kayseri escort ankara escort izmir escort antalya escort bursa escort istanbul escort

Etiketlenen üyelerin listesi

Sayfa 2 Toplam 6 Sayfadan BirinciBirinci 123456 SonuncuSonuncu
Toplam 51 adet sonuctan sayfa basi 11 ile 20 arasi kadar sonuc gösteriliyor
  1. #11
    Mete - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    25.Ağustos.2016
    Mesajlar
    450
    Mentioned
    10 Post(s)
    Tagged
    0 Thread(s)
    DİLBER: Farsça, gönül götüren demektir. Tasavvufta tutukluk (kabz) halini bildirir. Bu, gönülde üzüntünün sevgi ile birlikte bulunduğu bir haldir.

    DİLDÂR: Farsça gönüle sahip ve gönül sultanı, sevgili demektir. Tasavvufta genişlik (bast) halini ifade eder, ki bu da, sevinç ve sevginin bileşimi ile olur.

    DlL-GUŞÂ: Farsça gönül fetheden, gönül açıcı anlamında bir ifade. Üns halinde salikin gönlünde ortaya çıkan feyz ve fetih (açılma).

    DİLAL: Farsça naz demektir. Sevgilinin cilvesi yüzünden meydana gelen çok şiddetli aşk, şevk ve zevk sebebiyle sâlik'in iç âleminde oluşan ızdırap hali... Bu bir sarhoşluk hali olmamakla birlikte, iradeyi ortadan kaldırdığı için, sâlik, içine doğan herşeyi ifade eder, işte bu ifadeye, dilal yani naz denir.

    DİLENMEK: Başta Kuzey Afrika'daki Hedeviye Tarikatı'nda görüldüğü üzere, mübtedî (başlangıç) durumundaki dervişlerin, nefis putunu kırmak maksadıyla kısa süre dilendirildiği görülür. Hindistan'da da, bazı tarikatlarda dervişler ellerinde keşkül (bir tür tabak) leriyle geçici bir süre için toplayıcılık yaparlardı; şimdi rastlanmamaktadır.

    DİN: Arapça. Tasavvufî anlamı; tefrika (ayrılık) makamında ortaya çıkan inanç, aşk, sevgi şeklindedir.

    Seni sevmek din ü imanım
    İlâhî din ü imandan ayırma
    Eşrefoğlu Rumî

    DİNLENDİRMEK : Tasavvuf erbabı sönmek, söndürmek fiilini, muhtemelen, pasif buldukları için, onun yerine dinlenmek, dinlendirmek ifadesini kullanırlar. Dinlenmekte, aktivitenin en az noktaya çekilişi, yani az faaliyet söz konusudur. Sönmek fiilinde de tam anlamıyla faaliyetsizlik, eylemsizlik söz konusudur. Tasavvufta ise; gerek iç, gerek dış aktifliğin aynı anda sağlanması gibi bir durum söz konusudur. Bir mumun söndürülüşü, onun enerjisinin bitişini ifade eder. Halbuki mumun potansiyel (bilkuvve) olarak enerjisi varlığını sürdürmektedir, işte, bu bilkuvve enerji devam edişine, sönmek fiilini kullanmak bir çeşit paradoksu ortaya çıkarır. Bu yüzden, tasavvufta mum söndürülmez "dinlendirilir".

    DİREK : Mevlevî tabiridir. Sol ayağa direk denir. Derviş semada dönerken sol ayağı sabit, sağ ayak da onun etrafında tur atar. Sağ ayak, sol ayağı döndürdüğü için "çark" olarak anılır.

    DİREKTE DURMAK : Mukabele esnasında, bir mazereti nedeniyle semaya girmeyen derviş, sırtını bir direğe bağlayıp ayakta dururdu. Bu şekildeki dervişe Mevlevîler, direkte duruyor derlerdi. Semanın yarısında yorulanlar da, hırkalarını giyip direkte dururlardı. Bazan direkte beklemede olanlar, dördüncü selamdan sonra şevke gelerek, şeyh postunun önünden geçer, hırkalarını çıkarmadan sema'ya katılırlardı.

    DİREK TUTMAK : Sema sırasında, olduğu yerde dönüp bir noktada sabit kalma pozisyonuna, direk tutma denir.

    DİRİNİYYE: Şeyh izzeddin Ahled (ö. 694/1294} tarafından kurulmuş olup Rifaiyye'nin koludur.

    DİRLİK-BİRLİK : Dirlik, huzur anlamındadır. Dinde, dilde düşünce ve yaşayıştaki birlik, toplumun dirliği, yani huzuru için gereklidir, işte bu nedenle, "nerede birlik, orada dirlik" derler. Bektaşî gülbanginde. bu ifade şu şekilde geçer: "Hak erenler, dirlikten-birlikten ayırmaya:"

    DİSÂR: Arapça, üst elbisesi, gömlek, battaniye gibi anlamları olan bir kelime. Seyr ü sülükten, verilen görevler ifa edildikten sonra varılan kâmil kulluk mertebesi.

    DÎVANEGÎ: Farsça delilik, divanelik, mecnun gibi anlamları olan bir kelime. Tasavvufta âşığın aşkına yenilip kendine hâkim olamaması, âşık gibi anlamlara gelir.

    DİZ ÇÖKMEK: Çalışmak, çabalamak anlamındadır. "Üstad önünde diz çökmek", bir hocadan ilim tahsil etmeyi ifade eder.

    DOLABI: Mevlevi tabiridir. Mutfak eşyasının mahfuz bulunduğu dolaba bakan cana, dolabı denilirdi.

    DON : Kılık, kıyafet, şekil anlamında Türkçe bir kelime. Donanma, donatmak gibi sözlerin kökü budur. Bir erenin başka bir şekle girmesi, mesela güvercin gibi görünmesi "güvercin donuna girdi, güvercin donunda göründü" diye ifade edilir. "Yas donu" siyah bir elbisedir. "Her dondan baş göstermek" her şekilde görünmek anlamındadır.

    DOST: Farsça bir kelime olup, Türkçe'de de aynı anlamda kullanılır. Karşıt anlamlısı "düşman" kelimesidir. Tasavvufta ilâhî sevgi demektir. Aynı yolda olan kişilere, sufiler dost der. Ancak gerçek dost, Allah'tır ki, bu yüzden "dost Allah'tır" denmiştir.

    Ol dost açtı gözümü
    Gösterdi kendi özümü
    Gönüldeki raz(sır) umı
    Söyledüm dile geldüm. o .
    Yunus Emre

    DÖRT KAPI, KIRK MAKAM : Dört kapı: 1. Şeriat, 2. Tarikat, 3. Hakikat, 4. Marifet.
    Şeriat, baba mesabesinde olup dinin inanç, ibadet ve muamelat esaslarının tümünü oluşturur. Birinci kapıyı gerçekleştirmek, şeriatı yaşamakladır.
    Tarikat anadır. Şeriat bilgilerini oluş bazında tahakkuk ettirmek.
    Marifet oğuldur. Bilgi-amel tevhidi bütünlüğünün sonucudur Hakikat ise torun olarak varılacak zirve noktasıdır. Her kapının on makamı vardır. (Şeriatın namaz, oruç, hac, zekat vs. gibi; tarikatın tövbe, inâbe, mücahede, hırka giyme vs. gibi). Dört kapının ayrı ayrı on makamı, toplam kırk makam eder.
    Bu dört kapının bir başka ifade ediliş tarzı vardır: Şeriat farz, tarikat vâcib, marifet sünnet, hakikat nafiledir.

    DER YÜZE: Farsça, dilencilik demektir. Kapı kapı dolaşıp dilenmek, sadaka toplamak. Hacı Bayram-ı Velî'nin yaşadığı devirde bir yardım sandığı kurduğu, bu sandığın gelirini, bizzat kendisinin mübarek aylarda tabii ve kös çalarak Ankara esnafından sadaka, zekat şeklinde dükkan dükkan dolaşarak sağladığını kaynaklar zikreder. Bunun için kullanılan "derviz: kapı tutan veya kapı döğen" tabiri, saçı sakalı uzun, üstü başı derbeder, kapı kapı dolaşıp para toplayan dervişler için kullanılır ki, bunlar toplama esnasında şiir ve ilahiler okurlardı.

    DÖRTLER : Hiyeraşik veliler silsilesi içinde Rical-i llâhiyye denilen 4 Allah dostundan teşekkül etmiş gruba, "dörtler" denir. Bunlar gökte ma'lum, yerde meçhuldür. Zira halleri ruhanî, kalbleri semavîdir.

    DÖRT KAPI SELAMI : Bektaşî tabiri olup bu selam şöyleydi. "Esselam ey nur-ı şeriat erenleri, Esselam ey pir-i hakikat erenleri, Esselam ey marifet erenleri, Esselam ey nur-ı hakikat erenleri."

    DUVAZDE İMAM : Bkz. Oniki imam.

    DUA: Arapça isteme, yalvarma, niyaz gibi manaları olan bir kelime, ihtiyaçların anahtarı, darda kalanların rahatladığı yer, muhtaçların sığınağı. Hal (dil değil) duasının kabul şansının çok fazla olduğu kaydedilir. Bazı meşayıh-ı kiram, en üstün duanın, rızâ ve sükût olduğunu söylerken, bir kısmı da, duayı bizzat ibadet olarak değerlendirir ve şu hadisi delil getirirler: "dua, ibadetin özüdür". Bu durumda yapılması yapamamasından daha iyidir. Ayrıca dua, Hakk'ın hakkıdır derler. Zira, onda kulluk zilletini ortaya çıkarma vardır. Bir grup grup sûfiler, Allah'ın takdir ettiğine rıza gösterip sükût etmenin daha evlâ olduğu görüşündedirler. Avamın duası dil ile, âriflerinki kalp iledir.

    DUACI : Eskiden esnaf teşkilatındaki reislerden biri de, "duacı" idi. Fütüvvet teşkilatı, varlığını sürdürdüğü dönemlerde duacı, şeyhin huzurunda yapılan merasimde uzun dualar okurdu.

    DUA-HÂN: Farsça, dua okuyan demektir. Tekkelerde zikir sonlarında dua yapan görevlilere, "dua-hân" denirdi. Bu görevli için "dua-gû" (duacı) tabiri de kullanılırdı.

    DUDMAN-I BEKTAŞİYYE: Bektaşî ocağı.

    DÜR: Farsça, uzak demektir. İlâhî rahmetten kısmen veya tamamen mahrum kalan, tembelliği nedeniyle, manevî eğitim sonunda bir hâle veya makama ulaşamayan.

    DURAK : Zikir sırasında ve birinci fasıldan sonra tek, yahut iki zâkirin okuduğu, taksime yakın, ağır bir bestenin adıdır. Durak denilmesinin nedeni, zikre ara verilmesinden dolayı idi. Durak, her makamdan bestelenirdi.

    DÜŞ: Farsça, omuz ve dün demektir. Hakk'ın ululuk sıfatı.

    DÜCÂNİYYE: Ahmed ed-Dücinî (ö. X/XI. yüzyılın ikinci yarısı) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.

    DÜNYA: Arapça yakın, alçak gibi lügat anlamlarına karşılık, üzerinde yaşadığımız şu gezegenin adıdır. Tasavvufta, dünya çeşitli şekillerde tanımlanmıştır:"!- Seni Allah'dan alıkoyan herşey, 2- imtihan yeri, 3- Ahiretin tarlası, 4- Geçici, fani yer. Dünya ile ilgili olarak dervişler: "Yalan dünya", "yalancı dünya", "dünya malı dünyada kalır" demişlerdir. Dünya ayrıca cadı, yılan, zehir ve fahişeye benzetilmiştir.

    DÜNYA KELAMI : Aşk, zevk ve tasavvufî konular dışındaki yeme, giyme, geçim, spor, borsa, sinema vs. gibi hususlarda konuşma.

    DÜR: Arapça, inci. İtaat etmek, Hz. Peygamber (s), insan-ı kâmil, insan ruhu.

    DÜRDİRİYYE-İ HALVETİYYE: Hafe-niyye-i Halvetiyye'nin kollarından olup Şeyh Şehâbeddin Ahmedü'd-Dürdirî (1127/1715-1201/1786) tarafından kurulmuştur.

    DÜRRE-İ BEYZÂ: Arapça, beyaz inci demektir. Tasavvufta ilk akıl. Şu iki hadis bu anlamı verir: "Allah'ın ilk yarattığı şey, dürre-i beyzâdır", "Allah'ın ilk yarattığı şey akıldır".

    DÜRR-İ SÜHAN: Arapça-Farsça, söz incisi veya inci gibi söz demektir. Tasavvufta mükaşefe halleri, maddî, manevî, hissî, aklî, İlâhî sır ve ibadetler vs. gibi anlamlarda kullanılır.

    DÜRR-İ YETİM: Arapça yetim incisi veya tek inci demektir. Tasavvufî olarak iki anlamda kullanılır: 1- Hz. Muhammed (s). Bilindiği gibi, babası Abdullah, onun ölümünden önce vefat etmiş ve doğumdan yetim kalmıştı. 2- İnsan-ı Kâmil.

    Çün ol dürr-i yetimdir bî bahane
    Hakk'ın fazlı erip geldi iyane.
    Bu terim "dürdâne", "dürr-i yekta" olarak da kullanılır.

    DÜŞ : Rüya demektir. Esma (Allah'ın isimleri) yoluyla manevî eğitimi gerçekleştirmeyi amaçlayan tasavvuf okullarında düş, dervişe bulunduğu makamı gösterir. Mesela bir derviş rüyasında dağlar görürse, artık onun kalp mertebesini elde ettiğini ve bir sonraki derse geçmesi gerektiğini gösterir. Bu rüyaları, dinleyen şeyh, müride Allah'ın hangi isimlerini vird olarak çekmesinin icab ettiğini bildirir. Ancak, tasavvufta genel olarak rüyaya itibar edilmez. Zira rüyanın Rahmanî veya şeytanî olup olmadığı ancak, konunun uzmanı kişilerce ayırdedilebilir. Tabire muhtaç rüyaların analiz ve yorumunu yapmak için, Hz. Yusuf'un manevî mirası olan muabbir (rüya yorumculuğu) ligin elde edilmesi gerekir. Rüya ile çok meşgul olan müridlere, olgun sufiler, mübtedi (manevi yolun çoluk çocuğu) gözüyle bakarlar.

    Düşe düşüp aldanma
    Kendin hayrete salma
    Senden ***ri ne vardır,
    Tabire muhtaç ola.
    ***bî
    İnsanın, rüyadaki hayalleri ilgi odağı haline getirecek yerde, şu üç boyutlu deterministik dünyada, maddî gözle, sebep sonucun sağlam verilerine dikkat kesilmesi, ayağını sağlamca yere basması gerekir.

    Rüyayı bırak Rüyete bak!...
    Ahmed Amîş Efendi el-Halvetî
    (Fatih türbedarı, ölüm tarihi 1920)

    DÜŞKÜN : Varlıktan yokluğa, sağlıklı iken hastalığa, kuvvetli iken zayıflığa düşen kişiler için kullanılan bir ifade. Bu ifadeyle alakalı bir takım atasözleri, kültür zenginliğimiz içindeki yerini hâlâ korumaktadır: "Düşmez kalkmaz bir Allah", "düşenin dostu olmaz", "hele bir yol düş de gör", "düşkünün elinden tut, ki Allah da senin elinden tutsun", "düşenin üstüne basılmaz". Bu terim, tasavvuf? açıdan şeriata uygun davranmayan kişi için kullanılır. Şeriata aykırı iş yapan mürid, mürşidi tarafından yoldan düşkün edilir. Düşkün'e, yol (tarikat] dan uzaklaştırıldığı için, "yolsuz" da denir. Düşme için "yolsuzluk etmek", "yolsuz olmak", tabirleri de kullanılır.

    DÜŞÜNCESİZ SUFİYE SOHBET HARAM : Her konuda takvayı gözeten, hep iyiye yöneliş tefekkürünü taşıyan, edebli olan, müridin nasihatten ibret almaya kabiliyeti var demektir. Bu durumda olmayan kişi için, sohbet bir fayda sağlamaz. Böylesi için sohbet haramdır.


    *E*



    EBCED:Bir hesaplama çeşidi olup, Arap alfabesindeki her harfin bir rakam değeri olduğu kabul edilerek yapılır. Hadiselerin vuku zamanını tesbit, cifr veya önemli olaylara tarih düşürme işleminde kullanılır. Kamus'un verdiği bilgiye göre, Ebced, Hevvez, Huttî, Kelemen, Sa'fas ve Karaşet Medyen ülkesini yöneten altı kralın adıdır. Bunlar Şuayb (a)'ın kavmindendiler. Bu altı kralın başında yönetici olan ve ilk sırayı işgal eden kişi, Kelemen idi. Şuayb (a) kavminin helakinde, bunlar da aynı akıbete uğramışlardır. Arapça yazım harflerinin ilk olarak bu altı kişinin isimlerinin harflerince tesbit edildiği kaydedilir. Ebced'in esas adının Ebûcad olduğu, harf tekrarlanması sebebiyle, kısaltılarak Ebced'e dönüştürüldüğü rivayet edilir. Bu altı isme sonradan Sehaz ve Dazıgilen eklenmiştir. Bu altı ismin, şeytan yahut haftanın günlerinin adı olduğu da söylenir.
    Ebced'in nümerik olarak değerlendirilmesi şu şekildedir:
    Elif : 1,
    Be: 2,
    Cîm: 3,
    Dal:4 = EBCED
    He: 5,
    Vâv: 6,
    Ze: 7 = HEVVEZ
    Ha: 8, Ti ): 9, Yâ : 10 = HUTTÎ
    Kef : 20, Lam : 30, Mim : 40, Nün : 50 = KELEMEN
    Sin : 60, Ayın : 70, Fe : 80, Şad : 90 = SA'FAS
    Kaf : 100, Râ : 200, Sin : 300, Te : 400 = KARAŞET
    Se : 500, Ha : 600, Zel : 700, = SEHAZ
    Dat : 800, Zı : 900, ***ın : 1000, = DAZIGİLEN
    Hemze : ve A (l) da bir (1) sayılır. Farsçadaki çe, je, Arapçadaki cim ve ze gibi, farisî kefi ile sağır kef, Arapçadaki kef gibi rakamlandırılır.

    EBED : Arapça, sonsuzluk daimîlik manasında bir kelimedir. Sufiyyeye göre ebed, Allah'ın isimlerinden biridir. Ezel ve ebed arasındaki fark şudur: Ebed, sonu olmayan; ezel, başı olmayan demektir. Abdülkerim Cîlî'nin "el-İnsanu'l-Kâmil" adlı eserinde şöyle bilgi verilir: "Allah'ın ezeliliği, ebediliğinin aynıdır. Çünkü geçmiş ve gelecek denen iki göreli taraf, Zât-ı akdes-i ilâhîsinden münkati ve kendisi li-zatihî bekada münferiddir. Evveliyet denilen izafetin, Zât-ı Sübhanisinden inkita ile tahakkuk-ı evveliyetten evvel mevcut olmasına ezel, âhiriyyet denilen izafetin inkıtaıyla âhiriyetten sonra gelen ebedin mevcud olmasına ebed denildi".

    EBHERİYYE : Erdebiliyye'nin kollarından biridir. Kurucusu Ebû Reşid Kutbüddin Ebû Bekr b. Ahmed b. Muhammed el-Ebherî (ö. 573/1 177)'dir. Ebher'de doğan Kutbüddin, Merağa'da yetişti. Azerbaycan ve Semerkand'a seyahat etti. Şeyhi; Bağdad'da yaşayan, Seyyid Ebu'n-Necib Şeyh Ziyâüddin Abdülkâdir'dir.

    EBNÂ : Arapça oğullar demektir. Dünya için çalışanlara, ebnaü'd-dünya; âhiret için çalışanlara ebnaü'l-âhire denilir. Her ikisi için çalışanlara ebnâü'l-mecmû denir. Ebnâü'l-Ahvâl: Hallerin etkisi altında kalan ve ona göre hareket edenler. Âbâü'l-Ahval: Hallerin etkisi altında kalmayan, onları kullananlar.

    EBR : Farsça, bulut anlamındadır. Çalışma ve çabalama ile müşahedeye ulaşmaya sebep olan perde. Mecazî olarak rahmet, ihsan, lütuf.

    EBRAR: Arapça, iyiler demektir. Allah'ın sevgili, iyi kullan için kullanılan bir tabirdir. Ahyâr kelimesi ile aynı mânâya gelir, abdal kelimesi ile de mürâdif olduğu söylenir. Mukarrabûn derecesinin altındadır. Bu gruba mensub olanlar ikiye ayrılır: Allah bir kısmını, kullarına iade etmiştir, onlar arasında yaşar, onları irşad eder. ikinci grubu ise, Allah kullara iade etmemiş, kendisiyle meşgul etmiştir. Hiyerarşik rical sıralamasında bunlara, "yediler" denir. Bu ikinci grubun akıl gemisi, vahdet denizinde, ***b vâridatlarıyla boğulmuştur: "Bunlara uyulmaz, ancak inkâr da olunmaz". Birinci grup, hizmet ehlidir. Halk ile meşgul edilmiştir. Bu nedenle, vücutlarını şâir halkın istirâhatine sebep kılmışlardır.

    Fırak-ı hüsnüne takat getirmeyüb Yahya
    Yolunda baş verüb oldu güzide-i ebrâr.
    Şeyhü'l-İslâm Yahya
    EBRU: Farsça, kaş anlamında bir kelime. Sâlikte vuku bulan kusur nedeniyle, derecesinin düşmesi ve ihmâle uğraması. Zât-ı Kibriya'yı örtmesi ve varlık âlemini süslemesi nedeniyle, sıfatlara da ebru (kaş) adı verilir.

    EBSAT-İ MEVCUDAT: Arapça, varlıkların en basiti. Akl-ı evvel.

    EBÛ HARRAZİYYE: Fas'ta, Ebû Harrâz tarafından kurulan bir tasavvuf okulu.

    EBU'S-SUUD EFENDİ'NİN TORUNU : Çok dindar, dünyaya rağbet etmeyen salih insanlar için kullanılan bir tabirdir. Osmanlılar devrinde şeyhü'l-islam olan Ebu's-Suud Efendi, bu özellikle tanındığı için, dindarlıkta ileri gidenler hakkında kullanılan bir tâbir olmuştur.

    EBU'L-VAKT: Arapça, vakte sahip, vaktin babası demektir. Vakit ve halin etkisi altında kalmayan sufîler hakkında kullanılır. Bu gruba mensub olanlar, telvîn ehli değildir. Telvîn ehline yani halin etkisi altında kalanlara, "ibnu'l-vakt" denir. Ebu'l-vakt bunun aksine "temkin" ehlidir. Bkz. Ebnâ

    EBÛ'-VEFÂİYYE: Rifâiyye'den Sa'diyye'nin bir kolu.

    EBU YAKUBİYYE: Ebu Yâkub el-Baveysî tarafından kurulan bir tasavvuf okulu.

    ECSÂM: Arapça, cisimler demektir. Çeşitli kısımlara ayrılır:
    1. Ecsam-ı Tâbîiyye (tabii cisimler) : Keşf erbabına göre, arş ve kürsî
    2. Ecsam-ı Unsuriyye (aslî cisimler) : Gökler ve ondaki inceliklerden ***ri herşeydir.
    3. Çeşitli Tabu Cisimler : Unsurlar ve ondan olan Mevâlîd-i Selâse'den birleşip meydana gelen şeyler, doğru hareket yapan basit cisimler.

    EDEB: Arapça, iyi ahlak, güzel terbiye, utanma, zarafet, usluluk, insanlara kavlen, fi'len güzel davranışta bulunmaktan ibarettir. Cürcanî'ye göre, hatanın her çeşidinden sakınmayı bilmektir. Edeb'den, şeriat, hizmet ve Hakk'ın edebi anlaşılır, ilki, dinin zahirine, şekli unsurlarına tam anlamıyla riayet etmek, ikincisi hizmette ileri gitmekle birlikte yaptıklarını görmemek (yani kendine mal edip ucube düşmemek), üçüncüsü Allah'a ve kendine ait olanı bilmekdir. Mutasavvıflar, genelde iki türlü edeb kabul ederler: Birincisi şeklî, zahirî edeb ki; ameli riyadan, münafıklıktan, yağcılıktan korumaktır. İkincisi de batınî edebtir ki; kalpteki şehvet, itiraz, irâdede zayıflık vs. gibi olumsuz şeyleri temizlemekten ibarettir. Edebler sünnetleri güçlendirmek içindir. Sünnetler vacibleri, vacibler de farzları güçlendirir. Farzlar ise imanı korumak içindir.

    EDEB ERENLERE : Topluluk içinde söylenmesi ayıp bir konu gündeme gelince, bu ifade kullanılır. "Hâşâ huzurdan dışarı, hâşâ huzurunuzdan, sözüm meclisten dışarı " mânâsına gelir.

    EDEB-ERKÂN: Erkân Arapça'da temeller, esaslar, direkler anlamlarına gelir. Manevî eğitim gören sâlikin, her yerde ve her an, daima kendisini gören, her hareketini bilen Allah'ı düşünerek ve buna bağlı olarak ağzından çıkan sözlere, yaptığı hareketlere dikkat ederek, edeb üzere bulunmasıdır. Direkler manasına gelen "erkân" sözü de, tasavvuf okulunun usûlü ile ilgili bir terimdir. Her sûfinin, bu konuda da bilgili olması ve ona göre hareket etmesi, kendisinden beklenir. Edeb ve erkân konusunda hatalı davrananlara "edeb, erkân bilmez" ifadesi kullanılır. Halk arasında da lafını sözünü bilmez, patavatsız, laubali davranışlı kimseler için yine bu tabirin kullanıldığını görmekteyiz.
    EDEB YA HÛ: Edeb, tasavvuf okulunda önemli bir husustur. Edeble davranma, canlıya, cansıza, insana, hayvana, her şeye, herkese yapılmalıdır. Mutasavvıflar cansız varlıklara, bir tür dirilik atfederler (pan-bioism). Bu sebeble, cansız varlıklara da edeb üzere davranırlar. Mesela kapı çarpılarak gürültü ile örtülmez, yavaşça örtmek gerek. "Kapıyı kapat veya kapattım" denmez, Allah kimsenin kapısını kapatmasın, "kapıyı ört" yahut "sırla" demek gerekir. Lamba, mum, elektrik söndürmek yerine "lambayı, elektriği dinlendirmek" veya "sırlamak" gibi tabirleri kullanmak, edebe daha uygundur. Sûfinin tabiata karşı olan bu tavrı, ona canlı bir insan varlığı gibi muamele etmesi, çağımızda ekolojik felaketlerin önlenmesi yolunda, bir anahtar rol, yahut kılavuzluk görevi üstlenemez mi? Uzayın bile kirlendiği böyle bir dönemde, tabiat varlığını korumakta, tasavvufun ekolojik açıdan olumlu tavır alışı, en azından üzerinde düşünülmesi gereken bir alternatiftir. Mesela, ses kirlenmesi ve bunun insan fizyonomosinde sebep olduğu rahatsızlıklar, ilim-teknik ve tıp dergilerinde sık sık gündeme gelir.Tasavvuf yolunda, bir sûfinin başkasına hafif sesle hitab etmesi; yerin de canı vardır düşüncesiyle, yerde gürültü yapmadan yürümesi; sessiz hayatın tefekkürü arttırmadaki olumlu rolüne bağlı olmak üzere, az konuşmak gibi pratik öğeler; günümüzde, hafif bir hızla seyreden trafikte araçların klakson ve motor gürültüsünün azalması; sadece duyabilecek kadar az bir sesle radyonun, televizyonun dinlenmesi; homurtu yüklü fabrikaların, insanların yoğun olarak yaşadığı yerlerden uzaklara kurulması şeklinde, yeniden yorumlanabilir. Tasavvufî edebler cümlesinden olmak üzere şu uygulamalar zikrolunur: Kapıdan içeri girer çıkarken sırt çevrilmez, bunun için ayakkabılar hep içeri yönelik, hatta mümkünse burun kısmı Kabe'yi gösterecek şekilde yerleştirilir; uyuyan kimsenin uyarılması icab ederse, yastığına hafifçe vurularak hafif bir sesle "agâh ol erenler" denilir ve bu şekilde heyecanlandırmadan uyandırılır, yemek yerken ağız şapırdatılmaz, eşyalar canlı imiş gibi saygılı ifadeler kullanılır; çay, kahve, içerken höpürdeterek içilmez; bardak, tabak bir yere konulurken sert hareketlerle değil, yavaşça ve sessizce, bir nevi nezaket üslubu içerisinde konulur; gülmeler yine kahkaha şeklinde değildir. Tasavvuf yolunun yolcusu nazik ve kibar insandır. Onu bu şekilde davranmaya iten motiv, "Allah'ın her an her yerde beraberinde olduğu ve kendisini kesintisiz olarak gözetlediği (ihsan)" bilincidir. Bu husus, şüphesiz Kur'an'daki çeşitli âyetlere dayanmaktadır: "Her nerede olursanız olunuz, O, sizinle beraberdir" (Hadid-4) . işte bu âyet, bilinç olarak bir mü'minde yerleşirse, artık o hareketini, yüce bir Sultan'ın, bir Cumhurbaşkanının huzurunda imiş gibi düzeltmeye çalışır. Bunun tahakkuku için, bir insanda "Allah ile beraber olma"nın bilinci, mutlaka bulunmalıdır. Tasavvuf; bağlılarına, Allah'a vuslat dediğimiz "Allah ile beraber olma" bilincini verme iddiasında olan ve tatbikî yönü ağır basan, laf üretmekten hoşlanmayan bir disiplindir. Hedefi de, cennet veya cehennemin motive ettiği İslâmî bir hayattan ziyade, Allah'ı sevmek ve O'nun rızasını kazanmaktan kaynaklanan derûnî bir takva yaşantısıdır. İşte sözünü ettiğimiz bu bilinç, tekkelerde her yerde göze ilişecek şekilde, müridlere levhalar halinde yazılı olarak hatırlatılırdı: "Edeb yâ Hû".

    Edebdir tâc-ı Rabbani
    Komazlar her başa ânı
    Olagör ***bî ruhanî
    Edeb gözle, edeb gözle.
    ***bî Sun'ullah


    BURADAN BİR METEHAN GEÇTİ...

  2. #12
    Mete - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    25.Ağustos.2016
    Mesajlar
    450
    Mentioned
    10 Post(s)
    Tagged
    0 Thread(s)
    EDEN BULUR, İNLEYEN ÖLÜR : Herkes ne yaparsa, onun karşılığını mutlaka görür, herkes ektiğini mutlaka biçer, kimsenin yaptığı kötülük yanına kalmaz, manasında kullanılan bir atasözüdür.

