara Allah'tan kesintili olarak geldiğini savunur. Bu durumda tam bir yönelişle Allah'a yönelmeleri, O'nu sürekli hissetmeleri , O'na sevgi ve saygıyla dolu olarak ihlâsla amel etmeleri sebebiyle ariflere gelen ilim açılmalarının sonu yoktur. Ve bu kesintili de değildir. İşte bu şekilde sınır tanımayan şeyler hakkında, "sahili olmayan umman" tabiri kullanılır. Bir sûfi, kendisine gelen bu sürekli fütuhatla, Allah'a yakınlığı muhafaza eder. Özet olarak söylemek gerekirse, Allah'ın arif kuluna gönderdiği ilhâmî bilginin sınırı yoktur. Mutasavvıflar bu görüşlerini şu ayet-i kerime ile pekiştirirler : "De ki Rabbimin kelimelerini yazmak üzere, denizler mürekkep olsa ve bir o kadarını da katsak, Rabbimin kelimeleri tükenmeden denizler tükenirdi. (Kehf/109).
    Allahü Teâlâ'nın ilmi kesilmez ve sona ermez. Şu âyet-i kerimelerde tavsîf ettiği gibi, O, kıyısı olmayan bir denizdir : "Eğer yer yüzündeki ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa ve yedi misli deniz de yedekte bulunup yazılsa, yine de Allah'ın sözleri bitmezdi. Doğrusu Allah güçlüdür, hakîmdir" (Lokman/27). Yine başka ayetlerde : "Sizin yanınızda olan biter, Allah'ın katındaki bitmez, süreklidir" (Nahl/96) ve "Doğrusu bu verdiğimiz rızıklar tükenecek değildir" (Sâd/54) buyurulur.

    BAHR-I CÛD: Arapça, cömertlik denizi demektir. Hakk'ın lütuf ve ihsan denizi.

    BAHREYN: Arapça, iki deniz demektir. Vücûb ve imkân alanı, zorunluluk ve cebr (zorlama) dairesi ile irâde ve ihtiyar dâireleri. İnsan irâdesinin etkili olduğu alana, imkân dairesi, cebrin (zorlamanın) egemen olduğu alana da vücûb dâiresi denir.

    BAHR-I BÎ-PÂYÂN: Arapça-Farsça bir terkip olup kıyısı bulunmayan okyanus, büyük deniz demektir. Zât-ı kibriyâ.

    BAHŞİYYE-İ HALVETİYYE: Halve-tiyye'nin ana kollarından Cemâliyye'nin bir ara kolu. Seyyid Muham-med el-Bahşî el-Halebî (d. 1038/1628) tarafından kurulmuştur.

    BÂ HÛŞÎ: Farsça, aklı başında olmak anlamında bir ifâde. Sekrin mukabili olan sahv (ayıklık) hâli.

    BAK: Arapça, devam eden, sürekli olan demektir. Tasavvufta, kendi nazlarını sona erdirip başkalarının hazlarıyla devam eden kişi, yahut nefsini sona erdirip, Hak ile bakî olan demektir. Bu kişi, menfaat elde etmek, gelen zararı savuşturmak için çaba göstermez. Nefsinin lezzeti için, sevap tamaıyla, ceza korkusuyla amel etmez. Ancak, Allah razı olur diye sevaba rağbet eder.

    BAKA: Arapça, ilk haliyle devam edip gitme, sona ermeyiş, bir halde sürekli oluş gibi manaları ihtiva eder. Tasavvufta da, kulun Allah'ın her şeyin üzerinde olduğunu görmesidir. Yine yapılan tariflerden biri şöyledir : Kulun kendinde olandan geçip, Allah'a ait olanla bekaya ermesi. Bu nebilerin makamıdır. Bakî; eşyanın tamamının kendisi için tek şey haline gelmesi ve tüm hareketlerinin Allah'a muhalefet değil muvafakat halinde bulunmasıdır. Bu, yasaklananın, emredilen gibi olduğu manasında değildir. Bunun anlamı, kulun üzerinde sadece Allah'ın razı olduğu ve kendisine emrettiği şeylerin cereyan etmesi ve bu meyânda hoşnutsuzluk göstermemesi demektir. Zira o, yaptığını Allah rızası için yapmakta, bu işinde âhiret veya dünya kaygısı bulumamaktadır. Sûfîler, bu mânâda olmak üzere, kişinin kendi özelliklerinden geçip, Allah'ın özelliklerinde bekaya ermesini esas olarak kabul ederler. Allah'la bakî olan kişi, nefsinde fenaya ermiş, nefsinden geçmiştir. Bir şey yaptığı zaman, nefsine menfaat temin etmek veya bir zarar geldiğinde ona engel olmak için yapmaz, sadece ve sadece Allah rızası için yapar.
    Mahv-ı mutlak oldun ise, varlığın buldu fena. Ger bekâ-yı Hak irerse, hükmeden sultana bak.
    Kaygusuz
    Bakâ'da, kulun kendi nefsinin kötü yanlarını, tasfiye etmesi ve iyi ahlak ile, yani Allah'ın razı olduğu huylarla süslenmesi söz konusudur. Buna Baka Billah denir. Sûfiler bunu, "bedenîvücûd kalkınca, Hakkânî vücûd onun yerine kâim olur" diye açıklamışlardır.
    Haremgâh-ı baka billahda hükm-i fena yokdur Kıdem mülkünde hadd-i ihtida vü intiha yoktur.
    Leskofçalı Gâlib

    BAKLAYI ÇIKAR AĞZINDAN BAKARA: Arapça, sığır demektir. Sûfiyyeye göre bu, nefisten kinayedir. Nefsde riyazete istidat kazanılınca, nefsin ıslah oluşu, ve nevasının sona erdirilmesi gibi durumlar ortaya çıkar. Nefs için koç kelimesi de kinaye olarak kullanılır. Ancak koç, riyazetten önce kullanılır. Aynı şekilde, nefse, bedene de (yani, büyük baş hayvan da) denir. Bu da sülûka girdikten sonra, nefs hakkında kullanılan bir kinayedir.

    BAKLAYI ÇIKAR AĞZINDAN: Yani ne demek gerekiyorsa, haydi çekinmeden söyle bakalım, manasında kullanılan bir deyim. Sır saklamasını bilmeyenlere de "ağzında bakla ıslanmaz" deyimi kullanılır.
    Baklanın açıklaması şöyledir:
    Tasavvufta, yeni derviş olmuş birisi, sufiliğe adapte olmaya çalışırken, ilk anda eski huylarını terkedemediği için münasebetsiz bir iş görüp, uygunsuz bir söz duyduğu zaman, hemen kötü kötü konuşur, eleştirirmiş, Şeyhi "derviş kardeş" demiş, "yolumuz edeb yoludur. Böyle kötü konuşma, bu huyundan vazgeç". Derviş "ne yapayım" demiş "fakir de istemiyorum ama ağzım alışmış." deyince, şeyh dervişe bir bakla vermiş. "Bunu" demiş "dilinin altına koy, kötü konuşacağın zaman ağırlığını hissetin mi vazgeç". Derviş "eyvallah" demiş baklayı dilinin altına koymuş. Gerçekten de kötü konuşacağı zaman, ilk heceyi söyler söylemez, baklanın yuvarlanışı, dervişi kendine getirmeye başlamış. Zaman geçtikçe de kötü konuşmaktan vaz geçmiş, ama yine de, ağzından baklayı çıkarmamış. Hafif yağmurlu bir gün şeyhiyle bir yere gidiyormuş, Şeyh önde, derviş bir adım gerisinde ve solunda yürürken, evin birisinin camı tıklatılmış, başını uzatan bir kadın "derviş babalar biraz durun" demiştir. Şeyh, "herhalde, ya bir hasta var nefes edilecek, ya da kadının bir problemi var soracak" demiş ve durup beklemeye başlamış, bir müddet sonra "yürü derviş kardeş" demiş şeyh, tam adımını atarken pencere yine tıklatılmış "Biraz daha durun" demiş kadın. Şeyh, "herhalde hastayı hazırlıyorlar, yahut kaç göç yüzünden hazırlanıyorlar" demiş, durmuş. Ama, yağmur sağanak haline gelmiş. Şeyh de derviş de sırılsıklam olmuşlar. Derken yine pencereye tıklatılmış ve kadın "haydi gidin artık" demiş. Şeyh "peki bacım, bizi niye beklettin" deyince kadın demiş ki : "Tavukları kuluçkaya yatırdım, sizin kavuklarınız büyük. Civcivler tepeli çıksın diye, size karşı yatırdım". Şeyh bu sözü duyunca, dervişe dönüp, "derviş kardeş" demiş, "çıkar baklayı ağzından". İslamda kötü söz konuşmak yasaklanmış iken bu şekilde zulme haksızlığa maruz kalanların, ölçüyü kaçırmadan sözlü olarak karşılık vermesi, Kur'an-ı Kerim'de de yer almış bir husustur : "Zulmedilmenin dışında Allah, açıktan kötü söz söylenmesini sevmez..." (Nisa/148).


    BURADAN BİR METEHAN GEÇTİ...

  4. #4
    Mete - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    25.Ağustos.2016
    Mesajlar
    450
    Mentioned
    10 Post(s)
    Tagged
    0 Thread(s)
    BAKIM EVİ : Bektaşî ıstılahlarındandır. Bektaşî tekkesindeki evlerden birinin, üstlendiği fonksiyon itibariyle aldığı ad.;

    BAL: Farsça kol, kanat demektir. Kalbin ilim ve irfanla parlatılması ve aydınlatılması.

    BALIM EVİ : Bektaşî tabiri. Hacı Bektaş Veli Tekkesi'ndeki evlerden birinin ismidir. Burası ayrı bir tekke halindeydi. Balım Evi babasının yanında, ayrıca babalar da vardı. Bunlar ayrı ayrı nasip vermezlerdi. Ancak, dışarı çıkarlarsa nasip verirlerdi. Tekke içinde hepsi dedebaba'ya bağlıydı. Bunlar mücerred (bekar) olurlardı. Balım Evi'nin son babası, "Japon Hasan Baba" idi.

    BALIM TAŞI : Kırşehir dolaylarında çıkan ve kendisinden oyularak vazo, masa, sürahi vs. gibi eşyalar yapılan balgamî tür taşa, Alevîler ve Bektaşîler "Balım Taşı" derler. Onlara göre bu taş, Balım Sultan'ın kerâmetiyle çıkmıştır. Teslim Taşı, Palheng gibi tarikat enstrümanlarının bir kısmını bu taştan imal ederler. Aynı zamanda, meydanda taht'ın önünde de bu taş bulunur ve babaya niyazdan sonra oraya da niyaz edilirdi.

    BALİĞ: Arapça. Bulûğa ulaşan, eren demektir. Bulûğda olgunluk sadece yaşça olur. Ancak olgunlukta buluğ, kulda ancak şu dört husus olgunluğa erdiği zaman teşekkül eder : 1. Sözler, 2. Fiiller, 3. Me'ârif, 4. Güzel ahlâk. Bunun Farsça çoğulu "bâliğân" dır.


    BÂLİŞ ZEDEN: Farsça iki kelimeden teşekkül etmiş bir ifâde. Yastık dövme anlamında. Yastığa çubukla vurup tempo tutmak ve semâ etmek.

    BÂM: Farisî dilinde bam, çatı anlamına gelir. Tecellinin ortaya çıktığı yere bâm denir.

    BANA BİR ADIM GELENE, BEN İKİ ADIM GELİRİM : Bu atasözü bir hadîs-i kudsînin mealidir. Allah şöyle buyurur : "Kul Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın yaklaşırım, Bana bir arşın yaklaşırsa, ona bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak gelirim. (Cami, c. II, s. 69) Halk, bunu genel manada kullanmış iken, sûfiler, Allah'a yaklaşma hususunda ele almışlardır.

    BANG-İ CERES: Farsça-Arapça iki kelimeden oluşan bu tâbir, zil sesi anlamına gelir. Kısa, kapalı fakat kahr özelliğine sahip İlâhî hitap.

    BARAN: Farsça, yağmur. Allah'ın her şeyi kuşatan rahmeti.

    BÂR-I EMÂNET: Farsça-Arapça'dan oluşan bu ifade, emânet yükü anlamınadır. "Elestü birabbiküm" (A'raf/173) hitabının yapıldığı ruhlar alemindeki toplantıda, Allah'a verilen söz ve buna bağlı olarak ortaya çıkan sorumluluk. Dağlar ve göklerin yüklenmekten kaçındığı bu emaneti, zalûm ve cehûl olan insan yüklenmiştir. Yani bu emanet, taşınması, yer ve göklerin bile tahammül edemiyeceği kadar ağır bir sorumluluğu ihtiva etmektedir (Bkz. Ahzab/72).

    BÂRGÂH: Farsça, sultan sarayı, izinle girilen yüce makam gibi anlamları olan bir tâbir. Allah'ın yüce huzuru. Bârgâh-ı İlâhî, bârgâh-ı İzzet, bârgâh-ı Celâl vs. gibi ifadeler, hep Allah'ın çeşitli açılardan yüce huzurunu belirtirler.

    BARİKA: Arapça, şimşek çakması veya şimşek gibi çakan anlamındadır. Cenab-ı Akdes'den gelir, bir anda parlar söner. Bu hal, keşfin açılmasının başlangıcı sayılır.

    BASAR: Arapça, görmeyi ifâde eder. Hakk'ın basarı kendi malumatının şühudu itibariyle, kendi zatından ibarettir. Her türlü noksanlıklardan münezzeh olan Allah'ın ayn'ı, ilminin ***esinin sonsuzluğu itibariyle Zâtından ibarettir. Çünkü O, Zâtıyla görülür. O'nun Zâtında sayı bakımından çokluk (adetlenme) yoktur. O'nun ilminin mahalli, aynı zamanda basarının da mahallidir. İlim ve basar iki sıfattır. Bu ikisi hakikatte birdir. Ancak, basarından murad, sadece kendi ilminin şehadet alemindeki tecellisinden; ve ilminden murad kendine ait nazarla, aynî ilimdeki idrâkten başka bir şey değildir. O, Zâtını Zâtıyla görür. Mahlûkâtını da Zâtı ile görür. Zâtı için rü'yeti, mahlûkâtı için olan rü'yetinin ayn'ıdır. Zira, basar, bir vasıftır. Fark ancak görülendedir. O, eşyayı devamlı görmektedir. O, bir şeye ancak dilediği zaman bakar. Eşya, O'na, kesinlikle perdeli değildir. Lakin O'nun nazarı, bir şeye ancak dilediği zaman ilişir. Hz. Peygamberin (s) "Allah'ın her gün kalbe şöyle bir nazarı vardır" sözü bu kabildendir. "Allah onlara bakmaz..." (Al-i İmran/77) ayeti bu şekilde değildir. Zira bu âyetteki nazar, Allah'ın rahmet etmesi manasınadır.

    BASİRET: Arapça. İdrak, firâset, kalb gözü ile görüş demektir. Tasavvufta, kudsiyyet nuru ile nurlanmış kalbin kuvveti olan basiret, Hakk'ın doğruya erdirmesi ile perdeyi açar, bu şekilde eşyanın hakikatleri ve içleri görülür. Buna, kudsî kuvvet denir. Bu, nefse nisbetle göz mesabesindedir. Nefis, o göz ile eşyanın zahirini ve dış şekillerini görür. Göze nisbetle basar ne ise, kalbe nisbetle basîret de odur. Gözlerin görmesine sebep olan ve görme kuvveti denilen rü'yet nuruna basar denildiği gibi, kalbin görmesine sebep olan ve lisanımızda kalb gözü de denilen idrak edici kuvvete, özellikle bunun zekâ, fetânet ve firâset adı verilen ve bir emr-i zahir ve bâtına dikkat ve nüfuz ile gereği gibi idrâk eder bir derecede açık ve parlak olması haline de basiret denir. Bu da ilâhî bir nurdur. Aynı şekilde maddî göz ile meydana gelen ve görmek denilen tam ve kamil idrâke basar denildiği gibi, kalp gözü ile hâsıl olan tam ve kâmil idrâke, ma'rifet-i mütehakkıka ve yakîniyye de basiret denir. Bundan başka beyyineye, hüccet ve burhana, şahideve dikkat ve iman ile ibret alınacak hidâyet sebeplerine de basiret denir. Zira bunlar idrak edici güçleri takviye eder, basiret ve tabassura sebep olur. Bu manaya göre basiret, evvelki mânâlara da şâmil olur. Çünkü basiretin kendisi, en büyük hüccet, en büyük şâhid ve beyyine, en büyük medâr-ı ibadettir. Ve onsuz hiç bir şey idrak olunamaz.
    Ger açık ise basiretin bak
    Gör sen de Hakka gitme ırak.
    Nesimî

    BAST: Arapça, tutukluk (kabz) halinin zıddı olan zihnî açıklık, kalbî rica, niyaz, yalvarma hali. Bast, hal olarak, kabul, lütuf, rahmet ve ünse işarettir. Recâ'nın zıddı havf olduğu gibi, bunun zıddı da, kabz'dır. Sûfî bast halinde her şeyi kuşatır ve herşeyde tesir ederken, hiçbir şey ona tesir edemez. Sufi önce, kabz'a, sonra bast'a maruz kalır. İleri makamlarda sûfîde kabz ve bast kalmaz, zira bu ikisi mevcudda (kendisinde varlık bulunanda) oluşur. Nefsinden fânî olmuş, Hakk'ın sıfatlarında süreklilik kazanmış kişilerde, kabz ve bast olayı vuku bulmaz, ibn Arabi bast'ı, sufînin eşyayı kuşattığı, eşyanın sufîyi kuşatamadığı bir hal olarak görür. Bu durumda olan sûfîye Allah, mahlûkla beraber iken bir genişlik (bast) verirken, içten kendisine ulaşmaya, yönelmeye bir kabz (tutukluk) ihsan eder. Bu durum mahlûkât için bir rahmettir.

    BAST Fİ MAKAMİ'L-HAFİ: Arapça. Hafî makamında genişlik. Allah'ın sufîyi mahlukla zahiren basta, bâtınen kabz'a maruz bırakmasıdır. Bu mahlûkât için rahmete vesile olur. Sufi bu durumda eşyayı kaplar. Onun her şeyde tesiri olur, hiçbir şeyin onda tesiri olmaz.

    BAST Fİ MAKÂMİ'L-KALB: Arapça. Kalp makamında genişlik. Bunun benzeri nefs makamındaki reca halidir. Lütuf, rahmet ve kurb ile ünsü kabule işarettir. Bunun zıddı kabz'dır.

    BAŞ AÇMAK: Tasavvuf kültüründe, bir işin tahakkuku arzu edilirse, Allah'a yalvarırken zillet, fakr ve mahv alâmeti olarak baştaki tacı çıkarma şeklinde bir gelenek vardır. Sultan Veled'in yağmur duası için türbeye başı açık girip dua etmesi, Ulu Arif Çelebi'nin bazı zaman başını açıp dualar yapması, Menâkıbu'l-Arifîn'de bu konuda örnek olarak gösterilir. Kaynaklardan eskiden suç işleyen kişinin, kendisini affettirecek durumda olana, kefen giyip, yalın ayak, başı açık gittiğini öğrenmekteyiz. Bu konudaki espri, bir şey isterken kabulü için mütekebbir olmadan, boyun bükük ve zelîl bir halde bulunmakdır. Allah mütekebbirleri sevmez.

    BÂ ŞER'-BÎ ŞER': Farsça ve Arapça'dan müteşekkil bu tabirler, şeriatlı ve şeriatsız anlamlarına gelirler. İslam'a sıkı sarılan tasavvuf sistemleri, genel olarak Hak tarikat adını alırken, İslamdan uzak olanlara da rafızî, heretik, bâtıl tarikatlar denir.İlkine bâ şer', ikincisine bî şer' denir.

    BAŞ GÖZÜ-GÖNÜL GÖZÜ: Bu ifadedeki baş gözü ile kasetedilen, insanda fizikî ve biyolojik olarak bulunan, bildiğimiz gözdür. Ancak bu göz, sadece eşyanın şeklini görmeyi sağlar, görülen şey üzerinde, anlama, yorumlama, istidlal yapma vs. gibi değerlendirmelerde bulunamaz. Buna kalb gözü, can gözü de denir. "Bu sözü can kulağıyla dinle", "sen ona can gözüyle bak da gör" gibi sözlerde kastedilen budur. Baş gözü diye bir tâbir bulunmasına rağmen, baş kulağı şeklinde bir deyim görülmemektedir.
    Yunus, imdi sen Hakk'a er,
    Dün ü gün gönlün Hakk' a ver
    Gönül gözü görmeyince
    Hiç baş gözü görmeyiser.
    Yunus Emre

    BAŞ KESMEK : Ahîler, Mevleviler ve Bektâşîlerde, sağ ayağın baş parmağını, sol ayağının baş parmağı üstüne koymak, eller düz ve parmaklar açık olarak sağ kol, sol kolun üstüne gelecek şekilde, elleri omuz başlarına çaprazvarî götürmek, sonra da belini
    bükmemek şartıyla başını öne doğru göğse eğmek, böylece sonra da belini bükmemek. Başkesme olayının kısa tarifi budur. Baş kesme; şeyhin, tarikat büyüklerinden birinin huzurunda, bir velînin türbesinde yapılır. Türk kültür çevresinin saygı anlayışı sınırları içinde oluşmuş bir tarikat edebidir. Bu saygının takva ile yakından irtibatı vardır. "Kim Allah'ın şeâirine ta'zim ederse, bu, kalbin takvâsmdadır." (Hac/32), "Safa ve Merve, tazimi gerektiren şe'âirdendir". (Bakara/158). Bu ta'zim şirk değildir, tıpkı meleklerin bir insana (Hz. Adem ) secde etmesi gibi. Kendilerini Bektaşî saydıkları için Yeniçerilerin selamları da bu şekilde idi.

    BAŞ KOYMAK : Bir şeyin olması, yahut olmaması için canını, başını verircesine kendini ortaya koyup çalışmak anlamına gelir. Şâhîn'in,
    Evvel eşiğine koydum başımı İçeri aldılar, döktüm yaşımı Erenler yolunda gör savaşımı Koç kurban dediler, inana geldim. Dörtlüğünde olduğu gibi maddî anlamda "eşiğe baş koymak" tarzında söylemekle birlikte "ben bu yola baş koydum" tarzında manevî anlamda da söylenir. Eşiğe baş koymak, teslimiyet manasınadır. Nakşbendîlik tarihi içinde, şeyhine bağlılığını göstermek üzere, bütün bir gece kar altında, onun kapısının eşiğine başını koymak, tasavvufî bağlılık ve sadâkat misali olarak gösterilir.

    BAŞ OKUTMAK : Eskiden, ocak denilen, ve çeşitli hastalıklara okuma yolu ile biiznillah şifâ sağlama, halk arasında yaygın bir uygulama idi. işte bunlardan biri de, yarım baş ağrısı, tam baş ağrısı gibi, geçmek bilmeyen rahatsızlıklar için hastanın başına çeşitli Kur'an-ı Kerim âyetleri okuyup üflemek şeklinde uygulanırdı ki buna, baş okutmak denir.
    Bir de, Bektaşî kültüründe baş okutmak vardı ki, o da şu şekilde idi: Bektaşîler hicrî aylardan Safer çıktıktan sonra, bir cuma gecesi şeyhinin ve ihvanının huzurunda onlardan hoşnutluk, rızalık talebinde bulunur. Meydanın ortasında, "dar" denen yere gelir, başındaki tacı, yahut arakıyye denilen başlığı çıkararak, sağ elinde tutar ve niyaz durumunda, yani başkeserek şu ifadeleri (tercemân) okur: "Allah, Allah, Muhammed (s) Ali divanında erenler meydanında, pîr huzurunda, elim erde, yüzüm yerde, özüm darda, erenlerin dâr-ı Mansur'unda, canım kurban, tenim tercemen, bu fakirin elinden, dilinden ağrınmış incinmiş can karındaşı varsa dile gelsin, bile gelsin, hakkını Hakk'ından dilesin, Hak'tan gelen hakkıma razıyım. Allah eyvallah".
    Baba, salavât verip ihvandan râzılık diler, onlar da oturdukları yere niyaz ederler. Yani eğilip, yeri öperler, ki bu, razı olduklarını bildirmektedir. Bunun üzerine o can (yani derviş), babaya gidip niyaz ederek arakıyyesini (başlığını) yahut tacını verir. Baba'da onu tekbirler, böylece o can (derviş), bey'atini yenilemiş olur. Bu törene "baş okutmak" denir. Alevilerde bu törene "görgü sorgu" derler. Dede, kış mevsiminde müritlerinin oturduğu köylere gider. Cuma geceleri toplantı yapılan evlerde, her mürit yukarıdaki şekilde râzılık diler. Böylece bey'atini yeniler. Eğer tarikat edebine aykırı bir iş yapmış, yahut bir kusur işlemiş ise, ona karşılık, kendisi için takdir edilen cezayı kabullenip çeker.

    BAŞ YARILIR BÖRK İÇİNDE, KOL KIRILIR KÜRK İÇİNDE : Börk Türkçe bir kelimedir. Başa giyilen, kenarı pamuk yahut yün tüylü külah demektir. Aynı inancı taşıyan, aynı yolun yolcusu olanlar arasında, dışarıda duyulmaması gereken bir olay vuku bulursa, bunun gizli tutulması gerektiğini belirtmek üzere, "baş yarılır börk içinde, kol kırılır kürk (veya yen) içinde" denilir. Bu ifade "Baş yarılır fes içinde" diye değişime uğramıştır.

    BÂTIL: Arapça, hakikat olmayan şey mânâsına gelir. Yani esassız, boş şey demektir. Tasavvuf ıstılahında Hak'dan ***rı, adem olan mâsivâ demektir. Sûfîler bâtılı inkâr etmezler. Yani batıl vakıa olarak daima vardır ve olagelmiştir, şeklinde kabul etmişlerdir. Bu sebeple yok sayılmaz, varlığı olan fakat değerlendirmeye tabi tutulduğunda olumsuz görülen bir şeydir. Sufilerden bazıları Allah'ın Hadi (hidayete erdiren), bazıları da Mudili (sapıttıran) isminin mazharı olurlar. "Eşya zıddıyla bilinir, ortaya çıkar" kuralınca, batıl, Hakk'ı bilmeye vesile olarak kabul edilir. Ebû Medyen Mağribî : "Bâtılı inkar etme, zira o bâtıl, Hakk'ın zuhuratından ba'zısıdır." der. Ve bu sözle Hakk'ın bâtılla daha kolay bilineceğine işaret eder. Hakk'ın ***risinin, gerçekte vücûdu yoktur. Vücûd, ancak Hakk'a mahsus olmak itibariyle bâtıl hükmünü almıştır. Muhyiddin Arabî, "bâtıl, ademdir" der.
    Aks-i mir'ât-ı hakikattir nukuş-ı kâinat Hûb-ı zişti bir görür dide-i hakbînimiz
    Eşref Paşa
    Yani: "Kâinatın nakışları, şekilleri hakikat aynasının yansımasıdır. Hakk'ı gören gözümüz, bu yüzden güzeli çirkini bir görür".
    Şair Lebîd de şöyle der: Allah'tan ***rı herşey bâtıldır Ve her nimet, şüphesiz zaildir.


    BURADAN BİR METEHAN GEÇTİ...

  5. #5
    Mete - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    25.Ağustos.2016
    Mesajlar
    450
    Mentioned
    10 Post(s)
    Tagged
    0 Thread(s)
    BÂTILA EYVALLAH DEDEM : Tasavvuf! yolda, razı oluş, yani teslim oluş vazgeçilmez, esasî bir şarttır. Bu "eyvallah" sözüyle ifâde edilir. Ancak bu teslimiyet, miskinlik mânâsında değildir. Buradaki bâtıl kelimesi ile, gerçeğe, islam'a, tasavvuf yoluna aykırı olan, nefisten kaynaklanan şey kastedilir, işte bunlara karşı durmak, tasavvufî yolun esasını teşkil eder. "La tâate li-mahlûkin inde ma'siyeti'l-Hâlık" (Allah'a isyanın söz konusu olduğu yerde, kula itaat olunmaz) (Cami, c. II., s. 192-3) hadisinin bir başka şekilde ifâdesi olan bu söz, Hakk'a teslimiyetin sembolü haline gelmiştir.

    BÂTIN: Arapça. İç, öz, gizli gibi anlamları vardır. Dış anlamına gelen zahir kelimesinin zıddıdır. el-Bâtın, Allah'ın güzel isimlerinden biridir. Alemin tümü Hak'tır. Zuhuru da âlemden ibarettir.
    Allah, bu âleme göre zâtı itibariyle el-Bâtın'dır. Kur'an-ın, zahirî ve batınî manasının olduğu hususunda ittifak vardır. Sadece batınını kabul edip, zahirini te'vîl edenlere batınî denir. Aynı şekilde islam'ın namaz, oruç gibi emirlerinin vaz'ında da bir takım hikmetler bulunduğunu kabul eden tasavvuf ehli, şeriatın içyüzünü bilme yolunda oldukları için kendilerini "bâtın ehli" sayarlar. Ancak, şeriatın içyüzü dediğimiz bu hususların, kitap okumakla değil, öz doğruluğu ve Allah'a teslim olma sonucu bilinebilir. Bu bakımdan bu bilgi, gizli bir bilgidir, ve bu bilgiyi bilenler de gizlidir. Bir de Bâtıniyye Mezhebi vardır ki, bunlara göre, Kur'ân hükümlerinin hepsi de, âlemin nizamını sağlamak içindir, olgun kişiler bu düzeni sağladığı içindir ki, bizler cennet ehliyiz, cennetteyiz, ibadet kaydından, bağından kurtulmuşuz, derler. Ancak sünnî tasavvuf okullarının tamamı, bu görüşleri şiddetle reddederler, hatta müslüman saymazlar. Onlara göre, bunlar bâtın ile bâtılı birbirine karıştıran sümüklü tasavvuf erbabıdır ve reddedilmiştir.

    BÂTIN KILICI, BÂTIN OKU : Manevî olarak edebe getirilme işine ve evliya sillesine bu ad verilir. Zulmeden biri, umulmadık, beklenmedik bir derde maruz kalınca, ansızın gelen bu gibi acı olaylar, "erenlerin bâtın kılıcına uğradı", "bâtın okuna geldi" gibi deyimlerle açıklanır. Yani bu deyim, umulmadık anda, tahmin edilmeyen yerden gelen musibetler için kullanılır.

    BÂTINİYYE: İslam'da bir mezheb. Her nassın bir dış yüzü, bir de iç yüzü olduğunu, dış yüzün kabuk mesabesinde bulunduğunu, bu yüzden nassın özünün, iç anlamının mühim olduğunu, kabuğu aşıp, o öze ulaşmak gerektiğini savunan bu grup, İslam'ın resm denilen ibadet ve mu'âmelâtını ihmal ettikleri için, sapık, heretik ve bâtıl sayılmışlardır. Bunlar, haramları helâl saydıkları için ibâhî adını da almışlardır.

    BATN: Arapça, karın, iç vs. gibi manaları ihtiva eder. Zahr, Kur'ân'ın lafzı, batn ise te'vilidir. Yine, kıssa şeklen zahr iken, ondan alınacak nasihata batn denmiştir. Kur'an'ın tilavetine zahr, okunan âyet üzerinde düşünmeye batn denir. Yine, iman
    edilmesi vacip olan münezzel kitap Kur'an zahr iken, onunla amel etmek, batn olarak değerlendirilmiştir. Bu kelime diğer ilimlerin ıstılahında, nesepte derecelik ifâde eden, soy, evlât, torun, torunun torunu gibi mânâlar için de kullanılır, insanın karnına, Arapça'da batn denmiştir.

    BATTAL: Arapça'da işsiz güçsüz anlamındadır. Geçimini tekkeden sağlayan işsizler için kullanılan bir tabir. Tekkeler sosyal bir fonksiyon olarak, işsizlerin iaşesini sağlama durumundaydı. Bu bir sosyal güvenceydi.

    BÂVEYSİYYE: Ebû Ya'kû el-Baveysî'nin kurduğu bir tasavvuf okulu olup, Zerrûkıyye'nin kollarından biridir.

    BAYRAMİYE: Halvetî tasavvuf geleneğine bağlı Safeviyye'den doğmuştur. Hacı Bayram Velî (öl. 833/1429-30) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu. Daha sonraki tarihinde, Şemsiyye-i Bayramiyye, Melâmiyye-i Bayramiyye, Celvetiyye gibi kollara ayrılmıştır. Anadolu'da, günümüzde hâlâ varlığını sürdürmektedir.

    BÂZ: Arapça yırtıcı Doğan kuşuna derler. Allah, uyarmak istediği kullarının üzerine, avcı niteliğindeki Doğan kuşu gibi olan velîlerini salar. Bunlar, avı yakalar, sülük ettirir. Mevlâ'sının önüne bırakır, yani hedefe eriştirir. Abdülkâdir Geylânî, Seyyid Ahmed Rıfaî, Hoca Bahâeddin vs. gibi büyük sufiler için el-Bâzü'l-Eşhel tâbiri kullanılır ki, bu, tuttuğunu koparan Doğan kuşu demektir. Adı geçen zatların manevî gücünün çok fazla olduğu, bu tâbirle açıklanır. Yani, maneviyatta üstün güç sahibi veliler, ellerine geçen avları, sahipleri olan Allah'ın huzuruna getirip bırakırlar.

    BÂZÂR: Farsça olan bu kelime, Türkçemiz'de de aynı anlamda "pazar" şeklinde kullanılır. Kesrette vahdet denilen, Bir'in, çoktaki görünüşüne bâzâr denir.

    BÂZU: Farsça. Pazı şeklinde Türkçe'de kullanılır olmuş bir kelimedir. Tasavvuf ıstılahı olarak, vecd ve istiğrak ile kendisinden geçmiş olan derviş veya ilâhî kuvvetin görünmesi şeklinde tarif edilmiştir.

    BÂZ-GEŞT: Nakşbendî ıstılahındandır. Nefy-ü isbât dediğimiz, bir tek nefesde, tefekkür? olarak 21 adet "la ilahe illallah" zikrinin çekilmesinden sonra, zikreden dervişin soluğunu bırakırken, zikrettiği şeyin mânâsı üzerinde tefekküre dalması, ve "ilahi ente maksûdî ve rıdâke matlûbî" (Allah'ım maksudum ancak Sen'sin ve matlûbum ancak Sen'in rızandır) diyerek tefekkürde derinleşmesi olayına bâz-geşt denilir. Bu uygulamadan ***e, zikreden sûfînin kelime-i tevhîdin mânâsını şuur altına iyice yerleştirmesi ve onu hayatının bir parçası hâline getirmesidir. Bu sır, bilinç altında o şekilde yer eder ve dervişin ayrılmaz bir parçası olur ki, sonunda o dervişin gözünde, Allah'ın varlığından başka bütün varlıklar silinir, her yerde Hakk'ı görür ve bilir hâle gelir. Nakşîliğin en önemli esâslarından birisi işte budur : Yani, zikrettiği şey üzerinde tefekküre dalmak, zikrettiğinin mânâsını düşünmekle, zâkir'in Mezkûra (Allah'a) ulaşmasıdır.

    BECELİYYE: Kadiriyye tarikatının Muhammed b. Hüseyin el- Becelî tarafından kurulmuş olan bir kolu.

    BEÇÇE: Farsça bebek demektir. Can alan ve gönül yakan ayyüzlüler.

    BED: Arapça başlamak demektir. Tasavvufta isim ve sıfatların tahakkuku demek olup bu, insan berzahlarının ilkidir.

    BEDEN : insanın maddi vücudu. Kesif cisim.

    BEDEL KERDEN: Farsça değiştirmek, vazgeçmek anlamında bir mastar. Hedef olmayanı bırakıp, esas maksada yönelmek.

    BEDEVİ TOPU : Bedevi tarikatında dervişlerin, zikrin en ateşli bir zamanında, ulaştıkları aşırı etkilenme sonucu, etrafa büyük bir heyecan halinde sundukları âyin. Bu esnada müridler hep birlikte bir yerde toplandıkları için, zikrin o aşamasına, bu isim verilmiştir.

    BEDEVİYYE: Tanta/Mısır'da Ahmed-i Bedevî (ö. 675/1276) tarafından kurulan Şâziliye şubesi.

    BED-NÂMÎ;BED-NÂM: Farsça, kötü ün sahibi anlamında bir ifade. Melâmet mertebesi ve hali. Başkasının kınamasına aldırmadan, Allah'ın rızasını hedef alan Melâmi meşrebliler, insanların övgü ve yergisine aldırmazlar.

    BEDR: Arapça, dolunay demektir. Güneş, 14 günlük ayda ışığını nasıl tam olarak yansıtırsa, Allah da esmasını en mükemmel olarak halifesinde yansıtır. Yani bedr, halife demektir.

    BEDRİYYE: 1. Sühreverdiyye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu. 2. Şeyh Bedreddin-i Simavî (ö. 1420)'ye dayandırılan bir tasavvuf okulu.

    BEHÂİYYE: Sühreverdiyye'nin altı şubesinden biri.

    BEHİME-BEHÂİM: Hayvanlar anlamında, Arapça bir kelime. Nefs, tasavvufta bir yönüyle hayvanidir. O yöndeki istekler, behimî olarak vasfedilirler.

    BEHLUL: Saf anlamında Farsça bir kelime. Meczub, cezbesine mağlub, akıl nuru kısmen veya tamamen yanmış kişi. Harun Reşid'in kardeşi Behlül Dana buna örnek teşkil eder. Bu gibiler aslında deli değildir. Söyledikleri uyarıcı vecizeler, hikmetle doludur. Akıllı deliler (ukalâ-i mecânîn) denilen grup işte bunlardır.

    BEKKÂİYYE: Kâdiriyye'nin Sudan'daki kolu. Şeyh Ali el-Bekkâ (ö. 1271) tarafından kurulmuştur.

    BEKKİYE: Şaziliyye'nin Tunus'taki kolu. el-Bekkî et-Tunusî tarafından kurulmuştur.

    BEKRİYYE: 1. Halveti şubelerinden Karabaşi-ye'ye ait bir kol. Şemseddin Mustafa el-Bekri el-Mısrî (ö. 1749)'ye izafe edilmektedir.
    2. Şâzîliye'nin Vefâiye şubesinin koludur. Ebu'l-Mekarim Muhammed el-Bekrî (ö. 1586)'nin adına izafe edilmiştir.
    3. XVI. asırdan itibaren, Kahire'de sûfi şeyhlerine verilen isim.

    BEKTAŞÎ; BEKTÂŞİYYE: Bektaşî tarikatına mensup olan kişi. Bektâşiye tasavvuf okulu. XIII. asır'da Horasan'dan Anadolu'ya gelen Hacı Bektâş-ı Veli tarafından kurulmuştur. Esas itibariyle Ahmed-i Yesevî tarafından tesis edilen ve Türkler arasında kurulmuş ilk tarikat sayılan Yeseviye'nin tesirindedir. Hacı Bektaş-i Veli'nin Makâlât adlı eserine bakıldığında, şeriata gerçekten bağlı bir şahıs olduğu görülür. Bu eserde, şeriatta dört kapı ve kırk makam olduğu zikredilir ki bu kapılar, Tarikat, Şeriat, Marifet, Hakikat'tır. Ancak, başlangıçta şeriata sıkı sıkıya bağlı olan bu tasavvuf okulu, yapılan bazı müdahelelerle lâ-dinî unsurlar ihtiva eder hale gelmiştir. Böylece, Bektaşî lafzı, zamanla dinî emirlere karşı lâkayıt davranan kişiler hakkında kullanılır olmuştur.

    BEKTÂŞİNİN ÇAPASI, MEVLEVİNİN ÇİVİSİ : Bektaşî tekkelerine bağlı vakıflar pek az olduğundan, bu tekkelerde en önemli hizmet, tekke yakınında bulunan arazide ziraatle meşgul olmaktı. Bu da genellikle çapa ile olduğundan Bektaşî müridinin tekkede göreceği ilk iş, çapa kullanmayı öğrenmek olurdu. Mevlevîlerde ise semâ ön planda geldiğinden, dervişin ilk bellemesi gereken semâ idi. Semâ da, "semâ tahtası" nın üstünde belletilirdi. Bu tahtanın ortasında, ayak koymak için bir çukur bulunurdu. Ayağı sabit tutmak için de, çukur'un ortasında, müridin sol ayak baş parmağı ile orta parmağı arasında tutması gereken bir çivi, vardı. Semâ öğrenmek isteyen için bu çivi, oldukça önemli ve usulüne uygun şekilde yapması gerekli ilk iş olduğundan, tıpkı bektâşilerdeki çapa mesabesinde tutulmuştur. Böylece "Bektâşilerin çapası, Mevlevîlerin çivisi" deyimi ortaya çıkmıştır.

    BELA-BELVÂ: Arapça. Hastalık, sıkıntı ve kötülüklerle imtihan ediliş. Bela, Allah'a yakınlık durumuna göre artar. Cerirî "insan, çektiği çile kadar insandır" der. Yine hadis-i şerifte "biz nebîler topluluğu, insanların en şiddetli belaya uğrayanlarıyız" buyurulmuştur.

    BEKTÂŞÎNİN SIRRI : Bektâşîler, bir kimsenin tarikata girmesi sırasında yapılan ayine, diğer tarikat mensuplarını almazlardı.
    Diğer tarikatlardaki zikir ve semâ âyinlerine giriş serbest olduğu halde, Bektâşîlikdeki bu gizlilikten dolayı, "Bektaşî sırrı" sözü meydana gelmiştir.

    BEL BAĞLAMAK : Birine güvenmek, ümit bağlamak. Tasavvufta ise, tarikata girmek, ikrar vermek anlamındadır. Ahilikte bu tabir, "şedd bağlamak" anlamındadır. (Bkz. Şedd Bağlamak.) Bektâşîlerde ise, muhib olmak, tığbend kuşanmak, itaat etmek demektir.

    BEL-YOL : insanın neslini devam ettiren evlâd, sulbî evladdır. Bir mürşide intisap ederek, onun terbiyesi altına girerek adeta onun evlâdı mesabesinde olana ise, yol evladı denilmiştir. Böylece mürşid, adeta onun babası sayılmıştır. Nitekim, Yesevîlikte mürşide "ata", Bektaşi'lerde de "baba" denilmektedir. Belden gelen, bazen babasının yolunu tutmadığından ve babasının oğluna karşı zaafı bulunabileceğinden, bazı şeyhler terbiye için oğullarını bir başka şeyhe verirlerdi. Bu hareket tarzı, "Belden gelen oğlum değil, yoldan gelen oğlum" denilmek suretiyle atasözü haline gelmiştir.

    "BEN" DİYENİ İRŞAD MÜMKÜN DEĞİLDİR : Tasavvufta kişinin kendine değer vermesi, malı


    BURADAN BİR METEHAN GEÇTİ...

  6. #6
    Mete - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    25.Ağustos.2016
    Mesajlar
    450
    Mentioned
    10 Post(s)
    Tagged
    0 Thread(s)
    "BEN" DİYENİ İRŞAD MÜMKÜN DEĞİLDİR : Tasavvufta kişinin kendine değer vermesi, malını, mülkünü, makam ve mevki'ini ön plâna çıkararak Cenab-ı Hakk'ı unutması matlûb değildir. Bunun için benlikten geçmeyen, nefsini terbiye etmeyen, hep "ben" diyen, bu yolda manevî mesafe alamaz. Bu bakımdan böyle kişiler hakkında, "ene (ben) tahtına oturanı, irşad mümkün değildir" veya "ben diyeni irşad mümkün değildir" denilmiştir.

    BENANE: Kadiriyye'nin Dekken'deki bir kolu.

    BENDE: Farsça, köle demektir. Allah'a kul olmak. Mürid.

    BENEFŞE: Arapça, menekşe demektir. Kuvvetin etkili olmadığı nükte.

    BENLİĞİME LANET : Eski terbiyemizde, cemiyette "ben" diye konuşmak edebe aykırı sayılıp, nezaketsizlik kabul edildiğinden, bunun yerine, "bendeniz" veya "fakir" denilerek söze başlanırdı. Bu husus, özellikle mutasavvıflar arasında daha da önemliydi. Yanlışlıkla, söz sırasında ben denilirse, hemen arkasından, "benliğime lanet" sözü eklenirdi. "Eûzü billahi min ene".

    BERK: Arapça, pırıltı demektir. Tasavvuf yoluna giren "sâlik"e ilk görünen İlâhî ışık. Allah'ın, kulunu kendi yoluna davet etmek için kalbine vahyetmiş olduğu ilham.

    BER ÇÛ-SİM: Farsça, gümüş göğüs. Salikin tabiatına uygun düşen terbiye.

    BERHASTEN: Farsça. Ayağa kalkmak. Azmetmek, kastetmek, cezmetmek.

    BERK-İ SEBZ: Berk, Farsça yaprak: Berk-i Sebz ise, yeşil yaprak anlamında sıfat tamlamasıdır. Tasavvufta özellikle Mevlevîlikte, dergaha veya tarikattaki ihvanına ziyarete giden kişi, eli boş gitmez, hiç bir şey bulamazsa bile, bir çiçek, veya yeşil bir yaprak götürürdü.

    BERRANİ: Arapça, harici, zahirî demektir. Tasavvufa yabancı kişiler.

    BERZAH: Arapça, iki şey arasındaki engel ; iki denizin biribirine kavuşmasına engel olan kara parçası. Kur'an'da ise mevt(ölüm) ile haşr (tekrar dirilme) arasında geçen zaman.

    BERZAHİYYE: Melâmî ıstılahıdır. Melâmî Bayramîleri, tarikatlarına "turuk-ı berzahiyye" yani "berzah yollan" derlerdi.

    BERZAHU'L-CÂMİ: Toplayıcı berzah anlamında Arapça bir tamlama. Bütün berzahların aslı olan Allah. Buna Hazret-i Vâhidiyye, birinci berzah, veya en büyük berzah, "berzah-ı âzam", "berzah-ı ekber" denir.

    BERZENCİYYE: Kübreviyye'nin kollarından biri.

    BİŞR: Arapça, yüz gülümserliği. Yalnızlıkta ağlamak, insanların yanında güler yüzlü olmak, sufilerin ahlâkındandır. Yüzdeki tebessüm kalpteki nurun eseridir.

    BESMELE: Bismillahirrahmanirrahim'in kısaltılmışı olup her işe onunla başlanır ; onsuz başlanan işlerin sonu kesik olur. İbn Arabi, Allah'a göre "kün" (ol) ne ise, kula göre besmele de odur, der

    BEŞARET: Arapça, müjde demektir. Dostun dosta ilettiği müjdeli haber. Bu;
    1. Can çekişen salih kula cennet.
    2. Mahşerdeki hesapta kul'a rahmet müjdesi, şeklinde tecelli eder.

    BEŞLER : Kalpleri Cebrail (a)'in kalbi üzerinde bulunan beş veli. Beşlerin nefes ve ilimlerinin feyzi ile gönüller dirilir.

    BETÜL: Arapça, erkeğe şehvet duymayan kadın, dünyadan elini çeken kadın ve erkeğe veya, bakireye denir.

    BEVADİH: Arapça, içe doğan hisler ve bilgiler anlamındadır. ***bden ansızın kalbe gelen, kabz veya bast'a sebep olan hal.

    BEVVÂB: Arapça kapıcı demektir. Mevlana türbesindeki türbedarlara "bevvab" denirdi. Türbe kapısını açıp kapamakla görevli oldukları için, kendilerine bu ad verilmiştir. Osmanlıların son döneminde, okullarındaki kapıcılar da aynı isimle anılmıştır.

    BEVN: Arapçada ayrılık anlamındadır. Mukabili kevn'dir. Cüneyd, bu tabiri, muvahhidlerin sanki yoklarmış gibi, eşyada olmaları, ayrı değillermiş gibi eşyadan ayrı olmalarıdır, diye tanımlar. Çünkü onların eşyada bulunmaları, kendi şahısları ile, ayrılmaları da sırları iledir. Bu; sufiler dışlarıyla insanlarla, varlıklarla beraberken, içleriyle Allah'la birliktedirler, anlamına gelir.

    BEYABAN: Farsça, sahra demektir. Yol kesici, gaflette olma hali.

    BEY'AT: Arapça, "satmak" anlamına gelen "bey" den türemiştir. Mürşid'den el almak, ona söz vermek. "Seninle bey'atleşenler, gerçekte Allah'la bey'atleşmiştir. (Feth/10) âyeti, Rıdvan ağacı altında Sahabe-i Kiram'ın Peygamber Efendimiz (s)'e, ölene kadar uyup düşmanla savaşacaklarına dair söz vermeleri. Bey'at kelimesi, tasavvufa ıstılah olarak geçerek, Mürşidden el almak anlamında kullanılmıştır. Mürşid'in eli, elden ele Hz. Peygamber Efendimiz (s)'e kadar ulaşır. Bey'at, çeşitli tarikatlara göre şeklî bir takım farklılıklar arzeder.

    BEYT: Arapça, ev anlamına gelir. Bu kalptir. Beytü'l- Ma'mûr: Allah'ın yerden göğe yükseltip kendi nefsine tahsis ettiği mahaldir. Yere göğe sığmayan Allah, mümin kulunun kalbine sığar "mü'minin kalbi, Allah'ın evidir". Nur/36 ayetine göre mescidler de "ev" dir. Ka'be de Maide/97 ayetine göre, "ev"dir. Beyt, tarikat anlamında kullanılan bir ifadedir. Beytü'ş-Şaziliyye (Şaziliyye tarikatı).

    BEYTÜ'L-İZZE: Arapça, izzet evi. Hak'da fani olma hali ile cem makamına ulaşan kalptir.

    BEYTÜ'L-MUKADDES: Arapça, kutsallaşmış ev. Allah'tan başkasına bağlanmaktan kurtulmuş kalp.

    BEYTÜ'L-HARAM: Arapça, haram evi. Allah'tan başkasına yasaklanmış kâmil insanın kalbi.

    BEYTÜ'L-HİKME: Arapça, hikmet evi. ihlas'ın yerleşip karar kıldığı kalp.

    BEYTULLAH: Arapça, Allah'ın evi. Arifin, kâmil insanın kalbi, veya Ka'be. Kâmil insan bütün isimleri toplayan "Allah" isminin mazharı (ortaya çıkış yeri) olduğundan, bu hey'et-i mecmua ancak ona sığabilir. Bunun için gönüle "mir'ât-ı Hûda" derler. Sûfilere göre, gönül o kadar geniştir ki bütün kâinatı içine alabilir.
    Fuzûlî hâlâ olmaz sûret-i dil dost fikrinden
    Bu mânâda ki beytullah derler kalb-i mü'mindir.
    Fuzûlî

    BEYYÛMİYYE: Ali b. Şeyhü'l-Hicaz (ö. 1182/1768-9) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu.

    BEYZÂ: Arapça'da beyaz anlamına gelen bir kelime. el-Aklu'l-Evvel yani ilk Akıl. Zira, amâ'nın merkezi olup, ***b karanlığından ilk ayrılan şey beyzâ'dır. Feleğinin nuru en fazla olan yine odur. İlk aklın beyazlığı, ***bın siyahlığına tekabül eder. Varlığı yokluğuna tercih edildiği için ilk mevcud beyzâ'dır. Vücud (varlık) beyazdır, adem (yokluk) siyahtır. Ariflerin bir kısmı fakrı, kendinde her madumun tebeyyün ettiği beyaz olarak değerlendirirler. Her mevcud, siyahta ademe dönüşür. Onlar fakr'dan "fakrû'l-imkân"'ı kastederler. Melekler ve ruhlar âlemine de beyzâ denir.

    BEYZAVİYYE: Hicriyye'nin şubelerindendir. Hızır(a)'a nisbet olunur.

    BEZL: Arapça, cömertçe sarfetmek, harcamak demektir. Bir kimsenin, en son gücünün yettiği bir çaba ile Allah'a yönelmesi. Allah'ı tüm sevdiklerine tercih etmesidir. Bezl-i nefs, isar-ı nefs : Fedakarlık, Bezlu'l-Muhac : Çok sevilen şeylerin Hak uğruna seve seve harcanması. Bezl-i Gah : Bir şeyhin bağlılarına yardım sağlamak üzere, devlet adamları üzerindeki etkisini kullanması.

    BEZM-İ ELEST: Farsça ve Arapça iki kelimeden oluşmuş "Elest Toplantısı" anlamında bir tabir. A'raf suresi'nin 172 nolu âyetinde Allah ruhlara "Elestü bi-Rabbiküm" (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) sorusunu yöneltince ruhlar "Belâ" (Evet) dediler, işte bu toplantı, ruhlar bedene girmeden yapılmış, Allah ile ruhlar arasında "misak" (sözleşme) vukubulmuştu. Orada verilen sözün doğruluğunun sınanması için, Allah, ruhları bu imtihan dünyasına gönderdi. Şu anda bu sınavdayız. Allah ile ruhlar arasındaki sözleşmenin meydana geldiği toplantıya "Bezm-i Elest" yani "Elest Toplantısı" denir. Bezm-i ev edna : Yahut daha yakın olma toplantısı, anlamında bir ifade. Miraç'da Hz. Rasulullah (s)'ın Allah'a yaklaştığı son nokta ve orada meydana gelen toplantı. Hiçlik makamı.


    BİBERİYYE: Halil Develioğlu (ö. 1933) tarafından Tarsus'ta kurulmuş bir tasavvuf okulu. Halidiyye-i Nakşibendiyye'nin koludur.

    BİDAYET: Arapça, başlangıç anlamında bir kelime. Sülûkun başlangıcına bidayet, bu durumda olana da mübtedi (yeni başlayan) denir.

    BÎ-DÂRÎ: Farsça, uyanıklık anlamında bir kelime. Sahv, kendinde olma, sekrden uzak bulunma hali, kulluk mertebesi.

    BÎ-GÂNE: Farsça, yabancı demektir. Tasavvufi yolu bilmeyen ve bu sistemi tanımayan kişi.

    BîHANEGİ : Yabancılık.

    Bİ-HÛŞÎ: Farsça baygınlık, aklın gitmesi hali. Beşerî özelliklerin silinmesi durumu. Sekr halinde olan kişiye, bî-hûş denir.