    EDHEMİYYE: ibrahim Edhem tarafından kurulduğu söylenen bir tasavvuf okulu. İbrahim Edhem'in tam adı şu şekildedir: Şeyh İshak İbrahim b. Edhem b. Süleyman b. Mansur el-Belhî (öl. 166/783-4).

    EDHEMÎ TÂC: Dört terkli bir tacdır. İstiğnâ'nm (yani Allah'dan başka hiçbir şeye ihtiyaç duymamanın) sembolüdür. Bilindiği gibi ibrahim Edhem, önceleri Belh sultanı idi. Sultanlık tacını terk edip derviş olmasından kinaye olarak, bu isim verilmiştir. Sarığın her dilimine, terk adı verilir.

    ED'İYYE-İ ME'SÛRE: Arapça. Hadislerle sabit olan dualar için bu ifade kullanılır. Evrâd. Tasavvuf yolunun yolcuları, Hz. Peygamber (s)'den naklen intikal etmiş dualara rağbet ederler ve bu duaları, her gün evrad olarak okurlar. Bu, Rasulullah (s)'a ittibâdan kaynaklanan bir husustur. Buna bir örnek olarak şu duayı gösterebiliriz: "Allah'ım faydası olmayan ilimden, huşu duymayan kalbten, doymak bilmeyen nefisten, kabul olmayan duadan ve bu dört şeyden Sana sığınırım". Amin.

    EDVÂR-I VÜCÛD: Arapça. Varlık devirleri. Varlığın, kendisi için mümkün olan kemal çizgisinde yükselmesi ve sonuçta ilkelerin ilkesine geri dönmesi. Varlık yukarıdan aşağıya iner (kavs-i nüzul). Bu iniş, bir yarım daire şeklinde düşünülür. Sonra varlık, aşağıdan yukarıya doğru çıkar. Bu çıkış da, bir yarım daire olarak tasavvur olunur (kavs-i urûc). Bu iki yarım daire, bir tam daire meydana getirir. Böylece bir varlık, daireyi dolaştıktan sonra çıkış noktasına döner. Herşey aslına döner. O'ndan gelen O'na döner (innâ lillah ve innâ ileyhi râciûn) "biz O'nunuz, yine O'na döneriz" âyetinde (Bakara/156) bu hususa işaret vardır.

    EDVİYE: Arapça deva kelimesinin çoğulu olup, ilaçlar anlamındadır. Edviye makamları şunlardır: İhsan, ilim, hikmet, basiret, firaset, ta'zim, ilham, sekînet, tuma'nînet, himmet.



    EFENDİLER EFENDİSİ, EFENDİMİZ ALLAH : Efen- di kelimesi Rumca olup, sahip ve malik gibi manalara gelir. Mevtana Celâladdin Rûmî bu kelimeyi şiirlerinde kullanmıştır. Yani onüçüncü yüzyılda bu kelime, Anadolu Türk muhitinde bilinmekte ve kullanılmaktadır. Sufîliğe mensub bir kişi, çağırıldığı zaman "efendim" yerine "eyvallah" derdi. Yanılıp da "efendim" derse, çağıran "senin efendin ben değilim" manasında olmak üzere, "efendimiz Allah" diye karşılık verip onu ikaz ederdi. "Efendiler efendisi" ifadesi de, herşeyin terbiye edicisi ve yegâne sahibi, maliki olan Allahu Teâlâ hakkında kullanılırdı. Efendi kelimesi üzerinde teşekkül etmiş bazı deyimler, şunlardır: "Efendi adam" : Nazik ve kibar kişiler için kullanılır. "Efendi'ye gel" : Bu ifade, kendisinden beklenmedik ince bir hareket görülen kişiler hakkında söylenir.

    EFRÂD: Arapça, fertler demektir. Rical olanlar için kullanılır, kutbun nazarının dışında olanlara efrad denilir. Bu gruba dahil olan ricalin sayısı iki, üç veya daha fazladır. Efrad, Allah tarafından memur oldukları hizmetleri yerine getirir. Hz. Hızır, Hz. Ali ve Abdullah b. Abbas'ın efraddan oldukları, ancak Hz. Ali'nin, hilafeti sırasında Kutbiyyet-i Kübrâya ulaştığı rivayet edilir.

    EĞİLEN BAŞ KESİLEMEZ, EĞİLEN BOYUN VURULMAZ : Yaptığı kusuru anlayıp özür dileyen, affını taleb eden kişinin bağışlanmasının, mürüvvetten olduğunu bildiren iki atasözüdür. Tıpkı Allah'a yapılan tövbelerde kulun, Allah'a, yaptığı kusurları dili ile ifade ve itiraf edişi ve ondan vazgeçtiğini bildirmesi karşısında, affa mazhar olduğu gibi, bir insan, hatasını beyan edip özür dilerse, onun da affedilmesi gerekir.

    EĞİLEN BAŞIN AYAĞI ÖPÜLÜR : İslam'ın dışında kalan hiçbir şeye boyun eğmeyen, gerçek özgürlüğü elde etmiş, racul (adam) mertebesine ulaşmış merdler hakkında, kadrü kıymet ifade eden bir sözdür. "Batıla eyvallah demem" sözü de, buna yakın bir manayı ifade eder.

    EĞRİ OTUR, DOĞRU SÖYLE : Doğru konuşmayı, her halükârda yalan söylememeyi ifade eden bir atasözüdür.
    EHAD: Arapça. Bir'i ifade eder. Sıfat ve isimlerin çok olmasına karşılık, Allah'ın zâtındaki Birlik, bu kelime ile ifade edilir. Cürcânî'nin ifadesi ile Bir'in taayyünlerindeki itibar, iskât ve isbat gözönüne alınmaksızın, zât'ın "O, odur" diye söylenebilecek durumu, "ehad"i açıklar.

    EHADİYYET: Arapça, birlik demektir. Bir şeye nisbeti olmayan, bir şeyin de kendisine nisbeti bulunmadığı şeye denir. Ehadiyyet makamı, İlâhî sıfattan bir makamdır. Bu makam, akıl ve anlatmakla vasfa gelmez. "Onu ilmen hiçbir şey ihata edemez" (Nemi/84) âyeti ile, O'nun bu ***b-ı hüviyyet-i mutlaklığına işaret vardır.

    EHADİYYETÜ'L-AYN: Arapça, ayn'ın tekliği demektir. Bize ve isimlere muhtaç olmaması bakımından, Zat-ı Hakk'ın mertebesi.

    EHADİYYETÜ'L-CEM': Arapça, toplanmanın tekliği demektir. Kendisinde çokluğun münafî olmadığı şey, yani bir yer anıldığında, o yerde bir takım şeylerin de bulunması. Bu, Allah hakkında şöyle ifade edilir: Allah birdir, fakat bütün isimler kendisindedir.

    EHADİYYETÜ'L-KESRET: Arapça, çokluğun birliği demektir. Kendisinde nisbî çokluk düşünülen bir (vâhid), demektir. Buna "makam-ı cem'" ve "ehadiyyetü'l-cem"' de denir.

    EHADÜ'L-EHADÎN: Arapça, teklerin teki. Benzersiz, eşsiz, ehadü'l-ehad.

    EHDALİYYE: Kadirîliğin bir kolu olup, Ebu'l-Hasan Ali b. Ömer el-Ehdâl el-Hüseynî (ö. 1164/1750-51) tarafından kurulmuştur.

    EHL-İ ÂHİRET: Arapça, âhiret adamı demektir. Dünyayı terk ile, âhirete fazla önem veren kişiler için kullanılan bir tabirdir.

    EHL-İ BEYT: Arapça, evin ferdleri anlamınadır. Hz. Peygamberin neslinden ve yakınlarından olanlara denir. Bunlar, Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'dirler.

    EHL-İ DİL: Dil, Farsça'da gönül demektir. Gönül ehli kimseler için bu tabir kullanılır. Neşeli, zevkli, hâl ehli, aşk ve şevk sahibi kimseye denir.

    Ehl-i dildir diyemem sînesi saf olmayana,
    Ehl-i dil birbirini bilmemek insaf değil.
    Nef'î

    (Manası: Gönlü temiz olmayana gönül ehli diyemem, gönül ehli olanların birbirilerini tanımamaları insafa uymaz).

    EHL-İ HAK: Arapça, Allah adamları için kullanılır. Cürcânî, Ehl-i Hakk'ı şöyle tarif eder: Kendilerini Rablerinin katındaki Hakk'a verenler ki, bunu da hüccetler, burhanlarla yaparlar. Bunlar, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'tir.

    EHL-İ HÂL: Arapça. Hakikat ehli, bildiğini, inandığını tatbik eden, kendinden geçme sırrına eren kimseler. Bunlarjlâhî tecellîlere mazhariyet şerefine ermişlerdir.

    Emrâhî cehd eyle kâli hâl eyle
    Kal ehli olandan infisâl eyle
    Emrah

    EHL-İ DÜNYA: Arapça, dünya adamı demektir. Ahiret işlerinde duyarsız, dünyanın meşgalesinde boğulmuş kişi. Tekâsür Süresindeki "çokluk" (tekâsür) vasfını taşıyan dünyalık işlerin kendilerini oyaladığı kişiler.

    EHL-İ EHVÂ: Arapça, nefsinin arzusuna uyanlar. Cürcânî, ehl-i ehvâ'yı şöyle tarif eder: Bunlar ehl-i kıbledendir. Lâkin inançları, Ehl-i Sünnet'in inancı gibi değildir. Cebriyye, Kaderiyye, Ravâfız, Havâric, Muattıla ve Müşebbihe bu gruba girer.

    EHL-İ KAL: Arapça, lafçılar, demektir, işin özünden ve esprisinden uzak, kıyısında, kenarında dolaşan kişiler. Bunlar söylediklerini yaşamayan, hakikata ulaşmamış kişilerdir.

    EHL-İ TARÎK: Arapça, yola mensub olanlar demektir. Tarikat ehli.

    EHL-İ TASFİYE-EHL-İ NAZAR: Düşünce ehli, arınma ehli anlamlarında iki Arapça tabir. İkincisi gerçeğe akıl ve istidlaller ile ulaşan, ehl-i nazar; birincisi ruhî arınma yolu ile ulaşanlar ki bunlar da ehl-i tasfiyedir.

    EHL-İ ZEVK: Arapça, zevk sahipleri demektir. Tecellîlerin hükmünün ruhdan, kalbden, nefse ve hislere geçmesiyle, bundan zevk alan kimselere, ehl-i zevk denir. Cürcânî'nin bu tarifinden anlaşıldığı gibi, ilâhî ilhama mazhar olma kabiliyetini kazananlar, mânâ zevkine ermiş ve bu zevki, ruhunun derinliklerinde duyabilen kimselerdir.

    EİMMETÜ'L-ESMA: Arapça, isimlerin imamları demektir. Yedi esmaya verilen isimdir. Bu isimler şunlardır: Hayy, Alîm, Kadîr, Semî', Basîr, Mürîd ve Mütekellim. Bütün isimlerin aslı bu yedi isimdir. Semî' ve Basîr yerine Cevâd ve Muksit isimlerini koyanlar da olmuştur.

    EKBERİYYE: Şeyhu'l-Ekber Muhyiddin b. Arabî (ö. 638/1 240)'nin kurduğu tasavvuf okulu. Bu tasavvuf okulu, alevî silsileye sahiptir. Muhyiddin b. Arabi'nin şeyhi de, Ebû Medyen Şuayb b. Hüseyin el-Mağribî'dir.

    EKMEK EVİ : Hacı Bektaş Tekkesi makamlarından birinin adı. Her evin bir babası olduğu gibi, bu evin de bir babası vardır. Ekmek evinin son babası, Hacı Kerim Baba adında bir zâttı.

    EKMEL : Arapça, en olgun, en mükemmel anlamında bir kelime. Kendisinde İlâhî ilim ve sıfatların daha fazla toplandığı, İlâhî isim ve sıfatlara en fazla mazhar olan kişi ekmel'dir. En olgun insan Hz. Muhammed (s)'dir.

    EKTİĞİNİ BİÇERSİN : Bu atasözüyle, bir insanın yaptığı iyi veya kötü her işin, birgün mutlaka karşılığını göreceği anlatılır. "Dünya, âhiretin tarlasıdır" hadisine telmihen söylenen bu söz ile, insanlar iyi sonuçlar almak için, iyi işler yapmaya yönlendirilmek istenir.

    EL ALMAK, EL VERMEK: Bu sözle derviş olmak, bir tasavvuf okuluna kaydolmak kastedilir. Bektaşîler el almağa "nasib olmak" der. Tarikata ait bir şeyi, bir töreyi yapmak, yahut bir hastalığa okumak için izin alma ve izin vermeye de el verme, el alma tabiri kullanılır." Okumaya el almış, eli var."

    Sakînin elin öptüm olup şeyh-i harabat,
    Eller ayağın öptüğü âdemden el aldım.
    Neşâtî-i Mevlevî

    EL BENİM ELİM DEĞİL: Tasavvuf okuluna giren bir dervişe el veren şeyh; kendisinin de, aynı şekilde bir önceki şeyhten el aldığını ve bu işlemin zincirleme olarak tâ Hz. Peygamber (s)'e kadar uzandığını ve O'na bey'at edenlerin Allah'a bey'at etmiş olduklarını (Muhakkak sana bey'at edenler de, Allah'a bey'at etmişlerdir. Fetih/10) bildirmek üzere bu sözü kullanır.

    EL BENİM, ETEK SENİN : Tasavvufa giren dervişin, sıkı sıkıya bağlılığını ve şeyhin eteğinden tutunduğunu belirten bir söz.

    EL ELDEN ÜSTÜNDÜR, TÂ ARŞA VARINCA : Bu atasözü "Biz, dilediğimizi dereceler (vererek) yükseltiriz, böylece her ilim sahibinin üzerinde bir bilen vardır", (Yusuf/76) âyetinin bir başka şekilde ifade edilişidir. Aynı şekilde, her güç ve kuvvet sahibinin üzerinde, bir güç ve kudret sahibi mevcuttur. Dolayısıyla, gurura kapılmak, kibirlenmek, başkasını küçümsemek doğru olmayan hareketler cümlesindendir. Bu sebeple kişiye, tevazu, mahviyet, kadir bilirlik daha çok yaraşır.

    EL ELE, EL HAKK'A : Yukarıda, "el benim elim değil" sözünü açıklarken değindiğimiz gibi, bu da, tasavvuftaki şeyhler silsilesini bildiren bir ifadedir.

    EL ETEK TUTMAK : Tasavvuf yoluna girmeyi ifade eden bir söz.
    ELİF: Arapça lisanında ilk harf. Yunanca'da "alfa" nın karşılığıdır. Tasavvuf ıstılahı olarak, Zât-ı Ehadiyyet'e işaret eder. Zira O, ezellerin ezelinde eşyanın ilkidir.
    ELİFTE BİRŞEY YOK : Arap alfabesinde, elif harfi, yukarıdan aşağıya basitçe düz bir çizgiden ibarettir. Diğer harflerin, eğrisi, çıkıntısı, girintisi, noktası, şekil kargaşası bu harfte yoktur. Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde kurulan mahalle mekteplerinde, harflerin biçimi çocukların hatırında kalsın diye, hep bir ağızdan, basit fakat güzel bir beste ile "elifte birşey yok, be altında bir nokta, ta ona benzer, se ona benzer cim karnında bir nokta, ha ona benzer, hı ona benzer, dal beli bükük, zel ona benzer, rı orak gibi, ze ona benzer, sin üç dişli, sın ona benzer" tekerlemesi söyletilirdi. Tasavvufta da fena makamına ermiş, ölmeden önce ölmenin sırrına vakıf olmuş, temkin ehli, artık kendisinde lezzet ve zevklerin kalmadığı mahv ehli kişilerin durumu, elif harfine benzetilir. Nakşibendî manevî tekamülünün sonunda, başlangıçtaki, lezzet ve zevklerin artık yok olduğu, tabir yerindeyse insanın kupkuru, tatsız ve lezzetsiz hale geldiği ifade edilir. Sıfat ve esma tecellilerinden geçmiş, zat tecellilerine muhatab olmuş, zâta bağlı mutlak ***ba dalarak, orada boğulan ve her makamda, çeşitli renk tecellilerini müşahede eden sufî, bu makamda "bilâ levn" denilen renksizliğe, yani renklerin kaybolduğu bir alana ulaşmıştır. Bu durumda olan sufinin bütün renklerin anası kabul edilen beyaz rengi müşahede ettiği veya beyaz nura garkolduğu da söylenir.

    Çün elif çîzî nedâreddir semain arifi,
    Saye-i hatt-ı istivâ-yı Şems'in oldur vâkıfı
    Esrar Dede

    ELİFÎ SUMAT: Mevlevî tekkelerinde, dervişlerin topluca yemek yemeleri için kullanılan, deriden yapılmış sofraya denir. Deri sofralar üç türlü olur: Bir kısmı daire şeklinde, etrafında halkalara sahiptir. Bu halkalara bir zincir geçirilip çekilince, sofra büyük bir torba halini alırdı. Gezgin sufîler, bu tür sofrayı kullanırlardı. Yine bir kısmı, daire şeklinde olur, dergâhlarda, özellikle Konya Merkezî Mevlevî dergahında kullanılırdı. Üçüncü bir tür sofra da, elifî sumat adıyla anılan, bir arşın genişliğinde uzun bir deriden ibaretti. Açılınca, elif harfini andırdığı için, elifî sumat denilmiştir. Bu sumatın bir ucu sumathanede, sumathanesi bulunmayan tekkelerde, meydan-ı şerifteki şeyh postunun altına iliştirilir ve aşağı doğru yayılırdı. Sofranın iki yanına ekmek, kaşık ve biraz da tuz konduktan sonra, üstleri uzun havlularla örtülürdü. Sonra her kişi, için bir sahan kavurma, bir sahan lokma pilavı, bir kâse de pelte konurdu. Dervişler bayram namazını kıldıktan sonra, meydancı tarafından yemekhaneye davet olunurlardı. Sol el, sol dizin üzerinde olarak yemek yenir; kıdemliler, sağda şeyhe yakın durumda otururken, kıdemsiz olanlar, onların sol tarafına otururdu. Yemek bitince, şeyh, sumatın kendi önündeki ucunu büker, yanındaki dervişe verir, bu sofra bükme işi, tâ öteki uca kadar devam eder, bu şekilde sofra toplanmış olurdu. Bu şekilde dürülü hale gelen sofra, yine meydancı tarafından, dervişlerin topluca çektikleri eyvallah ile kaldırılırdı. Ardından şeyh, gülbank okur, sonunda da dervişler hû çeker, önlerindeki havluyu tutarak ayağa kalkar, geri geri giderek sumathanenin iki tarafındaki minderlere otururlardı. Üç dervişin, şeyhten başlayan el yıkamak üzere ibrik-leğen dolaştırması ve ellerin havlulara silinmesi ile, yemek işi sona ererdi. Bu kısa istirahat sırasında kahve içilir, dışarıdan gelenlerle topluca bayramlaşma yapılırdı.

    ELİFÎ NEMED: Nemed Farsça, yün kemer manasınadır. Mevlevîlerin, tennure denilen etek üzerine sardıkları kemere denir. Tarikata girilirken, şeyh tarafından üç veya yedi dolama ile sarılır. Ayin sırasında bu kemeri takmak mecburîdir. Bu kemer, sağdan sola doğru sarılır.

    ELİFÎ ŞALVAR: Pantolon şeklindeki şalvarlara bu isim verilir. Sadece "elifî" de denilir. Genç ilim adamları, ilmiye sınıfının çocukları ve meşâyıh, bu şalvarı giyerlerdi.

    ELİFÎ TÂC: Bektaşîlerin giydiği yassı başlığa verilen addır. Mevleviler, buna "Külah-ı Seyfî" adını verirlerdi.

    EL ÖPME : Şeyhin elini öpmek. İstiğfardan sonra şeyhin eli öpülür ki bu, tarikat edebidir.

    EMAN: Arapça sığınmayı ifade eden bir kelime. Manen, himmet yani dua yolu ile yardım talebinde bulunmak isteyen kişi, "Aman ya Rasûlallah!" diye nidada bulunur. Ebced hesabıyla "Muhammed" (s) kelimesiyle "Eman" kelimesi, her biri ayrı ayrı 92'yi verir.

    EMR ÂLEMİ: Zaman ve mekan üstü olarak, emirle birlikte yaratılan âlem. Ruhlar ve akıllar bu âlemdendir. Bir anda yaratılmıştır. "Vemâ emruna illa vâhidetün ke-lemhin bi'l-basar" Kamer/50.

    ENDUH: Farsça, üzüntü demektir. Bilinmeyen bir hususta duyulan şaşkınlık ve hayret.

    ENE ENTE-ENTE ENE: Arapça, ben senim-sen bensin" anlamında bir ifade. Âşık maşuk birliğini ifade eder. Bu, iki bedende bir can gibi olmayı gösterir. Bu, sevginin tamlığı için varılması gereken bir noktadır.

    ENE'L-HAKK: "Ben Hakk'ım" anlamında bir ifade olup Hallâc-ı Mansur tarafından söylenmiştir. Erzurumlu İ. Hakkı'nın ifade ettiği gibi;
    "Söyleyen Nasır (yani Allah) idi. Mansur Andan tercüman olur"
    şeklinde anlaşılmalıdır. O'nun, bu sözü Hakk'tan rivâyeten söylediği kaydedilmekle birlikte, fena halinde iken söylediği veya kendisinin bâtıl olmadığını ifade etmek için serdettiği de nakledilir. Kasas süresindeki ağaç kökünün "muhakkak, Ben alemlerin Rabbi olan Allah'ım" sözünü anlayan, Hallac'ın "ene'l-Hakk" sözünü anlar.

    ENGÜŞT: Farsça, parmak. Kuşatma (ihata) sıfatı, Allah'ın herşeyi kuşatma sıfatı.

    ELSİZ AYAKSIZ : İradesini Allah'ın iradesinde fani kılmış (eritmiş) kişiler için kullanılan bir ifade. Buna benzer olarak kullanılan "elsiz, dilsiz, belsiz" deyimi, hakiki Allah erinin eline, diline, ve beline hâkim olduğunu gösterir.
    Mir'âtî sözlerin canlı muamma Arif olanlara olur huveyda Elsiziz belsiziz dilsiziz amma Gezeriz âlemde erkekçesine. Mir'âtî


    BURADAN BİR METEHAN GEÇTİ...

  3. #13
    Mete - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    25.Ağustos.2016
    Mesajlar
    450
    Mentioned
    10 Post(s)
    Tagged
    0 Thread(s)
    EMÂNÂT-I MÜBARAKE: Hz. Peygamber (s) ve diğer İslam büyüklerine ait eşya ve levazıma, mübarek emanetler (emânât-ı mübareke) denir. Yavuz Sultan Selim Mısır'ı fethettikten sonra Mekke Emiri Seyyid Berekat, emirlik hazinesinde bulunan "emânât-ı mübareke"nin önemli bir kısmını, oğlu, Şerif Ebu Nemi vasıtasıyla Yavuz'a göndermiştir. Yavuz, bu emanetlerin korunması için Topkapı sarayında özel bir daire hazırlatmış olup bu emanetlerin içinde en önemlisi, Hz. Peygamber (s)'in hırkası olduğu için bu daireye" Hırka-i Saadet Dâiresi" denilmiştir. Hz. Rasûlullah (s) bu hırkayı, şair Ka'b İbn Züheyr'e hediye etmişti. Bu hırkadan başka diğer emanetler de şunlardır: Hz Peygamber (s)'in bir dişi, bir yayı, iki ayakkabısı, bir ayak izi, seccadesi, sancağı, bir kılıç kabzası, bir kolu, Hz. Ebû Bekr'in seccadesi, Hz. Nuh (a)'ın tenceresi, Hz. Davud'un kılıcı, Hz. Yusuf'un gömleği, Mekke'nin anahtarı, dört halifenin sancakları, imameleri, kılıçları, Aşere-i Mübeşşere'den bazılarının kılıç kabzaları, Hz Osman (r. a)'ın Kur'an-ı Kerim'i, Altınoluk, Hz. İbrahim (a)'ın kazanı.
    <<<
    EMİN-İ VAHY: Vahyin emini anlamında Arapça bir ifade. Hz. Peygamber (s), risalet ve nübüvvet görevini yüklenmezden evvel, "Muhammed el-Emîn (s)" yani "Güvenilir Muhammed (s)" namıyla anılıyordu. Toplumun doğruluğuna güvenmesine Cenab-ı Hakk'ın nübüvvet görevi vererek te'yid etmesi eklenince, ortaya "Eminü'l-Vahy" olan Peygamberimiz (s) çıktı. Kendisine gelen vahyi, ayniyle topluma bütün insanlığa, en ufak bir değişiklik yapmadan aktardı. Bu yüzden vahyin emini oldu.

    Emîn-i Vahy-i ilâhî Muhammed Arabi
    Sâmî

    EMİRGANİYYE: İdrisiyye'nin Nûbe kolu. Kurucusu 1853'te vefat etmiştir.

    el-EMRU Bİ'L-MA'RUF ve'n-NEHYU ani'l-MÜNKER: Arapça iyiliği emretme, kötülükten sakındırma anlamındadır, insanları kurtulmalarına vesile olacak olgunluklara yönlendirmeye, el-Emru bî'l-Ma'ruf denir. Şeriatta kınanan konulara engel olmaya da, en-Nehyu ani'l-Münker denir. el-Emru bi'l-Ma'ruf için hayra kılavuzluk etmek; kitap ve sünnete uygun olanı emretmek; Allah'ın söz-amel açısından kulundan razı olduğu şeyi göstermek gibi tanımlar yapılırken, en-Nehyu ani'l-Münker için de; kötülüğe engel olmak; nefs ve şehvetin meylettiği şeyleri yasaklamak, şeriat ve iffetin hoşlanmadığı, Allahü Teala'nın dininde caiz olmayan şeyi kötülemek, şeklinde tarifler yapılmıştır.

    EMR-İ HAKK: Arapça, Hakk'ın emri demektir. Ölüm anlamında kullanılır.

    ENÂNİYYE: Arapça, benlik anlamında bir kelime. Kuldan ortaya çıkan her şeyin, kendisine dayandırıldığı gerçeğe "enâniyye" veya "enîniyye" denir. Bu izafete şu örnekler verilebilir: Nefsim, elim, ruhum vs. senin hakikatin ve bâtının, Hakk'ın ***rıdır. Enâniyye'nin nefyi, "La ilahe" nin manasının aynıdır. Bundan sonra ikinci olarak, senin bâtınında Hakk'ın isbatı söz konusudur ki, bu da "illallah"ın manasının aynıdır.

    ENE: Arapça "ben" zamiridir. Ben (ene) demese de konuşanın sözü ben (ene) dir. Nahnü (biz) zamiri için de, aynı durum geçerlidir. Bununla, konuşanın fiillerden soyulmuş olma durumu kastedilir.

    ENESİYYE: Çok sonraları zuhur etmesine rağmen Sahabe-i Kiram'dan Enes İbn Mâlik (r.a)'e izafe edilen bir tasavvuf okulu.

    ENSÂRİYYE: Abdullah el-Ensârî (Ö.481/ 1048)'ye dayandırılan bir tasavvuf okulu. Hereviyye adıyla da anılır.

    ENE TAHTINA OTURANI İRŞAD MÜMKÜN DEĞİLDİR : "Ene" Arapça'da "ben" demektir. Bu, ben Allah (c)'dan üfürülen (ruh-ı menfûh) değil, hayvanı ben'dir. İnsan'ın bu yönünü terbiye etmesi gerekir. Bu yönünü terbiye edememiş kişi, hayvanî nefsin istekleri doğrultusunda hareket ettiği için, onu irşâd, yani doğru yola sevketmek çok zordur. Böyle kimseler, nefsini veya daha açık bir deyişle, nefsinin istekleri (heva)ni ilahlaştırmış kişilerdir. "Ey Muhammed (s)! Nefsinin isteğini ilahlaştıranı görmedin mi?" (Casiye 723 ve Furkan/43) "Ben"lik, Allah karşısında ilah tavrı alıştır. Yani, Allah karşısında varlık isbat etmektir. Bu durumdaki kişi, Allah (c) önündeki durumunu anlayamaz, hiçliğinin, faniliğinin bilincinde (dikkat ediniz, bilgisinde değil) olmazsa artık o, Allah'a ihtiyacı olmayan bir kişidir. Bir kimse, ihtiyaç duyduğu şeye yönelir, duymadığı şey yönelmez. işte bu yüzden, esiri olanları doğru yola yönlendirmek mümkün olmaz.

    ER : Bkz. Rical.

    ERÂİK-İ TEVHİD: Arapça tevhid koltukları demektir. Zatın zuhur ettiği yerler olması bakımından vahidiyyet hazretindeki zâti isimlere "erâik-i Tevhid" denir.

    ERBAİN: Bkz. Çile.

    ERBAB-I YAKİN: Maddî, manevî, zahirî, bâtinî bilgilerle yetkinleşmiş kişilere, erbab-ı yakîn denir. Bu durumdakilerin bilgilerinin güvenilir olduğu kaydedilir.

    ERDEBİLİYYE: Safiyüddin Erdebilî'nin kurduğu, Ebheriyye'nin kollarından bir tasavvuf okulu.

    EREN-ERENLER : Allah'a ulaşan kişi (vâsıl)ye denir. Velî. Yıldızım düşkündü tali'im küskün Muzlimdi eyyam-ı hayatım bütün Erenler elimden tuttular bir gün Şanlı demler sürdüm, devranlar gördüm. Tokadizâde Şekib

    ER DOĞRUYA HAK DOĞRUYA : Konuşurken sözün doğru olduğunu açıklamak için veya doğruluğunu öğütlemek için kullanılan bir deyim.

    ER ERE KIYMAZ : Erler arasında meşreb açısından bir ayrılık olsa da, hoşgörüyle bunun düzeltilebileceği bu sözle anlatılır.

    ER ÇİÇEĞİ : Bektaşî ıstılahı. Babanın sevgisine mazhar olmuş can (derviş).

    ER ERİN AYNASI : "Mü'min mü'minin aynasıdır", (Cami l, 170) hadis-i şerifinin mealidir. Mü'min, kendi olgunluk ve çiğliğini başkasında görür, bu şekilde şükreder veya ibret alır.

    ERENLER HÂZIRA ETMİŞ DUAYI : Misafir için söylenir. "Misafir umduğunu değil, bulduğunu yer" atasözünün açıklamasıdır.

    ER İKRARINDAN HAYVAN YULARINDAN : Bu deyim, erin veya insanın ikrarıyla, yola gideceğini, hayvanın da yıllarıyla yönetileceğini anlatır.