    BİLEN BİLİR BİLİRİ, BİLMEYEN NE BİLİR BİLİRİ? BİLMEZ İSEN BİLİRİ, BULAGÖR BİR BİLİRİ : Bu tekerleme bilen kişinin gerçek sırrı ve vahdet âlemini bilebileceğini, bilmeyenin ise, bundan mahrum kalacağını ve bir bilene tâbi olup öğrenmesi gerektiğini anlatır. Bilmeyen talib, bilen ise Mürşiddir.

    BİLEN SÖYLEMEZ, SÖYLEYEN BİLMEZ : Vahdet sırrına vâkıf olan kişi bu sırrı söylemez. Şayet söylerse, bireysel zevkî bir tecrübe mahsûlü (sübjektif) olması dolayısıyla, o tecrübeyi zevk etmekten (tadmaktan) mahrum kalan kişi, anlatılanı anlamaz. Şeyh Sadi Şirâzi bu konuda şöyle der:
    Ey seher kuşu, aşkı pervaneden öğren O yanıp yakılan âşık can verdi de sesi bile duyulmadı Bu davaya düşenlerin onu istemekte haberleri bile yoktur. Haberi olana gelince, ondan bir daha bir haber bile gelmedi.
    Vahdet hakkındaki sözler, aynı zamanda tehlikeyi de bünyesinde bulundurur. Bu yüzden şeyhler, vahdetten bahsederken, bir başka kişiden duymuş gibi (yani nakil yoluyla) anlatırlar. Bayramîlerden ismail Ma'şûkî, Bosnalî Hamza Bali, bu konuda acı örmektirler.

    BİLMEK, BULMAK, OLMAK : Olgunlaşmanın üç merhalesi, "Kendini bilen, Rabbini bilir, fehvasınca, bir insanın olabilmesi için, kendini bilerek, tanıyarak, Rabbisini bulması gerekir.

    BÎ-MÂR, BÎ-MÂRÎ: Farsça, hasta, hastalık demektir. Tasavvufta, kalp huzursuzluğu, can sıkıntısı, aşk gibi anlamlarda kullanılır.

    BİNBİR DONDAN BAŞ GÖSTERMEK : Don kelimesi Türkçe olup, şekil sanat ve elbise anlamında kullanılır. Allah sonsuz gücünü, hikmetini, sayısız mahlûkatından ; vahdetini yine sonsuz varlıklardan ortaya çıkarır. Bu Allah'ın, gücünü, birliğini binbir don (şekil) dan göstermesidir.

    BİNBİR GÜN : Mevlevî tabiri. Yeni derviş, yapılan sohbeti anlamak üzere binbir gün hizmet eder. Bu hizmetin yapıldığı yer, mutfaktır.

    BÎ-NEVÂ: Farsça, âciz, zayıf, zavallı demektir. Tasavvufta acizlik, çaresizlik anlamında kullanılır.

    BÎ-NİŞAN: Farsça, nişansız, adsız demektir. Fena makamı, Zat-ı kibriya, La Ta'ayyün mertebesi.

    BİN KERE ALLAH DEMEKTEN BİR KERE EYVALLAH DEMEK YEĞ : Çeşitli olaylar karşısında Allah Allah diye şaşkınlık göstermek yerine, baş kesip eyvallah deyip Allah'ın kudretine teslim olmak anlamında bir atasözü.

    BİR ÇIPLAĞI BİN ZIRHLI SOYAMAZ : Buna benzer bir atasözü daha vardır: "Bir çıplağı kırk haramî soyamaz". Varlığına dayanan, benliğine güvenen, bilgisiyle büyüklenen kişi, dünyanın yükünü yüklenmiştir. Ama gerçek varlığa karşı yokluğunu bilen bilgili ise, bilgisiyle bilmediğini öğrenen, benliğini terkeden, her çeşit kayıttan sıyrılan kişi, tam anlamıyla yokluğa ulaşmış yani çıplak hale gelmiştir. Böyle kişilerin soyulacak bir varlığı kalmamıştır.
    Var imdi miskin Yunus, üryan olup gir yola
    Yüz çakallu gelürse yalıncağı soyamaz.

    BÎ-RENG, BÎ-RENG: Farsça, renksiz, renksizlik demektir. Arif renksizlik makamında her rengi görüp, bilip, değerlendirip, ona göre hareket eder. Zira o, fenada, "Allah'ın rengi" (Sıbgatallah) olan renksizliğe kavuşmuş, yetmiş iki milletin veya (meşrebin) dilini anlar ve konuşur hale gelmiştir. Renksizlikte bütün renklerin bulunduğu gibi, Allah'ın rengi olan renksizliğe ulaşmış sûfilerde de, her meşreb, her renk vardır. Mevlana resmini kırk defa yapmaya teşebbüs edip de yapamayan, daha doğrusu ressam gözüyle sabit bir yüz şeklini yakalayamayan Nakkaş Aynüddevle'ye, renksizliğini öne sürerek olayın, açıklamasını yapmış ve bu sözüyle, her an bir renkte olduğunu ifâde etmiştir. Bu makam, zirveyi gösterir. Zirvede ikiliğe yer yoktur. Orada sadece tevhid vardır. Bu yüzden orada hedef açısından "dinlerin birliği" gerçekleşmiştir.
    Cümle yaradılmışa bir gözle bakmayan
    Halka müderris ise hakikatte asidir.

    BİR ETEĞE PEK YAPIŞAN, MAKSÛDA (AMACINA) TEZ ERİŞİR : Bu söz, kâmil mürşide, tam ve mükemmel bir hüsn-i zan ile bağlanan kişinin, vuslata çabuk ereceğini ifade eder. Akşemseddin, Hacı Bayram-ı Velî'den 3-5 ay gibi kısa zamanda olgunlaşıp hilâfet beratı alınca, bu vuslata 30 yıldır erişemeyen diğer müridler merak içinde kalmışlardı. Bu merakı gidermek üzere, Hacı Bayram-ı Veli onlara "sıkı teslimiyet" açıklamasını yapmıştı. Konyalı Doktor Hulusi Baybal Beyefendi'nin çalışma masasının arkasındaki "âh teslimiyet!" levhası da bu espriyi yansıtır.

    BİR GÖMLEKTEN BAŞ GÖSTERMEK : Bektaşî tabiri. Musâhib olanlar hakkında söylenir. Tarikata bereberce giren iki derviş (can) tıpkı bir gömlekten, veya bir bedenden iki baş göstermiş gibidir. Canları, imanları ve ikrarları birdir. Bu kardeşliğe (birliğe) her zaman riâyet etmek zorundadırlar. Bu, islâm'daki kardeşlik espirisini anlamaya giriş mahiyetindedir.

    BİR HIRKA BİR LOKMA : Çok azla yetinmeyi, fakra surî olarak da bağlanmayı ifade eder. Hindistan'da Sühreverdîliğin bazı kolları, zenginliğe, varlıklı olmaya, kalpte fakr duygusunu korumak şartıyla karşı çıkmamış, hatta savunmuşlardır. Aynı görüşte olan diğer tasavvuf disiplinlerindeki bir takım şeyhler de, malın cepte olması, ancak kalpte bulunmaması gerektiğini söylemişlerdir. Hz. Peygamber (s), bir yaşam modu olarak fakrı tercih etmekle birlikte, zenginliği de yasaklamamıştır. Zira müminin dünyadan unutmaması gereken bir nasibi vardır. Ancak "mallarınız ve evlatlarınız sizin için bir fitnedir." (Tegâbün/15) âyetinin esprisini de geri plana atmamak icâbeder. Doğru olanı, kişinin malı esir almasıdır. Yoksa malın kişiyi değil... "Bir lokma" sözü çalışmayı değil, insanın hırsını sınırlamak için söylenmiştir.

    BİR GÖNÜLDE İKİ SEVDA OLMAZ : Bir kalpte hem Allah, hem de dünya sevgisi olmaz. Yüce Mevlâ Kur'an-ı Kerim'de "Allah bir göğüste iki kalp yaratmadı" (Ahzâb/4) buyurur. Bir kalple bir şey sevilir. O da Allah olmalıdır.

    BİR İÇİM SUYUN, YEDİ YOLUN HAKKI VAR : Susuza su vermek, yol bilmeyene yol göstermek, ihtiyaç sahibinin ihtiyacını gidermek, toplum hayatında ferdleri biribirine yaklaştırır. Neticede zengin-fakir arasında bir köprü kurulur, toplum huzurlu olur. işte bu yüzden, su sahiplerinin, yol bilenlerin, vazifelerini Hakk'a endeksli olarak yapmaları gerekir.

    BİRLİĞE İKİLİK SIĞMAZ : Bir tür şirkten kaçınmayı ifade eder. İç ve dışta varoluşa katılmak, bu şekilde sevinç ve üzüntülere iştirakte bulunmak. Bu katılıştan ayrılan, bütünden ayrı kalır, ikiliğe düşer.

    BİRLİK MAKAMI : Gönül birliğinin gerçekleştiği manevî menzil (durak) demektir.

    BİR SUÇLA ADAM ASILMAZ, BİR SÜRÇEN ATIN BAŞI KESİLMEZ : Yanılarak yapılan kusurların bağışlanması, tekrarlanması durumunda da cezalandırılması, bu sözle ifade olunur. Affedicilik fazilettir. Kur'an-ı Kerim'de (Ve'l-âfîne ani'n-nâs) "insanları affedenler" (Âli-imran/134) buyurulur.

    BİR ŞEM'A (MUM) Kİ ALLAH YAKA, HALK ÜFLESE SÖNMEZ : "Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Kafirler hoşlanmasalar da mutlaka Allah nurunu tamamlayacaktır" (Tevbe/32). Allah'ın yaktığı nur, inkarcılar ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, ne kadar liflerlerse Liflesinler, sönmeyecektir. Halikın yaktığı mumu, mahlûkun nefesi söndüremez. Bu atasözünde mum, kalp, Allah aşkı (veya iman) da nur (ışık) dur.

    BİR TAHTTA İKİ PADİŞAH OLMAZ : Burada taht, kulun gönlü, padişah ise çok sevdiği şeydir. Taht, yani gönül bir tanedir, onun için oraya bir padişah, yani bir sevgili oturabilir. O da Allah'tır. "Allah bir insanda iki kalp yaratmadı." (Ahzab/4)

    BÎRÛN: Farsça, dış, dışarı demektir. Dışta tahakkuk etmiş olarak gördüğümüz âlem. Bîrûn'un mukabili "derûn" (iç, içeri) dur.

    BİSÂT-I ÜNS : Üns yaygısı anlamında bir ifade. Allah'a yakınlığı gösteren üns makamı. Sûfilerin "bisat üzerinde dur, inbisattan sakın" ifadesi, Allah'ın huzurunda saygılı olmayı (bisat), laubalilikten (inbisat) uzak durmayı anlatır. Yani edebi gözeten sâlike, bisat ehli denir. Bisat'ta edepsizlik (inbisat) yapanı kapıya, orada edepsizlik yapanı da hayvanlara bakmak üzere ahıra gönderirler.

    BÎ-SER Ü PÂ: Farsça, başsız ve ayaksız demektir. Melâmiyyei Bayramiyye mensuplarının mezar taşlarına denir. Hacı Bayram-ı Veli'den sonra tarikatı; Şemsiyye-i Bayramiyye (Akşemseddin kolu), Melâmiyye-i Bayramiyye (Bıçakçı Ömer Dede Kolu) ve İnce Bedreddin'in kurduğu bir şube ile üçe ayrılmıştı. Bunlardan Melâmiler, devlet tarafından sıkı takibe alınmış, başta Oğlan Şeyh İsmail Ma'şûki ve Bosnalı Hamza Balî olmak üzere çeşitli şeyhler idam olunmuştur. Çok sayıda şehid verdikleri için, Melâmîler, özellikle Hamzavîler mezar taşlarını, başları kesik, kolları ve ayakları kırık olarak yapmaya başlamışlardı. İşte bu mezar taşlarına, "Melâmî Taşı" veya "Bî-Ser ü Pâ" (Başsız ve Ayaksız) denir. Bu, Melâmîlerin, başsız, elsiz, ayaksız olduklarını, yani canlarından geçtiklerini, kendilerini tamamen Allah'a teslim ettiklerini bildirir.

    Bİ'SET: Arapça, göndermek demektir. Tasavvufta açık ilhamla gönderilen vahyi ifade eder.

    BİSMİLLAH: Arapça, Allah'ın adıyla demektir. Bir işe besmele ile başlanırsa, o işin sonu kesik (ebter) gelmez (Cami, 2, 77). "Bismillah", (Rahmanirrahim) eklemeden kullanılırsa "buyur, haydi, söyle, gel, yürü, hazırım" anlamına gelir. Bir yere girileceği sırada, hürmet için birine "siz buyrun" yerine, "Bismillah" denildiği gibi, bir şey söyleyecek, bir şey yapacak kişiye de "söyle", "yap" yerine, yine "Bismillah" denir. Kendisine emir verilecek kişi, emri yerine getirmeye hazır bulunduğunu bildirmek üzere "Bismillah" der.

    BİSTAMİYYE: Ebu Yezid Tayfur el-Bistamî (ö. 261/874) 'ye nisbet edilen ve Tayfuriyye de denilen bir tarikat. Nakşî silsilesinde de yer alan Bayezid-i Bistamî, erken dönem Nakşibendiliğe adını vermiştir. Nakşbendîlik kronolojik sıralama içinde şu isimlerle anılmıştır : Sıddîkiyye, Bistamiyye, Nakşibendiyye, Ahrariyye, Müceddidiyye, Halidiyye.

    BÎ-ŞER': Farsça, Şeriata uymayan demektir. Mukabili "Bâ-Şer" (Şeriata bağlı) dir. Özellikle Hindistan'da şeriata uymayan tarikatlara "bî-şer", uyanlara da "bâ-şer" adı verilir.

    BOSTAN: Farsça, bahçe, bağ demektir. Genel ve özel, açık mahal. Fetih makamı.

    BOŞ GELEN BOŞ DÖNER, BOŞ GELEN BOŞ GİDER: Mürşidin huzuruna varlıktan soyunarak gelmek her türlü kibir, gurur ve nefsî davadan sıyrılarak gitmek gerek. Bu şekilde giden kişinin, mürşidinin duası ve himmet nazarıyla ruhuna sirayet eden nefis pisliklerinden kurtulacağı; dönüşte, varlığın yerini, yokluğun ve fakrın alacağı kabul edilir. Bu atasözü ayrıca, mürşide ve dostlara hediyesiz gitmemeyi öğütler. Zira Peygamber Efendimiz (s) "Hediyeleşiniz ki aranızda sevgi oluşsun" buyurur. Hediyesiz, boş gitmek, sevgi teşekkülüne mani bir husus olarak düşünülür.

    BOŞ KAP SES VERİR : Manevî olgunluğa ermiş kişi, laf yapmaktan kurtulur, artık hali ile konuşur. Hali elde edemeyen kişiler, boş kap gibi konuşma mübtelası olur, tın tın öter durur ki bu tiplerde hal gözükmez, yaşamak bulunmaz, konuşmalarında kalıcı etki görülmez.

    BU ALİYYE: Kadiriliğin Cezayir ve Tunus kolu.

    BU'D: Arapça uzaklık anlamına bir kelime. Kulun Allah'tan uzaklaşması ki bu, emir ve nehiylere uymamakla olur. Hak'tan uzak kalanlara "bâ'id" denir. Bu'd'un mukabili "kurb" tur.
    BU BİR KERVANSARAYDIR, KONAN GEÇER :Kervanların konup mola verdikleri yerlere kervansaray denir. Bu kelimenin doğru ifade edilmiş şekli "Karbânsaray" dır. Kervansaraylarda her türlü sosyal ihtiyaçlar giderilmiştir. Bu atasözünde insan kervana, kervansaray da dünyaya benzetilmiştir. Bir yolcunun, bir kervanın kervansaraya gelip bir kaç gün kalıp yoluna devam ettiği gibi, insan da bu dünyada bir kaç gün kalıp gidecektir. Yani bu dünya geçici, kısa bir kalış yeridir.

    BU DA GEÇER YÂ HÛ : Eskiden bu ibare, dergâhlarda, işyerlerinde levha halinde duvarlarda bulunurdu. Burada bir "tezad" sanatı vardır. "Bu da geçer" ifadesi geçici dünyayı, "Yâ Hû" da Baki olan Allah'ı gösterir. İyi, kötü her şey gelir geçer, başa gelen kötü olaylara sabretmek ve Allah'a dayanmak icabeder.

    BUHARİYYE: Celâleddin el-Ahmer el-Hüseyin b. Ahmed el- Buharî (d. 707/1307)' nin tesis ettiği bir tasavvuf okulu.

    BUHL: Arapça, cimrilik anlamına gelen bir ifade. Bu bir nefis hastalığıdır. Bir kimse kendi malından cimrilik yaparsa buna "buhl", bir başkasının malından yaparsa buna da "şuhh" denir. Hz. Peygamber (s) bir hadislerinde "şuh (cimrilik)'tan sakının. Şüphesiz şuh, sizden öncekileri helak etmiştir" buyurur. Bazıları buhl'ü "ihtiyaç zamanında işarı terketmektir" şeklinde tarif ederken, Hakîm, "insanî özelliklerin yok olup, hayvânî adetlerin ortaya çıkması" diye tanımlar.

    BUHÛRİYYE: Şeyh Muhammed el-Buhûrî er-Rumî el-Edirnevî (ö. 1039/1629)'nin kurduğu, Ramazaniyye-i Halvetiyye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu.

    BULAŞIKÇI DEDE : Mevlevî tâbiri. Matbah-ı Şerifte önemli bir görevdir. Bulaşıkçı dede'nin beraberinde, yardımcıları bulunurdu. Yemek kaplan mutlaka mutfakta yıkanırdı. Kaşıklar da büyük bir özenle yıkanıp kurulanırdı. Somat denen sofra bezinin temizliğine çok dikkat edilirdi. Küçük dergâhlarda Bulaşıkçı Dede'nin yardımcısı olmazdı.

    BUK'A: Arapça, yer, mekan, belde, diyar, bölge anlamına gelir. Çoğulu "bikâ ve buka" dır. Türbe, yatır. Buk'a-i mübâreke : Mübarek yerler, ziyaret yerleri, türbeler.

    BU MEYDANDA NİCE BAŞLAR KESİLİR, SORAN OLMAZ : Bu meydan erenler meydanıdır. Sırrı, anlamayanlara faş edince, sonuçta kan dökülür. Bu uğurda nice başlar verildiği yukarıdaki sözle anlatılır.
    Kûh kün ez kellehâ
    Bahr kün ez hûn-i mâ
    Kellelerden tepeler yapsınlar
    Kanımızdan denizler...
    Seyyid Seyfullah bir şiirinde şöyle der:
    Kıyamazsan baş u cana
    Irak dur girme meydana
    Bu meydanda nice başlar
    Kesilür hiç soran olmaz.
    Yeniçeriler, bu sözü, orta gülbanklerine almışlardır.

    BURAK: Hz. Peygamber (s)'i Miraç gecesi taşıyan hayvan. Kur'an-ı Kerim'de adı geçmemektedir. Burak anatomik yapısı itibariyle Katır'dan küçük, eşekten büyüktür, rengi beyazdır. O cennet hayvanlarındandır. İki kanatlıdır. Bunlar sayesinde, bir adımda gözün görebildiği en uzak mesafeyi kat edebilir. İki de uzun kulakları vardır. Burak diğer Peygamberlere de hizmet etmiştir. Mesela Hz. İbrahim, Kabe'ye ol


    *C*



    CABÜLKA : Manevî eğitime başlamış bir talibin ayak bastığı ilk menzildir. ***b âleminde varlığı olan bu şehir; büyüktür, doğu tarafındadır, bin tane kapısı olduğu söylenir.

    CABÜLSA: Sûfînin arzuladığı vuslata kavuştuğu menzilin adı. Bu, ***b âleminde yer alan büyük bir şehir olarak tavsif edilir, batı tarafındadır. Rivayete göre bin kapılıdır.

    CÂH: Farsça makam, mevki demektir. Makam hırsı, nefis hastalıklarının önemlilerindendir. Bazı anlatımlara göre, bir insanda en son çıkacak olan nefis hastalığı, makam ve mevki sevgisi yani riyaset sevgisidir.

    CÂHİDİYYE: Halvetiyye'den Uşşâkiyye'nin dört şubesinden birisidir. Kurucusu Câhidî Ahmed Efendi (ö. 1070/ 1659-60)'dir. Şeyh Câhidî, aslen Edirne'li olup, Cemaliyye'nin müessisi Mehmed Cemâleddin Efendi'ye bağlanmış, onun yanında tasavvufî olgunluğu elde etmiş, daha sonra, kendi adıyla anılan Câhidiyye-i Uşşâkiyye'yi kurmuştur. Uşşâkiyye'nin diğer şubeleri şunlardır: Muslihiyye, Cemâliyye ve Selâhiyye, Cahidî Ahmed Efendi, Kilitbahir'de medfun olup manevî terbiye konusunda, "Kitabu'n-Nasîha" adlı bir eseri, ayrıca bir divanı vardır. Kurduğu tasavvuf okulu sonraki dönemlerde kaybolmuştur.

    CAM: Farsça. Kadeh, bardak manasmdadır. Tasavvuf ıstılahında, Allah dostunun kalbi için kullanılır.

    CÂME-İ ŞÛYÎ: Farsça. Çamaşır yıkama. Kötü huy ve sıfatlardan arınma.

    CÂM-I CEM : Farsça-Arapça. Toplanma kadehi manasınadır. Gönül için kullanılan bir tâbirdir.

    CÂM-I GÎTÎ-NÜMA: Farsça, âlemi gösteren kadeh anlamında bir ifade. Mü'min ve kâmil arifin kalbi.

    CÂM-I GÎTÎ-EFRÛZ: Farsça, âlemi aydınlatan kadeh. Bu tasavvufta, arifin kalbi anlamında kullanılır.
    CÂM-I MEY: Farsça, şarap kadehi demektir. Tasavvufta marifet badesi ve ilâhî nurların tecellîleri ile dolup taşan pîrin kalbi.

    CÂM-I NİSTÎ: Farsça, yokluk kadehi. Tasavvuftaki anlamı ise esas niteliği yokluk olan âyân-ı sâbite'dir.

    CÂMİU'L-KEÜM: Arapça. Kelimeleri, ifadeleri toplayan, az sözle çok şey anlatan demektir. Hz. Peygamber (s)'in şu hadisleri buna örnek teşkil eder: "Cennet mekruhlarla, cehennem ise şehvetlerle çevrilmiştir", "işlerin en hayırlısı, ortasıdır". Peygamberimiz (s) "Câmiu'l-Kelim" idi.

    CÂMİYYE: Şeyhu'l-İslâm Kutbüddin Ahmed en-Nâmıkî (öl. 536/1 142)'nin tesis ettiği bir tasavvuf okulu. Sarhoşlarla mücadele eden bu sûfî hakkında "Nefâhâf'ta geniş bilgi vardır.

    CÂMİYYE: Nakşbendiyye'nin şubelerinden biri- nin adıdır. Kurucusu, Nureddin Abdurrahman b. Ahmed b. Muhammed el-Câmî (817-8987 1414-1492)'dir. Nakşî şeyhlerinden Sa'deddin Kaşgarî'nin kızıyla evlenmiştir. Genç yaşında çeşitli ilimleri tahsil etmiş bir Hanefî âlimidir. Hüseyin Baykara'nın kendisi için yaptırdığı medresede müderrislik yapmış, Herat'ta vefat etmiştir. Üç Divanı, yedi Mesnevî'si vardır. Sûfî tabakât kitabı olarak geniş bir şöhrete sahip bulunan Nefehatü'l-Üns'ün yazan, yine odur. Nefehât, Lâmiî Çelebi tarafından Türkçe'ye çevrilmiştir. Yine İbn Hâcib'in nahiv ilmine dair yazdığı el-Kâfiye'ye yaptığı Molla Cami adıyla meşhur el-Fevâiddüz-Ziyâiyye şerhi, asırlarca medreselerde okunmuştur. Menâkıb kitaplarına göre, Sultan II. Bâyezid ile yakın dostluğu bulunmaktadır. Şeyhi, Hoca Ubeydullah Ahrâr Taşkendî'dir.

    CAN: Farsça. Gönül, ruh gibi manalara gelir. Dervişler için kullanılan bir Mevlevî ıstılahıdır. Kabul olunmak üzere gelen yeni dervişlere, Mevleviler can derler. Can; Mevlevî ana tekkesinde, üç gün Saka Postu'nda oturur, orada kalıp kalamayacağını kendi kendine düşünür, düşünür, muhasebesini yapar, eğer olumlu sonuca ulaşırsa, hemen kalkar hizmete başlardı. Can; Saka Postu'nda, iki dizi üzere oturur, murakabe vaziyeti alırdı. Orada diğer dervişlerin (can) yaptığı hizmetleri seyrederdi. Saka Postu'na oturan kişi, tefekkürle meşgul olduğu için, ancak gerektiği zaman, gerektiği kadar konuşurdu. Bu durumda, can, herhangi bir vird okumazdı. Can, hizmete kalktığında yapacağı ilk iş ayakçılıktı. Diğer hizmetlere geçmesi, kabiliyetine göre değerlendirilirdi. "Can cümleden azîz" atasözüyle, derviş kardeşin her şeyden önemli olduğu dile getirilirdi, ihvan anlatılırken isimlerinin sonuna can kelimesi eklenirdi: Ali Can, Ahmed Can, Mehmed Can, Hasan Can vs. gibi. Tarikat kardeşlerinden bahsedilirken, canlar tâbiri kullanılırdı. Yunus Emre'nin şu şiiri, buna güzel bir örnek teşkil eder:
    Gelün soralım canlara suretinden n'oldı gider Dün-gün senünem der iken sebeb neyi buldı gider. Canım erenler yolı inceden inceyimiş Süleyman'a yol kesen sol bir karıncayımış.

    CANAN: Farsça sevgili demektir. Rab, Allah, Allah'ın Kayyumiyet sıfatı.

    CAN CÖMERTLİĞİ KOLAY OLMAZ : İnancı uğrunda, canını verecek derecede fedakârlıkta bulunmayı ifade eden bir atasözüdür. Allah yolunda can ile yapılan cihada işaret etmek üzere, canından geçmenin, Hak yolunda hedefe varmak için önemi vurgulanılmaktadır.

    CAN ELDEN GİTMEYİNCE CANAN ELE GİRMEZ : Allah'a kavuşmak için kişinin, daha doğrusu, sufînin, canını hiçe sayması, ondan geçmesi gerekir. Bu konuda Yunus Emre şunları söyler:
    Sen canından geçmedin,
    Canan arzu kılursun
    Belden zünnâr kesmedin,
    İmân arzu kılursun.
    Yine, aynı mânâyı ihtiva eden bir atasözü daha vardır: "Can cömertliği lâkırdıyla olmaz".

    CÂN-FEZÂ, CAN-EFZA: Farsça, ruhu neşelendiren demektir. Tasavvufta bu tabir Hakk'ın beka sıfatını veya manevî olgunluk yolunda olan kişiyi fenadan uzaklaştırarak, onu bakî ve ebedî kılan özelliği ifade eder.