    ERKEK ARSLAN, ARSLAN DA, DİŞİ ARSLAN,ARSLAN DEĞİL Mİ? : Kadınlardan da erkek olur. Bu, manevî olgunluk açısındandır. Ve çoğu erkekler himmet ve olgunluktaki zayıflıkları ile kadındırlar.

    ERENLER CELLADI : Hacım Sultan'ın lakabı. Bektaşî ıstılahı.

    ERZADE : Bir mürşidin babası da mürşid olursa, ona erzâde denir. Bu, Bektaşî ıstılahıdır.

    ERVAH-I HABİSE : Arapça, pis ruhlar demektir. Cinler ve şeytanlar.

    ESEDİYYE: Seyyid Abdullah el-Esedî (ö. VIII. y.y.) tarafından kurulmuş, Kadiriyye'nin kollarından bir tasavvuf okulu.

    ESARET: Esirlik. Hakikate ulaşmaya engel, dış görünüşler.

    ESER: Kaybolan bir şeyin, ardında bıraktığı iz, anlamında Arapça bir kelime. Şeyin varlığını gösterene denir. Nazardan men olunanın, eserle Cinsiyet bulacağı, eseri yok edenin de zikirle Jiletleneceği söylenir. Bu, aklî cedel mantığına yönelmeyen, Allah'la beraberken tedbiri terkeden kişinin keşf ve fetihle ünsiyet bulacağını ifade eder. Bir kimsenin eser (takib edeceği iz)e, yani terbiye edici bir şeyhe, veya uyacağı iyi bir âlim (büyük)e bağlantısı yoksa, kendisine fetih gelene kadar virdler, riyazetler, mücahedeler ve çokça zikirle meşgul olması gerekir. Eserlerin sırları, renklerin bâtınlarını teşkil eden ilâhî isimleridir. Cürcânî, eserin üç anlama geleceğini kaydeder: 1. Netice, belli bir şeyden husule gelendir. 2. Alâmet, 3. Cüz. Eski hükümdarlardan kalma bir sarayın üzerinde, şu beyt bulunmuştur:
    Eserlerimiz bizim (ne olduğumuzu) gösterir
    Öyleyse ardımızdan bıraktığımız eserlere bakınız!. .
    Aliyyü'l-Havvas, eser'i şöyle tanımlar: Herşeyde Allah'ı tefrid etmek (bir olduğunu anlamak) tir. Bu da, eşyanın nefislere yapışmış eser (iz)lerinden yüz çevirmekle olur, yani nefsin hevasından kaçınan sadık müridin yoluna, tefrid ve tevhidine eser denir. Mürid, bunu, nefsin dünyevî nazlarından uzaklaşmak ve şehvetlerini terbiye etmekle, elde eder.
    ESBAB: Arapça, sebepler anlamına çoğul bir kelime olup, tekili "sebeb" dir. Vesileler, vasıtalar, araçlar. Tasavvufta herşey Allah'a götüren bir sebep, O'nu gösteren bir âyettir. Araçlar, yani sebepler amaç haline getirilmediği sürece problem yoktur. Araçlar amaç haline getirilirse, buna putlaştırma veya şirk denir.
    Sebeplerde takılmamak gerekir. Çünkü sebeplerin (şirk-i esbâb) tesiri âdi, müsebbibin (sebebi yaratan Allah'ın) etkisi ise hakikidir. Ki bu inancı taşımak tevhidin temelini oluşturur.

    el-ESMAU'L-HÜSNA: Arapça sıfat tamlaması olup, güzel isimler demektir. Tasavvufta Allah'ın güzel isimlerine el-Esmaü'l-Hüsna denir. (Bkz. ALLAH).

    ESMA-İ SEB'A: Arapça, yedi isim demektir. Allah'ın yedi güzel ismi. Esma zikri çeken tarikat mensuplarının virdleri, şu şekildeydi: 1. La ilahe illallah 2. Allah, 3. Hû, 4. Hakk, 5. Hayy, 6. Kayyûm, 7. Kahhâr. Bu zikir usûlü, Halvetî büyüklerinden İbrahim Zâhid-i Geylânî'den kalmıştır. Bu yedi isim, usûl, fürû', tebdîlat ve tasarrufât adı verilen şekillerle 28'e kadar çıkar.

    ESMAR: Arapça, meyveler demektir. Ana isimler (aslî isimler)in toplanıp bir araya gelmelerinden birtakım başka isim ve mânâlar ortaya çıkar ki buna, esmar (meyveler) denir. Nikah da denilen, küllî esmâr beştir:
    1. İlâhî isimlerin içtimâi : Bunun semere (meyve)'si, ilimde belirginleşen gerçeklerin suretleridir.
    2. Manaların içtimâi : Bunun semere (meyve)'si, nefsde belirgin hâle gelen ruhların suretleridir.
    3. İctimâ-ı ervah (ruhların bir araya gelmesi) : Bunun semeresi, basit madde ve misal âleminin suretleridir. Arz ve kürsî gibi.
    4. Basit maddenin ictima'ı : Bunun semeresi, cansız varlıklar, bitkiler ve hayvanlardır.
    5. Cinslerin, fasılların ve insanî hakikatlerin ictima'ı ve terkibinden meydana gelen insana mahsus içtima.

    EŞBAH: Arapça, karaltılar, cisimler, cesedler demektir. Soyut (mücerred) varlıklarla, somut (müşahhas) varlıklar arasındaki âleme; âlem-i eşbâh veya cihan-ı eşbah denir.

    EŞİK : Eve dışarıdan içeri girmek, kapının eşiğinden atlamakla mümkündür. Dışarıdan içeriye girmekle, zahirden bâtına, dıştan içe ulaşıldığı dergâhtaki, evdeki olgun erlere, olgun şeyhlere ulaşıldığı, bu ulaşmaya da eşiğin sebep olduğu kaydedilir. Ulaştırdığı hedefin ulvîliği yüzünden, eşikte de bir ulvîlik görülür. Eşik; yokluk ve tevazu gibi anlamları ifade eder. Tevazu ehli için "eşik gibi ayaklar altında" denir. Taşıdığı yücelik itibariyle eşiğin üzerine oturulmaz, basılmaz. Bir dergâh veya türbeye girilirken eşiği öpülüp öyle girilir. Buna "eşiğe baş koymak" denir. Bektaşîler şeyhin huzuruna veya türbeye ziyaret için girerken şu tercemanı okurlar:

    Eşiğine koymuşam can ü ser,
    Tâ vücûdum ola safi hemçü zer.
    Eşiğinde hacetim hem budurur:
    Tâ fakir'e eyle bir hüsn-i nazar.

    "Beşikten eşiğe kadar" ifadesinde, beşik doğumu, madde âlemine gelişi, eşik ise mânâ âlemine gidişi yani ölümü ifade eder.

    EŞREFİYYE : Eşref oğlu Abdullah b. Eşref b. Muhammed Rûmi (ö. 874/1469) tarafından kurulmuş, Kadiriyye kollarından birinin adı. Kurucusu Eşrefoğlu Rumî, Hacı Bayram-ı Veli'nin kızı Hayru'n-Nisa Hatun'la evlenmiş ve ona damat olmuştur.

    EŞREFÎ TÂC: Eşrefiyye-i Kâdiriyye tacına (Eşrefî Tâc) denir. Bu tâc, yedi dilim (terek) li olur, beyaz çuhadan, içi pamuklu olarak dikilirdi.

    ETME BULMA DÜNYASI : Herkes, iyi, kötü yaptığının karşılığını mutlaka bulacaktır.

    ETVAR-I SEB'A: Arapça, yedi tavır demektir. Yedi tavır şunlardır: Tab', nefs, kalb, ruh, sır, hafi, ahfâ. Nefsin yedi derecesine göre değişen hallere de, Etvar-ı Seb'a denilmiştir.

    ETYEMEZLER: Tasavvuf tarihinde vejeteryan diyet uygulayan sufiler vardı. Yine bunun gibi, yaz mevsimi nefsini körletmek üzere soğuk su içmeyenler de görülürdü. Bir küçük parça et yemenin, kalbi belli bir süre katılaştırdığı kanaatini taşıyan bazı sufiler, et yeme konusunda perhizkâr davranırlardı. Yani eti haram telakki etmezler, ancak nefsi güçlendireceğinden hareketle, yememeyi tercih ederlerdi. Tabiatta saldırgan, yırtıcı hayvanların et, pasif, yumuşak başlı hayvanların da ot yediği göz önünde tutulursa, bu hususun bir parça tutarlı olduğu görülür. Ancak, Allah, şer'î açıdan belirttiği ölçüleri haiz bulunan etlerin yenmesini helal kılmış, Hz. Peygamber (s) de yemiştir. O halde yenmesi gerekir. Bu son fikirle birlikte, et yemez sufilerin, Allah'ın helal kıldığını haram kıldık lan söylenemez. Zira onlar mubahlarda da azimet yolunu seçmiş ve o yolda gitmişlerdir. Onların halleri, kendi yaşadıkları iç âleme paralel olarak gerçekleştiği için, davranışları sadece kendilerine mahsustur, genel avam için asla ölçü olamaz. Ölçü, Kur'an-ı Kerim'e endeksli, sağlam zemindir. Kişi, takvasına göre "gücümüz yettiği ölçüde takvalı olunuz" (Tegâbûn/1 6) yolunda duyarlılıkla yücelir, yükselir. Bu da ayrı bir incelik. İşte bu incelik, Kur'anî-Nebevî İslam zemininde gerçekleşir. Etyemez bir grup sufinin, bu zemini inkarla, et yemeyi terk etmeleri ve ete haram gözüyle bakmaları gibi bir husus, tasavvuf tarihinde asla varid değildir.

    EVBAŞÎ : Evbaşlık terbiyesizlik, yaramazlık ve haydutluk anlamında bir kelime. Allah sevgisinin güçlü etkisi sonucu, salihin işlediği salih ameller ve terk ettiği haramlar için, Allah'dan karşılık beklemesi.

    EVBE: Arapça, dönme demektir. Sevab beklemeden, ceza korkusunun etkisinde kalmadan, Allah'ın emrine uymak için tevbe etmektir. Bu, nebi ve mürsellerin özelliğidir.

    EVCU'L-İMKAN: Arapça, imkanın zirvesi demektir. Dünyaya en uzak olan yıldıza eve denir. Tasavvufta, ilâhî âlem için, "evcu'l-imkan" ifadesi kullanılır.

    EVLİYA : Arapça velî kelimesinin çoğulu olup dostlar anlamını ifade eder. Hayatını nefis mücadelesi ile geçirerek, şeriatı takva boyutundaki inceliğiyle yaşayan, Hz Peygamber (s)'e tam anlamıyla uyan kaya gibi sert olmaktan kaçıp, toprak gibi davranmayı hedef edinerek, diken yerine gül yetiştiren bahçıvan şeklinde aktiflik gösteren kişiye, evliya denir. Allah'a dost olabilmiş kişinin yatağı, ümmetin problemlerine "ümmetî" dua ve psikolojisiyle yaklaşması sebebiyle dikenlidir. Gece, ya çok az uyur veya hiç uyumaz. Velî, Allah'ın heryerde oluşunun bilgisine ve bilincine ulaştığı için, insanlar arasındaki davranışı, yalnız iken olan davranışına uyar. O, olduğu gibi görünür, göründüğü gibi olur; böylece iç-dış birliğine (tevhidine) ulaşır. Velinin bir ilahı vardır. O, bir ilah uğruna makam, mevki, kadın, altın, gümüş, şöhret arzusu, çocuk, eş, ev, köşk gibi ilahları terk etmiştir.

    Evliya mala tenezzül mü eder?
    Siklet-i nâsa tahammül mü eder?
    Nâbi

    Veliler takvaya endeksli bir hayat yaşadıkları için, dualarının kabul sür'ati ve şansı fazladır "Allah müttakilerden daha çok kabul eder" (Maide/27). Evliya, Kur'an insanıdır, Rasûlullah (s) gibi...

    EVDIYE-İ SÜLÜK: Arapça, sülük vadileri demektir, sufi için her derece, bir sülük vadisidir.

    EVLİYÂİYYE : Batıl tasavvuf fırkalarından biridir. Velilerin hayat ve mematında kudretinin azametine, taharetine ve ismet sahibi olduğuna inanır. Bunlar, velayetin nübüvvetten üstün olduğu kanaatindedir. Yine Evliyâiyye'ye göre; kul, belli bir mertebeye ulaşınca ondan şer'î yükümlülükler ve ibadetler düşer. Halbuki Hz. Peygamber (s)'imizden düşmemişti.
    EVLİYALIK SATMAK : Kendini dindar, âbid, zâhid gösteren riyakar kişiler için kullanılan bir deyiş.

    EVRAD: Arapça, virdler demektir. Her vakit dil ve ağızda dolaşan söz. Tarikatların pirleri veya onlardan sonra gelen şeyhler tarafından düzenlenen virdler, müridler tarafından belli bir zamanda belli bir sayıda, bireysel veya toplu olarak çekilir.
    Ummasın levh-i icabette makâm-ı rağbet Etmiyen namını dibâce-i zikr ü evrâd. Nâbî

    EVSAT : Arapça, orta demektir. İlâhî takdirin hükmüne bakan, sülûkun ortasındaki sâlikler. Manevî eğitimin başındakilere "mübtedi", sonundakilere "müntehi", ortadakilere ise evsat (veya evâsit) denir.

    EVTÂD: Arapça, direkler demektir. Hiyerarşik veliler silsilesi içerisinde yer alan bir zümre. Tekili veted'dir. Dört veliden oluşan evladın her biri, merkezinde bulundukları dört yönden birine nezaret ettikleri için, bu ismi alırlar. Her devirde Hz. idris, Hz. ilyas, Hz. isa, Hz. Hızır (a)'a naib olan, yani Hakk tarafından âlemin dört yönünü korumak üzere, tayin edilen zâtlara evtad-ı erbaa (dört direk) denir. Bu dört direk, kadınlardan da teşekkül edebilir. Evtad'ın İlâhî isimleri: Abdülhay, Abdülhalîm, Abdülmürid, Abdülkadir'dir. Bunların biri, Hz. Adem'in kalbi, biri Hz. İbrahim'in kalbi, biri Hz. İsa'nın kalbi, biri de Hz. Muhammed (s)'in kalbi üzerine zuhur eder. Yani ruhanî özellikleri bakımından herbiri, bu peygamberlerden birinin etkisi altında olmak üzere, bir çeşit (veya bir yönden) benzeşim arzederler. Yine ruhaniyetlerinden istimdâd ederler. Bunlardan herbiri, Kabe'nin köşe (rükn) lerinden birine sahiptir. Şamî köşesi (Rükn-i Şamî) Hz. Adem (a)'ın kalbi üzere olanın, Irakî köşesi (Rükn-i Irakî) Hz. İbrahim (a)'ın kalbi üzere olanın, Yemanî köşesi (Rükn-i Yemanî) Hz. isa (a)'ın kalbi üzere olanın, ve Hacer-i Esved köşesi (Rükn-i Hacer-i Esved) de Hz. Muhammed (s)'in kalbi üzere olanıdır. Muhyidin İbn Arabi'ye göre, Evtad-ı Erbaa (dört direk), Ebdal-ı Seb'a (Yedi Ebdal) dan, İmameyn (iki imam) da Evtad-ı Erbaa'dan, Kutbu'l Aktâb ise bunların tümünden daha mükemmel ve daha has (özel) tır.

    Zahirde binası birinin kârger olmaz
    Bâtında kimi kutb-ı cihan kimisi evtâd
    Âlî

    EVVEL: Arapça, ilk demektir. Allah. EYYÂM-I GAM: Üzüntü günleri demektir. Allah
    (c)'a doğru yolculuk (seyr i ilallah) tan geri kalma zamanı

    EYYÜB SABRI: Hz. Eyyub (a) birçok belalara maruz kalmış ve bunlara sabretmiş bir peygamberdir. İşte bu yüzden sabır, Hz. Eyyûb ile adeta özdeşleşmiştir. Anadolu İslam muhitinde buna işaret etmek üzere, bazı aileler doğan çocuklarına "Eyyüb Sabri" adını vermişlerdir.

    EZ DE SUYUNU İÇ : Muskaların bir kısmı, yazılanın üstünde, bir kısmı evin bir köşesinde muhafaza edilirken bir kısmının da ezilip suyu içilir. Bu atasözü, yapılan tavsiyenin, söylenen tedbirin hiçbir şeye yaramadığını belirtir.

    Nüshan (muskan) maraz-ı aşka eylemedi hiç,
    Ey şeyh-i keramet-fürûş ez de suyunu iç.

    EZEL: Ezel öncesizliği ifade eder. Kadim, aynı anlamı karşılamakla birlikte, Allah'tan başkası için de kullanılır. Ezel ise sadece Allah için kullanılır.

    EZKÂR: Arapça, zikir kelimesinin çoğulu olup "zikirler" anlamına gelir. Çeşitli ilâhî isimlerin anılması, zikir olarak tanımlanır. Kehf sûresinde (âyet 24) ifade edildiği gibi "Unuttuğun zaman Rabbini zikretl(an)" zikrin zıddı unutmaktır. Bu durumda, unutmanın mukabili hatırlama; zikri ifade eden bir tanım olarak ortaya çıkar.

    EZHERİYYE: Halvetiyye'nin kollarından biri olup, Şeyh Ebî Abdullah Muhammed b. Abdurrahmânü'z-Züvâvî el-Ezherî tarafından kurulmuştur.

    *F*



    FAHR: Arapça, övünme, övünme vesilesi olan şey demektir. Çeşitli sayıda dilim (terk) li, Bektaşî tacının adıdır. Bu taç, yokluk ve fakr ifâde eder. Hz. Resûlullah (s)'ın "fakirlik Benim öğüncümdür, onunla öğünürüm" hadis-i şerifine imtisal eden sufiler, fakrı kendilerine temel düstûr edinmişlerdir. Mahv, fakr ve yokluk yolunun yolcusu olan sûfîler, başlarına giydikleri tâc ve sikkeleri, bu konuda sembol olarak kullanmışlardır. Bektaşî fahrinin kubbe (yani üst) kısmı, oniki ve dört dilimlidir. Sûfîler bir hadise dayanarak (Cami, II, s. 100) Hz. Peygamber'in uzun ve yekpare keçeden külah giydiğini söylerler.

    Fahri, bana yadigâr-ı Mevlâna'dır,
    Serpuş-ı Muhammedî olan fahr-ı şerif.

    Bektaşîler ve Mevlevîler, Mevlâna Celaleddin Rumî ve Hacı Bektaş Veli'nin, "bir gün gelecek, fahrimi likenler (dikenler) giyecek" dediğini söylerler. Bu söz Mevlevîliğin ve Bektaşîliğin bir gün gelecek, ilk mükemmelliğini kaybedeceğini, bildirir.

    FAHR-I EDHEMİ: Edhemî tâc. Bu tacın dört dilimi vardır. Bu tacı ilk defa ibrahim b. Edhem el-Belhî giydiği için, onun adına izafen "Fahr-ı Edhemî" diye anılmıştır.

    FAHR-I HÜSEYNİ: Hüseynî tâc. Bu tacın oniki dilimi vardır. Hz. Hüseyin, oniki imamın başında gelenlerden olduğu için, bu taca "Fahr-ı Hüseynî" denmiştir.

    FAİL-İ MUTLAK: Arapça,mutlak etken, etki eden, icrada bulunan demektir. Istılah manası ise, Allah'tır.

    FAKD: Arapça, yokluk, bulunmama, eksiklik gibi mânâları ihtiva eder. Tasavvuf ıstılahında ifade ettiği mânâ şudur : Kalbin, yaptığı müşahede sonucu, hissedilecek (mahsûs) leri hissedemez hale gelmesi. Yani, tat, renk, koku, ses vs. gibi duyumlarla algılanacak maddî yönle ilgili duyumların, duraklaması hali. Tam fakd hâline de Fakdu'l-Fakd denir.

    FAKR: Arapça, fakirlik, yoksulluk, ihtiyaçlılık gibi mânâları ifade eder. Varlıktan kurtulup, Allah'da fani olmaktır. Fakr, şerefli bir makamdır. Mutasavvıflara, fukara adı verilir. Zira onlar, mülklerden kendilerini boşaltmışlar, yani içlerinde mal-mülk sevgisi bırakmamışlardır. Fakrın hakikati, kulun Allah'tan başka hiç bir şeye ihtiyaç duymamasıdır. Fakrın şekli, bütün sebeplerden uzaklaşmaktır. Fakirlerin en belirgin özelliği şudur : Onlar yoklukta feryâd etmez, sızlanmaz, sükûnetlerini korurlar, ellerine birşey geçince de, onu başkasına verirler, başkalarını kendi nefislerine tercih ederler. Cüneyd-i Bağdadi, fakirler hakkında şunları söyler: Bir fakire rastladığında, onunla söze, ilimle değil rıfk ile başla (yani önce tanış, arada sevgi hâsıl olsun, ondan sonra ilim ile resmiyetle konuş). Zira ilmin resmiyeti onu korkutur, rıfk ısındırır.
    Fakra ıstılah olarak yüklenen genel mânâ şudur: Fakr, bizim bilegeldiğimiz yoksulluk değildir. Bu manevî ihtiyaçlılık hâlidir. Nazarî olan mevhum varlığını terkeden (ef'âl, sıfat ve zâtını)Hak'ta fânî kılan kimse, hakiki fakra ulaşmış kişidir. Böyle birinin ne kadar malı olursa olsun, hiç birine gönül bağlamaz. Böyle birinin malı cebindedir, gönlünde değildir. Yine buradaki kişiler, malın kölesi değiller bilakis mal onların kölesidir. Bu mânâda, en zengin insanlardan sayılan Hz. Süleyman, onca mal ve servetine rağmen fakirdir.

    Hayalî fakr şalına çekmek cism-i üryanı
    Anınla fahrederler atlas u dibayı bilmezler.
    Hayalî

    Eyleme fakra hakaretle nazar ey Nâbî
    Fakr, âyinesidir sûret-i istiğnanın
    Nâbî

    FAKÎR: Arapça, mala ihtiyacı olan kişi demektir. Fakir, fena fillâh makamındadır. Kişinin kendinde gördüğü her şeyi, kendine değil, Allah'a ait ve Allah tarafından olduğunu bilmesi ve bu bilinci kuvvetle taşır hâle gelmesidir. Bu mertebeye "Fena Fillâh" denir. Sâlik, bu durumda kendinde dünyevî ve uhrevî bir vücûd (varlık) görmez.
    Bu fakirin bazı asarı dil-i razım gibi Bulmamışdı câme-i yekrenk ile hüsn-i nizâm Ziya Paşa

    FAKİRÎ: Farsça, yoksulluk demektir. Kendisinden ilim ve amel alınmış salikin, iradesiz kalması hali.

    FAL : Arapça uğur, meymenet gibi anlamlan olan bir kelimedir. Bundan türemiş mütefâil kelimesi, iyimser (optimist) anlamına gelirken, zıddı olan müteşaim kelimesi de, kötümser (pessimist) mânasını ihtiva eder. Hayra yorma manasında kullanılan fal, kafayı meşgul eden bir konuda Kur'an-ı Kerim açılarak yapılır. Bunun usûlü şöyledir: Göz kapatılır Kur'an-ı Kerim'den rastgele bir sayfa açılır. O sayfadan itibaren yedi sayfa öncesi çevrilir ve burada göze çarpan ilk ayet esas alınarak okunur, manası üzerinde tefekkür edilir. Hâfız'ın Divan'ı için İran'da tefe'ül adeti vardır. Mevlâna'nın Mesnevisi, Ahmed Bican'ın Ahmediyye'si vs. gibi eserler için Anadolu'da aynı durum söz konusudur. Buna "fâl-i hayr" da denir. Kuşların uçuşundan birşeyler kestirmek gibi hususlar islâm'da kabul edilmemiştir. Geleceği görmek maksadıyla fal açmak, ***bı bilmeye yönelik boş bir çabadır; zira ***bı ancak Allah bilir. ***bı biliyorum diye iddiada bulunmak da küfürdür. Bununla ilgili olarak; bakla atmak, suya bakmak, kahve içildikten sonra, kalan telvesinin aldığı şekil üzerinde yorumlara girişmek vs. gibi usûllerle fal açanlar islâm nazarında reddedilmiştir. Ancak entelleküel kesimde bile bu tür sapmaların sıkça görülmesi, öyle sanıyoruz ki insanın majik yanından kaynaklanmaktadır. Gizli olana duyulan merak bazındaki yöneliş, insanoğlunun zaafını gösterir.

    FÂNÎ: Arapça, geçici, ölümlü, bitici, sonlu, tükenen gibi mânâlara gelir. Tasavvufta ise, Hak ile bakî olmaktan dolayı, bir şeyi kalmayan kişidir. Fenaya eren kişi, Hâk'tan başkası ile müşahede etmediği için, farklılıklar onda bir araya gelip toplanmıştır. Ancak fâni olan, baygın veya deli değildir. Beşerî sıfatlar ondan kaybolmamıştır ki, melek veya ruhani bir varlık olsun. Ancak, bu durumda olan kişi, nefsinin hazlarını görmek ve onlar üzerinde kafa yormaktan uzaklaşmıştır. O, iki ayndan biridir. Eğer bu kişi imam veya önder olma pozisyonunda değilse, fenasının vasıflarından ***bete düşmesi şeklinde bulunması caizdir; bu şekilde o, çılgın gözüyle bakar. Onun aklının gidişi, nefsinin nazlarının peşinde koşmak ve nefsine ait farklılıklar konusunda, ayırd etme özelliğinin kaybolmasından kaynaklanır. Bu haliyle o, Hakk'ın kendi üzerinde icra ettiği vazifeler (kendine yüklediği görevler) ile, haz duyar. Şu'be'nin oğlu Muğiyre'nin kölesi Bilâl-ı Habeşi bunlardandır. Üveys Karanı, Ali Mecnûn ve Ali Sâ'dûn da bu gruba dahil edilir. Eğer fena makamına eren kimse, kendisiyle irtibat kurulması gereken idareci pozisyonunda devlet yöneticisi olursa, bunun tasarrufu nefsinin değil Hakk'ın vasıfları ile olur.


    BURADAN BİR METEHAN GEÇTİ...

  4. #14
    Mete - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    25.Ağustos.2016
    Mesajlar
    450
    Mentioned
    10 Post(s)
    Tagged
    0 Thread(s)
    FARK: Arapça, ayırt, başkalık alameti, ayırmak, seçilmek gibi mânâları vardır. Tasavvufî olarak "senden alınana cem, sana verilene fark" denir. Çoklukta birliği, birlikte çokluğu, herhangi bir karşılıklı engelleme olmadan görmek demektir. Yine bir tarife göre, beşerî hallere yaklaşma ve kulluğu yerine getirme açısından kulun kesbine, fark denir. Allah tarafından olan ihsan ve lûtuflar da, cem'dir.
    el-FARK BEYNE'L-KEMAL ve'Ş-ŞEREF ve'n-NAKS ve'l-HİSSA: Arapça. Olgunluk ve noksanlık arasındaki farklılık, insanda, ilâhî sıfatların ve fiillerin husul bulmasına kemâl derler. Bu husulün azalması ve hatalara düşülmesi de, noksanlıktır. Şeref, yaratılan ile, onu icâd eden arasındaki vasıtaların azalıp kalkmasından ibarettir. Hak ile halk arasındaki vasıtaların azalıp vücûbun ahkâmı, imkânın ahkâmına galip geldiği sürece, o şey eşref (en şerefli) olur. Hak ile halk arasındaki vasıtalar çoğaldıkça, o şey düşük olur. Buna göre, Akl-ı Evvel ve Mukarrabûn melekleri, insandan eşref (daha şerefli), insan-ı kâmil de bunlardan ekmel (daha mükemmel) olur.

    el-FARK BEYNE'L-MÜTEHAKKIK ve'l-MÜTEHALLIK: Arapça. Tahakkuk ehli ile tahalluk ehli arasındaki fark. Mütehallık, kötü huylardan kaçınan, iyi ve övülen huyları, güzel özellikleri kendini zorlayarak cehd ile elde eden kişiye denir. Bu kişide ilâhî isimlerden izler vardır. Mütehakkık ise, bu özellikleri tahakkuk ettiren kendini Allah'ın sıfatlarına, isimlerine mazhar kılıp, beşerî özelliklerini silmiş yok etmiştir.

    FARK-I CEM: Arapça cem'in ayırımı veya ayrılması. Toplanma halinden fark haline geçiş. Zat-ı Ehadiyyet şuûnlarının ortaya çıktığı mertebelerde, Bir'in zuhur yoluyla çoğalmasıdır. Bu, Bir'in, kendi suretleri ile ortaya çıkan sırf itibarlardır, yani zihnî planda olan bir zuhur (ortaya çıkış) olayıdır.

    FARK-I EVVEL: Arapça, ilk fark hali. Halk ve yaratılmış şekillerin bulundukları hâl üzere devam etmeleri sebebiyle, Hak'dan perdelenmelerine fark-ı evvel denir.

    FARK-I SANÎ: Arapça, ikinci fark. Halkı Hak ile görmek, perdesiz olarak vahdette kesret, kesrette vahdeti görmektir. Bir kimse, bu iki durumdan biri ile olur.

    FARK-I TAM : Arapça, sûfinin, tüm dünya ilgilerinden uzaklaşıp, bütün varlığıyla Allah'a yönelmesi ve bu şekilde meydana gelen dalma (istiğrak) hâlini anlatmak için kullanılan bir tabirdir. "Fena Fillah" tâbiri ile aynı anlama geldiği de söylenir.

    FARK-I VASF: Arapça, sıfat ayırımı ve ayrılması demektir. Zâtın, vasfı ile vâhidiyet (birlik) hazretinde, ortaya çıkışını anlatan bir deyimdir.

    FARUK: Arapça, Hak ile bâtılı ayırdeden, temyiz edebilen demektir. Tasavvuf ıstılahında, Cenab-ı Hakk için kullanılır.

    FÂRUKİYYE: Hz. Ömer (r)'e nisbet edilen bir tasavvuf okulu.

    FASL: Arapça, ayırım, ayrılma, bölüm vs. gibi mânâları ihtiva eder. Mahbûbdan umulanın kaybedilmesi. Bazı sûfi büyükleri şöyle der : Bir kimse "ben vâsıl oldum" zanneder, yahut iddia ederse, o kişi vâsıl değil, ayrı düşmüştür.
    FATİHA: Arapça, açan, açıcı mânâsına gelir. Fatiha suresine, es-Seb'u'l-Mesânî de denir. Manası, yedi çiftler demektir. Bu ifadedeki yedi; yedi nefsî sıfata işarettir ki bunlar hayat, ilim, irâde, kudret, semî, basar, kelâm'dır. Hz. Peygamber (s) bir hadis-i şerifte şöyle buyurur : "Allah, Fatiha suresini, kulları ile kendisi arasında taksim etti. " Bu hadiste, vücûd'un Hak ile halk arasında taksim olunduğuna işaret vardır. İnsan dışı itibariyle halk, içi (bâtını) itibariyle de Hak'tır. Vücûd da, bu şekilde zahir ve bâtın olarak taksim edilmiştir. Allah'ın, Fatiha'da açtığı vücûd kilitleriyle, insana işaret vardır. Fâtiha'nın kul ile, Allah arasında taksimi, halk durumundaki insanın hakikatinin Hak olduğunu gösterir. O, ubûdiyyet özelliklerini ihtiva ettiği gibi, rubûbiyyet sıfatlarını da ihtiva etmektedir. Zira Hak, insanın hakikatidir, O, Hak ve halktır. Allah, Fatiha Sûresini, Kendisine övgü ve kulunun duası arasında bölmüştür. Kul; hikmetli, ***bî, hibe olunmuş vücûdî olgunluklar ve yaratılmış ***bî şuhûdî noksanlıklar arasında ikiye bölünmüş durumdadır, işte bu, Fatihatü'l-Kitab ve es-Seb'u'l-Mesânî'dir.

    FATİHA VERMEK: Tasavvufta, herhangi bir işe başlanırken, yahut duası makbul bir şeyh veya velîden, dileğinin kabul edilmesine medar olmak üzere, dua talebinde bulunmağa "Fatiha istemek" denilir. Kendisinden istenen kişi, kısaca bir gülbank okuyup "Fatiha" çeker. Bundan sonra "Allahümme salli âlâ Muhammedin ve âlâ âlihî ve sahbihî" denilip, Fatiha Sûresi okunur. Bu geleneğe "Fatiha istemek" dua istenen kişinin de "Fatiha" demesine, "Fatiha vermek" denilir.
    "Bir işin fatihası çekildi" ifadesi, o işin artık başladığını anlatır.

    FAZİLET: Arapça, olgunluk, erdemlilik, üstünlük gibi anlamları ihtiva eder. Fazilet insanın doğuştan getirdiği iyi yönlerinin, olgunlaştırılmış şekline denir. Ayrıca Tasavvufta esma cennetine de denir. Bu cennetin ehli, sayıca, me'ârif cennetinden azdır. Ancak, onların Allah katındaki derecesi daha yüksektir. Bunlar, ilâhî lezzet ehli diye anılırlar.

    FAZLİYYE : Rıfaî tasavvuf okulunun kollarından birinin adı. Kurucusu, Seyyid Cemâleddin b. FazI Hindî-i Burhanpûrî'ye nisbetle bu adı almıştır. Şeyh Cemâleddin, 1535'de Gücerat'ta doğmuş, 1620'de Burhanpûr'da vefat etmiştir. Cemâliyye-i Halvetiyye'nin Fazliyye şubesi ile karıştırılmamalıdır.

    FEHM: Arapça anlamak demektir. Allah'ın sözünü ve hitabını anlama ve bunun gereğini yerine getirme. Keşf ve zevk yolu ile elde edilen bilgi.

    FEHVÂNİYYE: Arapça, misal âleminde Hakk'ın doğrudan hitabta bulunmasına denir.

    FENA: Arapça, fânî olmak, yok olmak mânâsına gelir. Nesnelerin, sufînin gözünden silinmesine fena denir. Zıddı bekâ'dır. Hind Nirvana'sı farklı bir muhtevaya sahiptir. Hind mistisizminde hiçlik, fenayı ifâde etmesine rağmen, islam tasavvufunda kul hiç olmaz, hiçin yerine Allah'ın sıfatları geçer. Bu, şu mânâdadır: Kul, insan olarak taşıdığı sıfatları ve huylan terkeder, fenaya ererek, tam hale gelir, olgunlaşır. Ancak, bu giden kötü sıfatların ve ahlâkın yerini, Allah'ta mükemmel olarak bulunan ilâhî sıfatlar veya ilâhî huylar alır. Yani Hind mistisizmindeki gibi, yokluğa gidiş, yokluk, hiçlik söz konusu değil, aksine mükemmel olan Allah'ın sıfat ve ahlâkında yenilenme, yükselme hususu gündemdedir. Kuşeyrî, fenayı üçe ayırır: 1. ilk fena, kulun kendinden ve kötü sıfatlarından fânî olması, 2. İkinci fena, Hakk'ı temaşa eden kulun, Hakk'm sıfatlarından da fânî olması, 3. Üçüncü fena, Hakk 'm varlığında yok olan kulun, kendi fenasını görmesinden de fânî olmasıdır. M. İbn Arabi, fena kelimesine tasavvufî olmaktan ziyade, felsefî mahiyyette yedi mana verir ve bu açıdan değerlendirme yapar. O'na göre; fena, kulu Allah'a ulaştırır. Bu durumda kul, bütün nefsî arzularını terkeder ve kendini Allah'ın irâdesine teslim eder.
    Fena hali, kulun benliğinin kaybolması ile, tevhidin gerçekleşmesi demektir. Bu hal, tevhidin en yüksek derecesidir. Kul, Allah tefekküründe o derece boğulur ki, benlik bilincini de kaybeder hale gelir. Buna fena fi't-tevhid denilir.
    Fena halinde kulun niyetleri, davranışları, ahlâkî planda düzelme gösterir. Tefekkür planında görülen bu durum, fiillere de yansır.
    Fena fillah tâbiri de şu şekilde açıklanır: Kulun zât ve sıfatının, Hakk'm zât ve sıfatında fânî olması. Kul, bu durumda bütün dünyevî ilgilerinden uzaklaşır, Allah'ın birlik dergâhına tam bir teveccühle yönelir.

    FELSEFE: Yunanca hikmet sevgisi anlamına gelen bir kelimenin (Philo=Sevgi, Sophia=Hikmet) Arapça ifade edilmiş şekli. Allah'ın ahlakıyla ahlâklanmak. Beşerî gücün imkan sağladığı oranda, sonsuz mutluluğu elde etmek için Tanrı'ya benzemek. Ancak sufîler, sevgi ve tasfiye yoluna önem verdikleri için; aklı, felsefeyi, hakikata ulaşma konusunda sınırlı ve olgun kabul etmezler.
    FENA Fİ'L-AŞK: Arapça, aşkta fânî olmak manasındadır. Vücûd-ı mutlak, aynı zamanda kemâl-i mutlak, cemâl-i mutlak ve hayr-ı mutlaktır. Cemâl, aşkı doğurur ve cemâl aşksız olamaz. Dünya üzerinde gördüğümüz her güzel, mutlak güzelden bir parçadır. Bu sebeple güzel olanı sevmek, Cemâl-i Mutlak'ı sevmek demektir. Mutasavvıflar, bundan hareketle, fena fi'l-aşk nazariyesini geliştirmişlerdir. Bu, fena fillah mertebesinin ilham ettiği bir fikir, bir akîde ve bir menzildir. Her şey, sonunda dönüp dolaşıp Vücud-ı Mutlak'a varacağı gibi, aşk da sonunda aynı yere varacaktır. Âşık gerçekte Cemâl-i Mutlak'a aşık olmuştur. Çünkü güzellik, Cemal-i Mutlak'tan insan yüzüne düşen bir nur zerresidir. Aşk da, o nurun doğurduğu bir duygudur. Maşukun güzelliğinde, Cemâl-i Mutlak sezildiği için, âşık, ruhunu derece derece saflaştırarak, heyecandan buhrana, buhrandan vecde, vecdden istiğraka geçerek, tıpkı Kemâl-i Mutlak'a ve Hayr-ı Mutlak'a karşı duyulan hayranlık yüzünden, fena fillah mertebesine erenler gibi, fena fi'l-aşk merhalesine ulaşır. Artık o menzilde, aşk, âşık ve maşuk birleşir, Cemâl-i Mutlak da mahvolup gider. Fena fi'l-aşk sırrına erenler, bütün beşerî duygulardan sıyrılarak ilâhîleşirler, Rabbânîleşirler.

    FENA Fİ'L-KUSÛD: Arapça, isteklerde fâni olmak demektir. Kulun kendi şahsî irâdesini yok ederek, onun yerine İlâhî irâdeyi koyması. Yani bütün hareketlerini, kendi irâde ve arzusuna göre değil, Rabb Teâlâ hazretlerinin isteğine göre yapması.

    FENA Fİ'LLAH: Arapça, Allah'da fani olmak demektir. Kulun zât ve sıfatının, Allah'ın zât ve sıfatında fani olmasıdır. Dünya ilgilerini tam anlamıyla ortadan kaldırarak, Allah'a yönelmek demektir. Bu yönelişte istiğrak hâli meydana gelir. Sûfi bu makama ulaşmak için, her şeyi terkeder. Tıpkı bir ölünün dünyayı terkedişi gibi. işte buna "ölmeden önce ölmek" denir. Ölen kişi nasıl Allah'a rücû ederse, bu makama gelen kişi de Allah'a vâsıl olmuş, O'na rücû etmiştir. Hz. Peygamber (s) bu konuda, "yaşayan ölü görmek isteyen, Hz. Ebû Bekr'e baksın" demiştir. Gerçekten bütün varlığını Allah yolunda sarfetmekte tereddüt göstermeyen Hz. Ebû Bekir, ölmeden önce ölmenin sırrına ermiş bir sahabî-i celîl idi.

    FENA Fİ'L-PÎR: Pîr; Farsça ihtiyar, şeyh gibi manaları ihtiva etmekle birlikte, bu terim, şeyhte fâni olmak anlamına gelir. Bütün varlığını şeyhin manevî varlığında eritmek, fena fi'l-pîr diye tâbir olunan bir haldir. Müridin bağlı olduğu tarikatın ilk efendisi, Rasûlullah'ın yolundan giderek, kendini O'na benzetmeye çalışan kâmil bir mü'min tipidir. Mürid, bu örnekliği nedeniyle onu taklid ederek, kendisini sûreten ve sîreten ona benzetmeye çalışır. Hedef müridin aynı olgunluğa ermesidir.

    FENA Fİ'R-RASÛL: Arapça, Rasûlullah'da fâni olmak. Müridin bütün varlığını Rasûlullah (s)'ın şahsiyetinde yok etmesi manasına gelir. Mertebe olarak Fena fi'l-Pîr (Fena fi'ş-Şeyh)'den sonra, Fena Fillah'dan önce gelir. Hz. Peygamber (s)'i tam olarak taklid ve O'na uymakla, bu hal teşekkül eder.

    FENA Fİ'Ş-ŞEYH: Arapça, şeyhte fâni olmak demektir. Müride göre şeyhi, gözü önünde görmekte olduğu en olgun müslüman tipidir. Mürid onun bütün söz ve hareketlerini taklid edip kendini ona benzetmeye çalışarak, onun şeklinden hareketle, sahip olduğu manaya ulaşır. Buna, suretten sîrete intikâl de denir.

    FENA Fİ'Ş-ŞUHÛD: Arapça şuhûd'da fâni olmak demektir. Sûfinin Allah'dan başka bir şey görmemesi. Buna Vahdet-i Şuhûd mertebesi denir. Bu, "la mevcuda illallah" sırrı olarak da kabul edilir.

    FENA Fİ'L-VUCÛD: Varlıkta fena olmak anlamında Arapça bir ifade. Fena derecelerinden birisi de, herşeyde Allah'ı görmek ve bilmektir ki, bu hale zevkle ulaşılır. Bu hali elde edenler "la mevcûde illallah" derler.

    FENÂİYYE: Kütahyalı Fenâî Ali Efendi tarafından kurulmuştur. Celvetiyye'nin kollarından bir tasavvuf okuludur.

    FENÂRİYYE: Rifâiyye'nin kollarından biridir. Şeyh Şemseddin Muhammed b. Hamzetü'l-Fenârî (ö. 834/1431) tarafından kurulmuştur.

    FERAH: Arapça, sevinmek manasına bir kelime. Sevgiliye yakın olma halinin verdiği huzur haline, ferah denir.

    FERÂŞET-İ ŞERİFE: Feraset, Arapça süpürmek anlamına gelen bir kelimedir. Kabe'yi ve Peygamber Efendimiz (s)'in türbelerini süpürme görevine, "ferâşet-i şerife" adı verilir. Bu işi yapacak kişiye "Ferâşet-i Şerife Beratı" verilirdi. Bu görevlinin istanbul'da bir temsilcisi olurdu ki buna, "Ferâşet-i Şerife Vekili" denir. Ankara'da ikamet eden Ekrem Nursel Bey, bir sohbetinde, bu konu mevzû-ı bahs edildiğinde, bize, muhterem babalarının, Sultan II. Abdülhamid'in yaveri olduğunu ve padişah tarafından bu mümessillik şerefiyle ödüllendirildiğini anlatmıştı.

    FERECÎ: Mevlevî derviş (can) lerinin giydikleri önü açık hırkaya, "ferecî" denir. Mevlevî hırkaları, önceleri bornoz şeklindeydi ve yakadan geçme idi. Dervişin biri, manevî kabz sırasında, teessüründen yakasını yırtarak hırkanın önünü açtı. Hırkasının önünün açılması kendisine ferahlık verdiği için, bu hırkaya, o mânâya gelmek üzere "ferecî" adı verildi.

    FERİB: Farsça, aldatma, kandırma, oyun anlamında bir kelime. İlâhî mekr, İlâhî istidrac.

    FERYÂD: Farsça, çığlık demektir. Mecburi ve yüksek sesle yapılan zikir. Kendinden geçerek ve kendini bırakarak yüksek sesle Allah'a yalvarma.

    FETÂ: Arapça, yiğit anlamında bir kelime. Fütüvvet yoluna giren kişilere, fetâ denir. Tasavvufta ıstılah olarak, "la seyfe illa zülfikar ve la fetâ illa Ali" (Zülfikar'dan başka kılıç, Hz. Ali'den başka yiğit yok) hadisinden girmiştir. O, kendisi muhtaç iken elindeki yiyeceği her gün sırayla miskin, yetim ve esire vererek (İnsan/8) nefs hayvanını yenme başarısını göstermişti. Onun savaşlardaki yiğitliği, gaziliği, tasavvufa itici bir motif olarak geçmiş ve bu ruh, Abdalan-ı Rum, Ahiyyan-ı Rum vs. gibi oluşumlara yol açarak, Anadolu'yu İslamlaştırmıştı.

    FETH: Arapça açmak anlamına gelen bir kelime. Bu terim "Biz sana apaçık bir fetih nasib ettik" (Fetih/1), "Üzerlerine herşeyin kapısını açtık" (En'am/44), "Belki Allah fetih, ya da kendi katından bir iş getirir de, onlar içlerinde gizlediklerine pişman olurlar" (Maide/52) âyetlerinden kaynaklanan bir terimdir. İlk âyette feth; İlâhî ilim, rızk ve hidâyet, gibi manaları ifade etmektedir. Sufi, Allah yolunda riyazetler ve ibâdetlerle mücâdelesini sürdürür. Sonunda, Mevlası ona Fethi nasib eder. İşte o zaman, sâlik zahirî ilimlerde yetiştikten sonra, İlâhî ilimlere de nüfuz etmeye başlar. Şaziliyye'nin kurucusu Ebu'l-Hasan eş-Şâzilî bu şekilde oluşan bir fetihte, Hizbu'l-Feth virdiyle şereflenmiştir. Olayın cereyan tarzını Şazilî Hazretleri şöyle anlatır:
    "Irak'ta Abdüsselâm İbn Meşiş Hazretlerinin nerede olduğunu (K. Afrika) öğrendim ve hemen onu bulmak üzere yola çıktım. Sonunda, yaşadığı mağaranın bulunduğu dağın eteklerine ulaştım.
    Bir pınardan tertemiz su ile gusül abdesti aldım. Zamanın kutbu Abdüsselam'dan istifade etmek üzere kalbimden ilim ve amelimin izlerini sildim, yokluk elbisesi (fakrı)ni giydim. Tam bir hiçlik duygusuyla, ağır ağır dağa tırmanmaya başladım. Çok geçmeden bir de baktım ki, Abdüsselâm İbn Meşiş, yukarıdan aşağıya doğru ağır ağır iniyor. Karşılaştığımızda selamlaştık. Peygamber (a) Efendimize kadar bir silsile halinde, tamamen doğru olarak sülalemi tek tek saydı. Sonra "ilmin ve amelinden soyunarak, hiçlik duygusuyla bize geldin. O halde dünya ve ahiret zenginliğini bizden alman, sana nasib olacaktır" dedi. O sırada beni bir dehşet kapladı, Şeyh Abdüsselâm Hazretlerinin yanında günlerce kaldım. Sonunda Allah (c) basîretimi açtı. Allah (c)'m Şazilî Hazretlerine açtığı Hizbu'l-Feth (veya Hizbu'l-Envâr)'ın bir kısmı şöyledir:

    La ilahe illallah nuru'l-arş
    La ilahe illallah nuru levhillah
    La ilahe illallah nuru Rasulillah
    La ilahe illallah Ademu halifetullah
    La ilahe illallah Nuh Neciyyullah
    La ilahe illallah İbrahim Halilullah
    La ilahe illallah Musa Kelimullah
    La ilahe illallah İsa Ruhullah
    La ilahe illallah Muhammedun Habîbullah
    La ilahe illallah el-evliyau ensarullah La ilahe illallah el-Enbiyau Hâssatullahi La ilahe illallah el evliyau ensarullah
    el-FETHU'L-KARÎB: Arapça, yakın fetih demektir. Nefsin menzillerini (makamlarını) geçen sâlik için açılan kalb makamı ve bu makamda kalbin ortaya çıkan sıfat ve olgunlukları. "...Allah'tan bir zafer ve yakın bir fetih..." (Saff/13) âyeti bu yakın fethi gösterir.

    el-FETHU'L-MUBÎN: Arapça, açık feth (açılma) anlamındadır. Kalbin sıfatları ve kemalatın ortaya çıkması için, ilâhî isimlerin nurlarının tecellilerine ve velayet makamından kula açılan şeylere "Feth-i Mübîn" denir. "Muhakkak biz sana apaçık bir fetih nasib ettik." (Fetih/l) âyeti ile bu hususa işaret edilir.

    el-FETHU'L-MUTLAK: Arapça, mutlak fetih (açılma) demektir. Fütuhatın en a'lâ ve en mükemmelidir. Zat-ı ehadiyyetin tecellisini, ayn-ı cem'de, mâsivadan tümüyle fâni kılıp istiğrak halinde bulunmayı ifade eder. "Allah'ın zaferi ve fethi geldiği zaman..." (Nasr /1) âyetiyle bu hususa işaret olunur.

    FETHU'LLÂHİYYE: Çiştiyye tasavvuf okullarından biri olup Fethullah el-Acemî tarafından kurulmuştur.

    FETK-RETK: Arapça, birleşme, ayrılma anlamına gelen iki kelime. Mutlak maddenin, türlerin şekilleri halinde tafsili olarak zuhura gelmesi veya vâhidiyyet mertebesinde gizli olarak bulunan nisbî isimlerin ortaya çıkmaları, çokluk yerine birliği görme hali retk, bunun aksi ise feth'tir. "Göklerle yer bitişik idi, biz onları ayırdık" (Enbiya/30) âyetiyle bu hususa işaret edilir.

    FETRET: Arapça, zaman açısından ara, aralık manasına gelen bir kelime. Kaşânî'nin buna getirdiği tanım, başlangıç halinde gerekli olan istek ateşinin sönmesi, şeklindedir. Manevî eğitimde, sâlikte görülen gevşeklik hali.

    FEVÂİD: Arapça faydalar anlamına bir kelime. Sır olan şeyi anlamaya fevâid denir.

    FEVT: Arapça, bir şeyin elden kaçırılması demektir. Sevgiliden beklenen şey, sevgilisi ile birleşen aşıkın, ondan farklı olduğunu anlaması. Yahya b. Muaz er-Râzî "Fevt, mevt (ölüm) den daha zordur. Çünkü fevt, Hakk'tan; mevt, halktan ayrılmaktır.

    FEYZ: Arapça, taşmayı ifade eder. İlâhî tecelli, bu kelime ile anlatılır. Zira bu tecelli heyulam özelliktedir. Tecelli, tecelli edene göre belirir veya kayıtlanır. Zira tecelli; onun için, vücudu olmayan sabit bir ayndır. Bu tecelli, ona nisbetle vücûdî tecelli olur ve bu, vücûdu ifade eder. Kendisine tecelli gelen de, hâriçte mevcud olur. Bir başka tanıma göre, âlemin Allah'tan, derece derece fakat devamlı bir surette iniş tarzı ile ve başka bir mevcudu meydana getirmek özelliğine sahip olarak tekamülüne ve bunun İlâhî nazar altında devamı, manasında kullanılan bir terimdir. Feyz her an tecelli etmekte (ortaya çıkmakta) dır. Varlıklar, bu feyz vasıtasıyla meydana gelir. Ancak bu varlık, zâtlarındaki imkan sebebiyle yok olmakta, fakat Hakk'ın feyziyle aynı zamanda var olmaktadır.

    FEYZ-İ AKDES: Arapça, en kutsal feyz demektir. Feyz-i Akdes; önce ilim, sonra, ayn mertebesinde, nesneler ve yeteneklerinin var olmasını gerekli kılan zâtî-hubbî tecellidir. Bu, ilâhî ilimde subûtü vâcib olan tecellidir.

    FEYZ-İ MUKADDES: Ayân-ı sabitenin yeteneklerine göre hariçte ortaya çıkışına "feyz-i mukaddes" denir. Yani sabit ayn'ların İlâhî ilimle sübût bulması "feyz-i akdes" sonucu iken, yine onun hariçte sûrî (şeklî) olan mümkinattaki ortaya çıkışı "feyz-i mukaddes" neticesinde olmaktadır. Bu durumda mevcud (varolan) mümkinler ile sabit aynlar aynı şeyler değildir. Mevcud (var olan) mümkinler yani şu dış âlemde var olan nesneler, sabit aynların, "feyz-i mukaddes" vasıtasıyla gözle görülür alanda ortaya çıkan suret (şekil) leridir. Feyz-i mukaddes, feyz-i akdes üzerinde tertib olunmuştur. Feyz-i akdes ile âyân-ı sabite ve onlardaki aslî istîdât (yetenek) ler, ilim (bazm)de meydana gelir; feyz-i mukaddesle o ayan, levazım ve tevâbiiyle dış âlemde husul bulur.

    FEYZİYYE: Halvetiyye'nin Sümmaniyye koludur. Halvetiyye de denir. Feyzüddin Hüseyn es-Semânî (ö. 1309/1891) tarafından kurulmuştur.

    FEYZ-İ İLÂHÎ: Arapça, ilâhî feyz demek- tir. Doğrudan Allah'dan gelen feyz.

    FEYZ-İ İSNADI: Şeyh ve müridlere, silsilede yer alan meşâyıh-ı kiram vasıtasıyla gelen feyze; feyz-i İlâhî denir. Bazı tasavvuf okullarında, bu feyzi elde etmek üzere, şiir halinde yazılmış silsileler belli bir makamda okunur ve silsiledeki sâdâtın ruhlarına Kur'an hediye edilir.

    FIKH-I BÂTIN: İç hallere ait fıkıh anlamında Arapça bir ifade. İslâm hukukuna "Fıkıh" veya "Fıkh-ı Amelî": Akâid ve kelama "Fıkh-ı İtikâdî"; Tasavvufa da "Fıkh-ı Bâtınî" veya "Fıkh-ı Vicdanî" denir.

    FIRKA-İ NACİYE: Arapça, kurtulan bölük, kurtulan parti veya grup anlamında bir ifade. Kurtuluşa eren, cehennemden kurtulan, doğru yola eren grup. Doğru yoldan sapanlara "Fırka-i Dâlle" denir. Bu görüşe göre fırkalar (gruplar) dan biri fırka-i nâciye, yani ehl-i sünnet, diğer 72'si ise fırka-i dâlle olup toplam 73'tür. Sapık fırkalar, 20 Mu'tezile, 20 Şia, 22 Havâric, 5 Mürcie, 3 Neccariyye, 1 Cebbariyye, 1 Müşebbihe olmak üzere 72'dir. Bu husus şu hadis-i şerife dayandırılır: "Yakında ümmetim 73 parçaya ayrılacaktır. Bunların hepsi cehennemlik, bir tanesi cennetliktir."

    FİRAK: Arapça, ayrılık demektir. Vahdet (birlik) makamından uzak kalmak.

    FİGAN: Farsça, acı acı bağırmayı ifade eder. iç hallerin dışa vurulması, dert yanma, içini dökme.

    FİİL: Arapça, yapmak, iş gibi anlamları olan bir kelime. Mümkinin imkandan vücuda sarfedilmesine, fiil denir. Fiiller cenneti: Leziz yiyecekler, hazırlanmış içecekler, güzel hanımlar cinsinden, işlenen sâlih amellerin sevabı olarak surî (şeklî, maddî) cennetten ibarettir. Buna ameller cenneti denildiği gibi, nefs cenneti de denir.

    FİKİR: Arapça, düşünmek demektir. Kalbe bir üçüncü marifeti elde etmek üzere, iki marifeti kazandırmaktır. Buna örnek olarak âhiretin hayırlı ve sürekli olduğunu tanımak gösterilir. Bu durumda hayırlı ve sürekli olan, iradeye bağlı olarak tersine de dönebilir.
    Tefekkürden hedeflenen şey, kalbte ilim tahsil etmektir. Bu da, hâli, fiili gerektirir. Kulun kurtuluşu da, fiil ve hâl vasıtasıyla olur. Yani hâl ve fiil, ilmin meyveleridir, ilim ise, tefekkür (düşünme)ün meyvesidir. Her konuda düşünülebilir, ancak Allah'ın zâtı hakkında düşünülemez, zira "basiretler onu idrak edemez" (En'am/103).

    FİRAR: Arapça, kaçmak demektir. Halktan Hakk'a kaçmak. Bunun birkaç mertebesi vardır. İlki cehilden bilgiye kaçmak, ikincisi haberden sunuda (işitmekten görmeye) kaçmak, üçüncüsü Hakk'ın ***risi herşeyden hatta şuhûddan da kaçmak. Kur'an-ı Kerim'de de bu hususa şu âyetle işaret olunur: "Allah'a kaçınız" (Zâriyat/50). Kul, korktuğu şeyden firar eder, kaçar. Bu âyete göre Allah'tan başka hiçbir şey, sığınılacak bir dost değildir. Hatta "mallarınız, evlatlarınız bir fitnedir..." (Tegabun/15). Bunun için "Ağaca dayanma kurur, duvara dayanma yıkılır, insana dayanma ölür, dayan kul Allah'a dayan" yani Allah'a kaç O'na sığın denmiştir.
    FİRÂSET: Arapça, görüş, tahmin ve anlamada dikkatli düşünüp isabetli olma anlamında bir kelime. Yakînin açılması, ***bın görünmesi. Firâset, iman makamlarından birisidir. Hz. Resûllullah (s) "mü'minin firâsetinden korkunuz; zira o, Allah'ın nuru ile bakar" buyurur. Bu hususa işaret eden çeşitli âyetler vardır: "Allah'ın göğsünü İslama açtığı kimse, Rabbından bir nur üzere değil midir? "(Zümer/22), "Ölü iken kendisini diriltiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp, ondan hiç çıkmayan kimse gibi olur mu?" (En'am/122). Allah tarafından nura mazhar olmuş kişi ile, olmamış kişiyi anlatan bu âyetlerden şu manzara ortaya çıkmaktadır: 1. Allah'tan bir nura sahip olan kişi, yürüme, hareket edebilme, aktiflik özelliğine sahip iken, 2. Bu nurdan mahrum olan karanlığın pasifliği içinde kalmakta, etrafını çeviren âlemi aşamamakta, oluşa katılmaktan, hakikate ulaşmaktan mahrum kalmaktadır.
    Kur'an'da, bu nura ulaşmanın, iman ve amel (veya bilgi ve amel) bütünlüğünü elde etmeğe bağlı olduğu ifade edilir. Yani bu nur, amelsiz ilimle elde edilemez. "İnanıp yararlı iş yapanları, zulümât (karanlıklar) dan nur (aydınlık) a çıkarsın..." (Talâk/11). Eskiden bilgisini yaşamayanlara, âlim denmezdi.
    Firâset, herkesde az veya çok vardır. Bu umûmîdir. Bazı ipuçlarına bakarak bazı doğru sonuçlara varma gibi. Buna tabîi firâset denir. Bir de, Allah'ın bazı kimselere lütfettiği, kalbî ilhamla bir şeyi sezip bilme şeklinde hususî firâset vardır ki, buna da ilâhî lütuf sonucu olan firâset denir. Tevessüm, firaset'in eş anlamlısı olarak kullanılır. Tevessüm, teferrüs, yani nüfuzlu marifet, yahut basiret manasınadır. Mütevessimler müteferrislerdir. Nitekim âyette şöyle buyurulur: "Şüphesiz bunda mütevessimîn (işaretten anlayanlar) için (nice) ibretler vardır" (Hicr/75).

    FİRDEVSİYYE: Kübreviyye'nin Hindistan'daki kolu. Kurucusu Rükneddin el-Firdevsî (ö. 724/1 323)'dir.

    FİTÂM: Arapça, çocuğun sütten kesilmesi anlamına gelir. Müridlerin, şeyhlerinin yanında süt emdikleri zamanlar olduğu gibi, sütten kesildikleri zamanlar da vardır. Süt emme zamanı; müridin şeyhin sohbetinde bulunduğu zamandır ki, bu esnada, müridin şeyhinden izinsiz olarak ayrılmaması icab eder. Ancak şeyh, sütten kesilecek kadar büyüyüp olgunlaştığını anlayınca, onun ayrılmasına müsaade eder. Bu durumda mürid, artık kendi başına hareket etme becerisini elde etmiştir. Böylece, Allah tarafından zorlandığı problemlerin çözümü ona açıklanır, olmuştur. Mürid bu noktaya gelince, yani şeyhinden aldığı feyiz ile olgunlaşınca, şeyhin sohbetinden ayrılma zamanı gelmiştir. Artık feyzi şeyhten değil, direkt Allah'tan alabilme yetisini elde etmiştir. Karnını doyurmak için kendi gücü yetmektedir, annesinin sütüne ihtiyacı kalmamıştır. Yani şeyh, müridini Allah'ı sevme okyanusunun kenarına getirir bırakır, bundan sonrası artık ona kalmıştır. Akşemseddin'in dediği gibi; "Şeyh, kulu Allah'a, Allah'ı da kula sevdiren kişidir".

    FUÂD: Arapça, kalp demektir. Yedi tavrın (etvar-ı seb'a) üçüncüsü olup, İlâhî tecellileri temaşa (seyretme) yeridir. Kur'ân'da, fuâd'a işaret eden âyet şudur: "Gözün gördüğünü, fuâd (kalp) yalanlamadı" (Necm/1 1 ).