    CÂN-I NEV: Farsça, yeni ruh demektir. Bu tabir tasavvufta insan ruhu olarak değerlendirilir.

    CAN ODASI : Konya'daki Mevlevi tarikatının ana dergâhında (âsitâne) yer alan özel odanın adı. Mutfağın sağında bulunan bu oda, büyükçe olup, can adı verilen dervişlerin toplanıp oturduğu bir yerdi. Diğer bölgelerde yer alan Mevlevî zaviyelerinde, Konya'daki ana dergâhta olduğu gibi can odaları bulunur ve buralarda dervişler otururdu.

    CANLAR YATAĞI: Özellikle Mevlevî ve Bektaşî dervişlerinin gece kaldıkları yerlere verilen ad.

    CÂRUB-İ LA: Farsça, La süpürgesi demektir. Bu ifadedeki la, kelime-i tevhiddeki lâ'dır. La, önüne geldiği bütün putları temizleyen, süpüren bir süpürgeye benzetilmiştir. Nefy-ü isbât zikrinde, la ile, kalbde bulunan "ilâhlar tefekkür? olarak temizlenir. Bu süpürge, Allah'tan ***ri ne varsa, onlara ait sevgi ve bağları siler, süpürür, nefyeder yani yok eder. La, bazan Hz. İbrahim'in putları kırdığı baltaya da benzetilir.

    CÂVÎ KALEMİ : Hattatların, küçük yazı yazmak ve ince çizgiler çizmek üzere kullandıkları özel bir kalem. Cava'dan geldiği için, bu kalemlere Câvî denmiştir. Bu kalemlerle pirinç taneleri üzerine "ihlas Suresi" yazılırdı. Ayrıca, bu kalemlerle yazılan küçük Kur'an-ı Kerim'ler, cevizin içine konulup, gemilerin sancak direklerine sancakla beraber çekilirdi.

    CÂZÛ: Farsça, cadı, büyücü kadın gibi manaları olan bir kelime. Dileme, İlâhî dileme.
    CEB: Hayaları dip kısmından keserek hadım etme anlamında Arapça bir kelime. Son derece az da olsa, bazı tasavvuf erbabının kendilerini, nefs tehlikesinden emin olmak üzere, iğdiş etme hatasına düştüğü kaydedilir. Bu, İslâm'ın ruhuna tamamen aykırıdır. İslam'da nefsin öldürülmesi değil, terbiye edilmesi esastır. Öldürme ile terbiye arasında önemli fark vardır. Terbiye'de "öldürme" olayı söz konusu değildir. Gemleme, istenilen biçime sokma, iyiye yönelişe devam etme, nefis terbiyesinin ana özelliğidir. Nefsin, İslâm'a aykırı davranışlara temayül etmesi söz konusu olduğunda durdurulması, onun terbiyesinin göstergesidir.

    CEBELİYYE: Ebû Ca'lâ Ya'lâ (Ö. 502/1108) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.

    CEBERTİYYE: Ekberiyye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu. Rifaiyye'nin de aynı adlı bir şubesi vardır. Bu kolun kurucusu: Şerefu'd-Dîn Abdü'l-Ma'ruf ismail b. İbrahim Abdü'ş-Şemsi'l-Cebertiyyi'l-Kureyşiyyi'l-Haşimiyyi'l-Yemeniyyi'z-Zebîdî (Ö. 806/1 403)'dir. Bu tarikat, Ekberiyye'nin Yemen kolunu teşkil eder.

    CEBERUT: Arapça, ululuk, kudret, icbar, zorlama, Allah'ın yüce kudreti gibi manaları ihtiva eder. İlâhî kudret ve azamet âlemi, varlık mertebelerinden ikincisi. Sûfîye imamları, üç çeşit âlem olduğunu söyler. Bunlardan birincisi latîf meleklerin yaşamakta olduğu, latîf melekût âlemi. İkincisi süflî âlem de denilen yeryüzü âlemi. Bu, dünya ve insanın bulunduğu âlemdir. Âlemler arasında derecesi en düşük olanı, budur. İşte bu iki âlem arasında bir üçüncüsü daha vardır ki, adı Berzah âlemi olarak nitelenen Ceberut âlemidir. Ceberut âlemi, maddî âlemin üstünde, Melekût âleminin altında yer alır. Hz. Ali'den gelen bir haberde "Ceberut âlemi, en büyük âlemdir". Bu âlemde nurânî akıllar, temiz melekî nefisler bulunur. Bu âlem, cisimler âlemine ile melekler âlemi arasında bir engel şeklinde olup, melekût âlemine yönelen yükselişlere mani teşkil eder. Zira bu âlemde, ***b âlemine ulaşmayı arzu eden nefisler üzerinde cebr, zorlama, kahır gibi güç uygulamaları söz konusudur. Bu güç, toprağın altından arşa kadar, her yeri kaplamıştır. Kul, bu ceberut âlemine girdiğinde Hakk'ın ihtiyarına kahren ve cebren uymak zorunda kalır. Yani burada mecburî bir durum vardır, kulun ihtiyarı geçerli değildir. Kulun bu âleme karşı çıkışı imkansızdır. Ebû Tâlib el-Mekkî'ye göre bu, azamet âlemidir. Filozoflar, bu âlemin, Eflatun'daki idealar âlemine tekabül ettiğini söylerler.

    CEBR: Arapça'da kahraman, yiğit, kırığı düzeltme, kibirlilik, melik, kul, kahr, zorlama, anlamlarına gelen bir kelime. Tasavvufî olarak ceberut âlemine denir. Salikin ifadesi mülk ve melekût âleminde geçerli iken, bu durum ceberut âleminde söz konusu değildir. Salik bu âlemde sadece Allah'ın istediğini ister.

    CEBRAİL CİBRÎL: Dört büyük melekten birinin adı, vahiy meleği, Allah tarafından peygamberlere vahiy ve emir götürmekle vazifelendirilmiş melek. Tasavvuf terminolojisinde, akıl ve akl-ı Muhammedi'yi ifade eder.

    CEBR-İ MAHMUD: Tatlı cebr anlamında bir terkib. Aşığın kendi isteğiyle sevgilisinin arzusunun dışına çıkmaması. Ayaz, kendisini efendisi Sultan Mahmud'a seve seve itaate mecbur etmişti. İşte bu gönüllü zorlamaya Cebr-i Mahmud derler.

    CEFÂ: Arapça. Eziyet etmek demektir. Tasavvufta ise, dervişin kalbini Allah'tan gaflette bırakmasıdır. Yani, kulun Allah tefekküründen uzak oluş halidir.

    CEFFÂR: Arapça. Cifirle uğraşmayı meslek edinmiş kişi. Bilindiği gibi simya, sayı ve harflerle geleceği bilmeye ve ilm-i hurufa cifr denir. ***bdan haber verme iddiasında bulunan, cifirle uğraşan kişiler için ceffâr denildiği gibi, cifrî ifadesi de kullanılırdı.

    CEHRİYYE: Yemen'de yaygınlık kazanmış bir tasavvuf mektebi.

    CEHRİYYE: Zikri, dil ile açıktan çeken tarikatlara verilen genel isim. Zikr-i erre (bıçkı zikri) denilen türü ile birlikte, bu zikir, Kadiriyye, Rifâiyye ve Yeseviyye geleneğinde yaygın ve etkin biçimde kullanılır.
    CEHRÎ ZİKR: Açıktan sesli olarak yapılan zikir uygulaması.

    CELÂL: Arapça. Ululuk, büyüklük, azamet. Bir şeyin celîl olması, onun büyümesidir. "Merhamet gözünde büyüdü", ifadesi, bu kabildendir. Allah'ın Celâli ise, O'nun ululuğudur. Kuşeyrî'ye göre, Celîl, yücelik ve ululukla ilgili sıfatlara hak kazanan demektir. Celâl, kahr sıfatıdır. Selbî sıfatlara da ıtlak olunur. Meselâ, Allah'ın cism, cismânî, cevher ve araz olmaması gibi. İşte Allah'ın, bunlar ve benzerleri noksan sıfatlardan yüce olması, Celâl'in manaları içinde yer alır. Abdülkerim Cîlî, Allah'ın sıfat ve isimlerinde ortaya çıkması suretiyle olan zâtından ibarettir, der. Bu icmal (özet) olanıdır. Tafsil üzere olan celâl ise, şeref, azamet, övme ve kibriya sıfatından ibarettir. Cenab-ı


    BURADAN BİR METEHAN GEÇTİ...

  7. #7
    Mete - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    25.Ağustos.2016
    Mesajlar
    450
    Mentioned
    10 Post(s)
    Tagged
    0 Thread(s)
    CELÂL: Arapça. Ululuk, büyüklük, azamet. Bir şeyin celîl olması, onun büyümesidir. "Merhamet gözünde büyüdü", ifadesi, bu kabildendir. Allah'ın Celâli ise, O'nun ululuğudur. Kuşeyrî'ye göre, Celîl, yücelik ve ululukla ilgili sıfatlara hak kazanan demektir. Celâl, kahr sıfatıdır. Selbî sıfatlara da ıtlak olunur. Meselâ, Allah'ın cism, cismânî, cevher ve araz olmaması gibi. İşte Allah'ın, bunlar ve benzerleri noksan sıfatlardan yüce olması, Celâl'in manaları içinde yer alır. Abdülkerim Cîlî, Allah'ın sıfat ve isimlerinde ortaya çıkması suretiyle olan zâtından ibarettir, der. Bu icmal (özet) olanıdır. Tafsil üzere olan celâl ise, şeref, azamet, övme ve kibriya sıfatından ibarettir. Cenab-ı Allah'ın lütuf ile tecellîsine "Cemal" dendiği gibi, bunun mukabili olarak kahr ile tecellîsine de "Celâl" denir. Celâl kelimesi bir insan için kullanıldığında, bir tür öfke manası taşır: "Mehmet celâllî bir zat idi, Allah ona rahmet etsin!". Bu cümledeki celalli kelimesi gazab ve öfkeliliği bildirir. Mutasavvıflara göre, "mutlak ve vahdet" olmadıkça, celâline nüfuzunun imkanı yoktur. Vahdet-i Mutlaka'da bütün esma ve sıfat, nisbetler ve itibârlar, "tevhîd, izafetlerin düşürülmesidir" gereğince mahvolacağı cihetle, "Hakk'ı Hak'tan başkası göremez" denmiştir. Celâl, Allah'ın mânevi kahrına da denir ki, bu şekilde "***riyyet"i ortadan kaldıracağı için celâl, cemâlin aynıdır. Mehmed Akif Ersoy bu hususta şunları söyler:
    Her an ediyorsun bizi makhûr-i Celâlin
    Kurban olayım yok mu tecellî-i Cemâlin.
    Celâlin ortaya çıkışı, mahv ve ***beti gerektirir. Cemalin ortaya çıkışı da, sahv ve kurbü icâbettirir. Şeyh-i Ekber Muhyiddin Arabî, Celâl sahibinin ceberut sıfatlarından biriyle muttasıf olduğu ve Allah'ın da bu sıfat ile sıfatlandığı kanaatindedir. Celâl sahibi, yine ona göre, kahr ve galebe sahibidir.

    CELÂLİYYE: Buhâriyye-i Sühreverdiyye'nin bir koludur. Mahmûd-ı Cenâniyân (Ö. 785/1383) tarafından kurulmuştur.

    CELÎSÜ'L-HAK: Arapça, Hak ile oturan demektir. İhsan derecesine ulaşan sufî, kendisini sürekli olarak Allah'ın huzurunda hisseder; davranışlarını ona göre düzenler, bu sürekli bir hâldir. "Ene 'inde men zekeranî" (Ben beni ananın yanındayım) hadis-i kudsîsi bunu gösterir (Aclûnî,!., 201).

    CELVET: Arapça. Ortaya çıkmak, açık ve vazıh olmak manaları vardır. Esasen celî kelimesi hafî'nin zıddıdır. Celiyye, kesin haber (haber-i yakîn) gibi anlamları ihtiva eder. Celâ, vazıh olmak, keşf olmak gibi manalarda kullanılır. Tecellî de aynı şekildedir. Sûfiyye'ye göre, Allah'ın keşif ve fetihlerine, ayrıca müridin kalbine zuhur eden tecellîler türünden olan nimetlerine denir. Yine meşhur ve maruftur ki, maneviyât yoluna yeni giren kişiye şeytan, halvet halinde çeşitli şekillerde gözükerek, onu mahzurlu konularda azdırmaya çalışır. Yahut, ejderha, büyük yılan şeklinde gelerek korkutur. Mürid ise, bu hiyleci şeytana zikir, tefekkür, susmak, nefsine karşı koymak, aç kalmak, uyanık kalmak, dua etmek, vird okumak, ibadet etmek suretiyle mukavemet eder. Neticede bu Allah düşmanına galip gelir, korku hali ümid haline dönüşür. Bu, korkudan sonraki emniyettir. Şeytan hangi şekilde gelirse gelsin, mürid Allah'ın sürekli kendisiyle beraber olduğunu (ihsan) tefekkür ederek onu yener, bozguna uğratır. Mürid halvetten çıktığı zaman, artık İlâhî ahlâkla muttasıf hale gelmiştir. Bu ilâhî sıfatların tümü, Allah tarafındandır. Bu durumda mürid, vücud organlarının kendi arzu ve isteğine göre hareket etmesinden sıyrılmış, Allah'a bağlı olarak hareket eder hale gelmiştir. "Kulum bana iyice yaklaşınca, Ben onun gören gözü, duyan kulağı, tutan eli olurum, "hadisi ile "Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı" (Enfal/17) âyetinde belirtilen hâl, müridde devam eder. Özet olarak ifade etmek gerekirse, halvetten celvete yönelen kulun azaları, enâniyyetten silinmiş, Allah'a bağlanmıştır.

    CELVETİYYE: Bayramiye tasavvuf okulunun bir şubesi. Hacı Bayram Velî'nin halifesi Akbıyık Meczûb (Ö. 860/1455)'dan el alan Muk'ad (kötürüm) Hızır Dede (Ö. 918/1512)'nin talebesi Muhammed Muhyiddin Üftâde (Ö. 988/1580) tarafından yetiştirilmiş Aziz Mahmud Hüdâyî (Ö. 1038/1628)'ye dayanır. Osmanlı padişahlarının sevgisini kazanmış bir tasavvuf okuludur.
    CEM': Arapça. Bir araya gelmek, toplamak, biriktirmek gibi manaları vardır. Tasavvufî bir terim olarak şöyle açıklanır: Öncesiz (kadîm) ile sonradan olan (hadis) arasındaki ayrılığın ortadan kalkmasıdır. Zira, cem' halindeyken, ruh basireti, Allah'ın zât cemâlini müşahedeye doğru çekilir. Eşyaları ayırdedici akıl, kadim olan zât nurunun kendisine galip gelmesiyle örtülü kalır. Hak geldiğinde bâtıl kaybolduğu için, hudûs ile kıdem arasını ayırdetmekten uzaklaşır. Bu hale cem' adı verilir. Sonra, izzet perdesi zâtın vechi üzerine örtülünce, ruh madde âlemine dönüş yapar. Bu hale de, tefrika hali denir. Cem'e, makam olarak yerleşmemiş başlangıç durumundaki müridler, cem' ve tefrika arasında gelir giderler. Kâşânî cem'i, halkın gözden silinip, sadece Hakk'ı müşahede etmesidir, diye tarif eder.
    Bir müridde yerleşene kadar, cem' levâihi parlamaya devam eder. Yerleştikten sonra bir daha ayrılmaz. Bu kişi tefrika nazarı ile baksa bile, cem' bakışı ondan kaybolup gitmez. Cem' nazarı ile bakması, aynı şekilde tefrika bakışını yok etmez. Bilakis müridde bu iki bakış bir araya gelmiştir.Sağ bakışı, cem nazarı olarak Hakk'a, sol nazarı tefrika bakışı olarak halka bakar. Bu hâle sahv-ı sânî (ikinci ayıklık) veya fark-ı sânî (ikinci ayırma) hali denir. Cem halindeki sâhv, pek yüce bir mertebedir. Zira, bu mertebede iki zıd birleşmiştir, yani bu mertebede hem fark nazarı, hem de cem' nazarı vardır. İşte bu yüzdendir ki sırf cem' sahibi, tefrikadan tamamen kurtulmamıştır. Bu tür cem', tefrikanın bir çeşidi olarak görülür. Bu türde cem' veya tefrika aynı anda bulunur ve bu, tefrikanın tam karşılığı olan cem' değildir. İşte bu sebeble tam tefrikanın karşıtı olan cem'e, "cem'u'l-cem"' adı verilmiştir. Cem'u'l-cem' durumunda olanın yanında, bir olanla halita halinde olan müsâvîdir. Sırf cem' sahibi halk ile karışma halinde iken, cem'u'l-cem' sahibinde bir karışma yoktur. Bu, şöyle izah edilir: Sırf cem' halinde mürid, âlemdeki olaylara baktığı zaman, olayların gerçek sahibi olan Bir'i, bazan görür, bazan göremez, ama cem'u'l-cem' sahibi kişi, daima Bir'i görür. Olayları, Bir'den ayrı ve müstakil olarak vuku buluyor olarak görmez. Yapılan her şeyi Allah'ın yapması, bütün sıfatları da, O'nun sıfatı olarak görür. O,kendini, bazan O'nun yani Mabûd'un sıfatı olarak veya ilminin âleti olarak görür. "Ben onun eli, kulağı, gözü olurum..." hadis-i kudsîsindeki durum tecellî eder. Sekrin sahva uğramadığı gibi, bu cem' haline de tefrika uğramaz. Zira bu cem'in doğuş yeri, mücerred zâtın ufkudur. Buna ufuk-ı â'lâ denir.Sırf cem'in (tefrika ile beraber olan cem' halinin) doğuş yeri ise, el-Câmi' isminin ufkudur, buna da ufuk-ı ednâ denilir. Sırf cem', ilhâd ve zındıklığa sebep olabilir. Sırf cem'de olan mürid, şeriatın zahirî hükümlerini kaldırarak hükmedebilir. Sırf tefrika haline sahip kişinin, mutlak Fâil'i aradan kaldırıp yok saydığı duruma benzer. Tefrika ile beraber cem' ubûdiyyet ve rubûbiyyet arasındaki hükümlerin ayrımının ve tevhidin hakikatini ifâde eder. Bu sebeple sufîler, tefrikası olmayan cem', zındıklıktır, cem'siz tefrika ise ta'tîl (Hakiki Fail olan Allah'ı görmemek) dir derler. Tefrika ile beraber cem', tevhîddir. Cem' sahibi, varlıkta zuhur eden her eseri, kendi nefsine izafe eder. Cem', Kaside-i Fâridiyye' şerhinde denildiği gibi, tevhîd ummanına açılan bir vadidir.
    Kâşânî, halkın cem'u'l-cem' durumundaki şuhudunu, Hak ile kaim görür ve buna cem'den sonraki fark hali, der.
    CEMAATHANE: Arapça-Farsça. Cemaat evi, topluluk yeri gibi manâları vardır. Mevlevîlere mahsus bir terimdir. Mevlevîlerin Mesnevî okuyup dinledikleri yeri ifade ettiği söylenmekle birlikte, yemek pişirilen yer, sıcaklık yurdu ve istirahat mekanı manasına geldiği de kaydedilmektedir. Alimler, talebeler buraya misafir olarak uğrayıp üç gün kalır, dördüncü gün yolluğu hazırlanıp uğurlanırlar. Yok eğer daha fazla kalma arzusu gösterirlerse, kendilerine çalışacakları bir iş verilir.
    CEMÂL: Arapça. Güzel, güzellik, iç ve dış güzelliğini ifâde eder. İki türlü cemâl olduğu söylenir, birisi halkın bildiği güzellik, ikincisi hakiki güzellik. Bu da her uzvun, olması gerektiği karakter ve hey'etin en faziletlisi üzere bulunmasıdır. Cemâl, Allah'ın müşâhede-i ilmiyye olarak, kendi Zâtında ilk müşahede ettiği ezelî bir sıfatıdır. O, müşâhede-i ayniyye olarak yarattıklarında bu sıfatı görmek diledi, bunun üzerine ayna gibi kendi cemâlinin aynını görmek üzere âlemi yarattı. Cürcânî'ye göre cemâl, rıza ve lütfa taalluk eden sıfatlardandır. Kâşânî'ye göre de, el-Cemâl, Allah'ın lütf ve rahmetinin vasıflarıdır. Kâşânî konuyla ilgili olarak şöyle devam eder: Cemâl; Allah'ın, Zâtı için vechi ile tecellî etmesidir. Allah'ın mutlak cemâli için bir celal vardır ki, bu da, O'nun veçhiyle tecellî ettiği sırada herşeyi kahretmesidir. Bu şekilde O'nu görecek kimse kalmaz. O, cemâli yüce olandır. Cemali için bir yaklaşma vardır; işte o, bize bununla yaklaşır. O'nun herşeydeki zuhuru, şu beyitte zikrolunduğu gibidir:
    Hakikatların hepsinde cemâlin seyreder
    Celâlinden ***ri yoktur onu setredecek
    Cemâl için bir celâl vardır. Bu da, kainatın taayyünleri ile cemalin perdelenmesidir. Her celâlin ardında da, bir cemâl vardır. Allah celâl ve kahriyle bütün mevhum varlıkları ortadan kaldırır, böylece cemâlini ortaya çıkarır. Bu sebeple, celâl cemâlin aynıdır. Erzurumlu ibrahim Hakkı'nın "Kahrın da hoş, lütfün da hoş" diye terennüm etmesi, hakikatte cemal ve celalin aynılığına işaret etmek içindir. Bu konudaki bazı atasözleri şu şekildedir: "Celâli de hak, Cemâli de hak", "Celâlinden Cemâline sığın", "Cemâlin hakkı için".
    Görmek ister isen yârin cemâlinden eser
    ***rîden saf eyleyip âyînene gel kıl nazar
    D. Z. Mehmet B.
    CEMÂLİYYE: Cemâleddin Ardistânî (ö. 8977 1474-75)'in kurduğu bir tasavvuf okulu. Sühreverdiyye'nin iran kolu olarak yaygınlık kazanmıştır.
    CEMÂLİYYE: Cemâleddin Aksarayî (Ö. 899/1493-94) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu. Halvetiliğin kollarındandır.
    CEMÂLİYYE (-İ SANİYE-İ) HALVETİYYE: Uşşâkıyye-i Ahmediyye şubelerinden birinin adı. Kurucusu Muhammed Cemâleddin'dir. (Ö. 1164/1751). Önce Uşşakî şeyhlerden Şeyh Muhammed Hamdi Efendi'ye bağlandı, sonra, Sezâiyye-i Gülşeniyye şubesinin kurucusu Edirneli Şeyh Hasan Sezaî Efendi'ye intisab etti ve hilâfet aldı. 1742'de, İstanbul'a Eğrikapı'ya gelerek, Ahmed Paşa zaviyesine postnişin oldu. Kurduğu bu okuldan, Salâhiyye ve Câhidiyye şubeleri doğmuştur.
    CEM'İYYE: Arapça. Topluluk, toplantı gibi mânâları ihtiva eder. Tasavvufî açıdan şöyle izah edilir: Allah'a yönelme (teveccüh) sırasında, hizmetleri toplamak, bir noktada temerküz ettirmek, yöneldiği şeyden başkasıyla meşguliyeti zihinsel olarak terketmek. Bunun zıttı, tefrikadır. Tefrika da, zihni halk ile meşgul olmak üzere dağıtmak, zihnî olarak bir noktaya toplanmaktan sıyrılmaktır.
    CEMRİYYE: Sayramlı Hoca Ahmed Yesevî (Ö. 562/1166) tarafından kurulduğu ileri sürülen bir tasavvuf mektebi olup, Hızriyye'nin kolu olarak kabul edilir.
    CEM'U'L-CEM': Arapça. Toplanmanın toplanması gibi yaklaşık bir mana ile Türkçelendirilebilir. Cem'den sonra, daha üstün ve daha tamama olan sonuncu makam. Cem', eşyayı Allah ile müşahede etmek, Allah'ın güç ve kudretinden başka her türlü güç ve kuvvetten berî olmak. Bu makam, Baka Billah olan cem' makamından sonra gelir. Bunun üzerinde makam yoktur. Bu makama, mevcudatta Allah'ı görme makamı denildiği gibi, şu tabirler de kullanılır: "Fark ba'de'l-cem'", "fark-ı sânî", "sahv ba'de'l-cem".
    CEM'U FARK: Arapça. Toplanma ve ayrılma. Kuşeyrî'den bu iki terimin kısa açıklamasının şu şekilde olduğunu öğreniyoruz: Fark, sana nisbet olunan ve cem', senden alınandır. Yani, kulluğun yerine getirilmesine ve kulun hallerine layık veya ait olan işlerden, kulun kazandığı şeyler, fark ve manaları bediî olarak, ortaya çıkarma veya Allah katından olanlar, cem'dir. Ancak cem' ve farktaki bu mana, şuhûd-i ef'âlden olması bakımından, vuslata erenlerin hallerinin en aşağı derecesidir. Her kime, Allah yaptığı tâatı ve isyanını müşahede ettirirse o tefrikadadır. Allah'ın kendi fiillerinden verdiği işleri gösterdiği kimse, cem' makamındadır. Bir âbid için cem' ve tefrika şarttır. Tefrikası olmayanın kulluğu ve cem'i olmayanın ma'rifeti muteber değildir.
    CENÂB-I MEVLEVİ: Mevlevîler, Mevlânâ Celâleddin Rumî Hazretleri için, bu saygılı ifadeyi kullanırlar.
    CENÂİB: Arapça, yedek binek hayvanları demektir. Bunlar, kalp havuzlarına ve kurb makamlarına ulaşıp, Allah'ta seyr makamına varmadıkları, müddetçe, takva ve tâat yiyeceğini taşıyarak, nefis menzillerinde Allah'a yol alanlardır.
    CENAZE GÜLBANGI: Arapça- Farsça. Gülbank, topluca okunmak üzere düzenlenmiş duaya denir. Bu tâbiri daha çok Mevlevîler kullanır. Kalıbı dinlendiren can, yani ölen, ebedî istirahata çekilen derviş için okunan gülbank. Bu gülbank şu şekilde idi: "Vakt-i şerif hayrola, hayırlar fethola, serler defola, derviş Muhammed kardeşimizin ruh-ı revanı şâd-ü handan, mazhar-ı afv ü gufran, dâhil-i ravza-i rıdvân ola, mekânında istirâhati müzdâd, menzili mübarek ola, bakîler selâmette kala, demi Hazret-i Mevlânâ'ya Hû diyelim hû".
    CENDELİYYE: Bu tarikat, Rifâiyye şubelerin- den biridir. Diğer Rifâiyye şubeleri şunlardır: Haririyye, Kinâliyye, Sayyâdiyye, Üzeyriyye, Aclâniyye, Katnâniyye, Fazliyye, Vâsıtıyye, Cebertiyye, Zeyniyye ve Nûriyye.
    CENG: Farsça savaş demektir. Allah'ın, kulunu çeşitli belâlar ile imtihan etmesidir. Bu imtihan, maddî ve manevî musibetler ile olur. "İnsanlar, imtihandan geçmeksizin, inandık demekle kurtuluvereceklerini mi zannediyorlar" (Ankebût/2) âyetinde anlatılan husus, budur. Sufiler, tasavvufu, sulhu bulunmayan savaş olarak tanımlarlar.
    CENNETÜ'L-EF'ÂL: Arapça, fiiler cenneti demektir. Bu; leziz yemekler, içecekler, güzel nikahlıların bulunduğu şeklî cennettir. Bu cennet, salih amellerin sevabı olarak hazırlanmıştır. Bu cennete, Cennetü'l-Â'mâl ve Cennetü'n-Nefs adı da verilir.
    CENNETÜ'L-VERÂSE: Arapça, veraset cenneti demektir. Bu, Hz. Peygamber (s)'e güzelce uymaktan kaynaklanan ahlak cennetidir.
    CENNETÜ'S-SIFÂT: Arapça, sıfatlar cenneti demektir. Sıfat ve ilahî isimlerin tecellîlerinden ibaret olan manevî cennet.
    CENNETÜ'Z-ZÂT: Arapça, zât cenneti demektir. Bu cennet, ehadiyet cemâlinin müşahedesinden ibarettir. Buraya, ruh cenneti de denir.
    CERES: Arapça çan veya zil sesini ifade eden bir kelime. Kahr ile meczolmuş olarak kalbe gelen İlâhî hitabın icmali manasında kullanılan bir terim. Peygamber Efendimize (s) bu şekilde gelen vahiy, vahyin en çetin olanıydı.
    CERRAHİYYE: Nureddin Muhammed Cerrahî (ö. 1 083/1 672)'nin kurduğu Ramazaniyye-i Halvetiyye'nin kollarından bir tasavvuf okulu.
    CESEDLENME : Arapça insan vücuduna cesed denir. Ruhlardan zuhur eden ateşli ve ışıklı cisimlerde temessül eden şeylere cesedlenme yani temessül denir. Cin ve meleklerin ruhları gibi, insan ve meleklere ait ruhlardaki temessül öyle bir şekildedir ki; onların zatî kuvvetleri, hem soyunmayı, hem de giyinmeyi gerektirir. Bu nedenle berzahlarda hapis olma durumu, onları mahsur bırakamaz.
    CEVAB: Arapça'dan Türkçe'ye geçen bir kelimedir. Sufiler, kendilerine yazılı olarak sorulan sorulara verdikleri cevablarla, tasavvufî gerçekleri anlatmaya çalışmışlardır.
    CEVHER: Arapça'dan Türkçemize geçmiş bir kelime olup arazın zıddıdır, kıymetli taş anlamına gelir. Harici aynlarda bulunduğu sırada, mevzuda olmayan bir mahiyyettir, mevzunun mukavvemlere ihtiyacı yoktur. Heyula, suret, cisim, nefis, akıl olmak üzere beşe ayrılır. Çünkü cevher ya mücerrettir ya da mücerret değildir. Mücerret olan, bedene ya tedbir ve tasarrufla bağlıdır veya bağlı değildir. Bağlı olan akıl, bağlı olmayan nefistir. Mücerret olmayan da, ya mürekkeb (bileşik halde) dir veya değildir. Mürekkeb (bileşik) olan cisimdir.Mürekkeb (bileşik) olmayan, ya hal'dir, ya da mahaldir. Hal olan suret, mahal olan ise heyûla'dır. Cevhere ait hakikate, tasavvuf tabirince "nefes-i Rahmanî" denir. Küllî heyula ile ondan taayyün ederek (belirerek) mevcudat (varlıklar)'dan bir mevcûd (varlık) şekline girişine de "İlâhî kelimeler" (kelimat-ı ilâhiyye) denir. Kehf suresinin son ayetindeki "kelimâtü Rabbî" ifadesi ile anlatılmak istenen işte bu "kelimât-ilâhiyye" dir. Cevher , ruhanî ve cismanî basitlik şeklinde ikiye ayrıldığı gibi, dış âlemde olmayıp da, akılda (zihnî planda) mürekkeb (bileşik) olana, yahut hem akılda, hem de dış alemde mürekkeb olana ayrılır ve bunları da içine alır: Basit ruhanî akıllar ve mücerred (soyut) nefisler gibi. Dış âlem (hâriç)'de olmayıp, akılda mürekkep (bileşik) olan, cins ve fiilden mürekkeb olan cevheri mâhiyetler gibi, hem akılda, hem de dışta mürekkeb olarak bulunan müvelledât-ı selâse gibi... Cevher asıl manasında da kullanılır.
    Tâ cevher-i âyine-i esrarı butunuz
    Bin suret ile vahdeti isbat ederiz
    Leskofçalı Gâlib
    CEVHER-İ EBYAZ: Arapça, beyaz cevher demektir. Allah'ın ilk cevher (cevher-i evvel)'den yarattığı cevher. Bu cevher Allah'ın tecellîsi ile ikiye ayrıldı. Birincisi eriyerek su oldu. İkincisi ona bölündü, ki bunlar; Arş, Kürsî, Levh, Kalem, Cennet, Ay, Yıldız, Melekler, Huriler ve Güneştir.
    CEVHER-İ EVVEL: Arapça, ilk cevher demektir. Allah'ın yarattığı ilk nesne; bu cevher, Allah'ın nurundan olup, diğer şeyler ondan meydana gelmiştir. Hakikat-ı Muhammediye (S) Hz. Peygamber (S)'in kutsal ruhu, nur-ı Muhammedi.
    CEVHER-İ FERD: Arapça, tek cevher demektir. Atom, sevgili veya onun dudağı.
    CEVHER-İ SUBBÛHÎ: Çok teşbih eden cevher demektir. İnsanın melekûtî ruhu ki buna murg-ı kuddûsî de denir.
    CEVHER-İ ULÛM: Arapça, ilimlerin cevheri demektir. Şeriat, zaman ve mekan değişse bile, sabitliğini koruyan ezelî ve ebedî hakikatler, gizli tutulup saklanması gereken, açıklanması uygun olmayan bilgiler.
    CEVHER-İ ULVÎ: Arapça, yüce cevher demektir. Felekler, ruh, ateş.
    CEVHER-İ VÜCÛD: Arapça, varlık cevhe- ri demektir. Nefes-i Rahmânî.
    CEVHERİYÂN: Farsça çoğul şeklindeki bu kelime, cevheri olanlar anlamındadır. Cevherden olan varlıklar, melekûtî ve ruhanî varlıklar.
    CEVLAKÎ-CEVALIKA: Bu kelime Türkçe olup, başındaki kılların tümünü (saç, sakal, bıyık ve kaş) kesen kişiler için kullanılır, yani bir çeşit dazlak anlamındadır. Bu Türkçe kelime Arapça çoğul kalıbına uydurularak dazlaklar, cavlaklar anlamına "cevâlıka" haline getirilmiştir. Osmanlıların kuruluş döneminde sıkça görülen Kalenden dervişleri, çuhadan bir elbise giyer ve çehar-darb yaparlardı, (yani dört yeri tıraş ederlerdi: Sakal, saç, bıyık, kaş). Günümüzde ruh kökenden kopmuş skinhead'ler (yani dazlaklar) ile bunların, yakından uzaktan hiç bir alakası yoktur.
    <<< ?nceki Sayfa| Ana Menü | Sonraki Sayfa >>>
    CEVR: Arapça cevr, eza, cefa demektir. Salikin ruhen yükselmekten alıkonması.
    Güzel aşık cevrimizi çekemezsin demedim mi?
    Bu bir rıza lokmasıdır yiyemezsin demedim mi?
    Pir Sultan Abdal
    CEZB: Arapça kendine çekmek anlamına gelir. Allah'ın kulunu kendi hazretine çekmesi.
    Cezbu'l-Ervah : Ruhların çekilişi demektir. Münacat, muhataba, sırların müşahedesi ve kalplerin yücelmesi vs. gibi inayet ve tevfikten ibarettir. Harraz bu konuda şöyle der: "Allah, veli kullarının ruhlarını kendine çeker, kurbünü ve zikrini taddırır, bedenlerine herşeyden lezzet almayı hızlandırır. Velilerin bedenlerinin yaşantısı hayvanlarınki gibi, ruhlarının yaşantısı da Rabbanîlerinki gibidir. Sufiler cezbeye dair şu tanımı da getirirler: Kulun beşeri özelliklerden çekilip İlâhî özellikleri kazanarak, vahdet tecellîlerini müşahede etmesi. Cezbe ile ilgili şu açıklamalar da ilgi çekicidir: 1-Cezbe, riyazet ve ibadete devamla hislerin yok olmasıdır. 2- Cezbe, Hakka vusuldür. 3- Cezbede şart, kabiliyete bağlıdır. Bu kabiliyet sonradan kulun çabasıyla oluşmaz, Allah tarafından bahşedilmiş (vehbî) dir.
    İki türlü cezbe vardır: 1- Gizli (Hafi) cezbe: Kulun Hakk'ı sevmesi 2- Açık (celî) cezbe: Hakk'ın kulu sevmesi.
    Meczub ile mecnun arasında fark vardır. Cezbe, cinnet değildir.
    Ayaşlı Şakir Efendi bu ikisi arasındaki farkı sadeleştirilmiş şekliyle şöyle anlatır: "Hali değişen bir adamın idraki (anlayışı), ya her zamanki normal beşer idrakinden aşağı inerek mânâsız ve bağlantı kuramaz bir duruma düşer, ya da normal beşer anlayışından, hakikatleri keşfe doğru yükselir. Halkın nazarında her ikisi cünûn (delilik) gibi görülse de, bunların ilki cünûn (delilik), ikincisi ise cezbedir.
    Cezbe-i aşk olmayınca neylesin şeyhim beni,
    Hak'tan elçi gelmeyince neylesin şeyhim beni.
    Cezbe noktasında sâlikler iki durumdadır:
    a) Meczûb-ı Sâlik : Derviş önce cezbeye tutulur meczub olur, ardından da bir mürşide kavuşur, cezbeyle bağlandığı yolu, yolun hükümlerini, şartlarını öğrenir.
    b) Sâlik-i meczub : Çoğunlukla dervişler, önce bir şeyhe bağlanırlar, yetişir, muhabbetullaha ulaşarak sonunda meczub olurlar, yani cezbeye mazhar olurlar.
    Meczub-ı ***r-i sâlik, kendisi Allah'a ulaştığı halde, başkalarını ulaştıramaz yani irşad ehli değildir.