    FUKARA: Arapça, fakirler demektir. Sâliklere; mürid, derviş gibi isimler verildiği gibi fukara da denir. "Kendisine hiçbir şeyin sahip olmadığı ve kendisi hiçbir şeye sahip olmayan kişiye, sufî denir". Bu tarif, tasavvuf yolunu tutanların, özgür kişiler olduğunu gösterir.

    Fukara kalbine kim dokuna,
    Dokuna sinesi Allah okuna.
    Lâ-Edrî


    BURADAN BİR METEHAN GEÇTİ...

  5. #15
    Mete - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    25.Ağustos.2016
    Mesajlar
    450
    Mentioned
    10 Post(s)
    Tagged
    0 Thread(s)
    FUKARA-I BABULLAH: Arapça, Allah kapısının muhtaçları, dilencileri demektir. Bu tabir dervişler için kullanılır.

    FUKARA KEŞKÜLÜ : Bazı tasavvuf okulları, eskiden nefis terbiyesi için, manevî eğitimin başlangıcında, halktan birşeyler istemeye çıkarlardı. Ellerinde, keşkül denen çukur bir kap ile dolaşırlar. İçini doldururlar, sonra da getirip şeyhe teslim ederlerdi. Şeyh de bunları, halkın yoksul kesimine dağıtırdı. Keşkülün içinde, ekmek, buğday, düğme, ip, para vs. gibi herşey, karmakarışık halde bulunur, bu yüzden; karmakarışık şeyler hakkında "fukara keşkülü gibi" deyimi kullanılırdı. Süt, pirinç unu, badem yağından pişirilip, üzerine ceviz, badem ve nar tanesi serpiştirilen sütlaç türü bir tatlıya da keşkül adı verilir.

    FURKAN: Arapça, ayırt edici anlamında bir kelime. Nev'ilerinin ihtilafına göre, sıfat ve isimlerin hakikatına furkan denilir. İtibarları bakımından bütün sıfat ve isimler başkalarından ayrılır. Fark,
    isim ve sıfatları açısından Hakk'ın nefsinde husule gelir. Kaşanî'ye göre furkan; Hak ile batıl arasını ayırt eden tafsilin bilgisi iken, Kur'an; hakikatlerin tümünü kendinde toplayan ledünnî, icmali bilgidir.
    Yani furkan tafsîlî; Kur'an icmalî bilgidir. Furkan fark, Kur'an cem hali ve makamıdır.

    FURUHTEN: Farsça, satmak, elden çıkarmak anlamında bir kelime. Yüce Allah karşısında, kulun çaba ve tedbirini terketmesi.

    FURU-I ESMA: Arapça, isimlerin tefer- ruatı, dalları anlamında bir ifade. İlâhî isimlerin bir kısmı için kullanılan bir tabir, isimler önce ikiye ayrılır: 1. Usûl-ı esma, 2. Furu-ı esma. ilki, tasavvuf okullarında asıl olan ilâhî isimlerdir. Bu durumda furu-ı esma, ikinci derecedeki isimler demek olur. Ancak hangi isimlerin usul (birinci veya esas), hangi isimlerin furû (ikinci, teferruat) olduğu hususu, tasavvuf okullarına göre değişir. Bazen birinde usûl olan diğerinde furû; birinde furû olan öbüründe usûl olabilir.

    FÜTUHAT: Arapça, açılmalar demektir. Beklenmedik birşeyin ele geçmesi. Zahirdeki fütûha "Fütuhûl-ibade", batmdakine de "fütuhûl-halâve" denir. Bu iki fütûhtan başka, bir de "fütûhul-mükâşefe" vardır.
    Rızık, ibâdet, ilim, marifet, keşf vs. gibi maddî ve manevî nimetlerin sâlike açılması, ***bî kemal halleri ile ortaya çıkma şeklinde tanımlar getirilen futûh; manevî feyz, gönül açıklığı gibi manaları da ihtiva eder. Bu konuda bazı atasözleri ve deyişler vardır: "Bugün bir yerden fütuhat oldu". Bu beklenmeden gelen yardım için kullanılır. "Erenler.bugün fütuhatta bulundular". Bu da, himmet yoluyla, mürşidlerin müridlerine feyz aktarması anlamında kullanılan bir deyimdir. "Erenlerin fütûhâtıyla sorularına cevap verdim" Bu deyim de tevazu için kullanılır. Elde edilen başarıların, kişinin kendinden değil, büyüklerin duasıyla gerçekleştiği hususu bu deyimle vurgulanır.

    FÜTUR : Arapça, yarma, yarık, belirme (ta'ayyün) ve ona bağlı olanlar sebebiyle halkın, Hak'tan seçilir haler gelmesi, farklılaşması.

    FUZÛL: Arapça, zarurî olmayan eşya, mal, lüzumsuz davranış. Bir lokma, bir hırkanın dışındaki herşey, lüzumsuz (fuzulî) dur.

    FÜTÜVVET: Gençlik, erlik, yiğitlik anlamında Arapça bir kelime. İlk defa Nasır Lidinillah (566/575) tarafından kurulmuş, bir fedakarlık, mertlik, yiğitlik örgütü. Horasanîler, yani Melâmetîler,esnaf ve zanaat erbabını teşkilatlandırarak, loncalar oluşturmuşlardır. Bu organizasyon 3 kıtaya yayılarak, sosyo-ekonomik hayatın temel direği olma fonksiyonunu icra etmişlerdir. Horasan'daki fütüvvet teşkilatlanmasının Anadolu'ya yansıması, Ahilik adıyla olmuştur. Osmanlı Devleti'nde bu teşkilat, 1908 yılına kadar varlığını sürdürmüştür.
    Ahilik, başta İbn Batuta (XIV. yüzyıl) olmak üzere, çok sayıda yabancının dikkatini çekmiştir. Ahilerin özelliklerini şöyle sıralamak mümkündür:
    1. Zaviyelerine gelenlere nazik ve kibar davranırlar.
    2. Yabancıların karınlarını doyururlar.
    3. Gelen misafirlerin her türlü ihtiyaçlarını karşılarlar.
    4. Halka zulmeden zalimlerle savaşırlar.
    5. Her ahînin mutlaka bir işi ve sanatı vardır.
    6. Başlarında, aralarından seçtikleri bir reis bulunur.
    7. Seçilen reis, bir zaviye kurar.
    8. Reis, zaviyenin içini tefriş ederek, her türlü ihtiyacını karşılar.
    9. Bu gençler, gündüz kendi işlerinde çalışırlar.
    10. Günlük kazançlarını ikindiden sonra reislerine getirirler.
    11. Toplanan bu paralar, zaviyenin, yiyecek, içecek gibi, çeşitli giderleri için sarfolunur.
    12. Şehre gelen yabancıları, zaviyeye davet ederek orada misafir ederler.
    13. Eğer misafir edecek bir yabancı bulamazlarsa, kendileri toplanıp yemek yer, ilahi söyler, zikir çeker, sema ederler.
    14. Sabah namazını kıldıktan sonra işyerine gitmek üzere zaviyeden ayrılırlar.
    Rahmetli Hilmi Ziya Ülken (Ord. Prof.)'in ifade ettiği gibi, bu zaviyeler topluma sosyal âdab-ı muaşereti öğreten kurumlardı. Bu kurumlar, kaldırıldığında o görevi yerine getirecek yapısallaşmaya gidilmediği için sosyal ahlâk dejenerasyonu bugünkü noktalara gelmiştir.

    FÜTÜVVETNÂME: Eskiden esnaf teşkilatı ile, bunların uymaları gereken usul ve kaidelerden bahseden eserlere verilen addır.olor]





    *G*



    GABGAB : Arapça, batn, iç, karın gibi anlamları olan bir kelime. İşaretin verdiği haz ve zevk.

    GABUKÎ: Akşam içilen süt, şarap vs. anlamında, Arapça bir kelime. Sevgili ile yüzyüze gelme

    GAFLET: Arapça, gafil olma, uyanık olmama, habersiz bulunma, farkın varmama hâli. Kulun Allah'tan habersiz olması hali. Dünyayı veya bütün mahlukatı, Allah'ın yarattığı ve sıfatlarının tecellî ettiği bir yer olarak düşünmeden, dünyadaki hayatını sürdüren, âleme nazar dediğimiz düşünce, tefekkür gözü ile bakmayan, ondaki ince ve hikmetli işleri göremeyen kişiye de gafil denir. Kısaca, enfüs ve âfâkta Allah'ın âyetlerini göremeyen kişi, gaflette demektir. "Gaflet olmasa insan evliya olur" atasözü bu manada kullanılır. "Gaflet basmak", "gaflet perdesi" gibi deyimler de, benzeri mânâları ihtiva eder.

    Ko gülen gülsün, Gafil ne bilsün,
    Hak bizim olsun; Hakk'ı seven var
    Yunus Emre

    Gaflet uykusundan yatır uyanmaz
    Can gözü kapalı gâfilân çoktur.

    GALEBE: Arapça. Galip gelme, yenme, bastırma, muzafferiyet. Tasavvufta, sûfinin üzerine gelen fakat, sebebi bilinmeyen bir hâldir. Bu yüzden, içinde bulunduğu hâlin edebine riâyet edemez. Bunun zıddı olan sükûn ise, nefsin kendine dönüp, fark makamında olarak sakinleşmesi, sükûn bulması demektir. Bu durumda galebenin mânâsı, kişinin (sûfinin) kendi tabiatı olan halden çıkıp, başkalarının kendisinde hiç görüp rastlamadığı yeni bir hale girmesidir. Bu durumda, sûfî kendini tanımaz, zira yeni ve bilmediği bir hâle girmiş, o hâli yaşamaktadır. Gerçek şu ki, bu durumda olan sufî havf, heybet, yücelik, utanma gibi haller, veya bunlardan birinin etkisi altındadır. Tasavvuf ıstılahlarında buna örnek olarak, Hz. Ömer'in hamiyyet-i diniyye (din ***reti) etkisi altında kalması gösterilir. Onun, müslümanların maslahatına çalıştığı sırada, Hz. Resûllullah (s.)'a yaptığı bir takım itirazlar, bu hâlin etkisiyle olmuştur. Galebe, sahih bir hâldir. Ancak sükûn halinde caiz olmayan şey, galebe halinde caizdir. Bununla birlikte, sükun hali galebe halinden daha mükemmeldir. Galebe, hâl olarak sükûndan aşağıdadır. Bu hâlin özeti şudur: Sûfî, kendisine gelen galebe hâlinin etkisiyle, iyiyi kötüden ayırt edemez durumdadır. Galebeye maruz kalan sûfî, hücum denen tasavvufî bir hâl ile karşı karşıyadır; neyin hücumuna maruz ise, onun etkisi altındadır,

    GALEYAN: Arapça, kaynamak demektir. Coşmak, taşmak.

    GAM: Arapça, keder, üzüntü anlamında bir kelime. Sevgili dikkat ve özenle aranırken, karşılaşılan engeller. Sevenin, sevgilisinin uğrunda seve seve katlandığı zorluklar ve sıkıntılar.

    GAMMÂSİYYE: Zekeriyye Yahya el-Gammâsî tarafından kurulan bir tasavvuf okulu. Dokuzuncu yüzyılda kurulmuştur. Hamîriyye'nin koludur.

    GAMZE: Farsça ve Arapça'da göz kaş hareketi anlamındadır. Gözün kenarında görülen, insanı mest eden hareket. Çene ve yanaktaki hafif çukur. Yan bakış, göz süzme. İdrak edilen işaretler. Gamz-ı Ayneyn: İki gözü kapatma. Zikirde gözleri yumma.

    GANİ: Arapça. Zengin, ihtiyaçsız gibi mânâları vardır. Tasavvuftaki zenginlik, maddî planda olmayıp, gönül zenginliği şeklindedir. Bu kişilere "ganî gönüllü, gönlü ganî" denir.

    GARÂMET : Zimmetindeki edası gereken şeyi ödeme anlamında Arapça bir kelime. Kardeşlerinden birine edebsiz davranışta bulunan bir müridin, ondan af ve özür dilemesinden sonra, uygun görülen miktarda bir cezayı ödemesi. Seferden dönenlerin, tekke ehline verdiği yemek ki, buna hakk-ı kudüm denir.

    GARET : Arapça, yağma demektir. İlâhî cezbe. Sülük, amel ve ibâdet vasıtası söz konusu olmaksızın, sâlike gelen ve onu hedefine ulaştıran İlâhî cezbe.

    GARÎB: Yurdundan ayrılmış, yabancı, yolcu, gurbete çıkmış kişi, yoksul, muhtaç gibi anlamları vardır. Tasavvufî ıstılah olarak, birlik âleminden ayrı düşen, maddî varlıkla (izafî, geçici varlık) kayıtlara bağlanmış olan kişidir.
    Odur söylenen dilde,
    Varlığım hep ol ilde,
    Varlık dostundur kulda
    Ben bunda garib geldim.
    Yunus Emre
    Bu ile garîb geldim,
    Bu tutsaklık tuzağın,
    Ben bu ilden bezerim
    Demi geldi üzerim
    Yunus Emre

    Yunus Emre'nin bu mısralardaki ifadeleri, hep aynı hususu açıklamaktadır.
    Asıl vatanlarından ayrı kalmanın (yabancılaşmanın) bilincine vardığı ve bu gurbeti hissettiği için, sûfîlere garip denir, çoğulu gurabâ'dır. Bu konudaki bazı atasözleri şu şekildedir: "Garibin duası kabul olur", "Garibin yardımcısı Allah'tır", "Garip kuşun yuvasını Allah yapar".

    GARİBLER SEMAÎ: Mevlevi tabiri. İhya gecelerinde, yapılan mukabeleden sonra, yaşanan ruhî hazza, vecde doyamamış, manevî tatmine tam erememiş dervişler, herkes sema-hâneden çıktıktan ve ışıkları söndürdükten sonra, hırkasıyla on sekiz çark atarak semâ ederler. Bu semâ, sadece türbenin ışıklarının aydınlığı altında, yarı loş bir ortamda yapıldığından "garibler semai" diye anılır. Yapılan onsekiz çarklık semâdan sonra, semâ-hâneden niyaz edilerek çıkılır.

    GARİBİYYE: Kurucusu Hindistan'lı Şeyh Muhammed Garibullah olup, Kadiriyye tasavvuf okulunun bir şubesidir.

    GARK: Arapça, batma, boğulma mânâlarına gelir. Gelen varidin etkisi sebebiyle, kulun kendisinden habersiz hâle gelmesidir. Bu durumda sufî, üzerine gelen hâlin içinde tam anlamıyla boğulmuştur.

    GASSAL: Arapça, yıkayan, temizleyen manasına mübalağalı ism-i faildir. Ölü yıkayan. Tasavvufî bir ifâde olarak bu kelime, "mürid, mürşidin elinde, gassalin elindeki ölü gibi olmalıdır" şeklinde kullanılmıştır. Mürşid, kendisine eğitim için gelmiş bulunan müridin, nefs pisliklerini yıkayıp temizlediği için, "gassal" adıyla anılmıştır.

    GAŞYET: Arapça, kendinden geçmeyi ifâde eden bir kelimedir. Üzerine gelen vârid (hâl) sebebiyle, kulun kalbinin ***bet bulması, ***b tefekküründe boğulması, dışarıda vuku bulan olaylardan, tam anlamıyla habersiz hâle gelmesi. Bu, kulun beden azalarında da kendini gösterir, yani kulun üzerinde, bu halin varlığı belli olur, dışa yansır.
    GAVS : Arapça, yardım etme, imdada yetişme demektir. Bunun yerine "kutub" da kullanılır. En yüksek manevî makamdır. Kutub, mazhar-ı hakîkat-ı Muhammediyye ve cami-i esmâ-i İlâhiyyedir. Yani ilâhî isimleri kendisinde toplayan, Hz. Muhammed (s)in hakikatine vâsıl olan kişidir. Bazılarının ifadesine göre gavs, evliya hiyerarşisinde kutubdan sonra gelir. Süleyman Cezûlî (ö. 1470), Delâilü'l-Hayrât adlı eserinde, Hz. Peygamber (s)'e atfolunan ikiyüzbir isimden üçü, bu kelime ile alâkalıdır: Gavs, ***s ve Gıyâs. Muhiddin İbn Arabî ile Seyyid Şerif Cürcanî, kutub ile gavsi aynı kişi olarak nitelerken, imâm-ı Râbbanî gavsi, kutbun yardımcısı olarak görür. Bu durumda gavs, üçler'e dâhil olmaktadır: ricâlü'l-***b konusu ile ilgili olarak Ebû Nuaym İsfehânî'nin Hilyetü'l-Evliyâ, (c. l., ss. 8-9); İbn Asakir'in Târihti Medineti Dımaşk (c. l, ss. 290-291) adlı eserinde Abdullah İbn Mes'ud (r)'dan rivayet edilen şu hadis-i şerif vardır:
    "Allah'ın halk arasında, kalbleri Hz. Adem (s)'in kalbi üzerinde olan üç yüz, Hz. Musa (s)'nın kalbi üzerinde olan kırk, Hz. İbrahim (s)'in kalbi üzerinde olan yedi; Hz. Cebrail (s)'in kalbi üzerinde olan beş, Hz. Mikail (s)'in kalbi üzerinde üç, Hz. İsrafil (s)'in kalbi üzerinde olan bir kulu vardır. Bu sonuncusu vefat edince yerine üçlerden, üçlerden biri vefat edince beşlerden, beşlerden biri ölünce yedilerden, yedilerden biri ölünce kırklardan, kırklardan biri öldüğünde üç yüzlerden üç yüzlerden biri öldüğünde de, halktan biri onun yerine geçer. Onların (yaptıkları dualar) sebebiyle Allah, (mahlukatı) diriltir, öldürür, yağmur yağdırır, bitkileri yeşertir ve (yeryüzüne gelmesi muhtemel) belâları defeder".
    Abdullah İbn Mes'ud (r)'a (Allah'ın) onların (duaları) sebebiyle diriltmesi ve öldürmesi nasıl olur (veya nasıl olabilir?) diye sorulduğunda şu cevabı verdi:
    -Çünkü onlar, ümmetin çoğalması için Allah'a dua ederler. Bu sebepten ümmet sayıca çoğalır. Zalimlere de beddua ederler. Allah da onların boynunu kırar, yağmur yağması için dua ederler, böylece yağmur yağar, bereket için dua ederler, bu dua bereketiyle yeryüzünde ekinler biter. Dua ederler, duaları sebebiyle yeryüzünden her türlü belâ kalkar".
    Muhiddin İbn Arabî, Fütuhat (c. II, s. 9)'da, "kalpleri.....'nin üzerinde olan.... kişi" tabirini şöyle izah eder: Bir peygambere gelen ilâhî marifet ve tecellilerin, peygamber olmayan kişi üzerine aynen gelmesi, peygamber veya meleğin kalbine doğan İlâhî ilmlerin, o kişinin kalbine de gelmesi.
    Kâşânî, "gavs, kutubdur" der. "Kendisine yardım için başvurulduğunda, gavs adını alırlar, iltica olunmadıkları zaman kendilerine kutub denir" diyerek konuya açıklık getirir. Özet olarak, gavs, tanrı değildir, sadece İslâm'ı derin aşkla yaşayan bir Allah dostudur. Ümmete, dualarıyla yardıma koşar.
    "Allah takva sahibi kullarından daha çok kabul eder" (Maide/27) âyetinin de gösterdiği gibi, Allah'ın dinini ciddiyetle, önem vererek, içten gelerek azimet üzere yaşayanların kulluğu, ameli, duası bu durumda olmayanlara göre daha hızlı kabul görür. Yoksa kul, tanrı olamaz, ortadaki espiri; duası çabuk kabul olacak şekilde islâm'ın takva üzere yaşanmasıdır. Dua ve onun kabulü. Âyetteki ... fiili ziyâde babdan olduğu için, manâda da ziyâdelik vardır: Bol bol, çokça kabul etmek. Ancak şunu da hemen eklemek gerek, salihlerin muttakilerin her duası %100 mutlaka kabul görür mü? Cevap, her sâlih kulun duasının mutlaka kabul edileceği şartı yoktur, aksi takdirde, Allah, mecburiyet ile sınırlanmış olur, halbuki O " dilediğini yapan (Al-i İmran/40) ve "yaptığından sual olunmayan" (Enbiya/23)'dır. Hz. Nuh'un, oğlu hakkındaki duasını, Allah'ın kabul etmemesi, şalinin her duasının mutlak kabul edileceğini çürüten bir
    Kur'ân nassıdır. (Hûd/45,46). Tasavvuf? biyografi kitaplarında meşhur Allah dostlarının "şu kadar sene şu duayı yaparım; Allah hâlâ kabul etmedi" ibareleri buna başka bir örnektir.

    GAVSİYE: Hamidüddin b. Hâtıruddin el-Hüseynî (Ö.I526) tarafından kurulmuş olup, Seyyâriyye'nin Hindistan koludur.

    GAVS-I AZAM: Ünlü Hanbelî fakih ve Kadiriye tasavvuf okulunun kurucusu, Şeyh Abdülkâdir Geylânî'ye verilen lakab. Tasavvuf kaynakları, Abdülkâdir Geylânî (k.)'nin tasarrufunun ölümünden sonra da câri olduğunu, kaydederler.

    ***B: Arapça, göz önünde olmayan, bilinmeyen, gizli olan, gâib vs. gibi manaları vardır. Senden Hakk'ın gizlediği her şeydir. Allah'ın pek çok âlemleri vardır. Allah'ın insan vasıtasıyla baktığı âleme, vücûdî şehâdet denir. Allah'ın, insan vasıtası olmaksızın baktığı âleme da ***b denir. ***b da, ikiye ayrılmıştır. Allah ***bın birini, insanın ilminde mufassal kılmıştır. Yine bir ***b vardır ki, onu da insanın kabiliyetinde mücmel olarak yaratmıştır. Birinci ***be vücûdî denir, âlem-i melekût gibi. İkinciye de, ***b-ı ademî âlem denir ki, bu âlemi Allah bilir kullar bilmez. Bu ikinci âlem bize göre, adem mesabesindedir. İşte, ademî ***bın mânâsı budur.
    ***b-ı meknûn'a gelince, bu, korunmuş ***b olup, Zatî sırdan ibarettir, mâhiyetini Allah'tan başkası bilemez. Bundan dolayı da mâhiyeti korunmuş, akıllardan ve basiretlerden gizlenmiştir.

    ***BET: Arapça, bir şeyin başka bir şeyde kaybolması hâli. Kalbin, maddî âlem ile ilgisini kesmesi. Buna tasavvuf kitaplarındaki örnek, Hz. Yusuf (s.) ve Mısırlı kadınlar olayıdır. Hz. Yusuf (s.)'un güzelliğine hayran kalıp, kendinden geçen Mısırlı kadınlar, ellerinin kesildiğini bilemeyecek durumda idiler. Hz. Yusuf(s.)'un cemâlini görüp de bu derece kendinden geçen insan, acaba, mutlak güzel olan Allah'ın, sıfatlarını, tecellilerini müşahede ederse durum nasıl olur? İşte, ***bet hâlinin sahibi olan kişide meydana gelen durumun izahı, budur.

    ***B ERENLERİ: Bilinmeyen veliler. Her asırda mevcut ve sayıları ondan ibaret olan Allah adamları(evliyâ] hakkında kullanılan bir tâbirdir. Tasavvuf kaynaklarından birinde, bunun açıklaması şu şekilde yapılır: "Sıfat-ı gâlibeleri, huşu ve huzû-i Rabbani ve kendileri mağlûb-i tecellâ-yı Rahmânî oldukları için, seslerini yükseltmediklerinden, Hakk'ın ***rı bunları ve bunlar da Hak'tan ***riyi bilmezler. Esmâ-i camia ve kelimât-ı nâfia-i Hûda olmaları sebebiyle, kendilerinden istimdâd şer'an caiz ve bu esma ve kelimâtla istiâze ise nass ile sabittir. Ve gerçi hakikatte müstemid muvahhid olduğu halde, vesâit ile vesâile teşebbüs edilmek, mâni-i tevhid değildir. Nitekim umûr-i zâhiriyyede pâdişah-ı zaman ve mukarribîni olan vükelâ-yı âlişân hacet reva-yı ehl-i cihandır".

    ***B-I HÜVİYYET VE ***B-I MUTLAK : Arapça, mutlak bilinmez veya ***b. İllet-i teayyün bakımından bu ***b, Allah'ın zatından ibarettir.


    BURADAN BİR METEHAN GEÇTİ...

  6. #16
    Mete - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    25.Ağustos.2016
    Mesajlar
    450
    Mentioned
    10 Post(s)
    Tagged
    0 Thread(s)
    ***N (CAİ) : Arapça. Susamak, içi bulanıp kusayazmak, hava bulutla kaplanmak, yağmurlanmak, (meçhul olarak) kalbi şehvet kaplamak. Tasavvufî bir terim olarak bu kelime, lügat mânâsına uygunluk arzeder. Kalbin günahla veya dünyevî meşguliyetle, Allah'tan perdelenmesi gibi mânâlar ifâde eder. el-Hucvirî(Keşfu'l-Mahcûb,s.542), ***n'ı şöyle açıklar: "***n, istiğfar ile ortadar kalkan, kalp üzerindeki hicap ve perdedir. İki nevidir: Biri şeffaftır, diğeri kalındır. Kalın perde, büyük günah işleyen ve gaflet içinde bulunanlarda olur. Hafif perde, nebî olsun, velî olsun herkeste bulunur. Resûlullah (s)'ın "kalbim ***n (pas) içinde kalır da, her gün yüz defa Allah'tan af dilerim" buyurmuş olması, bunu ifade eder. Şu halde galîz ***n denilen kalın perde için, samimi şekilde Hakk'a dönmek lâzımdır". Bu ifadelerden anlaşıldığına göre, ***n; kul ile Allah arasına, bir takım perdelerin girmesi demektir. Bu perdeleniş, Hz. Peygamber (s)'in hadisinden anlaşılacağı üzere, istiğfarla ortadan kalkacak kadar kısa sürdüğü gibi, büyük günah işleyerek silinmesi oldukça güç ve uzun vakit alabilmektedir. Hz. Peygamber (s)'in ***n denilen hali yaşaması, O'nun günaha girmesi değil, sadece günlük bazı önemli dünyevî konulara zihnen yönelmesi ile ortaya çıkmaktadır. Bu, ***n'ın en ehveni, en basit olanıdır denilebilir. Zira bu ***n'ın oluşumunda, bir haram fiilin işlenmesi söz konusu değil, aksine mubah olan dünyevî işlerle uğraşmak rol oynamaktadır.
    <<<
    ***RET: Arapça, faaliyet, kıskanma manasınadır. İlâhî sıfatlardandır. Kulun ***reti, fillah, lillah ve alallah olmak üzere üç kısımdır. Birinci ve ikinci kısımlar; İslâm'ın emirlerine aykırı bir durum görünce, buna el ve dil ile karşı çıkmak veya bunlara imkân bulunmazsa, kalben buğz etmek, şeklindedir. Üçüncü kısım ***retullah ise; hakikî muhabbetle, mecazî muhabbet arasını farketmektir. ***ret aşırı sevgiden kaynaklanan bir husustur. Sevgide vefayı ifade eder. Allah'ın sıfatlarından biri de "***yûr" dur. Manası çok kıskanandır. Bu, kulun taatinde kendisinden başkasını ortak kılmamasına yönelik olarak Allah'ın kıskanma sıfatını gösterir.

    ***SİYYE: Ebu'l-Kays Said b. Süleyman b. Cemil tarafından Yemen'de kurulmuş, Kadiriyye'nin kolu bir tasavvuf okulu.

    GAZAB: Arapça. Öfke, kızgınlık, dargınlık gibi mânâları ihtiva eder. Bu, Allah'ın şeytanı yarattığı ateştendir. Peygamberimiz (s) "gazaplanıp da cehenneme yaklaşmayan kimse yoktur" demiştir. İnsanlar bu konuda üç gruptur. Birincisi; tefritte olup hiç kızmaz, bu hamiyyet yokluğudur, yerilen bir özelliktir. Bu konuda İmam Şafiî (k.) şöyle der: "Kızmak islediği halde kızamıyan, merkeptir". İkincisi; orta yolludur. Kızmak gereken yerde, İslâmî olmak kaydıyla kızmak, gerekmeyen yerde kızmamak. Üçüncüsü ifrat; bu grup her şeye kızar, kızınca da aklın yönetimini kaybeder, bu da, yerilen bir özelliktir.

    GAZÂL-I RÂNÂ: Farsça, güzel ceylan demektir. Ezelî sevgili.

    GAZİYYE: Reşidiyye-i Şâziliyye 'nin kollarından bir tasavvuf okulunun adıdır. Kurucusu Şeydi Ebü'l-Kâsimü'l-Gazi es-Sicilmâsî (ö. 1573)'dir. Kurucusu olan Kasım'a nisbetle, Kasımiyye de denilir.

    GAZZALİYYE: Cüneydiyye'nin bir koludur. Gazalî'nin görüşlerini benimseyenler tarafından, sonradan kurulmuş bir tasavvuf okulu.

    GEBR : Farsça, mecûsi demektir. Telvinden kurtulmuş, tek renk olmuş arif kişi. Tek renk, vahdeti gösterir. Renksizlik de öyledir, zira arifin rengi yoktur. Suyun rengi, kabının rengidir.

    GEDÂ : Farsça, dilenci mânâsında bir kelimedir, ilâhî tecellilere muhtaç olan sâlik.

    GEÇME NAMERD KÖPRÜSÜNDEN, KO APARSIN SU SENİ YATMA TİLKİ GÖLGESİNDE, KO YESİN ARSLAN SENİ : Tevhid erbabı ve Allah dostlarının, canları pahasına da olsa bâtıla, boyun eğmeyecekleri anlamında bir atasözü.

    GEL DEMEK VAR, GİT DEMEK YOK : Allah'a giden yol, herkese açık olup, kimse bundan mahrum edilemez. Binâenaleyh bu yolu benimseyeni de, mahrum etmek üzere git demek yoktur.

    Tâ ezelden meşrebimiz bî bedel,
    Gelene git demeyiz, gidene gel.
    Ahmed Sarban Bayramî (ö. 1546).

    GELMEK İRADET, GİTMEK İCAZET : Bir kişi, bir tasavvuf büyüğünü ziyarete kendi gönlü ve isteğiyle gelir, elini öper, ancak, oradan ayrılması, şeyhin vereceği izine bağlıdır. Kendi başına kalkıp gitmeye yeltenmesi, edepsizliktir. Şeyh, bu durumu düşünerek, gelenlerin işleri ve özel durumları olduğunu düşünerek "haydi erenler, eyvallah hayırlara karşı" der, gelenler de edeble ayrılırlar.

    GELMEK VAR DÖNMEK YOK; GİDENİN MALI, DÖNENİN CANI : Bektaşîliğe giriş töreninde, baba veya rehberin, yeni girene yaptığı nasihat arasında, bu söz de vardır.
    GENÇ : Farsça, hazine demektir. Kulluk makamı, gizli hazine (kenz-i mahfî), Zât-ı Kibriya.

    GERÇEK-GERÇEK ERLER-GERÇEK ERENLER : Kalbindeki niyet, dilindeki söz ve yaptığı iş aynı olan kişiye gerçek (Hak) eri denir. Gerçek erenler, mânâsız iddialara girmezler.

    GERMİ: Farsça, sıcaklık demektir. Sevgiden dolayı zuhur eden hararet. Erbabına göre, bu hararet karaciğerden doğmakta ve göğsün ortasında kendini göstermektedir.

    GEVHER: Farsça, cevher demektir. Mânalar ve İlâhî sıfatlar.

    GIBTA: İmrenme anlamında Arapça bir ifade. Hased ile gıbta arasında ince bir fark vardır. Allah'ın nimet verdiği kişiden o nimetin gitmesini istemek haseddir. Bu, Allah'ın İlâhî takdirde yaptığı taksime razı olmamak anlamına gelir. Gıbta ise, o nimetin o kişiden gitmesini istemeden, kendisinin de, o nimete sahip olmayı arzulamasıdır.

    GINA: Arapça, zenginlik demektir. Gani (zengin) Hak'dan başkası değildir. Zira her şeyin zâtı O'nundur. Kul, Hak ile mâsivadan müstağni olunca gani (zengin) olur. Yani Hakk'a muhtaç olur, kullara muhtaç olmazsa, o kul, zengin demektir. Kul, onun vücudunu kazanınca herşeyi kazanmış olur, bu durumuyla o, Allah'tan ***ri hiç bir şeyin varlığını ve tesirini görmez hâle gelir. Böylece hedefe ulaşır, sevgiliyi görmekle müjdelenir. Maddî zenginlik, tasavvufî disiplinlerde pek hoşgörülmemiştir. "Bir dinarla gecelemektense, zehirli yılanla gecelemeyi" yeğleyen sûfilere sık sık rastlanır. Ancak, Hindistan'da Sûhreverdiliğin bazı kolları, varlık içinde yokluğu esas alarak, müridleri helal yoldan zenginliğe yönlendirmiştir. Sonuç olarak tasavvuf erbabı, kulları fakir, Allah'ı zengin görmüştür.

    GIŞA: Arapça, örtü, perde demektir. Kalp aynasının, nefs ve nevadan gelen olumsuz etkilerle kararması, bu durumda kalp katılaşır, basiret bağlanır, körleşir.

    GIYBET: Arapça, dedidoku demektir. Birinin ardından, olumsuz yanlarını başkalarına söylemeye gıybet denir ki, haramdır. Allah'ın Settâr isminin, kulların ayıplarını örtmekte ilgili oluşu, bu konuda İlâhî bir örnektir. Hucurat suresinde dedikodu yapılan kişinin, ölü haldeki etinin yenilişindeki haramın şiddeti, dedikoduya eş tutulmuştur.

    GİLANİYYE: Hikemiyye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu.

    GİSÛ : Farsça, omuzlara kadar dökülen saç anlamında bir kelime. Taleb yolu, Allah'ın ipinden kinayedir. Bu yolla Hakk'a erilir.

    GORV KERDEN: Rehin vermek anlamında bir ifade. Salikin, kaderin hükmüne boyun eğip, varlığını ona teslim etmesi, kendi iradesiyle tedbir almaktan ve çabalamaktan vazgeçmesi.

    GOYGOYCU : Muharrem ayının ilk günlerinde, toplu halde kapı kapı dolaşıp dilenenler için kullanılır, içlerinden biri ilâhi okur, okuduğu ilâhinin her mısrasının sonunda, diğerlerinin da "göy göy göy canım" demeleri sebebiyle, bunlara goygoycu denmiştir. Her mısra sonunda, toplu goygoy söylenerek okunan ilâhilerden bir örnek, şu şekildedir:

    Kerbelâ'nın yazıları
    Şehid olmuş gazileri
    Fatma ana kuzuları
    Hasan ile Hüseyin'dir.
    Kerbelâ'nın tâ içinde
    Nur balkır siyah saçında
    Yatır alkanlar içinde
    Hasan ile Hüseyin'dir.

    GÖÇMEK-GÖÇÜNMEK : Ölmek yerine kullanılan bir tabir. Yürümek de, ölmek manasınadır.
    GÖNÜL : Kalb'in Türkçe karşılığı. Bu kelime ile ilgili çeşitli atasözleri vardır. Bunların bir kısmı şöyledir:

    Can ü gönülden dua, niyaz : Bütün bir manevî güçle, kendini vererek Allah'a yapılan duadır.

    Can u gönülden sevmek, sevilmek : Karşılıklı sevme-sevil-menin içten olması.

    Gönül altında kalmak : Birinin hatırını kırmak, onun manevî ağırlığı altında kalmak.

    Gönülden çağırmak : Birisini tam bir iştiyakla çağırmak.

    Gönülden çağrılmışız, geldik : Özlenmeyi ifade eder.

    Fakiri gönülden çıkarmayınız : Bizi unutmayınız.

    Gönülden geçirmek : Hatırlamak.

    Gönlü kalmak : Gönlü kırılmak.

    Gönül koymak : Gücenmek.

    Gönüllü : Vazifesi olmadığı halde, bir işi uhdesine alıp yapmaya hevesli olmak.

    Gönül vermek : Âşık olmak.

    Gönül pazarı : Gönül hoşluğu, razılık.

    Gönül yarası : Onulması mümkün olmayan bir dert.

    Gönül yıkmak : Gönlü kırmak anlamındadır.

    Gönül beklemek : Allah'ı gönülden çıkarmamaya çalışmak.

    Gönül ehli : İslam'ı yaşayarak kalb-i selime ulaşmış, velayet makamından payını almış kişiler. Gerçeğe ulaşanlar.

    Gönül yarası : Hedefine ulaşamamış sevgi; başka bir şeyle tatmini mümkün olmadığı için, iyileşmesi de söz konusu değildir.

    Gönüle dokunmak : Gönül kırılması.

    Gönül değmek : Bu ifade de gönül kırıklığı anlamına gelir.

    Gönül edin de şu işimiz olsun : İşinin yoluna girmesi için, büyüklerden himmet (yani dua) isteyerek bir büyük kul (muttaki) dan himmet beklemek. Tasavvufda, büyüklerin duasını taleb etmek manasınadır. Yoksa büyükler (muttakiler) dediğimiz kişiler, haşa, Allah değildir. Ama, kalbi yaprak gibi titreyerek gözden yaşlar dökerek ihlasla mahviyetle Allah'tan isteme özelliğine sahip olmaları ve bir de, İslam'ı takva boyutuyla yaşama savaşı vermeleri münasebetiyle, duasının kabul şansı biraz fazla olan kişilerdir. Bu durumdaki kişiden "Hocam, dua edin de yarınki kimya sınavında başarılı olayım" diye dua isteğinde bulunmanın adına "himmet isteme" denir. Bu şekilde dua talebinde bulunmak ve dua istenenin de bir mü'min kardeşinin ihtiyacı için Allah'a dua etmesi "şirk" değil, bilâkis övülen, tavsiye edilen, şeriattaki yeri haylice sağlam olan bir husustur. Erenlerden himmet istemenin manası budur ve bu da şirk değildir. "Günahsız ağızdan dua isteyiniz" diyen Hz. Peygamber (s)'e, "Yâ Râsulallah! Hepimiz günahkârız, günahsız ağızı nerede bulacağız?" sorusunu yöneltince, O da şu karşılığı vermiştir. Hepiniz birbirinize hüsn-i zan üzere olmalısınız. (Hucurat/12) Bu yüzden kardeşleriniz günahsız ağızdır."

    Gönül bir sırça kadehtir, kırılırsa yapılmaz: Bu atasözü gönlün ince olduğunu, en ummadık şeyden çok çabuk kırılabileceğini gösterir.

    Sakıngıl yârin gönlü sırçadır sımayasın
    Sırça sındık (kırıldık) dan gerü bütün olası değil.
    Yunus Emre

    Gönülden gönüle yol vardır : Allah'ı sevenler, dilden çok kalp ile anlaşırlar, veya birbirini seven insanlar, eş zamanlı olarak aynı duyguyu hissederler.

    Gönül Kabe'si : Allah'a bütün dış yönelişlerin merkezi nasıl Hz. ibrahim (a)'in yaptığı Kabe ise, iç yönelişlerin merkezîleştiği yer de kalptir. Birisi maddî, diğeri, manevî Kabe'dir. Allah'a kulluk için kurulan (vaz'edilen) ev nasıl Kâ'be ise, Allah'a iman için insanın özünü teşkil eden yönü de kalp olmuştur. Gönül Allah'ı sever, kadın altın, para, şöhret, ev, çocuk, araba, villa gibi putlara itibar etmezse Kabe olur, bunun tersine durumda, gönül; Kabe (Allah evi) değil, put evi olur.

    Gönül, Hak binasıdır : Kâ'be'yi Hz. ibrahim (a), gönülü de Allah inşâ etmiştir. Kabe, zamanımıza kadar çeşitli nedenlerle yıkılmış, fakat insan eliyle yeniden yapılmıştır. Kalp öyle mi?. Sonlu somutun (Kâ'be) inşası kolay; sonsuz soyutun (kalbin) inşası zordur.

    Duruş kazan, ye, yedir
    Bir gönül ele getir
    Yüz Kâ'be'den yeğrekdir
    Bir gönül ziyareti.
    Yunus Emre

    Yunus Emre farz olan hac dışında, yüz kerre Kâ'be'ye gitmek yerine, yaralı bir gönlü ziyaret etmeyi, daha üstün görüyor. 1993 senesinde umreye gitmek üzere para biriktiren kalabalık bir öğrenci kitlesi, o parayla Kâ'be ziyareti yerine, Bosna-Hersek'te kanayan mü'min kalplerin yarasının tamirini tercih etmiştir. Yunus Emre'nin şiirini, günümüz sosyal davranışları içinde en iyi anlatan motif, bizce, işte budur.

    Gönül yapmak, arş yapmaktır : Yukarıdaki anlattığımız es-piriyle bağlantılıdır.

    Gönül hoşluğuyla olur ibâdet : İbadetin kerhen (zoraki) olanı değil, tav'an (gönüllü, istekli) olanı makbuldür.

    Gönül kalsın, yol kalmasın : Filancanın gönlü kırılacakmış diye yol (kanun, örf, kural) dan vazgeçilmez. Hz. Peygamber Efendimiz (s)'in hırsızlık yapan bir asinin affedilmesi konusunda, "sizden öncekiler, şeriatı kuvvetlilere değil, zayıflara uyguladıkları için helak oldular. Kızım Falıma dahi olsa, onun elini keserdim," demiş ve kanunun uygulanmasında hatıra gönüle bakılmaması gerektiğini vurgulamıştır.

    Gönül sultan, aşk irâdet : Gönül kimi sever, kimi sevmez bunu anlamak mümkün değil, o bağımsız, tıpkı bir sultan gibi ne dilerse onu yapar, istediğini sever, istediğini sevmez, bunu da akıl anlamaz, şaşar, kalır.

    Gönlüne danış : Bir olayla, bir problemle karşılaşırsan, onu gönül âleminde merkezileştirerek tefekküre dalarsın. Derken ya bir açılma, ya da bir daralma sezgisi zuhur eder. İşte problemin olumluluk, olumsuzluk göstergesi budur. Bu konuda isabet, temiz gönüllü kullarda daha çoktur.

    Her gönülde bir aslan yatar : Herkesin gönlünde yaşattığı bir ideal vardır.

    El işte, gönül oynaşta gerek : El, günlük maişetini sağlama mücadelesinde meşgul iken, gönül de kendi âleminde, zevk ve şevkle dolu olmalı. Aksi takdirde, işte boğulur, iş denen makinenin duygusuz bir parçası olur.

    Herkesin gönlünce yaz olmaz : Herkesi memnun etmemiz mümkün değildir. Öyleyse, inandığımız doğruyu yaşayalım, Allah'ı razı etmenin mücadelesini verelim.
    Gözden ırak olan, gönülden de ırak (uzak) olur : Bir kimsenin birini sevdiğinin alâmetlerinden biri de, görme arzusudur. Sıkça görmeyi istemek, sevmenin bir belirtisidir. Gözden, etraftan, yakınlıklardan uzaklaşmak gönül uzaklığına, yani sevgisizliğe alâmettir.

    Bela dil (gönül)dendir, o dildar(sevgili) elinden dadımız (şikayet) yoktur.
    Gönüldendir şikâyet, kimseden feryadımız yoktur.
    GÖREN GÖZÜN HAKKI VAR : Eskiden pazardan, dışarıdan yiyecek türü şeyler, onları alamıyacak olanların iştahını celbederse, onlara göz hakkı olarak bir parça verilmesi, Osmanlı sosyal hayatının insanî amaçlı bir örfü idi. Bu örf, tasavvuf adabının gereklerinden biridir: İşar, ihsan, ikram.

    GÖR GEÇ DEMİŞLER-SÜR GİT DEMEMİŞLER : İnsanlık hali işlenen bir hatayı, ifşa etmeyip, görmezden gelmek, ancak hata sahibine "bunu devam ettirme" diye, münker (kötülük) den nehyet (yasakla) anlamında kullanılan bir atasözü.

    GÖRGÜ-SORGU : Alevilerde, sonbahar hasadı sonrasında Dede, taliblerinin bulundukları köylere gider, Cuma geceleri toplantı yapılırdı. O toplantılarda Musâhib sözüne girenler, geride bıraktıkları bir yıl içerisinde, yaptıkları hataları, toplantı yerinde "Dar" a gelerek itiraf ederler, incinenler, bu kişinin yanına durup şikâyetlerini sunarlardı. Herkes suçunun cezasını bu şekilde çeker ve birbiriyle helâllâşır (haklaşır) di. İşte bu olaya "görgü-sorgu" töreni denirdi.

    GÖRÜŞMEK : Bu, Mevlevî tabiridir. Karşı karşıya gelenler sağ ellerini, parmak yukarı gelecek şekilde toka vaziyetine getirir, aynı anda birbirlerinin ellerini öperlerdi. Bu bir mahviyet ifadesiydi. Yedi yaşındaki küçük bir çocukla, yetmiş yaşındaki ihtiyar da, bu şekilde tokalaşırdı. Mevleviler kullandıkları seccade, kitap vs. gibi eşyalara da görüşme uygulaması yaparlardı.

    GURUR: Arapça, aldanma demektir. Gurur, helak olmanın başta gelen sebeplerindendir. Çoğu insanlar gurur içindedirler. Gururlu kişiler her kesimden olabilir: Âlimler, âbidler, mutasavvıflar (daha doğru mustasvıflar), ticaret erbabı, zenginler, politikacılar, yöneticiler vs. gibi. Dış şekillere bağlı kalan ve işi sırf buna bağlanmakla bitmiş gören mutasavvıflar, gurur içindedirler. Bunlardan bir kısmı marifete dair sözler ezberleyip onları tekrarlayıp, sahibi olmadıkları halde, kendilerini marifete ulaşmış gibi gösterirler. Yine onlardan bir kısmı yakine erdik, hedef gerçekleşmiştir zannıyla, artık ibadete gerek yok derler ki, bunlar da, aldanış (gurur) içindedirler. Haram-helal ayırt etmeyen sâlikler de aynı durumdadırlar. Onlardan bir kısmına marifet rüzgârı eser, bunun üzerine iş bitti zannederler, o noktaya saplanıp kalırlar. Tasavvuf yolunda, gurura sevkeden bu hususları bilen sâlikler, ona göre davranırlar, Allah da onların makamını yüceltir. Bu durumda olanlar, üzerlerine gelen feyizlere, kerametlere, keşiflere, marifetlere iltifat edip, onlara dayanarak rahata kavuşmayı bile denemezler. Kulluğa devam ederler, yine devam ederler, yine devam ederler. Böylece Allah'a yaklaştıkça yaklaşırlar. Gerçek tasavvuf erbabının hâli, bu "kulluk" tan başka birşey değildir. Yolda giderken, makamları vuslat sanıp orada takılıp kalmak gururdur, aldanıştır.

    GÜL : Farsça'dır, Türkçe'mizde de aynen kullanılır. Kadiri tabiridir. Kadirîlerin başlarına giydikleri arakiyenin tepesine, çuhadan daire şeklinde bir parça dikilirdi. Bu gül, Bağdat gülü, havuzlu, kafesli, kız gülü gibi çeşit çeşitti. Genellikle güller, bir daire 18'e bölünmek ve 6'şar 6'şar iplikle birbirine bitişmek üzere dikilirdi. Bağdat gülü, içice üç daireden oluşur ve şeyhlere mahsus taçlara dikilirdi. Havuzlu, kafesli ve kız gülü, dervişlerin arakiyelerinde kullanılırdı.
    Bir de, Rîfaîlerin burhan olarak kullandıkları gül vardır. Bu, iki karış uzunluğunda, uç kısmı yassı, avuç içi büyüklüğünde demir bir çubuktur. Bu çubuk mangala sokulur, yassı uç kıpkırmızı olunca çıkarılır, dil ile yalana yalana soğutulur. Bir de mangalda tas kızartılır, bu da kıpkırmızı olunca kafaya geçirilerek soğutulur. Bu gül yalanırken veya kızarmış pirinç tas giyilirken, Hz. ibrahim (a)'in ateşe atıldığında, Allah'ın ateşe "ey ateş, ibrahim'e soğuk ve selâmet üzere ol" (Enbiya/69) Kur'ânî hitabını okurlar. Bilginin, gönülde meydana gelen meyvesi.

    GÜLZAR: Farsça, gül bahçesi demektir. Mutlak olarak kalbin fethi ve açılışı.

    GULBANG: Farsça, bang koro halinde çıkartılan ses olup, gülbang, gül sesi demektir. Bazı özel durumlarda, birinin yüksek sesle okuduğu tertip edilmiş dua. Dinleyenler, amin yerine Allah Allah diyerek bu duaya topluca katılırlar.
    Yeniçerilerin maaş (ulufe) aldıkları gün, içlerinden biri, şu gülbangi okur: "Allah Allah illallah, baş üryan sine büryan, kılıç al kan, bu meydanda nice başlar kesilir hiç soran olmaz. Eyvallah eyvallah, kahrımız, kılıcımız düşmana ziyan, kulluğumuz padişaha iyan, üçler, yediler, kırklar gülbang-i Muhammed, nur-ı Nebi, kerem-i Ali pirimiz, sultanımız Hünkâr Hacı Bektâş-ı Veli demine devranına Hû diyelim Hûûû!.."
    Gülbanglar "Hû diyelim" sözüyle biter, dinleyiciler topluca "Hûûû" diye bağırırlar. Hû, "O" anlamına gelen bir zamir olup, Allah demektir.

    GÜLDESTESİ : Farsça, gül demeti demektir. Bektaşî tabiridir. Güya Hz. Ali (r) vefat ederken "Selman, bana bir demet gül getir" der. O da getirir. Hz. Ali, onu eline alır ve çok geçmeden vefat eder. Gül destesinin bu olduğu söylenir.

    GÜLŞENİYYE: Halvetiyye'nin kollarından biri olup, İbrahim Gülşenî (826-940) tarafından kurulmuştur.

    GÜM-GEŞTEN: Farsça, ***b olmak, kendini kaybetmek demektir. Tasavvufta fena ve ***bet halini ifade eder.

    GÜMÜŞ MERDİVEN : Mevlevî tabiridir. Mevlâna'nın sandukasının bulunduğu yere çıkılan gümüş kaplı merdiven

    GÜRZMAR: Kadirîliğin Hindistan kolu.

    GÜVERCİN : Gönül ve sır ulağı.


    BURADAN BİR METEHAN GEÇTİ...

  7. #17
    Mete - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    25.Ağustos.2016
    Mesajlar
    450
    Mentioned
    10 Post(s)
    Tagged
    0 Thread(s)
    *H*


    HA : Zât'm varlık, hazır oluş ve ortaya çıkış açısından düşünülmesi.

    HÂB : Farsça, uyku demektir. İradenin, beşerî fiillerde fânî olması. Hâb-ı gaflet: Gaflet uykusu.

    HABBE: Arapça, tane manasına gelir. Habâb, su üzerinde oluşan kabarcıklara denir. Fındık büyüklüğünde veya daha küçük, akîk veya Necef taşından yapılmış tanelere denir. Bunlar yuvarlak veya kesme olur. Bu taneler ince ve gümüş bir zincire geçirilir. Düşmemesi için, aşağı ucunda, gümüş telden bir yuvarlak bulunur. Üst kısmı da iğnelidir. Bu şekilde iki habbe, gömleğin veya Hayderiyenin sağ ve soluna takılır. Bunu "Hasan-Hüseyin Sevgisi" ne işaret olmak üzere, Bektaşîler kullanırlardı. Özellikle, Hz. Muhammed (s)'i, Fatıma'yı ve oniki imamın kabirlerini ziyaret eden Bektaşîler, sağ ve sollarına yedişer habbe takarlardı. Mevlevîlerde habbe kullanma âdeti olmamakla birlikte, 1887'de vefat eden
    Fahreddin Çelebi'nin fotoğrafında, göğsünün iki yanında birer habbe görülür. Bir de, susma eğitiminde kullanılan ve dil altına konan habbeden söz edilir.

    HABBETÜ'L-KALB: Arapça, kalbin habbesi, tanesi, Habbetü'l-Hadrâ: Yeşil habbe: Habbetü's-Sevdâ: Siyah habbe.

    HABİBİYYE : Kul, halktan ilgisini keser, Allah'ı kendisine dost edinirse, ondan teklif düşer diyen sahte sûfiler.

    HABİBİYYE: Suriye'de bir Rıfaiyye kolu.

    HABİBU'LLAH: Arapça, Allah'ın sevgilisi demektir. Hz. Peygamber (s)'in isimlerinden birisidir. Tazim ve hürmet maksadıyla kullanılır.
    Sevdi ol nuru, Habibim dedi Hak Hakânî

    HABL-İ METÎN: Arapça, sağlam ip. Kur'an-ı Kerim. İlâhî azamet. İlâhî hükümler.

    HABS-İ NEFES, HABS-İ DEM: Kan anlamına gelen dem Farsça, habs kelimesi ise Arapça'dır: Nefesi alıp içeride tutmak, ânı, zamanı korumak, bir bakıma durdurmak, hep aynı ânı yaşamak. Nefy-ü İsbât zikrinde, sâlik, bir derin soluk alır, 21 Kelime-i Tevhidi zihnî olarak ağır ağır çeker ve bu sırada soluk üzerine soluk almaz.
    Risale-i Bahâiyye'de, kalble yapılan zikrin dört çeşit olduğu kaydedilir: 1. Allah kelimesi, nefes ciğerde tutulup bırakmaksızın, kalp ile (tefekkürî olarak) çekilir, 2. La ilahe illallah (Kelime-i Tevhid), nefes ciğerde tutulmadan, normal soluk alış verişleri devam ederken çekilir, 3. Kelime-i Tevhid, nefes ciğerde tutulmak kaydıyla, kalbden (zihnen) çekilir, 4. Kelime-i Tevhid, nefes habsedilerek zikredilir. Hoca Bahâeddin, Hoca Muhammed Pârsâ'ya, gizli zikri öğretirken, onun kafasını suya sokar "şimdi zikret bakalım" der. O da ağzını açamadığı için, zikri, düşünce planında çekmek zorunda kalır. O durumda ağızdan ne hava çıkmakta, ne de girmektedir.

    HAC: Arapça, gelmek, kastetmek vs. gibi çeşitli anlamları olan bir kelime. Şer'an, bilinen bazı şartları taşıyan iman sahibi kişilerin, senenin belli zamanlarında (Zilhicce ayı), belirli kurallara uyarak, Mekke'de Ka'be'yi ziyaret etmesine, Hac denir. Allah'a ulaşmak üzere yapılan, mânâ planındaki yolculuğa da, Hac denir. Derviş, bu haccında, varlık diyarından yokluk diyarına hicret eder, yolculuk yapar. Noksanlıktan olgunluğa erer. Mikatta, riya gösteriş elbisesini soyunur, takva elbisesini bembeyaz pırıl pırıl olarak giyer; dünyadan sıyrılır, Arafat'ta arif olarak durur, Hakk'ın âfâk ve enfüsteki âyetlerini müşahede eder, nefs koçunu (veya hayvanını) Mina'da keser, kurban eder, nefsinin şeytanî yönünü cemrelerde taşlar, törpüler, Safa tepeciğinde saflık, Merve'de mürüvvetliği elde eder. Ka'be'de Allah'ın haremine girer, manevî neş'e ve ruhanî ferahlık bulur. Hac ibadetindeki çeşitli uygulamalar ile, manevî olgunluğu elde etme yolu (tasavvuf) arasında, bu tür sembolik benzeşimlerin bulunuşu, gerçekten çok ilginçtir.

    HACCACİYYE: Ebu'l-Haccâc Yusuf b. Abdurrahmani'l-Kuşeyrî'ye nisbet edilen bir tasavvuf okulu.

    HÂCEGÂN TARİKATI: Nakşbendiy-ye Tarikatı'nın bir diğer adı. Hâcegân, Farsça'da, "hoca" kelimesinin çoğulu olup "hocalar" manasına gelir, iran kültür çevresinde bilim adamları için bu tabir kullanılır. Bu tasavvuf okulunun liderlerinin, tamamen ilmiyye sınıfına mensub olması münasebetiyle, Hâcegân (veya hocagân) Tarikatı diye anılmıştır. Hoca Abdülhalık Gucdevanî (ö. 1179-80)'nin fikirlerine dayanır.

    HÂCE: Farsça, hoca, âlim, bilgin demektir. Çoğulu Hâcegân veya hocagân'dır. Nakşîliğin erken dönemlerinde, Orta Asya'daki şeyhlerin bilim adamı oluşu sebebiyle, onlara hoca, hâce gibi isimler verilmiştir: Hoca Bahâeddin Nakşbend, Hoca Abdülhalık Gucdevanî, Hoca Arif Rivgirî, Hoca Yusuf Hamedanî vs. gibi. O dönemde Nakşîlik, bu sebeple Hâcegâniyye adını almıştır. Kısacası, Nakşîlik, ilim adamlarının yönettiği bir tasavvuf okuludur.

    HACER: Arapça, taş demektir. Tasavvufta, insandaki latifeden ibarettir. Hacer-i Esved'in siyah rengi alışı, tabîî gereklilik sonucu, değişimi sebebiyledir. Bir hadis-i şerifte Hz. Rasûlullah (s) şöyle buyurur: "Hacer, sütten daha beyaz renkte olmak üzere indirilmişti. Ademoğullarının hatâları, zamanla onu kararttı." insanî latîfeden ibaret hacer, İlâhî hakikat üzerine temellendirilerek yaratılmıştır. "Biz insanı en güzel kıvam üzere yarattık" (Tîn/4) âyeti bu mânâyı içerir, insanın bu güzel kıvamı, tabiat, âdet, alâkalara yönelmek ve Allah'tan uzaklaşmakla kararır. İşte bu mânâda olmak üzere "sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik" (Tîn/5) denmiştir.

    HACET : Arapça, ihtiyaç duyulan şeye denir. Bunun mukabili, fuzûl olup, kendisine ihtiyaç duyulmayan şey demektir. Meselâ bir kat elbise hacet, ikincisi fuzûldür. Yine sufilere göre, bir don, gömlek nefsin hakkıdır, ancak bunun üzerine elbise giymek hacettir, zaruret değildir. Bu durumda, (1) Don, gömlek (tepeden tırnağa olan uzun gömlek) giymek: Nefsin hakkı, zarurî (2) Bunun üzerine elbise: Hacet, (3) İkinci elbise: Fuzûl.

    HACIM SULTAN MAKAMI : Bektaşî deyimidir. Meydan'daki makamlardan biridir. Hacım Sultan Makamı'na aynı zamanda, "Meydan Taşı" da denir. Her makamda niyazda bulunulduğu gibi, burada da niyaz olunurdu. Nasib alan tâlib, kılavuzunun delaletiyle bu makamın ne olduğunu şu şekilde öğrenirdi: "Buna Meydan Taşı derler. Hz. Pîr Efendimizin meydan celladı deyu nasb buyurdukları, elinde kudret kılıcı ile duran Hacım Sultan Makamı'dır. Bu, terbiyesiz, edebsiz, erkânsız olanları yalancılık ve yolsuzluk edenleri, terbiye edip yola gelinecek makamdır. Bu makamda terbiye ederler".

    HÂCİB-İ HAK: Arapça, Hakk'ın kapı bekçisi anlamında bir ifade. Mürşid-i Kâmiller, kulu Allah'a ulaştıracak metodu (tarikatı, menheci) bilen ve öğreten mütehassıs öğretmenlerdir. Onların ihsana veya vuslat'a ulaştırmadaki metodlarına uyanlar, sonunda bir Yunus, bir Mevlânâ olur. Bu şekli ile mürşid, kul ile Allah arasında öğretmenlik görevi yapan biri olarak görülür, ibn Sina, "Allah'ın huzuru, gelişi güzel herkesin oraya giremeyecekleri kadar ulu bir makamdır" demiştir. Tasavvufta bu ulu makama, bir öğretmen ve bir usûl dairesinde girilmesi gerektiği kanaati, önem arzeder.

    HÂCİS: Arapça, akla veya hatıra gelen şeye hâcis denir. Çoğulu hevacis'tir. Kâşânî hâcis'i, nefsanî düşünceler olarak tanımlar. Kalbe gelen ilk his veya düşünceye de, hâcis denmiştir. (Hâtır-ı Evvel). Buna, genellikle iyi ve hayırlı olarak kabul edildiği için, Rabbânî Hatır adı da verilir. İlk hatır genelde isabetli olur, hatalı olmaz. Bu hatır, nefsde gerçeklik kazanırsa irade, kalbe yönelmesi durumunda kasd, kuvveden çıkar tahakkuk mevkiine geçerse, niyet adını alır. İrade, himmet, azim, kasd, hâcis'in çeşitli şekilleridir.
    HÂCİYYE: Abdullah Muhammed b. Muhammed el-Hâc (ö. 1336-37) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu.