    CEZBELENMEK : Zikir veya sohbet sırasında, ansızın yerinden sıçrayarak "Hayy" diye bağıran için kullanılan tâbir. Dervişin kendisini tutması, bağırmaması doğru bir davranıştır. Sürekli cezbe halinde kalanlarla düşüp kalkmak, doğru değildir. Zira hallerini karşılarındakilere giydirirler. Bu da, kabı dar (ruhanî kabiliyeti gelişmemiş) kişiler için taşınması zor bir yüktür. Bu gibi kişilerin gönüllerine dokunmamak, kendi hallerinde bırakmak, eğer varsa, ihtiyaçlarını, hemen gidermek uygundur.
    CEZBE-İ KAYYÛMİYYE-İ ZÂTİYYE: Bu, "La ilahe illallah" zikriyle elde edilir.

    CEZBE-İ MAİYYET-İ ZÂTİYYE: Bu da "Allah" zikriyle elde edilir.

    CEZBE TÂRİKİ : Nakşibendî yolunun eğitimcileri, bazı sâlikleri, icmâlen cezbe ile terbiye edip Hakk'a ulaştırdıkları için, bu usûle cezbe tariki demişlerdir.

    CİBAVİYYE: Bkz. Sa'diyye.

    CİBRÎL: Bu kelime kök olarak İbranice'dir, "Allah'ın kulu" anlamına gelir. Cibril, mukarreb ve mürsel meleklerden biridir. Allah ile Peygamber arasındaki haberleşme görevini ifâ eder. Tasavvuf ıstılahı olarak "akıl", "akl-ı Muhammedi" anlamlarına gelir.
    Ruh-i irfan-ı Hak'da akl pür tevil kalmışdır
    Sanırsın münteha-yı Sidre'de Cibril kalmışdır.
    Üsküdarlı Safi

    CİFR: Arapça, çiftleşmekten kesilme anlamına gelir. İstikbalde olacaklardan haber verme ilmidir. Bu işle meşgul olanlara "Cifrî" veya "Ceffâr" denmiştir. Rivayetlere göre bu ilmi ilk kez vaz' eden Hz. Ali Efendimizdir. Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin, "Şecere-i Nu'maniyye" adlı eserindeki muğlak rumuzlu ifadelerin, bu ilimle alâkalı olduğu kaydedilir. İslamî inanca göre, ***bı sadece Allah bilir, bir de kullarından kısmen bildirdiği kullar, kendilerine bildirilen kadarını bilirler.
    Cifr ise ehl-i keramet işidir
    Kim görür ehlin anın kim işidir.
    Sünbülzâde Vehbî
    CİHAD: Arapça, söz ve fiille bütün kuvvetini sarfetmek manasınadır. Nefs-i Emmare ile harbetmek, büyük cihad, dış âlemde gözle görülen düşmanla savaş da, küçük cihaddır. Bu sözü biz şöyle izah ederiz: Mânâ sonsuz, madde sonludur. İç âlemde yani sonsuz mânâ alemindeki savaş sonsuz ve bu sebepten büyük; dış âlemde yani sonlu madde alemindeki harp sonlu ve bu yüzden de küçüktür.

    CİHANGİRİYYE : Cihangirli Şeyh Burhâ-neddin (907/1562- 1074/1663) tarafından kurulan ve Halvetiyye'den Ramazaniyye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu. Kurucusunun mezarı Tophane'deki Cihangir Camii avlusundadır. Halifelerinden Mustafa Nehcî Efendi, menakıbım yazmıştır.

    CİHAZ-I TARİKAT: Tarikat araç-gereci anlamında Arapça bir ifade. Cihaz, gereken şeyler demektir. Ölünün sarıldığı kefene vs. ye cihaz dendiği gibi, gelinin baba evinden koca evine giderken götürdüğü eşyalara da, cihaz denir. Tarikatlarda hemen hemen ortak olarak görülen değişmez bir takım alet, edevat, eşyalar dikkati çeker ki, biz bunlara cihaz-ı tarikat diyoruz. Bunlar şunlardır: Başa giyilen taç, yani külah, külaha sarılan sarık, hırka, kemer, teşbih, ibrik, teber, keşkül, tığbend, papuç, âsâ, alem (bayrak), teslim taşı, palheng, kanberiyye, makas, habbe vs. Bu eşyalar sahiplerine belli bir merasimle ve dua okunarak şeyh tarafından verilir, şeyhe, tekkeye sunulur. Bu eşyalarla teberrük edilir.

    CİHAN: Farsça âlem demektir. Cihan-ı Halk: Ta'ayyünler (belirmeler) şeklindeki tecelli mertebesi. Cihan-ı Emr: İlâhi emir âlemi, Cihân-ı Reng-âmizi: Renksizlikten kurtulmuş, renk kazanmış âlem, yani etrafımızı kuşatan üç boyutlu maddî dünya. Cihan-ı Sübhanî: Lâhût âlemi, en yüce melekût. Cihân-ı Tahayyül: Hayal âlemi, kevn ü fesad (olma ve bozulma) âlemi, dünya hayatı ile ilgili olan. Cihan-ı Nefs: Nefsânî arzular âlemi.

    CİHETE'D-DİYK VE'S-Sİ'A: Arapça, darlık ve genişlik yönleri demektir. Varlık ve genişlik zata ait iki itibardır. Bu, ya düşünülüp anlaşılan herşeyden münezzeh kendisiyle beraber başkasını kuşatmanın, vücudun ve ta'akkulun bulunmadığı hakiki vahdet olan yöndür ki, biz buna Allah'ın (gerçek manada Allah'dan başkasının bilmediği) dıyk (darlık) yönü diyoruz. Veya sonsuzca ortaya çıkışları gerektiren, sıfatlar ve isimler itibariyle, Allah'ın bütün mertebelerde zuhur etmesi bakımındandır ki, biz buna 'si'a" (genişlik) deriz.

    CİHETE'T-TALEB: Arapça, talebin (isteğin) iki yönü anlamında bir ifade. Talebin iki yönü vardır ki, biri, vücubiyye, diğeri imkaniyyedir. Bu ikisi, rubûbî (rabliğe ait) isimlerin a'yan-ı sabitede ortaya çıkmasını istemeyi ifade eder. A'yanın talebi (isimler vasıtasıyla ortaya çıkışı, iki suale cevab olmak üzere Rabbın zuhuru ve hazır oluşu), ta'ayyün-i evvel hazretidir.

    CİLA: Arapça, mukaddes zatın; zatında, zatı için ortaya çıkması. Aynı kelimeden türemiş isticlâ'nın manası da şudur: Zat-ı Mukaddesin, zatı için te'ayyünlerinde ortaya çıkmasıdır. Mükemmel isticlâ: Hakk'ın, kendisini, kendisiyle, kendisinden temaşa etmesi. Âlem, Allah'ın tecelli ettiği bir ayna olup, bu aynanın cilası insandır.

    CİLÂLE: Kadiriyye'nin Fas'daki kolu.

    CİLVE: Damadın geline zifafta verdiği hediye anlamında arapça bir kelime. Kırıtma, nazlanma, güzellerin gönül fetheden ve hoşa giden hareketleri. Hakk'ın hüküm ve irâdesinin tecellisi, iyi kötü her olaya "cilve", "cilve-i İlâhiyye" denir. Arifin gönlünde parıldayan İlâhî nurlar. Bu nurlar zuhur edince, arifler deli, divâne olur. insan ve âlem, Hakk'ın nurlarının cilve mahallidir.

    CİMAR: Arapça kor, köz, küçük çakıl taşı anlamına gelen cemre kelimesinin çoğuludur. Mina'da kurban bayramı günleri üç şeytanın taşlanması ki bunlar.tasavvufta nefs, tabiat ve âdete işaret eder. Kul, yedişer taşla bu üçünü taşlayıp ilâhî yedi sıfatın etkilerinin gücüyle onları yok eder.

    CİN: Arapça'da gece kararması anlamında gelen c-n-n'den türemiştir. Can kelimesi bir tür yılan anlamını da ifade eder. Gözden gizlenmiş varlıklar için kullanılmıştır. Cinler âleminin varlığı, Kur'an-ı Kerim'deki ayetlerle sabittir. Hicr Suresi 27'nci âyetinde "nüfuz edici ateşten yaratıldığı" bildirilmiştir.
    Hüseyin Kâzım Kadri, Cinn'i tanımlarken "melâike ve şeytanlardan havass-ı zahir ile görülmeyen mahlûkât, ecsam-ı akıle-i latife (düşünen latif cisimler), ervah-ı mücerrede (soyut ruhlar) den, bir nevi eşkal-i muhtelife (çeşitli şekiller) alan hayvan-ı havaî (havaî; hayvanlar) muhtelif şekillere girebilen ecsam-ı latife (latife cisimler) bazan hayr, bazan şer işleyen ecsam-ı latife ve nüfûs-ı mücerrede (soyut nefisler). Şibli'nin Âcâmu'l-Mercân fi Ahkami'l-Can adlı eseri, bu konuda bilgi verebilecek en ciddi eserdir.
    Dergah-i devlet penahı mültecâ-yı hâs ü âm
    Hâk-ı pâk-i âsitânı buse cây-ı ins ü can.
    Nef'î

    CİNCİ : Cinlerle uğraşmayı, muska, büyü ile meşgul olmayı meslek edinmiş kişilere cinci denir. Bunlar, dua okuyup üfürerek, hastaları iyileştirmeye çalıştıkları için "üfürükçü" olarak da anılırlar. Osmanlı tarihinde, istanbul'da pek çok olaylara neden olmuş Cinci Hoca idam edilerek öldürülmüştür.

    CİN ÇARPMASI : Cinlerin şerrine uğrayıp çarpılmak. Cinlerin etkilemesiyle sinir sistemi dumura uğrayıp felç olmuş kişilere "cin çarptı" veya "cin tuttu" denir. Acaba cin veya şeytan insan çarpabilir mi?
    İşte Bakara Suresinin 275 no'lu âyetinde bu hususa işaret vardır: "Faiz yiyenler, ancak şeytanın dokunup çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar". Şad Suresi'nin 41 nolu âyeti "kulumuz Eyyüb'u da an. O Rabbisine şeytan bana bir yorgunluk ve azâb dokundurdu, diye seslenmişti".
    Bir peri peykerin aşkıyla çarpıldı topal
    Beni cin tuttu devü aldatıyor insanı
    Türlü şeytanlık ile âlemi eyler iğvâ.
    Cin mi çarpar, hiç o oğlan delisi şeytanı
    Manastırlı Nailî

    CİN EVİ : Bu, Bektaşî ve Mevlevî tâbiri olup, hamamlar için kullanılır. Muhtemelen bu tabir, hamamlar'ın şeytanın evi olmasıyla ilgili bir hadisi şerife dayanır.

    CİNS: Arapça, cins, tür anlamındadır. Tasavvufta aynı cinsten oluş aynı istidada sahip, aynı meşrebe malik olmakladır.
    Karga ile bülbülü bir kafese koysalar,
    Birbiri sohbetinden daim melûl değil mi?
    Yunus Emre
    CİSİM, CİSMANÎ: Arapça, madde, maddî anlamındadır. Çeşitli parçaların oluşturduğu nesneye denir.

    CİVANMERD: Farsça, yiğit, delikanlı demek- tir. Fütüvvet ehli için kullanılır. Kâmil, arif.

    CÛ': Arapça, açlık. Ruhî gücü artırmak için riyazet yapmak üzere aç kalma. Buna "kıllet-i ta'âm" (yemeği azaltmak) da denir.

    CÛD: Arapça, cömertlik anlamına gelir. Karşılık beklemeden vermek. Bu kökten türemiş Cevvâd (cömert) kelimesi, layık olsun olmasın herkese iyilik yapan kişi anlamınadır. Cevvâd, karşılık beklemez. Seha sahibi (sahî) ise, layık olana verir, olmayana vermez.

    CUİYYE: Suriye zâhidleri bu isimle anılırlardı, zira onlar az yemeyi esas almışlardı.

    CUMHUR İLAHÎSİ : Tekkelerde (mevlevîhaneler hariç), zikir aralarında, toplu olarak okunan ilahîlere denir. Bu ilahî tekke dışında, çeşitli dinî toplantılarda da okunurdu.

    CUR'A-DAN: Cur'a Arapça'da yudum anlamına gelir, Farsça "dan" ekiyle birlikte "yudumluk" manasınadır. XIV-XVI. yüzyıllarda abdalların ve Bektaşîlerin esrara düşkün oldukları, sunulan esrar kabağından herkesin tek nefes çektiği kaydedilir. Bektaşîlerin esrar çekme gülbangı şöyleydi: "Nargilemizi çeken velî, çekmeyen deli, Pirimiz Hacı Bektaş-ı Velî, yuf münkire, lanet Yezid'e, dem olmasın zem, gerçeğe hû, mu'mine yâ Ali".
    Bektaşîlik 1480'li yıllara kadar islâmî kurallara sıkı sıkıya bağlı ve dergahtan yetişenler (yol evladı) posta oturma geleneğini sürdürürken, bu tarihten itibaren posta lâyık olan değil, şeyhlerin oğulları (bel evladı), saltanat gibi şeyhliğe oturmaya başladı. Postu, layık olmayanlar işgal edince, eski sağlamlığı kalmayan Bektaşîlik, esrarkeşliğe kadar uzanan bir bozuluşun simgesi oldu.
    islam'a sıkı bağlı tasavvuf erbabınca "cur'a" tabiri, sâlikin ulaştığı seyr makamı, sâlikten gizlenen sırlar ve makamlar, sâliki suluk sırasında kaplayan sıfat ve hallerin isimleri, kıdem ve hadis arasındaki farkı kaldıran şey olarak tanımlanmıştır.
    Şerbetinin katresin her kim içer cur'asın
    Gönlü güher oluben sînesi umman olur.
    Sultan Veled

    CUSTUCÛ: Farsça, araştırma, tecessüs anlamında bir kelime. Tasavvufta başkasının kusurlarını araştıran, insanları ayıplayan kişiler için kullanılır.

    CUY, CUYBAR: Farsça, nehir demektir. Tasavvufta sülük ve ibâdet (kulluk mecrası, kullukla ilgili hüküm ve mukadderatın akış tarzı) anlamlarında kullanılan bir terimdir.

    CÜLUS: Arapça oturmak demektir. Allah ile başbaşa kalmak üzere oturup tefekkür, tezekkür, tilavet ve murakabe ile meşgul olmak. Seri Sakatî, "mescidlerde oturmak, kapısı halka açık olmayan ticaret yerleri gibidir" der. Hasan el-Kazzâz geceleri çok cülus yapar (oturur) di. Ona tasavvuftan sorulunca şu karşılığı verirdi: "Ancak ihtiyaç kadarmca az yemek, zaruret olmadıkça konuşmamak, galebe çalmadıkça (iyice bastırmadıkça) uyumamak". Bu sözüyle, gecesinin büyük bir bölümünü oturmakla geçirdiğini kastediyordu. Ebû Yezîd, bir gece oturuşunda ayağını uzatmış, hemen hatif (gizli) den bir sesle irkilmişti. "hükümdarların huzurunda otururken edebe uymak gerek". Ebû Yezîd derhal dizüstü oturuş vaziyeti aldı. Son yüzyıl sufîlerinden merhum Adanalı Sami Efendi'nin doksan küsur yıllık ömründe, dizüstü oturuş şeklinden başka tarzda oturduğunu, eşi de dahil olmak üzere kimsenin görmediği kaydedilir. Edeb ya Hû!... Osmanlılarda sultan tahta oturunca, yeniçerilere cülus bahşişi dağıtırlardı.

    CÜMLE KAPISI : Tekkeye girilen dış kapıya, cümle kapısı denir. Cümle kapılarının sağ ve solunda halkalar olur, bu halkalara zincirler bağlanarak, kapının orta yerinde bu iki zincir birbirine düğümlenirdi. Kapıdan giren, kafasını çarpmamak için biraz eğilmek zorunda kalırdı. İnsan yapılandıran, nefis tezkiyesinin gerçekleştiği bu mekanlara dik ve kibirli girilmemesi gerektiği, bu espiriyle anlatılmak istenirdi. Eski Selçuklu Camilerinin özellikle Taç Kapı haricindeki yan kapıları da basık olarak inşa edilir, giren kişinin başını eğmesi sağlanırdı. Zira camiler ibadet mahalli olarak, kulun Rabbisinin huzurunda nefis kibrini kırıp, acizliğinin en derin boyutlarda farkına vardığı yerlerdi.

    CÜNBÜŞLEMEK : "Çay içmek" gibi, içmek anlamında kullanılan bir tâbir. "Çay ilahisi" içilen çaydan duyulan haz ile okunur ve dinlenirdi.

    CÜNEYDİYYE: Cüneyd-i Bağdadi (ö. 298/910)'nin fikirleri çerçevesinde oluşan Bağdâd tasavvuf okulunun, XI. asırdan itibaren bir tarikat şeklinde kabul edilmesiyle ortaya çıkmıştır.