    HAD : Arapça'da, sınır, derece, rütbe, işlenen suç karşılığı verilen ceza gibi manaları, ifâde eder. Konu ile ilgili bazı atasözleri, şu şekildedir:
    "Haddini bilmeyene haddini bildirmek, öksüze kaftan giydirmekten yeğdir": Aşırı gidenlere gereken karşılığı mutlaka vermeği ifâde eder.
    İslâm'ın şartı beş, altıncısı haddini bilmektir.
    Haddini bilmek. Haddini bildirmek: Derecesini, mertebesini, yolunu yordamını bildirmek anlamında kullanılır.
    el-Hafnî, seni Allah'la ayıran şeye had denir, diye farklı bir tanımlama yapar.

    HADDÂDİYYE : Şeyh Abdullah b. Alevî el-Haddâd'm kurduğu, Aleviyye tasavvuf okulunun bir kolu.

    HADÎKATÜ'L-ERVÂH: Arapça, ruhların bahçesi demektir. Bu tâbiri Mevleviler kullanır. Konya'da Mevlânâ
    Celâleddin-i Rumî'nin türbesinin dış tarafında, ancak dergah'ın sınırı içindeki Mevlevî kabristanına verilen ad.

    HÂDİMÜ'L-FUKARÂ: Arapça, fakirlerin veya dervişlerin hizmetkârı demektir. Şeyhler için kullanılan bir unvandır. Akşemseddin'in dediği gibi, Şeyh, Allah'ı kula, kulu Allah'a sevdirme konusunda dervişlere hizmet ettiği, onların dünya ve âhiret mutluluklarına yardımcı olduğu için, bu isimle anılır. Halk arasında yoksullara bakan, onlara hizmet edenlere de bu isim verilir. Şeyhlerin yazdıkları mektuplara bastıkları mühürlerde, genellikle bu unvanın kazılı olduğu görülür. Sözün özü, bu unvan, bir tevazu ifadesi olmaktadır.

    HADS : Arapça, vaki olmak, yok iken var olmak manasınadır. Bazı sufîler, Allah'ın toplumu uyarmak üzere, âlemde bir takım âyetler ortaya çıkardığını, belli kişileri uyarmak için de, kalblerindeki kötü duyguları giderdiğini söylerler.

    HADS: Arapça, sezgi demektir. Kalbî sezgiyle biliş. Çoğulu, hadsiyyât.

    HÂFIZ-I MESNEVÎ: Arapça, Mevlânâ Celâleddin-i Rumî'nin Mesnevisini ezbere bilen demektir. Bu açıklamadan da anlaşıldığı gibi, tâbir Mevlevîlere aittir. Eskiden Mevlevîhanlar, çoğunlukla Mesnevî hafızı olurlardı. Âyin günleri, âyinden önce, Mesnevî'den bir parçanın ders olarak anlatılması gerekirdi. Bu durumda Mesnevîhanlar, ellerine kitap almadan bu işi yaparlardı. Sonradan, Mesnevîhanlar, Mesnevî'yi ezbere bilmediklerinden, ellerine kitap alıp o şekilde kürsüye çıkmaya başladılar. Bir de Kâri-i Mesnevî vardı ki, bu da, hâfız-ı Mesnevî'nin yanıldığı yerde, hatırlatma yaparak onu doğrulturdu.

    HAFÎ: Arapça, gizli olana hafî derler. Tehânevî bunu, mahiyeti gizli olması nedeniyle ruha, hafî denilir, diye tarif etmektedir, insanın madde planında göğüs üzerinde beş noktaya taalluku bulunan ve zikir mahalleri olarak gösterilen letaif-i hamse'den biri de, dördüncü sırada olmak üzere, hafîdir. Buna ruhun hafî tavrında bulunması da denir. Yeri, sağ memenin dört parmak üzerindedir, nuru, siyahtır. Hafî'nin, Hz. İsa'nın kademi altında bulunduğu kaydedilir.

    HÂFİYYE: Nakşbendîliğin Çin ve Türkistan'daki adı.

    HAFİFİYYE: Abdullah b. Muhammed b. Hafif ez-Zabbî eş-Şirâzî (ö. 982)'nin görüşleri esas alınarak, XIV. asırda kurulmuş bir tasavvuf okulu.

    HAK: Arapça'dır, gerçek anlamına gelir. Allah'ın güzel isimlerindendir (el-Hakk). Bununla ilgili bazı deyimler ve atasözleri şöyledir:

    Hak erenler : Allah'a ulaşmış, vuslat ehli kişiler, gerçek erenler.

    Hak etmek : Birşeye layık olmak. Veya dervişler arasında, yemeği tamamen bitirmek manasında kullanılan bir ifadedir: "Erenler, şu lokmayı hak et".

    Hak ile Hak olmak : Sufinin varlığından, benliğinden sıyrılıp, irâdesini tamamiyle Allah'ın irâdesine bağlaması, demektir.

    Hakkından gelmek : Bir işi hakkıyla becermek.

    Onun hakkından Allah gelsin : Başedilemeyen kişiler hakkında kullanılır. Beddua.

    Hakk'a kavuşmak-Hakk'a yürümek : Ölmek manasına. Haklamak : Birşeyi tümden yapmak.

    Nutuk haklamak, nefes haklamak : Öğüdü tutmak, yerine getirmek.

    Haklı hayırlı : Mürşidin duası ve gülbangi.

    Haklı-hayırlı dilemek : Yapılan hizmet karşılığı himmet dilemektir.

    Mesela, mumları uyandıran (yakan) derviş, dâr'da durarak "hizmetimin haklı hayırlısı dilerim, Allah, eyvallah" der, Mürşid de ona haklı-hayırlı bir gülbank çeker. "Gerçeğe Hû" der ve herkesin yerine niyaz eder. Derviş, bu şekilde himmetini almış olur.
    Hak'ta Hak olmak, Hak vere, Hak vere olmak : Bir şeyin bittiğini ifâde etmek için kullanılır.
    Ekmek Hakta, ekmek Hak vere: Bitmiş, yok olmuş demektir. Derviş yanılıp "yok" derse, mürşid "şeytan yok olsun" diyerek, onu edebe çağırır. Yok yerine, hak olmuş demek, dervişlik edebidir.

    Hakkullah'a çıkmak : Bektaşî dervişleri, harman zamanı köylere çıkarak, dergâha ekin toplarlar. Verilen buğday, arpa, yulaf ve diğer ürünlere Hakkullah denir. Bu husus, daha ziyade Bektaşî tasavvuf geleneği için geçerlidir. Hasat zamanı, köylere giden dervişler "pîr hakkı", "kazan hakkı", "çelebi hakkı" adı altında tahıl toplarlardı. Dedelerin de "dâde hakkı" vardı.

    Uğurun Hakk'a olsun : Uğurlar olsun, diyene verilen karşılıktır. Hakk'a giden.

    Hak uğurum hakkı için: Bu bir yemin ifadesidir.

    Hak'tan gelen Hak'tır, inanmayan ahmaktır: Yapılan işin manevî cezası veya mükâfatı gelip çatınca söylenir.

    Hak deyince akan sular durur : Gerçeğe karşı konulamayacağını ifâde eder.

    Hak diyen mahrum kalmaz : Allah'a dayanıp bir işe girişenin mahrum kalmayacağını, başarılı olacağını bildirmek için söylenir.

    Tevhîd eden deli olmaz,
    Allah diyen mahrum kalmaz.
    Her seher açılır solmaz,
    Bahara erer gülümüz.
    Bezcizâde Muhyiddin (ö. 1611)

    Hak doğrudadır: Gerçeğin gerçek işte olduğunu bildirir.

    Hak, doğrunun yardımcısıdır : Allah'ın doğru kişilerin yardımcısı olduğunu ifade eder.

    Hakkı tanıyan bâtıla boyun eğmez : Gerçek inancın verdiği güveni, direnci, gücü ve kuvveti ifâde eder.
    Konu ile ilgili atasözü haline gelmiş bir beyti de zikretmek gerek:
    Hak, kulundan intikamın, gene kul ile alır,
    Bilmeyen ilm-i ledünnî, ânı kul etti sanır.
    "Hak söz acıdır", "Hak söz ağu (zehir)'dan da acıdır", "Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar", "Hak inci bile olsa acıdır", hemen hemen aynı manayı ifâde eden deyim ve atasözleridir.
    Hak veli olduğundan şüphe yok, ama lafı ters anlıyorsun: Velilik taslayan kişi için, alay maksadıyla söylenir.
    Hak yerini buldu : Adaletin gerçekleşmesini ifâde eder.
    Hak yolunda yuvarlanan merdâne olur : Burada iki mana vardır: 1. Merdâne ercesine, erkekçe, 2. Uzun, yuvarlak taşa ve tahta yahut taştan, yuvarlak mermere de, merdâne denir. Silindir biçimli loğtaşıyla, toprak evlerin damlan yağmurdan sonra düzlenir. Hak yolunda olan kişi de önüne çıkan her işi başarır, merdâne (loğtaşı) gibi dümdüz eder, düzenler, düzeltir. "Allah apaçık bir Hak'tır" (Nur/25) âyetinin ifâde ettiği gibi, Hak, Allah'ın yüce isimlerinden birisidir.
    Şarkâvî'nin yaptığı açıklamaya göre, sufîler, hukûk'un zuhur ettiğinde, hazların (huzûz) kaybolduğunu kaydederler. Bu şu şekilde açıklanır: Mürid, irade, kasıt, ma'rifet ve hâli gerçekleştirme bakımından Allah'ın yoluna yöneldiği zaman, hazlar kaybolur. Çünkü mürid, kendini tamamen buna verince, artık nefsinin arzularıyla meşgul olamaz, onları düşünemez. Bu ikisi birbirine zıddır. Birbirine zıt olan hukuk bir araya gelemez.

    HÂK: Farsça olan bu kelime, toprak manasına gelir. Sûfî toprağa benzetilmiştir. Ona her kötü ve çirkin şey atılır, ondan ise sadece gül ve çiçek biter. Bu, alçakgönüllülük ve kalb-i selimi ifade eder. Benliğin bulunmaması durumu, tevazu, toprak gibi olmak, hep olgunluğun tanımını verir.

    Hâk ol ki Hûda mertebeni eyleye âlî,
    Tâc-ı ser-i âlemdir o kim hâk-i kademdir,
    Ruhî

    HAKÂYIK-I BEDÎHİYYE: Apaçık gerçekler anlamına gelen Arapça bir tamlama. Vasıtasız olarak, sevgi ile bilinen gerçekler.

    HAKÂİKU'L-ESMÂ: Arapça, isimlerin gerçekleri demektir. Zatın ta'ayyünâtıyla, o ta'ayyünât arasındaki nisbetler yerinde kullanılan bir tâbirdir. Nisbetler denilen şeyler, bir takım sıfatlardır ki, insanlar o sıfatlarla birbirinden ayrılır.

    HAKİKAT EHLİ: Fena fillah'tan sonra, beka billah'a eren sufîler için kullanılan bir deyimdir. Bunlar, irâdelerini, Allah'ın iradelerine bağlamış kişilerdir. Bu sebeple iradelerini terketmişlerdir.

    HAKİKATÜ'L-HAKİKA: Arapça, hakikatin hakikati demektir. Bütün hakikatleri kendinde toplayan ehadiyet (birlik) mertebesine denir. Sûfiyye buna, hazret-i cem veya hazret-i vücûd da, der.

    HAKİKAT-I MUHAMMEDİYYE: Mu-hammedî (s) hakikat demektir. Kâşânî'ye göre, ilk belirme (te'ayyün-i evvel) ile beraber zâttan ibaret olup, Esmâ-i Hüsnâ'nm tamamı Hakikat-ı Muhammediyye'dir. Bu hakikate, ism-i A'zam da denir.

    HAKÎM: Arapça, hakîm olan, hikmet sahibi demektir. Allah'ın noksanlıktan uzak, kemal sıfatlarını, dünya ve ahirette kendinden sâdır olan fiil ve eserleri bilmesidir. Sûfiyye bu marifete, meşru riyazet ile ulaşır. Hikmetü'l-İşrak Şerhi'nde hakimlerin on mertebesinin olduğundan bahsedilir.

    HAK ERENLER : Allah dostları, gerçeğe ulaşanlar ve ebrâr için kullanılan bir terimdir.

    Ben sefaletten ölürken seni sıkmazsa refah,
    Hakerenler buna ummam ki desin eyvallah.
    Mehmet Akif Ersoy

    HAKİKAT: Gerçek manasına gelen Arapça bir kelimedir. Sûfîler şeriat, tarikat, hakikat ve ma'rifet şeklinde, Allah'a ulaşma yolunda dört mertebe kabul ederler. Görüldüğü gibi bunlardan üçüncüsü, "hakikat" olmaktadır. Sufiyye bunlardan ilkinin avam (genel olarak halk), ikincisinin havass (seçkinler), üçüncüsünün havassu'l-havâss ve dördüncüsünün de ehass-ı havassü'l-havass'a ait olduğunu söylerler. Hacı Şaban Veli, şeriatın beden, tarikatın kalp, hakikatin ruh, ma'rifetin de Hak olduğunu söyler.

    HAKİMİYYE: Hakîm et-Tirmizî olarak bilinen Ebû Abdullah Muhammed b. Ali (ö. 285/898/)'nin düşüncelerini kabul edenlerce tesis edilmiş bir tasavvuf okulu.

    HAKKA'L-YAKİN: Kâşanî, Hakk'ın, hakikatini ayne'l-cem'i'l-ehadiyye makamında müşahede etmesidir, diye tanımlar. Bu durumda kul, Hak'ta fam olur; hal, söz ve şuhudî açıdan Hak ile bakî olur. Yalnız Hak ile ilmen bakî olmak, hakka'l-yakîn olmaz. Meselâ, her akıllı kişinin ölümü bilmesi, ilme'l-yakîndir. Melekleri müşahedeye başlayınca ayne'l-yakîn, ölümü tadınca hakka'l-yakîn olur. Yani bilmek, görmek, tatmak birbirinden farklıdır. Bu konuda bazı âlimler, ilme'l-yakîn, şeriatın dışıdır; ayne'l-yakîn, şeriatta ihlastır; hakka'l-yakîn, şeriatta hakikati, müşahede etmektir, demiştir.

    HAKKIYYE : Bayramî tasavvuf okulunun şubelerinden olan Celvetiye'nin bir koludur. Kurucusuna izafeten bu adla anılmıştır. Celvetiye'nin diğer şubeleri şunlardır: Salâhiyye ve Haşimiyye.

    HAKKU'LLAH: Arapça, Allah hakkı demektir. Bektaşî tâbiridir. Hasat zamanı, baba veya dede vekillerinin, köylülerden topladığı belli miktardaki bir tür vergiye verilen ad. Ayrıca bir baba veya mürid, yolculuğa çıkacağı zaman, kendisine yapılan yardıma da hakku'llah denirdi.

    HÂKSÂR: Farsça olan bu ifade, yerle bir olmak, toprak gibi olmak anlamlarını ihtiva eder. Allah'a vuslat için sülûka giren, ölmeden önce ölen, gönlünde dünyaya yer vermeyen tekke sakinleri, hankahta bulunanlar ve dervişlere haksâr adı verilir. Kelime miskinlik, zelillik, tevazu gibi hallere sahip olanları gösterir. Arapça "ağber" (üstü başı toz toprak içinde olan) ve "eş'as" (saçı tozlu ve dağınık) kelimeleri de haksâr ifâdesinin karşılığı olarak düşünülmektedir.

    HAK VERE : "Yok" anlamına kullanılan bir tabirdir. Meselâ, "dede paran var mı?" sorusuna "yok" denmez, "Hak vere" denilirdi. Bu tabir aynı zamanda bir dua idi. Dilencilere para vermeyip "Allah versin" ifadesi ile baştan savulması da, bu kabildendir. Tasavvuf mensuplarının, bu durumda, "Hak vere" tâbirini kullandığı kaydedilir.

    HAL: Arapça, hal, durum demektir. Zikir, hüzün sevinç gibi durumlarda kalbe gelen şeye denir. Bu bast, kabz türünden birşey olur; geçicidir. Kâşânî'ye göre, bu durumun kalıcı olmasına, makam denir, sûfinin bulunduğu durum ve zamana göre değişkenlik arzeder. Tasavvufta hal ehli, kal ehli diye iki gruptan bahsedilir. Kal ehli; manevî hâllere sahip olmayan, işin sadece lafını eden kişiler iken, hâl ehli; gerçeği bulanlar, marifete erenler, bu şekilde birliği (tevhid) yaşayanlardır. Bazı tâbirler, hâli güzel tasvîr ederler.

    Hale gelmek: Sûfinin, sohbet, zikir sırasında veya yüksek manevî bir şahsın huzurunda, kendinden geçip cezbeye gelmesine "hallenmek" veya "hâle gelmek" denir.

    Hâl giydirmek: Bir erenin, hâl bağışlamasıdır. Bu çok defa meczupların, hallerini, kendileriyle düşüp kalkanlara yansıtmaları, veya meczubun yanındakilerine dokunmayın, ama onlarla da düşüp kalkmayın, yoksa hallerini size giydirirler" tarzında öğüt veren mürşidler bulunurdu.
    "Erenler, kâlimizi, hâle tebdil eyle" atasözü, tasavvufun kabuğunda kalmayıp, hakikatine ermeyi hedef almanın önemine işaret eder.

    HAL' : Arapça, çıkarmak manasına bir kelime. Kâşânî bu terimi, salikin bir daha nefsinin isteğine, tabiat ve âdetin gereğine uymayacak şekilde, Hakk'ın emrine uygun olarak kulluğu tahakkuk mevkiine koymasıdır, diye tanımlar.

    HÂL, HÂL-I SİYAH: Farsça, ben, siyah ben demektir. Hakiki vahdet noktası ki, gizli olduğu için bu adla anılmıştır. ***b âlemi. Hakk'ın mutlak ***bı ve bilinemeyen hüviyeti. Günah karanlığı. Ben, bir nokta olup, o da Allah'ın sembolüdür.

    HALEBİYYE: Şeyh Ahmed Bedevî Tantavî'nin kurduğu Bedeviyye'nin kollarından biri. Kurucusuna nisbetle bu ad verilmiştir. Bedeviyye'nin diğer şubeleri şunlardır: Şennâviyye, Metbûliyye, Beyyûmiyye, Merzûkiyye, Sutûhiyye, Alevâniyye.
    HÂLETİYYE: Dede ibrahim Gülşenî'nin kurduğu Gülşenî şubelerinden birinin adıdır. Gülşeniyye'nin diğer bir kolu da, Sezâiyye'dir.

    HALEVİYYE: Necmeddin Kübrâ'nın kurduğu Kübreviyye kollarından biri.

    HÂLİDİYYE: Ebu'l-Bahâ Ziyâüddin Halid b. Ahmed b. Hüseyin el- Osmanî eş-Şehrizûrî (ö. 1242/1826-27) tarafından kurulmuş, bir tasavvuf okulu. Bu okul, Nakşibendiliğin şubelerinden biridir. Şeyh Hâlid, ilk tahsilini, memleketi Süleymaniye'nin kasabalarından Karadağ'da yapmıştır. 1805'te hacca gitti. Şeyh Muhammed el-Kezberî'den Kadiriliği ve tasavvufun inceliklerini . öğrendi. Şeyh Mirza Rahîmullah'ın tavsiyesi ile, Hindistan'a Şah Abdullah Dehlevî'yi ziyarete gitti. 1809'daki bu ziyaret, onun Nakşbendîliğe girmesine sebep oldu. Şeyh Halid bu muhterem zatttan, Nakşî, Kadirî, Sühreverdî, Çiştî, Kübrevî icazetleri aldı. 1813 senesinde Bağdad'a döndü. Daha sonra Şam'a hicret ederek vefatına kadar (1826 veya1827) orada kaldı. Kabri, Şam'dadır. Hakkında malumat veren en önemli eserler şunlardır: Şeyh Muhammed b. Süleyman el-Bağdadî'nin el-Hadika tü'n-Nediyye ve'l-Behcetül-Halidiyye'si; Mevlâ Fasih'in el-Mecdü't-Talîd fî Menakıbı Şeyh Hâlid'i: el Hânînin el*Hadâikul-Verdiyye fî Ecillâi'n-Nakşbendiyye'si.
    Şeyh Hâlid'in çok sayıda eseri vardır: 1. Farsça Divan'ı, 2. Şerh-i Makâmât-ı Harîrî, 3. Şerh-i Hadis, 4. Akâidül-İslâm, 5. Akâid-i Nesefiyye Ta'likatı, 6. Risale fî İrâdeti'l-Cüz'iyye, 7. Risâletür-Râbıta. Tasavvuf okulunun silsilesi şöyledir: 1. Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r), 2. Selmân-ı Fârisi, 3. Kasım b. Muhammed 4. Ca'fer-ı Sâdık, 5. Ebû Yezîd Tayfur el-Bistamî, 6. Ebu'l-Hasan Harakanî, 7. Hace Ebû Ali Farmedî, 8. Hace Yusuf Hemezânî, 9. Abdülhâlık Gucdevânî, 10. Hâce Arif Rivgirî, 11. Hâce Mahmûd incir Fağnevî, 12. Hâce Ali Râmitenî, 13. Muhammed Baba Semmâsî, 14. Şeyh Seyyid Emîr Külâl, 15. Şah Muhammed Bahâeddin Nakşbend, 16. Hâce Alâuddin Attâr, 17. Hâce Ya'kûb Çerhiyyu'l-Hisârî, 18. Hâce Ubeydullah Ahrâr Taşkendî, 19. Hâce Muhammed Zâhid 20. Hâce Derviş Muhammed, 21. Hâcegî Emkenekî, 22. Hâce Bakî Billah-i Kabûlî, 23. imam-ı Rabbânî Ahmed Faruk-ı Serhindî, 24. Muhammed Ma'sûm, 25. Şeyh Seyfuddin, 26. Seyyid Nur Muhammed Bedvanî, 27. Habibullah Mazhar-ı Canan Şeyh Şemsüddin, 28. Şeyh Abdullah Dehlevî, 29. Mevlânâ Hâlid Bağdadî (Kaddesallahu esrarahüm)
    Kurduğu Hâlidiyye okulu kısa zamanda halifeleri vasıtasıyla Anadolu, Mısır, Kafkasya ve Rumeliye yayıldı.

    HALİFE: Arapça, birinin yerine geçen, arkasından gelen vekil olan kişi anlamlarına gelir. Bu kelime, Kur'an-ı Kerim'de Bakara Suresi'nin 30, Sâd Suresi'nin 26. âyetinde geçer, ilk âyette, "yeryüzünde bir halife yaratacağım", ikincisinde ise "Biz seni yeryüzünde halife kıldık, artık insanlar arasında Hak ile hükmet" manaları vardır. İnsanlar arasında Hak üzere hükmeden peygamberin, Allah'ın yeryüzündeki halifesi olduğu, bu ayetlerden ortaya çıkmaktadır. Tasavvuf okullarında ise; şeyh, müridlerinin yetişkinleri arasında, kendisi gibi mürşid-i kâmil olmaya ve derviş yetiştirmeye manevî yetenek kazananlara, özel metodlarla halifelik denilen bir emanet verir. Bu bakımdan halife, o mürşidin naibi ve kâim-i makamı olurdu. Halifelik, tasavvuf okulunda bir kişinin varacağı son makamdır. Tasavvuf yoluna girip Allah'a kavuşmayı arzu eden kimseye muhib denir. Bir müddet sonra muhib olana bey'at töreni ile "dervişlik" payesi verilirdi. Bu durumda, Bektaşîler taç giyerken, Mevlevîler çile (halvet) çıkardıklarında hücre sahibi olarak derviş unvanını alırlar. Halife, bu dervişler arasından seçilir. Özellikle Mevlevîlerde halifelik ve şeyhlik, fonksiyon itibariyle farklılık arzederdi. Şeyh, bir dergâhın mesnevîhanlığı sıfatıyla, Çelebi Efendi tarafından, o dergâhı idareye ve nevniyâzlara Mesnevî hükümlerini öğretmeye vekil olurdu. Bu sebeple şeyh, emânet ve hilâfeti hâiz olmayabilirdi. Nitekim bu gibi şeyhlerin hizmet verdiği dergâhta, bir veya daha fazla, hücrenîşîn hilafetnâme sahibi dede bulunduğu da olurdu. Derviş, ister o dergâhın şeyhinden, isterse hilafetnâme sahibi kişiden sülük çıkarırdı. Burada makbul olanı, şeyhlik yapanın aynı zamanda hilafetnâme sahibi olması idi.
    Bektaşîlerde, halifeye "çehar alâmet" (dört nişan) verilir. Mevlevîlerde, halife adayı ile mürşid, seccade üzerinde kıbleye karşı otururlar. Mürşid, halife adayının iki kaşı ortasından veya kaşlarından ve bıyıklarından makasla birkaç kıl keser, hilâfet destan sarılmış sikkesini tekbir eder, bey'at âyetini (Feth/10, 18, 19,) okur, yorumlar daha sonra elini beyat eli tarzında tutar, Muhammed (s) suresinin 19. âyetinin baş tarafını okur, üç kere Allah'ın adını zikreder, hırkasını tekbir edip giydirir. Her sabah namazından sonra, bu âyetin "fa'lem ennehû la ilahe illallah" (bil ki Allah'tan başka ilâh yoktur) kısmını okuyup, nefesinin dayanacağı kadar miktarda "La ilahe illallah" demesini tembih eder. Bu bir nefeste, üç, beş, yedi, dokuz ve daha fazla sayıda tevhid kelimesi çekilebilir. Tenbihten sonra, hilâfetini tebrik eder, görüşürler, tören bu şekilde sona erer.
    Bazı tasavvuf okullarında görüldüğü gibi, halifelik nakısa ve tâmme diye ikiye ayrılır. Hilâfet-i tâmme sahipleri, şeyh olabilme durumundadırlar. Nakısa olanlarsa, sadece müridlerin derslerini takip ve sülûkunu tamamlatmak gibi görevlerle meşgul olurlar, şeyhliğe yükselemezler. Ancak hilâfet-i tâmme'ye ulaşabilirlerse Şeyh olabilirler. Bir şeyhin bir halifesi olduğu gibi, birden fazla halifesi de bulunabilir. Bu sayı, Müridlerin yetişkinlik durumuna göre az veya çok olur.

    HALİFE DEDE: Mevlevi tâbiridir. Bir derviş, matbaha yeni çıkınca, halife dede ona yolunu tarif ederdi.

    HALİFE HÜCRESİ: Mevlevî tâbiridir. Konya'daki merkez dergâhta, nevniyâzlarla seyr ü sülûku tâlim ile görevli halifenin, matbah (mutfak) içindeki özel odasına verilen ad.

    HALÎL: Arapça, dost demektir. Hz. ibrahim'e verilen bir sıfat. Nisa suresi, ayet 125'te geçmektedir. İbrahim (a) cömertlik ve konukseverlikle tanınmıştır. Bu husus, özellikle Hicr 51 ve Zâriyat 24. ayetlerde açıkça görülmektedir. Tasavvuf okulları bu sebeple, sofra gülbanklerinde Hz. İbrahim'i mutlaka anarlar. Mevlevîlerin "somat gülbangi", "nân-ı merdân" yahut "hân-ı merdan, ni'met-i Yezdan, berakât-ı Halîlürrahmân" diye başlar. Bektaşîlerin sofra gülbanglerinde de şu ifadeler bulunur: "Nur ola, sır ola, gittiği yer gam görmeye, yiyenlere de nûr-ı iman ola, Hak erenler Halil İbrahim bereketi vere". Tasavvufta her peygamber, kendisindeki belirgin vasıfla mutasavvıfları etkilemiştir. Hz. İbrahim'in, bu konudaki etkisi, hullet (dostluk, yani Allah ile dostluk) olarak bilinir.

    HALİLE-ZEN: Zil çalan manasına Arapça-Farsça bir terkip. Halîle, avuçtan büyük, iç tarafı biraz çukur olan ve bu çukur yerdeki kayışa el geçirilerek, bir el hafifçe aşağı çekilmek suretiyle, iki el birbirine çarpılıp, tempo tutulan zillere denir. Halîle ile tempo tutana "halîle-zen" denir. Bu enstrüman tekke musikisinde kullanılır. Mehter bölüğünde bu zilleri çalana "zil-zen" adı verilir.

    HALÎLU'LLAH: Arapça, Allah'ın dostu demektir. Hz. İbrahim'in isimlerinden birisidir.

    HÂLİSİYYE: Kadirî tasavvuf okulu kollarından biridir. Kurucusu, Ziyâüddin Abdurrahman Hâlisü't-Talebânî (1 797-1 858-9)'dir. Kadiriyye usulüne yenilik getiren bu zat, manevî olgunlaşmada zikir olarak, sadece "Allah" ve "La ilahe illallah"'ı esas alarak, diğer zikirleri bırakmıştır. Babası Şeyh Ahmed Talebânî'dir.
    Doğum ve ölüm yeri, Kerkük'tür. Şairdir, mahlası Hâlis'tir. Sâdık Vicdanî'nin, Tomar'da belirttiğine göre bu zât, her sene Bağdat'a gider, devrana reislik yaptığı gibi, diğer Kadiri tekkelerinde icra edildiği halde, hangâhta âdet olmayan kudüm çaldırırdı. Hatta, bundan sıkılanların seccade-nişin olan zâta müracaatla, "Şeyh Abdurrahman Talebânî'nin makam-ı Pirde kudüm çaldırmasına niçin müsade ediyorsunuz? Büyük dedenizin ruhunun incinmesinden korkmuyor musunuz?" demişler, Abdülkadir-i Geylanî (k)'nin torunlarından Nakibü'l-Eşrâf, Seyyid Ali Efendi'den şu karşılığı almışlar: "Ben, Sultan ile veziri arasına giremem". Şeyh Abdurrahman, tekkesinde bir kaç yüz fakiri muntazam doyurduğu gibi, müslüman olmayanlara da yemek dağıtırdı. Tekkede yemek yiyen bir mecusi daha sonra dinî ibadetini tekkede yapmak isteyince, bazı dervişler ona karşı çıkmışlardı. Bu durumu gören Şeyh Abdurrahman, müridlerine engel olarak, o mecusinin tekkede serbestçe ibadet yapmasını sağlamıştır. Türkçe ve Farsça şiirler bulunan bir Divanı, Mevlana'nın Mesnevi'sinin ilk on sekiz beytinin bir şerhi vardır ki, bu şerh 1867'de basılmıştır. Ayrıca Şeyh Ali Nurbaş'ın, Abdülkadir-i Geylânî'nin hayatına dair "Behçetül-Esrâr"ın Türkçe tercümesini yapmış ve bu 1816'da basılmıştır. İşte Şeyh Abdurrahman'ın kurduğu Kadirî şubesi, mahlası olan Halisiyye ile anılmıştır.


    BURADAN BİR METEHAN GEÇTİ...