    CÜNEYDÎ SARIK : Bir sarık türüdür. Sarıklar ya katları gelişigüzel, yahut aşağı indirip yukarı çıkarmak suretiyle sarılırdı. Bu çıkış ve inişin üstüste gelmesinden bir çeşit kafes oluşurdu. Mevlevîlerce "kafesî destur" denilen bu tarz sarığa, öteki tasavvuf okullarında "cüneydî sarık" adı verilirdi. Katları gelişigüzel sarılan sarıklara da "dolama" denirdi.

    CÜNÛN: Arapça, delilik demektir. Söz ve işlerin akışına aklın fazla etkili olmaması şeklinde ortaya çıkan akıl bozukluğu. Aşıkların, Allah'tan başkasıyla meşgul olmaması, İlâhî aşk ile sarhoşluğu yaşamaları, deli olmadıkları halde deli gibi görünmeleri.

    CÜZ: Arapça, parça demektir. Tasavvufî olarak bu tabir, tasavvufta mertebe-i saniye, mertebe-i esma ve sıfat, kesret ve ta'ayyünat anlamında kullanılır.

    CÜZÛLİYYE: Ebu Abdullah Muhammed b. Süleyman el-Cezülî (ö. 870/1465) tarafından kurulan ve Bedeviyye-i Şâziliyye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu. Delâil-i Hayrat'ı n müellifi Süleyman el-Cüzûlî bu yola mensuptur
    ÇÂH-I ZANAH: Farsça, çene çukuru anlamında bir tamlama. Temaşa hâlinde görülen sınırlardaki müşkiller.

    ÇALİPÂ: Farsça, haç demektir. Tabiat, maddî âlem. Çalipân: Bektaşî hilâfet ve icazetnamelerine konulan başlık.

    ÇALMA-ÇALMA DESTÂR : Bir tür sarık. Bu sarıklara çalma destâr da denilir. Çalma sarıklar, beyaz renkli olup ilmiyye sınıfına mensup kimseler tarafından giyilirdi. Kelime olarak çalma, sıvama olmayan kaba şey demektir.

    ÇAR ALÂMET: Farsça-Arapça. Çar, çehâr'dan bozulmuş olup dört manasına gelir. Alâmet, işaret, iz, nişan, sembol gibi manaları ihtiva eder. Bu şekilde çar alâmet, dört işaret demektir. Bektaşîlerde, halife olan kişiye, deriden dikilmiş, iç tarafında bir şeyler konmak için düğmeyle iliklenen deliklere sahip, bele sarılan ince ve uzun bir sofra, çerâğ (yani mum), alem (yani bayrak) ve seccade verilir. Sofra, çerâğ, seccade ve alem o kişinin Bektaşî olduğunun alâmeti olması münasebetiyle, bu enstrümanlara çehar-alâmet, veya galat tarzda kullanılışıyla çar alâmet denir. Sofra, ince, uzun olması sebebiyle elif harfine benzetilerek, elifî sofra adıyla da anılırdı.

    ÇAR DARB: Farsça-Arapça. Dört vuruş demektir. Kalenderîler ve abdallar, başlarında biten bütün kılları usturaya vurdukları için, yapılan traş işlemine bu ad verilmiştir. Başta bulunan kıllar dört çeşittir: 1. Saç, 2. Kaş, 3. Bıyık, 4. Sakal. Kalenderîler ve abdallar tıraş oldukları zaman, başlarının üzerinde hiç kıl bulunmazdı. Bu durumu ifade etmek üzere, çar darb yapan dervişler için cevâlıka, cavlaklar, terimleri kullanılırdı. Hayderîler, ve Câmîler de, bu Kalenden dervişleri gibi, saç ve sakallarını tıraş ettirirler, ancak bıyıklarını kesmezlerdi. XVI. yüzyıl Mevlevîlerinden Sîneçak Yusuf Efendi de, çehâr darbı kabul edenlerdendir.
    Sakalımla başımı
    Bıyığımla kaşımı,
    Hak onara işimi,
    Bu sakalı kırkarım
    Kaygusuz Abdal
    Kalenderîler çar darbı şu şekilde izah ederler: Derviş, Allah'ı zikirle meşgul iken kendisine bir hâl gelir, o sırada dervişin kalbi dört darb ile zikreder. Bu durumdaki bazı dervişlerde neş'e zahir olur, bu neş'enin etkisiyle saç, sakal, bıyık ve kaşını tıraş ederler. Abdalların açıklaması da kısaca şu şekildedir: Âlem-i mânâda insanın yüzü, şu gökteki aydan daha parlaktır. Bu parlaklığı, siyah renkli baş kılları ile örtmek niye? Modern çağdaki bunalımın doğurduğu "skin heads" (Dazlaklar) gurubunun cevâlıka ile herhangi bir bağının bulunmadığını ifade etmek zaittir, gereksizdir.

    ÇÂRDEH-İ MA'SÛM-I PAK : Farsça, on dört temiz suçsuz demektir. İsnâ Aşeriyye ve bazı tasavvufçulara göre bu ondört kişi, Hz. Peygamber, Hz. Falıma, ve oniki imamdır. Bektaşîler 12'yi 14'e çıkartırlar ki bunlar şunlardır:
    1.Hz. Ali (r)
    2. Muhammed Ebûbekr İbn Aliyyi'l-Murtazâ
    3. Abdullah İbn Hasan İbn Aliyyi'l-Murtazâ
    4. Kasım İbn Hüseyn İbn Aliyyi'l-Murtazâ
    5. Hüseyn İbn Ali Zeynelâbidin İbn Hüseyn
    6. Kasım İbn Ali Zeynelâbidin
    7 Aliyyi'l-Ahtaş İbn Muhammed el-Bâkır
    8. Abdullah İbn Ca'fer-i Sâdık
    9. Yahya el-Hâdî İbn Ca'fer-i Sâdık
    10. Salih İbn Musa el-Kâzım
    11. Tayyib İbn Musa el-Kâzım
    12. Ca'fer İbn Muhammed et-Takî
    13. Ca'fer İbn Hasen el-Askerî
    14. Hasen İbn Hüseyn el-Askerî (Radıyallahu anhum).
    Listeden anlaşılacağı üzere, bu ondört suçsuz temiz kişiler, Hz. Ali (r)'nin neslinden gelenlerdir.

    ÇÂR-I YAR-İ GÜZİN: Farsça, dört seçkin dost anlamında zincirleme bir tamlama. İlk dört halife: Hz. Ebubekir (r), Hz. Ömer (r), Hz. Osman (r), Hz. Ali (r).

    ÇARK-ÇARH: Farsça. Yaka, gök, talih, okyayı, yer, devam eden, süren gibi manaları ihtiva eder. Mevlevîler sağ ayağa çarh, sol yağa da direk derler. Semâ sırasında, direk adı verilen sol ayağa dayanılarak, sağ ayak döndürüldüğü için bu adın verildiği kaydedilir. İki türlü çarh vardır: Tam çarh ve yarım çarh. Sema sırasında sağ ayak kaldırılır bir tur atılır, ilk noktaya değerse, buna tam çarh, tam daire tamamlanmaz ise yarım çarh denir. Çark atma tekniğini kaynaklar şu şekilde kaydeder: Sol ayak sabittir. Mevlânâ bunu "bir ayağımız şeriatta sımsıkı sabittir, kımıldamaz, yani İslâm'dan vazgeçmeyiz, ona sıkıca bağlıyız, bütün vücud varlığımız onun üzerine bina edilmiştir, dayanağımız İslâmdan başkası değildir." şeklinde açıklar. Sağ ayak ise, dönme hareketini Kabe'yi tavaf dâiresi pozisyonunu esas alarak yapar. Mevlana Celâleddin Rumî, sağ ayağın çizdiği bu daireyi, "biz diğer ayağınızla bütün meşrep, din, mezhep, görüş, fikir, hikmet ve kanaatleri dolaşır, onları tanır, bilir, onlara hoş görü ile davranırız, onları anlamaya çalışırız, diyalog kurarız" şeklinde açıklar.

    ÇAR TEKBİR: Farsça-Arapça. Dört tekbir demektir. Bu tekbirler cenaze namazında alınır. Tasavvufta dört tekbir, her şeyden sıyrılmak manasını ifade eder. Cenaze namazı tekbirlerle kılındığında, artık ölü toprağa verilir, dünya ile bir ilgisi kalmaz, işte sufîler de ölmeden önce ölme sırrına ulaşmak için, varlıklarının cenazesini fenaya defneder. Ünlü iran'lı sufî Hafız, Divan'ında "Ben aşk çeşmesinden abdest alınca, dört tekbirle varlığın cenaze namazını kıldım" der.

    ÇARUPKEŞ: Farsça, Çârûb, süpürge demektir. Peygamber Efendimizin (s) türbesini süpüren kimse için kullanılır. Tasavvufta da, tarikat şeyhleri için terim olmuştur. Şeyhler, müridlerinin kalbinde, Allah'a ulaşmayı engelleyecek yetmiş bin perdeli maniayı süpürdükleri için "süpürgeci" unvanıyla anılmışlardır. Anadolu'da, türbelere süpürge adama âdeti ile bu espiri arasında bir bağlantı olduğunu zannediyoruz. Türbelere verilen süpürgeler, Annemarie Schimmel'in de ilgisini çekmiştir.

    ÇAVUŞ: Türkçe çavmak kökünden türetilmiştir. Orduda onbaşının üstündeki rütbeye denir. Ancak bu kelime esas anlamı itibariyle haber taşımayı ifade eder. Herhangi bir işe bakan kişi anlamında da kullanılır. Günümüz, bazı sufiyye mekteplerinde özellikle Rifâîlerde, müridlerin ruhanî terbiyesinde, şeyhe yardımcı olmak üzere, şeyh tarafından seçilen, manevî olgunluğa ermiş kişilere çavuş denmektedir. Bunun üzerinde nâiblik veya vekillik gibi unvanlar bulunur.

    ÇEHRE: Farsça gülyüz demektir. Kemal sahibi ariflerin gönüllerinde pırıldayan mutlak tecelliler. Sâlikin rüyada veya kendinden geçtiği sırada gördüğü tecelli ki maddi âlemde görülmez.
    ÇELEBİ: Türkçe. Çalab, Allah manasındadır. Sonundaki nisbet yâ'sı ile Çelebî, Allah'a ait adam, Allah adamı demektir. Kibar zarif kimselere de "çelebî adam" denir. XVII. yüzyılın sonlarına kadar bilgin ve soylu kimseler için, yine bu unvan kullanılmıştır. Mevlâna'nın soyundan gelenler "Çelebî" olarak anılmış, ancak Mevlâna'ya ana tarafından akraba olanlar "inâs çelebî": baba tarafından akraba olanlara da "zükür çelebî" denmiştir. Hacı Bektaş'ın nefes evladı (manevî evlad) yahut belinden gelen kişilere de "Çelebî" denir. Mevlevî çelebilerinden ayırmak için "Bektaşî çelebilerinden" diye kayıt konulur. Çelebî kelimesi, Farsça gramerine uygun olarak "Çelebiyan" şeklinde çoğul yapılır. Mevlevîlerden, Mevlânâ'nın maddî bakımdan akrabası olmadığı halde: Mesnevî'nin yazılmasına önayak olan kişiye bu unvan verilerek Çelebî Hüsameddin denmiştir. Normal olarak çelebî ifadesi isimden sonra kullanılırken, bu zatın adının başına getirilmesi, esas çelebîlerden ayırmak içindir. Çelebî'nin isimle beraber kullanılışı şöyledir: iskender Çelebî, Mehmed Çelebî, Ali Çelebî, Salih Çelebî, ibrahim Çelebî. Genel olarak çelebî deyimini, Allah yoluna sülük eden, maneviyat erleri için kullananlar da vardır.

    ÇELEBÎ EFENDİ: Türkçe-Rumca. Çelebî, daha önce ifade ettiğimiz gibi Allah manasına gelen Çalap kelimesinin nisbetidir. Efendi ise Rumca asıllı bir kelime olup okumuş kibar kimse, malik, sahip gibi manaları vardır. Seyyid, hoca, kadı, molla ve şehzadeler için kullanılmıştır. Çelebî Efendi, Konya Mevle-vihanesi postnişinine verilen addır. Mevlevîler arasındaki unvanı "aziz efendimiz" şeklindeydi. Çelebî Efendi, Mevlânâ Celâleddin Rûmi'nin mutlak anlamda vekili, bütün mevlevi şeyhlerinin başı idi. Diğer Mevlevî şeyhleri, onun vekili idi. Çelebî Efendi, istediğini tayin edebilme yetkisine sahipti. Ziyaret için gittiği dergahlarda bulunan postlar, kendisine sunulurdu. Bu makamı, Mevlâna'nın erkek çocuğundan gelenlerin en ehil olanları işgal etmiştir. Sadece Ebu Bekir Çelebî Efendi isminde bir zât, bütün özelliklere sahip olduğu halde, muhtemelen bazı olumsuz cereyanların etkisiyle makamından uzaklaştırılarak, yerine kız evlattan gelen Karahisarlı Arif Çelebî Efendi tayin edilmişti. Mevlevîlikte, çelebilik makamını elde edebilmek için veraset usûlü kabul edilmemişti. Teamüle göre, postnişin olan bir Çelebî Efendi öldüğü zaman, Mevlânâ ailesine mensup olanlarla dergâhın ileri gelenleri ve kıdemli dervişler, ölen zatın evlatları ve amcazadeleri arasından ehliyetli ve liyakat sahibi bazılarının kendilerinden sonra seçilmelerini tavsiye edenler de olmuştu. Çelebî Efendilere hükümet tarafından da çok ehemmiyet verilirdi. Çelebî Efendiler, padişahlara uzun süre kılıç kuşatmışlardır. Bu nedenle Postnişinlik makamında değişme oldukça, seçilen yeni çelebî ve post-nişinlere padişah tarafından ferman verilmek suretiyle, yapılan seçim teyid ve tasdik olunurdu.

    ÇELİK, ÇELİKLEME : Çelik, Türkçe bir kelime olup değnek manasınadır. Parmak kalınlığında yarım metre kadar uzunluğundadır. Mevlevî tekkelerinde, tekkenin toplantı yeri olan meydanda, kazancı postu üzerinde asılı dururdu. Tarikat edebine aykırı iş yapanlar, bu değnekle acıtmadan vurularak terbiye ve edebe getirilir, bu dövme işine "çelikleme" denirdi. Kabahatli olan derviş, erkândan ise, şeyh yahut aşçı dede tarafından; çilede bulunanlardan ise kazancı tarafından çeliklenirdi. Gerek dede, gerek derviş, diz çökmüş olan şeyh, aşçı dede yahut kazancı dedenin dizi üstüne başını kor, o da çeliği omuzunu geçmeyecek şekilde kaldırmak suretiyle, bir kaç çelik vurur. Bittiği zaman bir gülbank okuyup kabahatlinin suçunun affı niyazında bulunurdu.
    Sende nedir bu resimlik
    Satma sana gel dedelik
    Sırtına bin elli çelik
    Urmalı mutlak dediler
    Türâbî
    Suç biraz büyükse, dergâhın genel mürebbîsi, Aşçı Dede'ye bunu söyler, o da bu cezayı, semahanede bir kaç dervişin gözü önünde verirdi. Çelikleme olayı, Bektaşîlerde de vardır.

    ÇENGİ: Çeng, harbe benzer bir müzik aletidir. Kavisli ağaca takılı, bağırsaktan yapılmış yirmi üç telden meydana gelir. Bu müzik âletinin kökeni Doğu'dur. Bu âleti çalana çengi denir. Mevlevi mutasavvıflarından bestekâr Yusuf Dede, bu enstrümanı çalmakta üstâd olduğu için "çengi" lakabıyla anılmıştır.

    ÇERAG: Farsça. Kandil, mum gibi manaları vardır. Topraktan veya madenden yapılmış kandil. İçine yağ konulup yan tarafındaki deliğe bir fitil takılarak yakılırdı. Çerağ, Bektaşîlerde makamlardan biriydi. Burada, diğer makamlarda olduğu gibi niyaz olunurdu. Nasib alan yeni talib, rehberinin kılavuzluğu ile buraya geldiği zaman, rehber kendisine şöyle derdi: "Buna çerağ derler. Bu çerağ, nûr-ı Muhammed Ali'dir. Cümle canlar, bunun nuruyla münevverlenip, onların cemâliyle müşerref olunup, her hakka erişilen makamdır." Tekkelerde çerağın yakılması veya söndürülmesi icabettiği zaman "çerağı yak", "çerağı söndür" denilmez "çerağı uyandır", "çerağı dinlendir" denilirdi. Çerağ nefesle üflenerek söndürülmez, elin hareketleriyle dinlendirildi. Bektaşî meydanlarındaki mumlara, özellikle, mutfakta yakılan mum ve lambaları uyandırmak için kullanılan kandile, çerağ denilirdi. Kandilin kudreti temsil ettiği kanaati yaygındı. Diğer tarikatlarda da, kandile çerağ denilir.


    BURADAN BİR METEHAN GEÇTİ...

  8. #8
    Mete - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    25.Ağustos.2016
    Mesajlar
    450
    Mentioned
    10 Post(s)
    Tagged
    0 Thread(s)
    ÇERAĞCI: Tekkelerde çerağın arzettiği önem büyüktür. Bunu, çerağı yakıp söndürmek için, ayrı bir görevli tayin edilmesinden anlıyoruz. Kaynaklar, tekke hizmetleri arasında, ifa ettiği görev itibariyle çerağcının önemli bir kişi olduğunu kaydetmektedir. Güneş batma zamanı, Mevlevî meydanlarında bir mum yakılırdı ki, buna çerağ denirdi. Akşam ezanı okunduktan sonra, mescidin mumları bu çerağ ile uyandırılırdı. Sımathane (yemekhane) deki mumlar da, aynı minval üzere tutuşturulur ve bu tutuşturma işinden önce Şeyh yahut en kıdemli dede, "çerağ gülbangi" okurdu. "Çerağ-ı rûşen ziyâ-yı imân, dem-i Hazret-i Mevlâna Hû diyelim Hû" ifadelerinden sonra, hep birlikte "Hû" çekilir ve sofraya oturulurdu. Bu gülbank, mumların yanması ve verdiği nimetlerden dolayı Allah'a şükrün bir ifadesi olarak değerlendirilirdi.
    Çerağcının görevi, işte buydu. Kaynaklarda, tekkelerde kandilcilik görevi, bir başka kişinin yaptığı, farklı bir hizmet olarak kaydedilir. Kandilcilik görevini üstlenen kişi, mescidin dışındaki kandilleri hazırlayıp yakardı.

    ÇERAĞ GÜLBANKİ: Mevlevî tabiri olarak çerağ gülbanki, mumların (çerağlarm) yakılması sırasında okunurdu. Bu gülbank şu şekildeydi: "Çerağ-ı rûşen-i fahr-i dervişan, ziyâ-yı iman, kanûn-ı merdân, dem-i Hazret-i Mevlânâ Hû diyelim Hû". Bu gülbanktan sonra, dervişler topluca "Hû" çekerlerdi.

    ÇERÂĞ-I MÜRDE: Farsça, ölü çıra demektir. Marifet nuru ile aydınlanmamış kalb, ölü kalb.

    ÇERKEŞİYYE: Çankırı Çerkeş'i! Hacı Mustafa Efendi (Ö. 1229/1813) tarafından kurulan, Nasûhiyye-i Halvetiyye'nin şubesi olan bir tasavvuf okulu.

    ÇEŞM: Farsça, göz anlamındadır. Osmanlılarda, kızağa çekilen gemilerin durduğu, üstü kapalı sündürmelere çeşm denilirdi. Tasavvuf? bir terim olarak, A'yan dışında Hakk'ı müşahede için kullanılır. Allah'ın basar sıfatı: el-Basir.

    ÇEŞM-İ ÂHÛVÂNE: Farsça, ceylan gözlü demektir. Allah'ın "Settar" ismiyle kulunun suçlarını örtmesi ve ona hangi hataları işlediğini göstermesi. Bu, kulun iyiliğine olan cemal tecellisi, Allah'ın ona olan lütuf ve inayetidir.

    ÇEŞME: Farsça, pınar, göz, kaynak demektir. Tasavvuftaki anlamları şöyledir: İlâhî feyzin kaynağı, âmâ (körlük) âlemi, Hakka eren kâmil arifin kalbi.

    ÇEŞME-İ HAYVAN: Farsça, hayat çeşmesi demektir. Tasavvufta, marifetin kaynağı ve aslı anlamında kullanılan bir terimdir.

    ÇEŞME-İ ZİNDEGÂNİ: Farsça, dirilik suyu veya diriltici su, âb-ı hayat anlamındadır. Akl-ı Surh, aynu'l hayat (hayat pınarı).

    ÇEŞM-İ HUMAR: Farsça, mahmur göz. Salikten, kusurlarının gizli tutulmasıdır ki, bu kusurlar ondan yüksek kemal sahiplerine malûm olur; ancak onlar, bu kusurları, sahibine açıklar veya açıklamazlar.

    ÇEŞM-İ MEST: Farsça, mahmur göz. Bu terimin açıklaması şöyledir: Hakk'ın sâlikin kusurlarını, sâlikten de halkdan da gizlemesi, af ve mağfirete mazhar olması.

    ÇEŞM-İ NERGİS: Farsça, nergis gözlü anlamında bir tamlama. Sâlikin iyi hallerinin, mükemmel niteliklerinin ve yüksek mertebesinin örtülü tutulması; bazen sâlik veli olduğunu bilir, ancak halk bilmeyebilir, bazen de halk bilir, kendi bilmez.

    ÇEŞM-İ SİHR-ENGİZ: Farsça, büyüleyici göz, sihirli bakış. Tasavvuf! anlamcilâhî cezbe.

    ÇEŞM-İ ŞEHLA: Farsça, hafif şaşı göz. Sâlikin yüksek makamda olduğunun gerek kendisi, gerekse başkası tarafından bilinmesi. Bu, şöhrete yol açması bakımından tehlikeli sayılır.

    ÇEŞM-İ TEREK: Farsça, yırtık göz. Sâlikin olduğu hal, kemal ve yüksek makamın, hem kendisinden, hem de halktan gizlenmesi.

    ÇEŞM-İ BÜLBÜL: Farsça bülbül gözü demektir. Çizgili ve hareli olarak yapılmış cam ürününe Çeşm-i Bülbül denir. Bu cam işleme tekniğini ilk kez Venedik'ten getiren kişi, Üçüncü Selim devri Mevlevî sûfilerinden Mehmed Dede'dir. Şeyh Efendi, bu san'atı Venedik'te öğrenir, İstanbul'a döner ve Beykoz'da bir tezgâh kurarak, bu san'atı daha da ileri götürür. Ona renkler verir, çizgilerini yeniden düzenler, dantelâ tarzında hareler yapar, Kur'an-ı Kerim tezhibini andırır bir şekilde altınlısını da imal eder. Yaptığı altınlı kadehi, Üçüncü Selim'e hediye eder. işte bu hediye sırasında imal ettiği bu san'at eserine "Çeşm-i Bülbül" adını verir. Mevlevî Şeyhi olan bu sanatkarın, eserine çeşm-i bülbül demesinin nedeni şudur: Çeşm-i Bülbül'ün en ayırdedici özelliği, onu gözünüze yaklaştırıp havaya bakarsanız, içinde, bülbül gözü gibi hâreler menevişler görülür. İşte bu görüntüyü vermesi sebebiyle, Şeyh Efendi ona "Çeşm-i Bülbül" adını vermiştir.
    Kaseler çini, tabaklar mertebânidir bütün, Çeşm-i bülbüller birer şehkâr-ı manidir bütün. Fazıl Ahmed AYKAÇ

    ÇİLE: Farsça, kırk anlamına gelen çihil'den düzenlenmiş bir terim. Bir şeyh nezaretinde derviş, karanlık bir hücrede yalnız başına kırk gün süre ile az uyumak, az yemek, az içmek ve mümkün mertebe sürekli ibadetle meşgul olur ki bu olaya, çile denir. Bu, nefsi eğitmek için belirli bir süre halktan uzak kalıp olgunlaşmayı elde etmek için yapılır. Tasavvuftaki çile, ömür boyu değildir, sadece kırk gündür. Zira tasavvufta esas olan, "el kârda, gönül yârda" yani "el günlük maişet teminiyle meşgul iken, kalb Allah ile beraber olmaktır". Nitekim, Nur Suresinin 37'nci âyetinde bu husus, şöyle desteklenir: "Ticaret ve alışverişin Allah (c.c)'ı zikirden alıkoymadığı erkekler..."
    Çileye, Arapça olarak erbain de denir. Hemen hemen her tekkede, eskiden bu iş için bir veya birkaç hücre bulunurdu. Çile olayı şöyle cerayan ederdi: Şeyh, dervişi çile odasına güsul abdestli olarak dua ile sokar, Fatiha çeker, kapıyı kapayıp giderdi. Odada bir post, yahut seccade, bir mütteka (bkz. müttekâ) ve hücrenin rafında bir Kur'an-ı Kerim bulunurdu. Derviş, bu hücreden, sadece gerekli olduğu zaman çıkardı: Tuvalet, abdest, cuma namazı vs. gibi. Çıktığında kimseye bakmaz, kimseyle konuşmazdı. Yiyeceğini, içeceğini, belirli vakitte bir derviş getirip hücreye bırakıp, selamdan başka bir söz konuşmazdı. Geleneklere göre, çileye girene ilk gün kırk zeytin verilir, her gün bir eksilterek (39, 38, 37, 36, 15 ila...) kırkıncı gün sadece bir zeytin verilirdi. Yiyeceğin zeytin olması, Nur suresi'nin 35. ayetinde de ifade edildiği gibi (min şeceretin mübâreketin zeytûnetin), onun mübarekliğinden kaynaklanmaktadır. Derviş çileden çıkınca, kırk gün içindeki tefekkür ve rüyalarını şeyhine anlatırdı. Şayet Şeyh, gerek görürse onu hemen ikinci bir çileye sokardı. Birbiri ardınca üç çile çıkaran olurdu. Derviş çileyi bitirip hücreden çıkınca, şükür kurbanı kesilir, kesilen kurbanın et suyuyla hazırlanan tirid yemeği ona sunulur, diğer ihvanı da onu tebrik ederdi. Günümüz Türkiye'sinde, bu uygulama hemen hemen kalkmış gibidir. Bunun sebebini sorduğumuz mürşid-i kamiller, "devrimizde helal rızık kalmamıştır. Çileye giren, hem az, hem de şüpheli yiyecekle bu uygulamaya tâbi tutulursa, görme, işitme, konuşma gibi bazı özelliklerini kaybedebilir. Devrimiz zâten çile devri, değildir, dış âlemde gezip nefsini zaptetmek de yeterlidir" cevabını verdiler. Mevlevîlerin çilesinin mutfakta 1001 günlük hizmet ile olduğu kaydedilir.

    ÇİLE ÇIKARMAK : Saliklerin, nefsin tezkiyesi (arınması), kalbin saflaşması için bir hücreye girip kırk gün süreyle ibadet, zikir ve fikir ile meşgul olması. Çile bazan, zelle (ufak kusur) karşılığında ceza şeklinde de uygulanırdı. Mevlevî dervişleri, çileyi mutfak hizmetleriyle çıkarırlardı. Yemekle beraber dervişler de pişerdi. Çilenin şeklini mürşid tayin ederdi. Diğer tasavvuf okullarında çileyi yolculuk yaparak çıkaranlar da vardı.

    ÇİLE ÇEKMEK : Mihnet ve meşakkat çekmek demektir. Tasavvuf erbabının çile hücresine girmesi ve orada kırk gün kalması, külfetli bir iş olduğu için, o makamda kullanılırdı. Şiirde şeddelendirmek suretiyle kullanılırdı.
    Ne çille çektiğimi bu riyay-ı gamda fakir.
    Görünce nakşını göstermede imkan hasır.

    ÇİLEHANE: Farsça, çile evi demektir. Tasavvuf erbabının çilelerini doldurdukları özel hücreye çilehane denirdi. Tekkelerin karanlık ve rutubetli odaları, çilehane olarak kullanıldığı gibi, bu hücre, bazen de, dağbaşlarında ve tenha yerlerdeki mağaralarda inşa edilirdi.

    ÇİLEKEŞ: Farsça, çile çeken anlamında bir ifade. Hücrede çile dolduranlar için kullanılan bir tabir. Yokluk içindeki fakir ve garip için, çektikleri sıkıntılar sebebiyle, bu tabir kullanılır.

    ÇİLE KIRGINI : Bin bir günlük hizmeti, bitirmeden, çileyi terkeden kişiye çile kırgını denir. Bu durumda olan kişi, eğer pişman olur da hizmete (yani çileye) dönmek isterse, kaldığı veya bıraktığı yerden değil, baştan başlardı.

    ÇİLE-İ MERDAN: Farsça, erkeklerin çilesi anlamında bir tamlama. Mevlevi tabiri. En yorucu hizmetlere, çile-i merdan denirdi.

    ÇİLE-İ MA'KUSE: Farsça ters çile demektir. Derviş kendini ayaktan tavana bağlayarak tepesi aşağı çile çıkarır ve buna çile-i ma'kûse denirdi. Ebu Said Ebûl-Hayr'm bu şekilde çile çıkardığı kaydedilir. Buna Salât-ı maklûb da denir. Rivayetlere göre Harut ve Mârût, Babil Kuyusunda (Çah-ı Bâbil), bu şekilde çile çıkarmaktadır.

    ÇİŞTİYYE: Ebu ishak Bendenüvaz veya Çişt'li (Horasan) Hoca Ahmed Abdal (ö. 355/965) tarafından kurulmuş, Hoca Muinuddin Çiştlî (ö. 633/1236) tarafından Acmir (Hindistan)'a taşınmıştır.

    ÇİVİ TUTMAK : Mevlevi dervişi sema ederken, dönmekte olduğu yeri terketmez, bu noktada sabit kalarak deveran (dönme)'a devam ederse, buna çivi tutmak denir. Bunu başaran dervişe de, çivisi sağlam denir

    *D*



    DÂÎ: Arapça, davet eden, çağıran demektir. Halkı sevk ve yönetme bilgisi verilen kişi. Batınî propagandacılarına dâî denir.
    DÂİRE: Arapça, dönen yuvarlak, çember gibi mânâları vardır. Adn Cenneti'nde, Hakk'ı görmek üzere insanların bir araya gelip toplanmış halde bulunuşuna verilen isim.
    DÂİYE : Arapça istek, içten gelen arzu anlamında bir kelime. Nefsin arzu ve eğilimleri, daiyye-i nefsaniyye.
    DAKİKA: Arapça incelik kimsenin anlayamadığı ince sır. Çoğulu dekaik'dir. Dekaik, hakaik'den daha üstündür.
    DAKKÂKİYYE: Ebû Ali el-Hasen b. Ali ed-Dakkâk (öl. 412/1021) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.
    DAL SİKKE: Türkçe-Arapça. Dal düz, sade, çıplak manasına; sikke de mevlevîlerin başlarına giydikleri keçeden serpuş anlamına gelir. Sikkenin sarıksız olanına, dal sikke denir. Destâr sarılmış olan sikkelere ise, destârlı sikke tâbiri kullanılır.
    DAM : Farsça tuzak demektir. Vehim ve hayal tuzağının kurulduğu yer. Dünya, madde âlemi. "Âlemde olan her şey vehim ve hayalden ibarettir."
    DANÂİN: Arapça, bir kimseye tahsis edilen şeye denir. Allahü Teâla ile özel münasebet kurmuş olan Allah dostlarından, havas tabakasına ulaşmış kişilere denir. Hadislere göre, Allah bunlara parlak nurlu elbiseler giydirir, onları afiyet içinde yaşatır, yine afiyet içinde canını alır.
    DAR: Arapça ev, Farsça idam sehbası manasınadır. Tasavvufta Bektaşîlik ıstılahları arasında geçer. Muhibbin, can feda etmek üzere meydanda ikrar verdiği yerin adıdır. Meydânın tam orta yerine dar denir. Biat ve tarikat talkini töreni gibi merasimler, burada icra olunur. Tasavvuf Edebiyatında, "Hallâc-ı Mansur" un başına gelen olayı ifâde etmek üzere, şiirlerde lügat mânâsı ile kullanılırdı (yani idam sehbası mânâsına). Dâr-ı Mansur konusunu işleyen çok sayıdaki şiirlerden bir beyt de şudur:
    Circis oldum basıldım, Mansur oldum asıldım
    Hallaç pamuğu gibi, bunda atılıp geldim.
    Yunus Emre
    DARB-I ESMA: Arapça. İlâhî isimlerin darb (özel bir şekilde kalbe vurdurmak) ile zikri. Bu, Halvetiyye ıstılâhlarındandır. Halvet? âyinlerine bu ad verilirdi.
    DÂRU'L-EMÂN: Arapça. Emin olunan yer emniyetin bulunduğu ülke, diyar, tecavüzden, saldırıdan masum, sığınılacak yer. Bu, bir Bektaşî tâbiridir. Meydân kapısının bir başka adıdır. Başta baba olmak üzere tüm dervişler, bu kapının eşiğinde niyaz ederlerdi, ikrar veren derviş ikrar verdikten sonra, rehberinin yol göstermesiyle "dârü'l-emân'a gelir, orada niyaz ederdi. O sırada rehber, dervişe, "buna kapı derler ve bu makama da dârü'l-emân derler. Bu, erenler kapısıdır. Bu kapıya gelen, geri dönmeyip meram ve maksada erişilen mahaldir" derdi. Bu olay, manevî tekâmüle yönelişin sembolü olarak değerlendirilmektedir.
    DÂRU'L-GURÛR: Arapça, aldanış yeri mânâsına gelir. Tasavvuf ıstılahı olarak, bir imtihan dünyası olan şu yaşadığımız âlemi anlatır.
    DÂRU'L-MESNEVÎ: Arapça. Mesnevî evi, veya Mesnevî okunan yer demektir. Mevlevî ıstılahıdır. Mesnevî okutmak üzere açılan dersanelere Dâru'l-Mesnevî denilir. İlk Darü'l-Mesnevi, 9 Muharrem 1260 (1844) tarihinde Murad Molla Dergahı'nda, İstanbul'da açılmıştır. Buradan ilk mezun olanların icazet merasiminde, Sultan Mecid de hazır bulunmuş ve icazet alanlara çeşitli hediyeler dağıtmıştır. Mesnevî okuyanlara özel bir ıstılah olarak "Mesnevîhan" denir.
    DÂRU'R-RAHMÂN - DÂRU'Ş-ŞEYTÂN: Allah'ın evi şeytanın evi anlamlarında iki Arapça tamlama. İnsan, Allah ile şeytan arasında olup, Allah'a bakan yönüne Daru'r-Rahmân, şeytana bakan yüzüne Dâru'ş-Şeytan denir. Birine akıl, diğerine cehl, veya âhiret ve dünya da denir.
    DÂVÂ-MÂNÂ: Arapça, dâ'vâ kelimesinin, iddia, mesele, problem, ülkü vs. gibi mânâları vardır. Mânâ ise, iç, ruh, bâtın, kelime, söz, hareket veya işaretin ifade ettiği, anlattığı şey anlamlarını ihtiva eder. Dâva, bir kulun, kendinde olmayanı ileri sürdürmesidir ki bu, Allah ile kul arasında bir perdedir. Bir başka deyişle, bir kul tâatlardan herhangi bir şeyi kendine izafe eder de, bu tâatların onda hakikati, isbâtı, geçekliği bulunmazsa, onun iddiası asılsız olur. Böyle bir dervişin Allah'la alâkası kesilir. Bir dervişin mübtelâ olduğu en ağır hicâb, işte budur. Bunun zıddı olan, tâatı veya tasavvufî bir hâli kendinde gerçekleştirilmiş kişi, mânâ ehlidir. Mânâ ehlinde de dâva (iddia) olmaz. Davalı kişi de, dâvasına mânâ göstermek, dâvasını mânâ ile doğrulamak zorundadır. Bu nedenle mânâsız dâva bâtıldır.
    Bize dîdâr gerek, dünya gerekmez
    Bize mânâ gerek, dâva gerekmez
    Bu yolda da'vi (yani dâva) sığmaz, ma'ni (ma'nâ) gerek
    Neyi kim sever isen ânı gerek.
    Yunus Emre
    DEBİRİSTÂN: Farsça okul demektir. Debiristân-ı ezel, debiristân-ı kıdem. Ezelî okul, lâhût âlemi, ruhlar makamı.
    DEBÛR: Arapça. Batıdan esen ve Ad kavmini helak eden rüzgarın adı. Nefsin hevâsmın hücumu ve nefsi istilâ etmesi, kelimenin ıstılah anlamını tarif eder. Bunun zıddı, Doğu rüzgarıdır ki, Saba rüzgarı diye anılır. Bu da, ruhun eğiliminin ağır basıp ruhu istilâ etmesidir. Hz. Peygamber (s) "Ben Sabâ ile yardım olundum, Ad kavmi Debûr ile helak oldu" demiştir. (Sahih-i Buharî, Kitâbü'l Megâzî ve Ahmed ibn Hanbel Müsned, c. I. s. 223). İnsanın kalbine doğan havâtır, eğer Allah'ın arzu ettiği şeylere mutabakat halinde ise, bunun hadiste bildirilen Sabâ, aksinin ise insanı helake sevkeden Debûr ile terimlendirilmesi, tasavvufun sünnetle sıkı irtibatına güzel bir örnek teşkil eder.
    DEDE: Türkçe bir kelime olup Mevlevîlikte, muhiblikten sonraki mertebedir. Muhib, derviş olmaya ikrar verip çilesini tamamladıktan sonra, kendisine bir hücre verilir ve dede diye anılır. Dede, yeni muhibleri kendi liyakatine ve kabiliyetine göre "Mesnevî" okutarak, âyin meşkederek, ney üflemeyi, usûl tutmayı belletmek suretiyle, kudüm-zen olarak yetiştirerek terbiye etme görevini icra eder.
    Dedelik, alevîlerde, soydan gelenlere mahsustur. Yani, Hz. Peygamber'in soyundan gelen seyyidlere, dede denir. Ancak bunların irşâd makamında olması gerekir. Bektaşîler, Hacı Bektaş Dergahı'nda şeyh olan babaya, Dede Baba derler.
    Bu konudaki bazı atasözleri şu şekildedir:
    "Dede himmet, oğul hizmet": Bununla, dervişin maneviyat makamlarında ilerleyebilmesi için şeyhine, ihvanına ve din kardeşlerine hizmet etmesi gerektiği ifade edilir.
    "Kendisi muhtâc-ı himmet bir dede, nerde kaldı ***rıya himmet ede", bu atasözüyle, kimseye faydası dokunmayan, dervişliği maişete medar kılmış, asalak, zavallı, uyduruk dervişler kastedilir.
    "Çiğdem bitti, dede gitti (veya yitti)": Alevilerde Dedenin taliplerle görüşmesi hep kış mevsimi olur. Buna görgü-sorgu denir. Bahar gelip tarlalarda iş başlayınca, dede kendi köyüne döner. Tarlalarda işin canlanıp dedenin dervişlerle uğraşması işi bitince, kendi köyüne gitmesi, bu atasözü ile ifade olunur.

    DEDE BABA: Bektâşîlerin Kırşehir'deki pîr makamı postnişinine verilen unvan. Bu merkez tekkenin haricindeki tekke şeyhlerine, baba denilirdi. Dervişler, hürmetli ifade tarzı olarak "baba erenler" diye hitabederlerdi. Bektaşîlikte derecelenme sırası aşağıdan yukarıya şu şekilde idi: Âşık, talip, muhib, derviş, baba, halife, dede baba. Bunların ilk dördü mürid, beşinci ve altıncısı, baba ile halife, mürşid; dede baba ise, pîr vekili olma bakımından pîr rütbesindeydi. Halife, dedebabanın reisliği altında toplanan babalar meclisinde seçilirdi. Bektâşîlerin yedi halifesi bulunuyordu; bunlar bulundukları yer itibariyle şu şekildeydi: Mısır, Abdal Musa, Seyyid Ali Sultan, Dürbali Sultan Kerbelâ, Rumelihisarı ve Merdiven Köyü.

    DEDEBAĞI: Kırşehir'deki Hacı Bektaş Tekkesi'ne bağlı bağın adıydı. Eyvallah kapısına hizmet eden derviş, evvela Dedebağı'nda iki üç sene çalışmak zorundaydı. Dedebağı da bir dergahtı. Bu dergâhın babası ve dervişleri vardı.

    DEF: Arapça. Kasnak üzerine deri gerilmesi suretiyle yapılan bir müzik enstrümanı. Tasavvufta, kulun aldığı her solukta.Allah'ı arayış içinde kalbinin heyecanla titremesi.

    DEFTER: Arapça bir kelime olup Türkçemizde de aynı anlamdadır. Gönül sayfası, ömür.


    BURADAN BİR METEHAN GEÇTİ...

  9. #9
    Mete - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    25.Ağustos.2016
    Mesajlar
    450
    Mentioned
    10 Post(s)
    Tagged
    0 Thread(s)
    DEHÂCİYYE: Abdü'l-Büdelâ Muhammed Amgâr el-Hasen el-idrisî'nin tesis ettiği bir tasavvuf okulu.

    DEHÂN: Farsça deh ağız, dehân ağızlar demektir. Zahiren konuşma özelliği demektir, ilâhî işaretler ve uyanlar. Hakk'ın kelâmı, Dehân-ı küçek: Küçük ağızlar, demektir. Anlayış ve vehmden mukaddes olan konuşma özelliği.

    DEHŞET: Arapça, gaflet, hayret veya dalgınlıktan aklın gitmesi, o hal üzere devam etmesi mânâsına gelir. Sufiyye'ye göre dehşet; Habibin (yani Allah'ın) heybetinden dolayı, muhibbi (yani sufi'yi) etki altına alan bir kuvvettir. Bu, kulu etkisi altına alan havf ve recâ halidir. Üzerindeki bu güçten dolayı kul, tıpkı baygın bir insan haline gelir. Dehşetten sonra kula sekîne denen bir hal gelir ki, bu halde, sıkıntı gitmiş mutluluk gelmiştir. Kul, aklını esir alarak ona hakim olan bu makamda, hayrettedir.

    DELÂİL: Arapça, delil kelimesinin çoğulu, yol gösteren, delil, kılavuz, işaret, burhan, bir davayı ispata yarayan şey vs. gibi mânâları ihtiva eder. Şeyh Süleyman Cezûlî (öl. 870/1465) tarafından yazılmış bir salâvat kitabıdır. Kitabın adı "Delâilü'ş-Şerif" yahut "Delâilü'l-Hayrat" olarak meşhurdur. Bu kitap, tasavvuf yolunda merhale almış kişilere, ders olarak verilir. İçinde 128 salavât vardır. Tasavvufta şeyh veya mürşide "delil" denir.

    DELİ : Aklı yitik kimseler için kullanılan bir kelime. Tasavvufi planda Allah'ın zât tecellisine maruz kalmış, bir şeyhe de bağlı olmadığı için, o tecellinin yüküne tahammül edemeyen kişilerde meydana gelen meczûbluk hâlidir. Akşemseddin, şeyhin lüzumunu anlatırken, şeyhsiz yola çıkanın, kendi başına çektiği zikirler sonucu, böyle bir hal ile karşılaşabileceğini söyler. Bu gibi kimselerde, zât tecellîsi ile akıl nuru yanmış bu nedenle kendilerinden teklîf kalkmıştır, denilir. Bu husus, "Sol tarafında kiramen kâtibîn yok" yahut "Dîvânerâ kalem nîst" (yani, deliye kalem yoktur), "delinin sözü kaleme alınmaz", "delinin sözü kaleme gelmez" gibi ifâdelerle açıklanır. Gerçek mânâda meczûbluk durumunda olanlarla, bu işin sahtekârlarını açıklamak üzere şu şiir yazılmıştır:
    Seyfullah sözünde mesttir,
    Pirinden aldığı desttir,
    Dîvânerâ kalem nîsttir,
    Ne söylerse kınar olma.
    Nizamoğlu Seyyid Seyfullah
    Yalnız burada şunu ifade etmek gerekir ki, bizim burada ele aldığımız deli tabiri, akıl nimetini sürekli kaybetmiş kişiler içindir.
    Meselâ kendinden sekr ile geçmiş, hâl gereği ***bete geçici bir süre dalmış bir Bâyezid-i Bistâmî, bir Şems-i Tebrizî, bir Mevlânâ veya bir Hallaç için kullanılmaz, islâm Tasavvufunda, fenadan sonraki beka önemlidir. Yani, ayıklık hali önde tutulur, aksi halde, sürekli maneviyat sarhoşluğu içinde bulunan kimseden hizmet ehli olmaz. Böylelerinin, Allah'ın kullarına hizmet etmesi söz konusu değildir. Mutasavvıflar, "Kavmin efendisi, onlara hizmet edendir" hadîsini ve "eğer siz Allah'a (dinine) yardım ederseniz, Allah da size yardım eder" (Muhammed/7) âyetini kendilerine şiar edinmişlerdir: Deli olmayınca veli olunmaz: Veliler, akl-ı ma'ada yükselmiştir. Böyle, akl-ı ma'ad ile yaşayanlar, günlük akl-ı ma'aşla hayat sürdürenler tarafından, gerek söz, gerekse fiil olarak anlaşılamazlar. İşte, bu yüzden başta deli olmak üzere onlara çeşitli ithamlarda bulunurlar. İşte halka göre deli olan kişi Hakk nazarında velidir. "Al deliden uslu haber": Bu atasözü de aklı, az meczubların sözlerinde bile hikmet bulunabileceğini ifade eder.
    "Deliden veli, veliden deli olur": Bu atasözüyle de deli sanılan bazı kişilerin veli, veli sanılan kişilerin bazılarının da deli olabileceği anlatılır.

    DELİL: Arapça, yol gösteren, kılavuz, rehber, işaret, iz vs. gibi mânâları ihtiva eder. Tasavvufta, delil olarak şeyh terimi kullanılır. Zira o, dervişi, Allah yoluna sevkedip, Allah'a vasıl eden kişidir. Akşemseddin'in tabiriyle, şeyh; kulu Allah'a, Allah'ı da kula sevdiren kişidir. Bektaşîlerde delil, rehber manasında kullanılır. Dergâhın meydan ve diğer yerlerindeki mumlar, bir mum vasıtası ile yakılır ve bu muma, delil denilirdi. Özellikle cemlerdeki mumları yakmaya yarayan bu mum, ince, içinde fitili bulunan ve yumak şeklinde sarılı olan bir ucu dışarı çıkarılmış vaziyette kullanılırdı.
    Hacca vardım der isen
    Kande vardın hacca sen?
    Kılavuzsuz kuş uçmaz,
    Bunca dağ u dereden.
    Kaygusuz Abdal

    DELK: Farsça, yamalı dilenci hırkası veya eski elbise manasınadır. Maddi durumu iyi olmayan dervişler ve melâmet yoluna yönelmiş bulunan kişiler tarafından giyilen, yünden mamul, adî bir elbise. Tasavvufta, Ashab-ı Suffe ve onların durumu önem arzeder. Sûfiler, Ashab-ı Kiramın fakir tabakasını oluşturan bu garipleri, kendileri için fakr örneği telakki etmişler, onlar gibi, eski giyinmişler, az yemişler, az uyumuşlar, ilimle meşgul olup, müslümanlara hizmet etmişlerdir.

    DELLÂL: Arapça, tellal, simsar gibi mânâları ihtiva eder. İnsanları birbirine sevdirmek ve kaynaştırmakla görevli, aşk ve muhabbet tellâlından bahsedilir. Bu ifade, Türkçe argodaki şekliyle, fahişe kadınları müşterilere pazarlayan deyyus kişi anlamında kullanılır. Tâbir, tasavvuf? anlamda manevî bir yücelik sahibi iken, günümüzde bir tür kimlik erozyonuna maruz kalarak, tamamen farklı bir anlama bürünmüştür.
    DEM: Farsça, soluk veya zaman manasınadır. Tasavvufta, sûfinin geçmiş ve gelecek endişesinden kurtularak içinde bulunduğu ânı yaşaması esastır. Bu hâli elde etmiş kişi, ibnu'l-Vakt adıyla anılır ve sürekli Allah'la beraberdir yani "ihsan" derecesine ulaşmıştır. Yine sûfilerde zaman, iki olay arasındaki zihnî mukayeseden ortaya çıkan mücerred ve zihnî bir mefhumdur. Nitekim, mekân da, kevn (oluş)'e uyar. Bir şey varlıkta ortaya çıkmadıkça, en, boy, yükseklik gibi mekanı belirleyen alanda bulunmaz. Zamanın gerçeği, sürekli yaşamakta olduğumuz "an" dır. Ân'larm sürekliliği ile, zaman mefhumu meydana gelir. Bu bakımdan akıp giden bu ân'a, "ân-ı dâim" denir. Bütün varlıklar, kâinat, her an ***ben ayn'a, ayn'dan ***be gitmektedir. Yaratılış bu yüzden daimidir. Ve bir an önceki âlem, bir sonraki âlemin aynısı değildir. Sûfi, her ân ne âlemde ise, ona göre, o anda tahakkuk eden âlem odur. Suretler geçer, hakikatler bakî kalır. Bu inanç sufîlerce, "dem bu dem, saat bu saat" atasözüyle belirtilir. Mevlevî gülbanginin son kısmında "dem-i Hazret-i Mevlânâ, sırr-ı Şems-i Tebrizî, Kerem-i İmam Alî, Hû diyelim" dendikten sonra, herkes baş keserek "Hû" der. Bundan maksat; zamanın gerçekte Mevlânâ'nın zamanı, zamana hâkim olan sırrın, Şems'in sırrı, kerem ve ihsanın Hz. Ali'nin keremi ve ihsanı olduğunu belirtmek, Allah'ın isimlerinden "Hû" demekle de, Bakî olan değişmeyen gerçek varlığın, ancak Allah olup şe'nleri (şuûn) değişse bile, gerçeğin değişmediğini anlatmaktır.
    Yemeğin pişip tam kıvamını bulması için, hafif ateşte bir süre bırakılmasına da, demlemek, demlenmek denir: Pilav demini aldı, çayı demledik vs. gibi. Bozulmuş tasavvuf okullarında, rakıya dem adı verilir. Bu gibi uyduruk tasavvuf? akımlar İslâm'ın özüne alabildiğine uzaktır.
    Şeyhin, ölü kalbe hayat veren soluğuna da, dem adı verilir. Bu da, şeyhin müridine teveccüh ettiği sırada vuku bulur.

    DEMİRTAŞİYYE: Kütahyalı Mehmet Demirtaş (öl. 935/1529) tarafından kurulmuş bir tasavvuf mektebi. Halvetiyye'nin kollarındandır. Bu kol, Mısır'da hâlen yaşamaktadır.

    DEMLENMEK: Bektaşîlerce, islâm'ın haram kıldığı sarhoşluk veren şeyleri içmek hakkında bu tâbir kullanılır. Halk arasında da aynı mânâya gelir.

    DEMS: Arapça, gömmek demektir. Herhangi bir nesneyi ve onun izini kalbten silip atmak.

    DENİZ-DERYA: Allah'ın gücü, bilgisi, sıfatlan,ucu bucağı olmayan bir ummana benzetilir. Kulun bunun karşısındaki durumu, denizden bir damlacık bile değildir. Bu sonsuzluğa Kur'an'da, "Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız, sayamazsınız (yani buna gücünüz yetmez)" (İbrahim/34) âyetiyle işaret olunur. Tasavvufî olgunluğu elde eden kişiler, artık temkîn makamına ermiştir. Onları, sevinç, üzüntü etkilemez, dağlar gibi makamlarında sabit, devamlı, Allah ile huzur halindedirler, işte bu makama ermiş, herşeyi hoşgören, başkasının incitmesinden incinmeyen, geniş gönüllü sufîlere "derya-dil" yahut "derya gibi adam" denir. "Denize dalmadıkça inci elde edilmez" atasözüyle, vahdet sırrına ermek için çalışmak, Allah'ta fani olmak gerektiği anlatılır. Yine "Deniz pislik tutmaz" atasözü de, gerçek olgunluğa erenlerin, başkalarının yermesinden etkilenmeyeceğini anlatır. "Onlar cahillerle karşılaştıklarında selâm derler" (Furkan/63) âyeti ile bu olgun kişilere işaret olunur. Sufîlerden Mahmûd Sâmî Efendi (k), "kalb-i selîm"i şöyle açıklardı: "Başkasını incitmemek, başkasından incinmemek".

    DER-BAHTEN: Farsça kumarda kaybetmek demektir. Önceden işlenen amellerin boşa gitmesi, kaybolması. Allah âşıklarının, Allah sevgisi uğruna en değerli sermayeleri olan amel ve ibadetleri bile gözden çıkarmaları, onlardan feragat etmeleri.

    DERD: Farsça gam, ızdırap, elem demektir. Sevgiliden sevene geçen ve katlanılmasına güç yetmeyen hâl. İlâhî aşk. Bu istenen bir derddir. En büyük derd, derdsiz olmaktır. "Allah derdini artırsın" bir Mevlevi deyimidir. Derdli, âşık demektir.
    Dolap niçin inilersin
    Derdim vardır inilerim
    Ben Mevtaya âşık oldum
    Onun için inilerim
    Yunus Emre
    DERDÂİYYE: Ashab-ı Kiram'dan Ebu'd-Derdâ Uveymir b. Mâlik el-Hazrecî (ö. 32/652-3)'ye nisbet edilen bir tarikat.

    DERECE: Arapça, artma veya yükselme basamağı, ulaşılan yer, mertebe, miktar, yücelik, mevki, rütbe gibi mânâları vardır. Yüksek derece, isim bakımından sıfatların cenneti, resm bakımından zât cennetidir. Burada bulunanlarjlâhî hakikatleri gerçekleştirmiş kişilerdir.

    DEREKE: Arapça alt kat, çukur, aşağı basamak demektir. Cehennemin katları: 1. Cehennem, 2. Lezâ, 3. Hutame, 4. Saîr, 5. Sakar, 6. Cahîm, 7. Hâviye.

    DERGÂH: Farsça. Kapı, eşik, kapı yeri, sığınılacak yer, makam, tekke gibi mânâları vardır. Tarikat mensubu şeyhlerle, dervişlerin ikâmetgâhı olan büyük tekkelere dergâh denir. Hürmeti arttırmak için şerif sıfatı eklenerek Dergâh-ı Şerîf de denilir. Kelime hafifletilerek "dergeh" şeklinde de telaffuz edilir.
    Bâb-ı Hak açıktır merd-i agâha
    Candan geçenlerdir eren Allah'a
    Hakikat yolundan ben bu dergâha
    İsteğiyle gelmiş kurbanlar gördüm.
    Tokadîzâde Şekib
    Şah-ı evrenk-i velayet ki sezadır dense,
    Seg-i dergâh-ı sipihrin esedinden efdal.
    La edrî

    DERGÂH-I ÂLÎ: Farsça-Arapça. Yüce dergâh, büyük kapı demektir. Hükümdar sarayları ile merkezî tekkelerin giriş kapılarına denir. Bu gibi binaların ana giriş kapısı, büyük ve gösterişli olduğu için, bu tabirin aslî manası da, mecazî manası da doğrudur.

    DERGÂH-I MUALLÂ: Farsça-Arapça. Yüce kapı manasına olup, merkezî tekkelerin ve sarayların kapısına denir.

    DERGÂH-I ŞERİF: Farsça-Arapça, Şerefli, yüce dergâh. Mecazî olarak büyük tekkelere denir. Dergâh-ı Alî ile aynı mânâya kullanılır.


    BURADAN BİR METEHAN GEÇTİ...

  10. #10
    Mete - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    25.Ağustos.2016
    Mesajlar
    450
    Mentioned
    10 Post(s)
    Tagged
    0 Thread(s)
    DERKAVE: Ebu'l Hasan Ali Şâzilî (öl. 1238/1823)'nin kurduğu bir tasavvuf okulu. Cezûliyye'nin kollarındandır.

    DERÛN: Farsça, iç, bâtın demektir. Melekût âlemi, gönül âlemi, ruhanî âlem.

    DERVİŞ: Farsça. Fakir, dilenci, dünyadan yüz çeviren, kendini Allah'a veren kişi. Tarikat mensublarının çoğu fakir olduğu için, bu isimle anıldığı ileri sürülür. Ancak, hakikî derviş, kimseden birşey istemez ve istememesi tarikat kuralıdır. Mevleviyye ve Rıfâiyye tarikatlarından öğrendiğimiz kadarıyla, bir derviş üst üste üç gün açlık, çekmeden, bir başka kimseden yiyecek isteyemez. Derviş kelimesi, kapı eşiği mânâsına da gelir. Dervişin, kapı eşiği gibi başkalarından gelen ezalara tahammülü olması gerekir. Bu espriden dolayıdır ki dervişler, herkesin ayak basıp ezdiği kapı eşiğine basmazlar, hattâ tekkeye veya türbeye girerken eşiğe saygı göstermek üzere, onu öper, sonradan üzerine basmadan atlayıp içeri girerler. Bu kelime iran'da ortaya çıkmasına, rağmen, Arapça'ya geçmiş, "derâviş" şeklinde çoğulu yapılmış, hattâ Arapça karşılığı "fakir" ve çoğulu "fukara" kullanılmıştır. Tasavvuftaki manâsıyla, bir şeyhin bey'ati ve terbiyesi altında bulunan kişi demektir. Hz. Peygamber (s) için de kullanılan şu tâbir "derviş-i sultan-ı dil", padişah gönüllü fakir anlamına gelir. Alçak gönüllü, arif, kanaatkar kimselere de, derviş meşreb denir. Akşemseddin, dervişi ikiye ayırır 1. Dervişe benzeyen 2. Derviş. Tasavvuf? olgunluk yolu (sülük) na giren kişi murakabe dersine ulaşana kadar geçirdiği sürede, kendini dervişe benzetmeye çalışan kişi olduğundan, müştebih diye anılır. Murakabeden itibaren o kişi artık derviş olmuştur. Murakabeye kadar ulaşamayan kişinin, hâl olarak tasavvufun içyüzünden haberdâr olması mümkün değildir, bu yüzden murakabeye ulaşamamış kişiler, hizmetin hakikatini anlayamazlar, gerçek hizmet ehli olmazlar. Tasavvufun esası, hedefi itibariyle ihsandır, bir başka ifade ile Allah'a vuslattır. Derviş kelimesiyle ilgili olarak ortaya çıkmış bazı atasözleri şu şekildedir: "Padişah nefsinin, hırslarının kulu iken, derviş nefis ve hırslarının sultanıdır." Bu yüzden, sultan, nefsine uyarak maddeye doymaz iken, nefsini yenen maddenin esaretinden kurtulan kişiler, aza kanaat ederler, onlara az da olsa yeter. "Sabreden derviş muradına ermiş": Derviş, Allah'a vuslat yolunda büyük cihada girmiştir ve her an o cihâdın mücâhidi olarak sabır etmek zorundadır. Bu sabır sayesinde, derviş hedefine ulaşır, muradına erer. "Deve hacı olmaz Mekke'ye gitmekle, eşek derviş olmaz tekkeye su taşımakla": Dervişlik bir takım şekil ve resmden ibaret bir şey değildir. Bir takım mücahede, çaba ve ***retlerle manevî planda mesafe kat etmekle dervişlik olabileceği bu atasözüyle dile getirilir. "Dervişin fikri neyse, zikri odur": Dervişe bir halden sual sorulduğunda, onun verdiği cevap kendi yaşadığı halden ibarettir. Yani derviş kendinde olanı anlatır, kendi tahkikini dile getirir.

    Derviş gönülsüz gerekdir
    Söğene dilsiz gerekdir
    Döğene elsiz gerekdir
    Halka beraber gerekmez
    Yunus Emre

    DERVİŞLİK : Tarikata mensubiyet manasını ifade eder. Dervişlik, İslâm'a bağlanmakla olur. islâm'ın ihlâsla, sıdk ile takva, vera üzere yaşanmasına dervişlik denir. Dervişlikte fakirlik şartı koşan mutasavvıflar olduğu gibi, Hoca Ubeydullah Ahrâr Taşkendî, Abdülkâdir-i Geylânî, Sadreddin-i Konevi gibi zenginliğiyle tanınmış sufîler de vardı. Zühd, bunlara, göre malın cepte bulunması, fakat kalbte bulunmamasıdır. Mevlana Celâleddin de buna yakın bir izah getirir: Dünya, Allah'dan gafil olmaya derler. Yoksa gümüş, kumaş, oğul ve hanım sahibi olmak değildir. Din yolunda sarfetmek üzere malın bulunursa, bu şekildeki bir mal için Hz. Peygamber (s) "helâl mal, sahibi için ne kadar iyidir" buyurmuştur. Su, geminin içinde bulunursa onu batırır, altında bulunursa onu selâmetle yürütür. Sen de (gemi gibi) mal sevgisini ayaklarının altına alabilirsen, seyr ü sûlük denizinde selâmetle yüzersin. Ancak Hz. Peygamber (s) kendisine yaşama biçimi olarak zühdü ve fakrı seçerek, "fakirlik benim öğüncümdür. Ben onunla öğünürüm" demiştir. Kendisi müslümanların lideri olarak, her türlü dünyevî zenginlik fırsatları elinin altında iken, O, bilinçli olarak fakirliği seçmiş, hattâ sevgili eşlerinden bir kısmının bu yönde biraz sızlanması üzerine, "îlâ ve tahyîr" denilen olayda görüldüğü gibi, onları dünya veya ahiret (yani zengin olmak ve fakir yaşamak) konusunda seçim yapmak için serbest bırakmış, onlardan bir ay kadar uzak kalmıştı. Sufîlerin fakrı bilinçli olarak seçmesinde, Hz. Rasulullah (s)'ın bu tavrının önemli etkisinin olduğu şüphesizdir. Ancak, bu fakirlik, meskenet, zillet, tembellik manasında bir fakirlik değildir. Yine Ashab-ı Suffe'nin yaşadığı fakr ü zaruret hali, aynı esprinin bir başka veçhesini teşkil eder. Dervişlik, bu yönüyle büyük bir feragat gerektirir, zor bir meslektir. Rıza Tevfik bu konuda şunu söyler:

    Rıza'dan himmet al berzahta kalma
    Serden geçmedinse ummana dalma
    Dervişlik sözünü ağzına alma
    Demir leblebidir, kişniş değildir.

    DERVİŞ HIRKASI: Hırka vücudun üst tarafına giyilen, genellikle yünden örülmüş bir giysidir, çeşitli renklerde olur, Mevlevilerin giydiği üstlüğe, derviş hırkası denir.

    DERYA : Farsça deniz demektir. Varlık.

    DERYA-YI MUHİT: Farsça-Arapça. Okyanus anlammadır. Mutlak varlık.

    DERYA-YI VAHDET: Farsça-Arapça. Birlik denizi demektir. Zât-ı kibriyânın tecelli etmesi. İnsan-ı Kamil için, derya tabiri kullanılır.

    DEST: Farsça, el demektir. İlâhi kuvvetin zuhuru. Makam, servet, nüfuz. Kemal sıfatlarının hepsinin kazanılması ve bunlara hâkim olunması.

    DEST ZEDEN: Farsça. Alkış. Murakabe, muhafaza.

    DEST-GİR : Farsça, elden tutmak demektir. Allah.

    DESTAN: Farsça, efsane, masal demektir. Tasavvuf! olarak menkıbe, hikâye. Dâsitan-i İbrahim Edhem: İbrahim Edhem'in menkabesi.

    DESTÂR: Farsça. Başa giyilen takke, fes ve benzeri şeyler üzerine sarılan sarığa destâr denir. Kafesî ve örfî destâr diye türleri vardı. Mevleviler, buna saygı ifadesi olmak üzere, "şerif" kelimesini ekleyerek "destâr-ı şerif" derlerdi. Sarıkların yedi kadar çeşidi meşhur olmuş ve tutunmuştur: Cüneydî, Pâyeli, Kafesî Şeker-âvîz, Dolama, Hüseynî Kafesi, Örfî, Hüseynî. Tarikat şeyhleri daha çok Hüseynî sarık sararlar ki bu, aşağıdan yukarıya doğrudur ve yarısında yukarıdan aşağı doğru iner. Ortası kalınca, alt ve üst tarafları fâhirle aynı hizadadır. "Örfî Destâr", dikilmiş ve içine pamuk doldurulmuş, en az üç parmak kalınlığında, tülbentle aşağıdan yukarıya, yarısından sonra onun tersi olarak yukarıdan aşağı doğru sarılır. Her sargının arasında bir parça açıklık bırakılır. Alt tarafta ise, bir sarımı dümdüz sarılmış olur. Destâr denilen sarık, neyin üzerine sarıldı ise (fes, taç, sikke) o, sarımların üstünde gözükür. "Cüneydî Destâr" bunun yarısı kadardır. "Dolama Destâr", dümdüz sarılan destârdır. "Kafesî Hüseynî Destâr" ile "Kafesî Şeker-âvîz Destâr", tülbent dört kat edilip dikilerek iki parmak enliliğinde ve çoğu kez dokuz arşın uzunluğunda tülbentle sarılır. Alt tarafı kalın olur, üste doğru incelir ve taç sikkenin kalınlığına eşit bir halde bulunur, sağdan sola, soldan sağa sarılırken, her sarılan öbürünü tersine karşılar.

    DESTÂR BAHA: Farsça. Destâr: sarık, bahâ: para, ücret demektir. Mevlevî tâbiridir. Mevlânâ'nm evlatlarına sarık parası olmak üzere bir takım köyler vakfedilmişti. Bu köyler, "Evkaf-ı Celâliyye"ye dâhildi.

    DESTÂR-PÛŞ: Farsça, destâr sarık, pûş giymek demektir. Sarık giyen. Mevlevî tabiridir. Sikkesine destâr sarabilme ayrıcalığına sahip kişi demektir.

    DESTÂR SUYU: Mevlânâ'nm sandukası üzerinde, sarık ucunun batırıldığı suya denir. Bu su, şifâ niyetiyle içilirdi. Mevlânâ'nm türbesine girince, sol tarafta sed üzerinde, ***et sanatlı bir kazan bulunur. Bu kazana, Mevleviler "Nisan Tası" derler. Mevlânâ'nm sandukası üzerinde bulunan yeşil kubbe (kubbe-i hadrâ) üzerine yağan nisan yağmurundan biriken su ile doldurulan bu kazana, Destâr-ı şeriflerin uçları batırılır, şifa bulmak inancında olanlardan isteyenlere verilmek üzere hazırlanır ve bu suya destâr suyu denirdi.

    DESTÂR-I ŞERİF: Farsça-Arapça. Şerefli sarık demektir. Mevlevîlerin başlarına giydikleri, sikke üzerine sarılan sarık hakkında kullanılır bir tabirdir. Sarık, sikke giyenlerin arif olanlarına bir imtiyaz (ayrıcalık) olarak verilirdi. Destâr, Çelebî Efendi'nin icazetnamesi ile sarılabilirdi. Halim Çelebî tarafından verilen bir destâr icazetnamesi: "Dâhil-i tarıku'z-zevk ve'l-vicdân, sâlik-i meslekü'ş-şevk ve'l-irfan rûh-ı pürfütûhum arafetlû Mehmed Tahirü'l-Mevlevî Dede Efendi dâme feyzuhû tahiyyat-ı vâfiye ve teslimat-ı safiye iblağıyla inha olunur ki, fıtrat-ı zatîyenize mevhibe-i Rabbanî ve tevfîkât-ı semedânî olan fâdıl ve fazl-ı hakikiniz icâbınca cedd-i emcedim kutbü'l-arşı'l-hilâfe ve şeş semâü'r-re'fe kıbletü'l-ârifîn ve kıdvetü't-tâifîn sultanu'l-kâmilîn vâris-i ekmelü'l-mürselîn Cenâb-ı Mevlânâ Celâleddin azzamallâhü zikruhû ve radıyallahu anhu efendimiz hazretlerine ezelî ve ebedî intisab ile tarikat-ı aliyyemizde derkâr olan rabıta ve teslimiyet ve kıdeminize binâen neseben ve tarikaten daî-i fakire mevrûs ve mevhûb icâze üzerine mesnevîhanlara mahsus olan destâr-ı şerîf misillû kenarı açık destâr-ı şerîf sarınmak bu kere tarafımızdan destur ve icazet verilmiş olmakla eyyam ve leyâli-i mübareke ve resmiyyede hâme-i fazâil allâmenizi tâc-ı imâmedâr-ı evliyaullah ile tezyîn eyleyesüz. Baki vaffakanallah ve iyyaküm velhamdü lillah ve selâmün âlâ ibâdehillezine' stafâ fî cümâde'l-ûlâ sene ihda ve erbaîn ve selâsemie ve elf.

    Cânişîn-i Hazret-i Mevlânâ Mesnevîhan
    eş-Şeyhu'l-Fakîr Abdülhalîm b. Hazret-i Mevlânâ

    Destârlar önceden dolama olarak sarılırken, Sultan Birinci Ahmed devrinde kafesli destârlarm sarılması yaygınlaşmış, Mevlevîler de, bu yeni usûlü uygulamaya başlamıştı. Mevlânâ, ayna karşısında sarık saran oğlu Sultan Veled'i görünce, onu men edip, dolama sarmasını tavsiye ettiği, menâkıbda yazılıdır.

    DESTE GÜL: Farsça, gül destesi demektir. Kollu salta ile uzun cübbeye deste gül denir. Mevlevî dervişleri, bunu, hücrede giyerlerdi. Âyin sırasındaki giysileri tennure olup, bellerine elifî nemed denilen bir kemer sararlardı. Bektaşîlerin destegül dedikleri üstlük, Hayderîden uzun, cübbeden daha kısa ve kolsuzdu. Mevlevî destegülü, uzun kollu, belde biten bir tür Hayderiyye idi. Tennure üstüne de giyilirdi.

    DESTUR: Farsça izin anlamına bir kelime. Bir yere girilirken, izin istemek üzere kullanılan bir ifade. Halk arasında "savulun, yol verin" anlamında da kullanılırdı. Bektaşîlerde nefes (ilahî) okuyacak can (yani derviş) önce "destur" der, baba (şeyh) nin "eyvallah" demesini beklerdi. Baba "eyvallah" demedikçe okuyamazdı.

    Vermişdi mizac-ı hünerle destur Terk-i edeb etseler de mazur. Nâbi
    Bir yere girmek için izin talebinde bulunmaya "destur istemek" denir.

    DESTURSUZ BAĞA GİRİLMEZ : Bir mürişidin izni olmadan hakikate ulaşılamayacağını anlatan bir atasözü. Herhangi birinin haremine izinsiz girilememesi gerektiği, yine bu atasözü ile anlatılır. "Destur" diyen kişiye "Hû" sesi gelmezse, bu söz iki defa daha tekrarlanır; cevap alınamazsa, evdeki kişinin bir mazereti olduğuna hükmederek geri dönülür.

    DESSUKİYYE: Bkz. Burhaniyye.

    DEVERAN, DEVRAN: Arapça, dönmek demektir. Cehrî zikir tarikatlarının ayinlerinde, zikir dönüşle yapılır ki buna deveran denir. Meleklerin arşın etrafında, (Zümer/75) hacıların da Kabe etrafında dönerek Allah'ı teşbih etmeleri dönerek zikir için delil sayılmıştır.

    DEVHATÜ'Z-ZEHEB: Arapça büyük altın ağaç demektir. Hz. Ali (r) ile ilgili olarak kullanılır. Çoğu tarikatların,kökü, Hz. Ali (r) ye dayandığı için, bu oluşuma, geneliyle birlikte Devhatü'z-Zeheb denir.

    DEVİR: Arapça dönmek demektir. Maddi olarak görülen şu âleme düşen bir mevcut, önce cemad (cansız), sonra bitki, sonra hayvan, sonra insan şekillerinde tecelli eder, ve sonunda da "insan-ı kâmil" şekline dönüşür, Hakk'a vasıl olur. insan-ı Kâmil'e kadar olan çizgiye kavs-i nüzul (iniş yarım dairesi), insan-ı Kâmil ile başlayan Allah'a dönüş çizgisine (ulaşma) de kavs-i urûc (çıkış yarım dairesi) denir. Kavs-i urûc ile, varlık vücud-ı mutlaka yani aslına döner. Mebde ve meâdden bahseden bu harekete devir denir. Buna Bir'den gelen Çok'un tekrar Bir'e dönmesi denir. Kavs-i nüzul ile kavs-i urûc için, "Devre-i Ferşiyye" ve "Devre-i Arşiyye" tabirleri de kullanılır.
    Devir, Mevlevîlikte döne döne yapılan semâya da denir. Devir bazen yanlış bir yorum ile tenasüh olarak anlaşılmıştır, ki bu doğru değildir. Tenasüh (reenkarnasyon), ölümden sonra ruhun başka birinin bedenine girmesi, yahut hayvan, bitki veya cansızlar âlemine gönderilmesidir. Tasavvuftaki devir de, başta Allah'ın bilgi ve irâdesi ondan sonra da, bu bilgi ve irâdeden insana kadar gelen bir maddî oluşum söz konusudur. Bu madde, cansızlarda varlığını korumak, bitkilerde büyümek, hayvanîlerdi (canlılarda) duymak, seslenmek hareket etmek suretiyle can kazanır. Fakat cansızlara, bitkilere, hayvanlara ait olan bu canlılık, (ruh-ı cemâdî, rûh-ı nebatî, ruh-ı hayvânî) geçici (fani) dir. Ana rahminde insana verilen ruh ise (ruh-ı insanî), ölümsüzdür. Ölümden sonra kıyamete kadar berzah âleminde kalacak, daha sonra hesap günü yapıp ettiklerinin sonucu olarak lütfa (cennete) veya azaba (cehenneme) duçar olacaktır.
    Eskiden camilerde, namaz öncesi Kur'an okumakla görevlendirilen kişilere devirhân denirdi. Yine, birisi ölünce, onun ruhunu ta'ziz ve Allah'ın rahmetine nail olması için okunan hatim ve bu münasebetle yapılan dinî merasime devir hatmi denirdi. Osmanlı dönemi edebiyatında konusu "Devir" olan tasavvufî şiirlere "devriyye" adı verilir.

    DEVR-İ KEBİR: Arapça, büyük devir demektir. Mevlevi tabiridir. Bayramlarda, bayram namazından sonra şeyh, dervişler ve sevenleri ile toplanıp büyük bir halka oluşturur, bayramlaşma yapılırdı. Buna Devr-i Kebir denirdi. Devr-i Kebir, aynı zamanda musikide bir usuldür.

    DEVR-İ VELEDİ: Mevlevî tabiridir. Mukabele günü sema başlamadan evvel, şeyh önde, dedeler kıdem sırasına göre arkada olduğu halde, semahanedeki daire içinde, halka şeklinde üç defa gerçekleştirilen dolanma (devir)'ya, Sultan Veled Devri yani Devr-i Veledi denir.
    Rivayete göre Devr-i Veledî, Mevlânâ'nın babasının hacda yaptığı tavaftan iktibas olunmuştur. Devr-i Veledî'de bir takım nükteler vardır. Önce, İsrafil'in Sur'a üfürüşüyle insanların mahşere gidişi tasvir olunur. İkinci olarak, varlıkların bâtın (gizli) dan ortaya çıkışı, seyr-i anillah, seyr-i illallah ve seyr-i fillah dereceleri canlandırılır.

    DEVSE: Arapça dövme, çiğneme demektir. Bu Sadiyye'de bir âyindir. Üçyüz derviş yanyana yüzüstü yere yatar, şeyh de atıyla bunların üzerinden geçerdi. Bu bir sınavdı. Teslimiyeti zayıf dervişlerin kemiği kırılır, güçlü olanınki kırılmaz, şeklinde bir inançla yapılırdı. Mısır'da yapılan bu uygulama 1881 senesinde yasaklanmıştır.

    DEYBİYYE: Ebu'l-Hasan Ali b. Hızm'd-Dîbî el-Hazrecî (ö. 719/1319) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu.
    DEYİŞ: Alevî-Bektaşî edebiyatında, çoğunlukla hece vezniyle söylenmiş şiirlere deyiş adı verilir.
    Bektaşiler bu tür şiirlere, genellikle "nefes" derken, Alevîler "deyiş" der. Batınî inanç sebebiyle, âyet diyenler de vardır.

    DEYR: Arapça manastır demektir. Tasavvufî olarak şu anlamı ifade eder: İnsanlık alemi. Düveyre: Zaviye. Deyr-i muğan: Mecusi rahiblerinin ibadethanesi, muğların mabedi. Bu ifade, tasavvufî olarak arif ve evliya toplantısı anlamındadır.

    DIŞ İÇİN AYNASIDIR : insanın yüzüne, onun şekline, çizgilerine bakarak iç dünyası hakkında yaklaşık bilgi sahibi olunabilir. Bu sebeple insanın yüzü, onun içini yansıtan aynadır derler. Bu, bir başka atasözünde şöyle tanımlanır: Küp, içindekini dışarı sızdırır. Küpün içinde bal varsa küpün dışına bal, sirke varsa sirke sızar.

    DIŞ MEYDANCI: Mevlevî tabiridir. Şeyhin emirlerini dedelere (dedegân) ulaştırıp bildiren, tarikata girecek yeni dervişi şeyhin huzuruna götüren, Mevlevî dervişlerine dış meydancı denir. Büyük tekkelerde (âsitane) iki meydancı bulunurdu. Mutfak hizmetlerini görenlere iç meydancı veya içeri meydancısı denilirdi. Küçük tekkelerde bir meydancı olur, bütün işlere o bakardı. Meydancı, şeyh nereye giderse, yanında bulunur, hırkasını taşırdı. Şeyh, murakabe için mutfaktaki meydana gelince, iç meydancısının vereceği kahveyi şeyhe ve ihvana o dağıtırdı.

    DIYA (veya ZİYA): Arapça ışık demektir. Hak, zatı itibariyle, idrak edilmeyen, kendiyle idrak olunmayan bir nurdur. Allah, isimleri bakımından, idrak olunan bir nurdur. Kendisiyle idrak olunan tarzda, kalpte yerleştiği zaman, nurlanmış basiret bu nur ile Allah'dan ***risini müşahade eder. Işığıyla, yani ışığında müşahede eder, çünkü esmaya ait nurlar, akıl ile anlaşılabilmesi açısından karanlık (siyahlık) ile karışık haldedir. İşte bununla, onun parıltısı örtülü kalır. Allah'ın nuru, bulut ardındaki güneş ışığı gibi, gücünü kaybetmiş olarak zuhur eder.

    DÎDÂR: Farsça, yüz, göz, görme, seyretme gibi anlamları olan bir kelime. Tasavvuf? anlamı, sevgili, İlâhî güzelliği seyretmedir.

    DÎDE: Farsça göz demektir. Hayır veya şer, Allah'ın herşeyi bilmesi.

    DÎH: Farsça köy demektir. Allah'dan ***ri herşey (masiva): mecazi ve iğreti varlık.

    DİL: Farsça, gönül. Bu terim tasavvufta, nefs-i natıka, sırlar hazinesi, Allah'ın baktığı yer "Allah şekillerinize değil kalblerinize ve amellerinize bakar" hadis-i şerifi'nde bildirildiği gibi. ilâhî kemalin (olgunluğun) ve cemalin(güzelliğin) en güzel tecelli ettiği yer.

    DİL-AGÂH: Farsça, gönül gözü açık, basiretli kişiyi anlatan bir ifade. Tasavvufî olarak: ermiş, gönül ehli, kalp gözü açık kişiyi anlatır.


    BURADAN BİR METEHAN GEÇTİ...

Sayfa 1 Toplam 6 Sayfadan 123456 SonuncuSonuncu

Konu Bilgileri

Bu Konuya Gözatan Kullanıcılar

Şu anda 2 kullanıcı bu konuyu görüntülüyor. (0 kayıtlı ve 2 misafir)

Benzer Konular

  1. İbrahim Ethem Kimdir?
    Konu Sahibi Nartaneside Forum Filozoflar
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 05.Ocak.2018, 22:07
  2. BİLİŞİM TERİMLERİ ile “TÜRKÇE” ÜZERİNE
    Konu Sahibi Nartaneside Forum Edebi Sanatlar
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 28.Kasım.2017, 02:24
  3. Gazi Ethem Paşa
    Konu Sahibi Escobar Forum Osmanlı Devlet Adamları
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 09.Şubat.2016, 15:23
  4. BİLİŞİM TERİMLERİ ile “TÜRKÇE” ÜZERİNE
    Konu Sahibi Escobar Forum Edebiyat Makaleleri
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 22.Nisan.2015, 23:59
  5. Çerkes Ethem
    Konu Sahibi Rhy Forum Yerli Sanatçılar
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 06.Şubat.2014, 12:28

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •  
gaziantep escort bayan gaziantep escort sesli sohbet seks hikaye onwin venüsbet giriş tipobet365 sahabet karabük escort ordu escort kars escort kocaeli escort izmit escort edirne escort ısparta escort karabük escort manisa escort adana escort
ankara escort ankara escort ankara escort bayan escort ankara çankaya escort kızılay escort kızılay escort ankara eskort ankara escort çankaya escort ankara otele gelen escort kayseri escort istanbul escort avrupa yakası escort çapa escort şirinevler escort avcılar escort beylikdüzü escort