  8. #18
    Mete - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    25.Ağustos.2016
    Mesajlar
    450
    Mentioned
    10 Post(s)
    Tagged
    0 Thread(s)
    HALK: Yaratma anlamında Arapça asıllı bir söz. İnsanlara da halk denir. "Halka menfur olmadan" yani halkın nefretini kazanmadan, "Hakk'a makbul olunmaz" atasözü özellikle Melâmîlikte tasavvuf yoluna girenin, halktan ayrılması, kendini kulluğa vermesi gerektiğini, inancı, kılık-kıyafeti bakımından halkın nefretini kazanabileceğini yahut kendisiyle alay edileceğini, fakat bu hâle düşmeden de Hak katında makbul olunamayacağını bildirir. Melâmet meşreb tasavvuf erbabında daha ziyade belirginlik kazanan bu hal, tasavvufî yolda elde edilen bazı marifetin halk tarafından yanlış anlaşılabilirliğini; aslında bunun saklanması icabederken açımlanması durumunda, kişinin refüze edildiğinde, buna katlanmak gerektiğini, bu hâlde sabırlı davranıp, kendini Allah'a vermeyi öğütlediğini söylemek, daha doğru olacaktır. Zira, Hz. Peygamber'e göre toplumun içinde yaşayıp, oradaki sıkıntılara katlanmak, tek başına insanlardan uzak, dağ başında yaşamaktan daha üstündür. Yine Hz. Peygamber (s)'in "töhmet mahallerinde bulunmayın" tavsiyesi de, insanları yanlış zanlara sevketmemek açısından, topluma ait sosyal kültürün şeklî unsurlarını tatbik mevkiine koyduğunu göz önünden uzak tutmamak gerekir. Bazı tasavvuf okullarının, şekilciliği reddetmelerine karşılık, bir başka şekilcilik içinde kalmaları, gerçekten ilginçtir.
    Halka verir talkını, kendi yutar salkımı: "Niçin yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz?" (Saff/2) âyetinden mülhem bir atasözüdür. İslâm'a gönül verip, ısrarla savunduğu halde, onun büyük bir bölümünü uygulama mevkiine koymayanlar için, bu atasözü çarpıcıdır. Zira, insan inandığını yaşar, ondan sonra onu başkalarına tavsiye eder. Yaşamadan tavsiyeye, anlatmaya yönelmek samimiyetsizliktir, ikiyüzlülüktür.
    Halk kelimesi, Kur'an-ı Kerim'de mastar olarak yaratma (Kâf/15), yaratılmış (Nisa/119) ve bazan da iki manaya (A'râf/54) kullanılmıştır. Mişkât'ta nakledilen bir Kutsi Hadis'te "Ben'den başkasından bir şey uman, Beni tanımaz, Beni tanımayan Bana kul olamaz, Bana kul olamayana da gazabım vacip olur. Ben'den başkasından korkana azabım helâl olur". Allah'ın nimetlerine, sınamasına karşı çıkmaz, Rabbisine kızmaz, O'nu itham etmez, va'dinden şüphe etmez, başkalarına şikâyet etmez, şikâyeti tamamen Allah'adır, zira nasibine sabr ve razı olmaya muvaffak kılmak, Allah'ın elindedir. (Abdülkadir el-Geylanî, el-Kadiyyetu li-Talibi Tarîkı'l-Hak, c. 2, s. 173) imam Kuşeyrî de, "mahlukun, kendisi için bir zarar veya yarar sağlamak gücü yok iken, nasıl olur da başka birinden bunu ister. Bu, hapistekinin, yine hapiste bulunan birine bağlanmasına benzer" der.

    HALKA-İ TEVHİD: Arapça, tevhid halkası demektir. Dergâhlarda, sufilerin zikir töreninde oluşturdukları daireye, tevhid halkası denir. Halka kelimesi "halaka" şeklinde de okunur.
    Nice inkâr olunur halka-i tevhid-i azîz
    Âşık ol yerde olur dilber ile hem ağuş
    Sabit

    HALKA-İ ZİKİR: Arapça, zikir halkası demektir. Çeşitli zikirleri topluca icra ederlerken, dervişlerin meydana getirdikleri, tek veya içice bir kaç daireden oluşur.

    el-HALKU'L-CEDÎD: Arapça, yeni yaratılış manasınadır. Kaşanî'ye göre bu tabir, Nefesü'r-Rahmân'dan olan varlığın, kendi zâtı ile varolmayan mümkine ulaşmasıdır. Yine Rahman'ın nefesinden olan, varlığın, sürekli biçimde mümkînler üzerine, her ân yeni bir yaratılış meydana getirmek üzere taşmasıdır. Zira, varlığın mümkine olan nîsbeti, her ânda değişken iken, mümkinin zatmdaki yokluk süreklidir.

    HALLÂCİYYE: Hüseyin b. Mansûr el-Hallâc (ö. 922)'m görüşlerini kabul edenlerce, XIII. yüzyılda yapay zincirle kurulmuş bir tasavvuf okulu.

    HAL'U'L-ÂDÂT: Arapça, âdetlerden, alışkanlıklardan sıyrılmak, kurtulmak mânasını ifâde eder. Kulun, tabiat ve âdetlerinin icabettirdiği özellikleri terkederek, Hakk'ın emrine uyup, kulluğu gerçekleştirmesidir.

    HALVET: Arapça, yalnız kalıp, tenha bir köşeye çekilmek demektir. Tasavufta ise, zihinsel konsantrasyonu ve bazı özel zikirlerle riyazetleri gerçekleştirmek üzere, şeyhin müridini, karanlık, dış dünyadan soyutlanmış bir yere, belirli bir süre için koyması. Allah ile gizlice konuşmak, kalbi yanlış inançlardan ve kötü huylardan temizlemek, kurtarmak da halvet olarak değerlendirilir. Kâşânî, bu anlamda kulun, kendini bütün varlığıyla Allah'a verip, O'ndan ***ri her şeyden uzaklaştığını ifade eder.
    Halvet; Hz. Peygamber (s)'in vahy gelmeden önce Hira'da uzlete çekilme uygulamasından doğmuştur. Hz. Musa'nın, Tûr'daki kırk günlük, Allah ile olan özel görüşmesinden esinlenilerek, halvet genelde kırk güne hasredilmiştir. Bu kırk güne bağlı kalınarak, halvet'e erbain ve çile (çihil) de denmiştir. Ancak halvetin ana espirisi; düşünceyi Allah'tan ***ri herşeyden uzak tutmaktır. Bir kimse, bir ömür boyu halvette kalsa, kafası dünyevî düşüncelerle meşgul olsa, ona halvettedir denmez. İşte bundan hareketle, özel bir yere çekilmeden, halkın içinde, (halvet der-encümen) sürekli Allah tefekkürünü korumaya muvaffak olan kişilere de, halvet yapıyor, tabiri kullanılabilir. Nur süresindeki "ticaretin ve alışverişin, Allah'ı hatırlamaktan alıkoymadığı kişiler" (Nur/37) âyeti ile bu hususa işaret olunur. Halvet, bütün tarikatlarda bulunan ve kökü çok eskilere dayanan bir uygulamadır. Uygulama şekli, üç aşağı beş yukarı şu şekildedir: Halvet, genellikle dergâhtaki özel odalardan birinde yapılırdı. Şeyh, halvete koyacağı dervişi bu odaya götürür, içeri sokar, dua eder, dervişi orada bırakarak dışarı çıkar, bu şekilde uygulama başlamış olurdu. Yemek ve su hergün muntazam götürülür ve bu günden güne azaltılırdı. Bazı tarikatlar, zeytinyağlı mercimek çorbası verirken, bazıları da çeşitli tuzlu yemek yedirir su içirmezlerdi. Yiyeceğin çeşidi konusunda farklı uygulamalar görülmekle birlikte, hepsinde, genellikle vejeteryan diyet, hâkim unsur olarak dikkati çeker. Kırk gün süre ile, bu durum devam eder. Mürid; abdest, tuvalet, cuma, bayram namazı gibi zaruri çıkışların dışında bütün vaktini, bu dar ve karanlık hücrede az uyku, bol tefekkür ve zikir yaparak insanlarla teması kesmiş olarak geçirirdi. Hatta uykuyu engellemek için, oturdukları yerlerde, boyun ve dizlerini bir kayışa bağlarlar, veya müttekâ (bir çeşit baston)'ya başlarını yaslayarak bir yere dayanmadan derin olmayan, yakaza türünden bir çeşit hafif tavşan uykusu ile yetinme cihetine giderlerdi. Şeyh arada bir gelir, müridin başından geçen özel durumlara göre, nefes eder ve ona yeni bazı zikirler verirdi. Bu süre içinde mürid, vücudundan tırnak ve kıl kesmezdi. Kırkıncı gün, şeyh odaya gelir, müridin bu sürede gördüğü rüyaları dinler, ardından şükür kurbanı kesilir ve bu şekilde mürid, halvetten çıkmış olurdu. Müridin yapacağı ilk iş, yıkanmak, tırnak ve kıl temizliği yapmak, elbise değiştirmek, kelle suyu ile pişmiş bir çorba içmek olurdu. O akşam, şükrâne olarak, fakir fukaranın karnı doyurulurdu. Ancak, günümüz Türkiye'sinde yaptığımız gözlemlere göre, bu uygulamanın pek kalmadığı söylenebilir. Allah'a vuslat, yani tefekkürde sürekliliği sağlayabilme özelliğine ulaşabilmek için, bu tür geçici süreli halvet uygulamaları, daima ön planda tutulmuştur. Hedef; zihnin Allah dışındaki her şeyden sıyrılması, zihnî saflığın elde edilmesidir. Bu durum, halvette sürdürülür. Her yerde Allah ile beraber olma bilinci, tasavvufta bu şekilde oluşturulmaya çalışılır. Ancak, halvet bu konuda yegâne metot değildir, bu iş için başka usuller de vardır.
    HALVETİYE: Şeyh Ebu Abdullah Siracüddin Ömer b. Şeyh Ekmelüddin Lahcî (ö. 1349 veya 1397) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okuludur. Bu zat, halvet uygulamasına çok önem verirdi. Hatta, herkesten uzak kalmak üzere, içi boş, büyük bir çınar ağacına girerek, üstüste kırk adet erbaîn (1600 gün) çıkarması meşhurdur. Onun halvete bu denli düşkünlüğü, kurduğu tasavvuf okulunun "Halvetiyye" adını almasına sebep olmuştur. Sarı Abdullah Efendi, Halvetiyye kelimesinin harflerini bir espriye bağlayarak, bu tasavvuf okulunu özetlemeye çalışmıştır: Ha: Kalbi Allah'tan ***ri şeylerden huluvve (yani boşaltmaya); Lam: Lezzet-i zikre; Vav: Vikâye-i zahir ve batma (yani içini ve dışını islâm dışı şeylerden korumaya) ve ahde bağlı kalmaya; Te: Temkin'e; Yâ: Yüsr ba'de usr'a (yani zorluktan sonra kolaylığa); He: Allah'ı müşahedeye delâlet eder. Bu tasavvuf okulunun silsilesi şu şekildedir: 1. Hz. Peygamber (s), 2. Hz. Ali (r), 3. Hasan-ı Basrî, 4. Habib-i Acemî, 5. Davud-ı Tâî, 6. Maruf Kerhi, 7. Seri es-Sakatî 8. Cüneyd-i Bağdadî, 9. Mümşâd Dineverî, 10. Ebû Hafs Ömer Vecihüddin el-Bekrî, 11. Ebu Necib Sühreverdî, 12. Kutbuddin Ebherî, 13. Cemaleddin Muhammed el-Buharî, 14. Şihabüddin Muhammed et-Tebrizî, 15. Cemaleddin Şirazî, 16. ibrahim Zâhid Geylanî, 17. Sa'dettin Ferganî, 18. Ahi Muhammed b. Nur 19. Ömer Halveti. Halvetiyye'nin dört ana (Cemaliyye, Ahmediyye, Rûşeniyye, Şemsiyye), kırk dolayında da ara kolu vardır. Kendisinden çok sayıda tasavvuf okulu çıktığı için, Halvetiliğe, "tarikat fabrikası" denir. Bunlardan bazısı: Ahmediyye, Uşşâkiyye, Şemsiyye, Bahşiyye, Demirtâşiyye, Assâliyye, Gülşeniyye vd.

    HALVET DER-ENCÜMEN: Farsça, toplum içinde yalnızlık manasına gelir. Nakşî ıstılahı olarak, toplulukta Allah ile yalnız kalabilme san'atını ifâde eder. Nur süresindeki "ticaret ve alışverişin Allah'ı hatırlatmaktan alıkoymadığı kişiler" (Nur/37) espirisi, bu prensiple terimlendirilmiştir. Nakşîlikte sohbet esastır. Yani, tek başına halvete çekilmek yerine, toplulukta halvet temel alınır. Nakşîlik, bu yönü ile pasivist olmaktan uzaktır.
    İbadet, tefekkür ve Allah'ı hatırlamakla (zikir) vakit geçirmek üzere, yalnız başına, küçük, karanlık, boş bir odada yalnız başına oturmaya "halvete girmek" denir.

    HALVET-GÂH: Arapça-Farsça bir ifade. Halvet yapılan yer demektir. Halvet-hane tabiriyle aynı anlama gelir. Halvetin uygulandığı küçük dar hücreye halvet-gâh veya halvet-hâne denir.

    Genc-i halvethanesinde ilm ü irfan münzevî
    Kûşe-i babında ikbâl ü seadet pâsbân.
    Nef'î

    HAM: Farsça olan bu kelime Türkçe'de de aynı anlamdadır. Çiğ, olgun olmayan, pişmemiş manalarını içerir. Manevî olgunlaşma yolunun henüz başlangıcında bulunan kişiye, ham denir. Ruhen olgunlaşmayanlara ham dendiği gibi, pişmiş, olgunlaşmış olanlara da puhte denir. Hz. Mevlânâ'nın "Hamdım, piştim, oldum" ve "Ham idim, piştim, yandım" sözleri, buna işaret eder.

    Taptuğun tapusunda, kul olduk kapusunda
    Yunus miskin çiğidük, pişdük elhamdülillah.
    Yunus Emre

    HAMAMA GÖTÜRMEK : Mevlevi ıstılahıdır. Kırk günlük halveti çıkaran müridin, "Meydancı" tarafından hamama götürülmesi hakkında bu tâbir kullanılır.

    HAMAM MÜHÜRÜ: Mevlevî ıstılahı. Bazı tekkelerde, hamamcıya, para yerine kâğıt verilir, o da, bu kâğıtları tekkeye götürüp, oranın yöneticisinden ücretini alırdı.

    HAMD: Arapça, övmek manasınadır. Ululama, yüceltmeyi, ifâde etmek üzere methetmek, sena etmek demektir. Hamd üç çeşittir: Maddî dil ile yapılanıdır ki, genel olarak halkın yaptığı budur. Bu durumda olan kişi, kalbi tasdik ederek, Allah'ın, üzerindeki nimet ve ikramlarını dil ile anar. ikincisi ruhanî hamddir. Bu da, havass grubundakilerin hamdidir. Bu durumda olanların kalbi, Allah'ın, fiillerin arındırılması (İslâmîleştirilmesi) ve hâllerin terbiye edilmesi konusundaki lütuflarını anmasıdır. Üçüncü hamd ise, Rabbanî lisan ile yapılır. Bu ariflerin hamdidir. Bu, müşahede, yakınlıkta kaybolma, Allah'la yakınlık meyvesini devşirme, ruhun kudsiyyet yönüne dalması, nurların gelmesiyle, sır zevklerinin tadılması gibi özellikler sonucu, keşfedilenlerdeki gariblikler ve maârif lütuflarını idrâk ettiğinde, Hakk'a şükre yönelerek sırrın harekete geçmesidir.

    Bazı mutasavvıflar, hamdin beş çeşit olduğunu söylerler:
    1. Hamd-i kavlî ve lisânı : Peygamber lisanıyla, "Allah'ın, kendi zâtını övmesidir".
    2. Hamd-i hâlî : Ruh ve kalble yapılır, ilmî ve amelî olgunlukla muttasıf olmak, Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmak manasınadır.
    3. Hamd-i lügavî : Hürmet niyetiyle, yalnız lisanla yapılan, güzellikle öğmek ve vasfetmekten ibaret olan hamd.
    4. Hamd-i fiilî : Bedenî işleri, sadece Allah rızası için yapmak.
    5. Hamd-i örfî : Mü'mine nimet vermesi sebebiyle, hürmeti, tazimi hatırlatan iş manasınadır.

    HÂME-İ EZEL: Farsça-Arapça. Ezel diviti, kalemi manasınadır. Allah bu kalemle, kaderleri tesbit etmiş, yazmıştır.

    HAM ERVAH: Farsça-Arapça. Olgun olmayan, çiğ ruhlar demektir. Tasavvuftaki, Allah tefekkürüne sürekli olarak ulaşma, tevhide erme gibi incelikleri ve olgunlukları yakalamış kişilere denir. Halk arasında, kaba, incelikten uzak kişiler için
    kullanılan bir tâbirdir. Maneviyat yoksulu kişiler, ham ervah olarak nitelendirilirler.

    HÂM-I ZÜLF: Farsça, kıvrım kıvrım olmuş saç demektir. Ferheng'de bu tabir, İlâhî esrar olarak tanımlanmıştır.

    HAMİYET: Arapça, himaye etme, muhafaza, koruma gibi anlamları olan bir kelime. Cürcânî'nin bu deyim için yaptığı tarif şu şekildedir: Dini ve mahrem hususları, töhmet ve şaibeden muhafaza etmek.

    HAMMÂR: Arapça, şarap alım-satımı veya yapımı ile meşgul olana denir. Hayrette kalmış aşık kişi. Kâmil insan, Pîr, Hakk'a vâsıl olan mürşid. Telvin makamında izzet perdesi ile perdelenen sâlik.

    HAMMÛYA: Cüneydiyye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu. Kurucusu, Şeyhu'l-islâm Muhammed b. Hammûya b. Hamevi'l-Cüneydî (ö. 954/1 547)'dir.
    HAMSE-İ ÂL-İ ÂBA: Arapça, beş aba ailesi demektir. Âl-i aba maddesinde açıklandığı üzere, Hz. Peygamber (s)'in, abası altına aldığı yakınları ve kendisi için kullanılan bir tâbirdir: Hz. Peygamber (s), Hz. Ali, Hz. Patıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r).
    Hamse-i âl-i abanın başlasam tarifine Pençe-i hükm-i kazâ-yı bî-yezalidir sözün Yenişehirli Avni

    HAM ÜŞ AN: Farsça, uyuyanlar demektir. Mevlevî tâbiridir. Mevlânâ türbesinin dışında, kıble tarafındaki büyük kabristana verilen ad.

    HAMÛŞAN KAPISI : Mevlevî tâbiridir. Bir önce zikredilen maddedeki kabristanın kapısına, bu ad verilir.

    HAMZA-NÂME: Farsça, name kelimesi, mektup manasına gelir. Hz. Hamza (r)'nın kahramanlığını anlatan, destan tarzında yazılmış hikâyeler.
    HAMZAVİYYE: Bayramîliğin Melamîyye kolundan bir tasavvuf okulu. Kurucusu, Bosnalı Şeyh Hamza Balî (ö. 969/1 561 -2)'dir. ibni Kemal'in fetvasıyla idam edilmiştir.

    HAN BAĞI : Bektaşî tâbiridir. Hacı Bektaş Dergâhı'ndaki bağlardan birinin adı. Burası başlı başına bir tekke idi. Han Bağı ile Dede Bağında hizmet eden derviş, mihman (misafir) evine gider ve orada destârsız tâc giyerdi. Han bağının son babası, Necati Baba idi.

    HÂNE: Farsça, ev demektir. Zâtın zâtı, vücudun ***beti. Hane-i Hammâr: Meyhane. Masiva'dan ilgiyi kesme ve renksiz olma makamı. Hâne-i dil: Gönül evi. Hane-i beka: Âhiret, lahutî âlem.

    HANEFİYYE : Şazilî kollarından biri. Kurucusu, Şeyh Şemseddin Muhammed b. Hüseynü'l-Hanefî'dir.

    HANGİ BAĞIN GÜLÜSÜN : Tasavvuf yolunda gittiği belli olan kişi için, hangi okula mensup olduğunu öğrenmek üzere nazikçe "hangi bağın gülüsünüz?" diye sorulur. Bu şekilde, o kişinin bağlı olduğu tasavvuf okulu veya şeyhinin kimliği anlaşılırdı.

    HAN-GÂH: Farsça, tekke manasında bir kelime. Tekkenin büyüğüne denir. Âsitane de aynı anlamı ifâde eder. Zaviye, tekkeden daha küçüktür. Bu durumda, sûfilerin toplandığı yerler, küçükten büyüğe, zaviye, tekke ve han-gâh şeklindedir. Bektaşîlerde ve bazı tarikatlarda han-gâh şeyhin maddî ve manevî yönetimi altında bulunurdu. Mevlevîlikteki gibi, merkez han-gâhda, diğer bağlı tekke ve zaviyelerin kaydı tutulurdu. Osman Ergin'in ifadesiyle, bu müesseseler şu şekilde özetlenebilir: "Dinî birer müessese sayılan, birer içtimaî yardım, hayır ve şefkat kaynağı, birer toplantı yeri, hattâ şimdiki tâbirle, birer klüp olan bu han-kahlardır".

    Sanki hak kılmış fezâ-yı hangah-i Mevlevi
    Olmada carî felekde resm-i râh-ı Mevlevi
    Tâhirü'l-Mevlevî

    HANSALİYYE: Oran ve Fas'da kurulmuş bir tasavvuf okulu. Kurucusu 1702'de vefat etmiştir.

    HARABAT: Arapça, sıkıntı, harabelik yerler manasına gelen bir kelime. Sûfinin, maddi ve nefsî dediğimiz yönünü yıkmasından, kendisinde dünyalık bir şey kalmamasından hareketle bu tâbir kullanılır olmuştur. Meyhane kelimesi de aynı mânâda kullanılmıştır. Tasavvuf edebiyatında; içki, dudak, yanak, şarap, kâse, sâkî gibi mecazlı kullanımlar, tamamen sûfinin geçirdiği, yaşadığı bir takım hâlleri veya bazı tâbirlerin sembol olarak ifâdelendirilişini belirler. Sâkî: Mürşid; Sevgili: Allah; Kâse: Kalb; vb. gibi örnekler, bu hususu daha iyi açıklar. Sûfilerin dünyalarını harap etmeleri, âhireti imâr içindir. Zira âyetlerde, dünyanın bir oyun yeri olduğu, âhiretin dünyadan daha hayırlı bulunduğu anlatılmaktadır. Çeşitli âyetlerin, bu şekilde bir yorum kazanması sonucu, rindler, ehl-i harabat denilen ve özgürce bir hayat yaşamaya temayüllü bazı gruplar ortaya çıkmıştır. Harabelik, yıkık yer, kimseye mal olmayan, ne kadar onarılırsa onarılsın, bir türlü mamur hâle gelmeyen, bir çeşit sarhoş olup sonunda yıkılıp giden, yok olan şu dünyadır. Zira Allah'ın vechinin haricinde olan her şey fanidir, yok olucudur, helak olucudur. (Rahman/26-27). Ancak, bu görüşün islâm açısından, çeşitli şekillerde tenkide uğradığı da bir gerçektir. Resmî islâm'dan sapma gösteren Hurufîlik, Kalenderîlik ve Hayderîlik gibi bazı tasavvufî okullar için, bu iddia geçerli görülmekle birlikte, dünyaya lâyık olduğu gibi değer veren ve ona göre Rabbanî bir yaşam tarzını kendine şiar edinmiş kişiler için, doğru değildir.

    Hârâbatı eğerçi görmedik amma, görenlerden
    İşittik bir neşat-efzâ makâm-ı dil-güşâ derler.
    Şeyhülislâm Yahya

    Hârâbatı görenler her biri bir haletin söyler
    Safâsın zikreder rindân, zâhid sıkletin söyler.
    Ragıb Paşa

    HARABATÎLİĞE VURMAK : Kendini kapıp koyvermek, yeis ve fütur getirmek anlamında kullanılan bir tabirdir. Böylelerine derbeder, harabâtî, bedmest, bekrî, sefil ve perişan da denir.

    HARAK ve HARK: Arapça, yanmak, yangın gibi manaları vardır. Kâşânî, sufîyi, fenaya çeken tecellilerin ortalarına harak, der. Bu halin başında şimşek, sonunda da, zatta sükûn ve sükût söz konusudur. Allah'a kavuşma isteğini, bilincinin derinliklerinde yaşatan sufîlerde, bir çeşit göğüs sıcaklığı ve bunun verdiği zevkten bahsedilir. Ancak, bu yanmanın mahiyeti, yaşayan tarafından bilinebilecek bir husustur. Kısaca bu bir haldir, dolayısı ile sübjektiftir.

    HAREKET: Arapça bir kelime olup, Türkçemiz'de de kullanılır. Allah yolunda mesafe alma, sülük ve manevî tekâmül'e hareket denir. Telvin, değişkenlik, hâl, hareket gibi hususları içerir. Manevî yolun sonundaki temkinde, dağlar gibi sabitlik, makam, sükûn ve sükût söz konusudur.

    HARF: Arapça, dönmek, meyletmek anlamına gelen bir kelime. Tasavvufî anlamda, Hakk'ın, kulunu, bazı ibarelere muhatap kılmasıdır. Cifr ilmiyle uğraşanlara göre; harfler, nuranî ve zulmanî olarak ikiye ayrılır. Nuranî harflere Hakk'ın harfleri, zulmanî harflere de halkın (yaratıklarının) harfleri denir. Abdülkerim Cîlî'ye göre, noktalı harfler, ilm-i ilâhîdeki a'yân-ı sâbite'den ibarettir. Noktasızlar ise, harflere birleşenler ve birleşmeyenler diye ikiye ayrılır. Bunlar beştir: Elif, Dal, Râ, Vav ve Lam. Elif, olgunluğun gereklerine işarettir. Bunlar da beştir: Zât, hayat, ilim, kudret ve irâde. Dördü ise, zâta ait olarak vücud sahibidir. Yâni zâttan dolayı vücûd sahibidirler. Bunlar olmadan, zât olgun olamaz. Harflere ta'alluk eden noktasızlar da dokuzdur. Bununla insan-ı kâmile işaret söz konusudur. Zira insan-ı kâmil, İlâhî olan beş ile, yaratılmışlara ait olan dördün arasını bulmuştur, onları bir araya getirmiştir. Bunlar da, kendilerinden doğan şeylerle birlikte dört unsurdur. İnsan-ı Kâmilin harfleri, noktasızdır. Zira Allah, onu kendi suretinde yaratmıştır. Lâkin, İlâhî mutlak hakikatlar, icâd edicisine dayandığı için, insanî mukayyed hakikatlardan temayüz etmiştir. Her ne kadar icâd edilmiş olsa da... O, hükmen Allah'tan başkasına istinad etmiştir. Bu yüzden de harfler harflere, diğer harfler de bu harflere taalluk eder. Allah, zâtıyla kâim olması münasebetiyle, varlığı konusunda başkasına muhtaç değildir. Halbuki, her şey O'na muhtaçtır. Kur'ân-ı Kerim'de bu manaya işaret eden harfler, kendisine harfler taalluk etmekle birlikte kendisi o harflere taalluk etmeyen noktasız (mühmel) harflerdir. Lamelif'e, iki harftir denmez. Zira, Hz. Peygamber (s), bir hadis-i şerifte, Lamelif'in, bir harf olduğunu söylemiştir. Harfler, kelime değildirler. Çünkü, a'yân-ı sabite, icad-ı aynî söz konusu olmadıkça "kün" kelimesi altına girmez.

    HARFİYYE: Ebu'l-Hasan Ali b. Ahmed en-Necîb el-Harafî el-Maraşî (ö. 637/1239-40) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.

    HARİRİYYE: Ali b. Ebi'Hasen b. Mansuri'l-Basrî el-Harirî (ö. 645/1247) tarafından tesis edilmiş bir tasavvuf ekolü.

    HARİSİYYE: Cüneydiyye'nin kolu bir tasavvuf okulu. Ebu'l-Abbas Ahmed b. Yusufu'l-Hârisî (ö. 944/1537) tarafından kurulmuştur.

    HARRAZİYYE: Şeyh Ebû Said Ahmed b. isa el-Harrazî el-Bağdadî (ö. 286/899) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.

    HASED: Arapça, çekememek, hased etmek manasına bir kelime. Tasavvuf ehline göre, hased kendisine nimet verilen kişiden, o nimetin gitmesini arzu etmek demektir. Hasedin, insana ait hallerin en kötüsü, şeytanın fiillerinin en güzeli olduğu söylenmiştir. Çekemeyen kişinin en özgün vasfı, bir kişiyi görünce yüzüne karşı iyi davranması, yanından ayrılınca ardından gıybetini yapması, belâ ve sıkıntı geldiği zaman feryat etmesidir.
    HAŞİMİYYE: Celvetîliğin kollarından biri. Kurucusu, Seyyid Mustafa Hâşim (Hâşim Baba) olup, ölümü 1782'dir. Bektaşîlikle de, alâkası olduğu için kendisine "baba" denmiştir.
    HAŞR: Arapça, bir araya toplamak manasınadır. Tasavvufta ifade ettiği anlam, icâd ba'de'l-ifna, cem' ba'de't-tefrîk'tir. Yani yok olduktan sonra icad etmek, dağılmadan sonra toplanmaya haşr denir.

    HAŞYET: Korkmak manasında Arapça bir kelimedir, istikbâlde hoşa gitmeyecek bir şeyin beklentisinden kaynaklanan, kalp üzüntüsü. Bu bazan, kuldan ortaya çıkan günahlar sebebiyle de olabilir. Bâzan da Allah'ı bilmekten ve O'nun heybetinden de olabilir. Peygamberin haşyeti bu türdendir.

    HATA: Hata işlemek, yanılmak gibi manaları olan Arapça bir kelime. Tasavvuf ehli, benliklerini sildikleri için, sürekli tevazulu olmayı, kendilerine şiar edinmişlerdir. Konuşurlarken, herhangi bir kusur dolayısıyla, yahut alçakgönüllülük göstermek üzere, "hata bizden, ata (bağış) sizden; kem (kötü) bizden, kerem (cömertlik, iyilik) sizden"derler.

    HÂTEM: Arapça, yüzük ve mühür manalarına gelen bir kelimedir. Kâşânî'ye göre, hâtem, bütün makamları geçip olgunluğa ulaşmak demektir. Hâtemü'n-Nübüvve: Allah'ın peygamberliği kendisiyle sona erdirdiği kişidir, ki bu, Hz. Muhammed (s)'dir. Ahzab/40'da buyurulduğu gibi "Muhammed (s) içinizden herhangi birinin babası gibi değildir. O, Allah'ın Rasûlü ve nebilerinin sonuncusudur." Tasavvuf ıstılahında, özellikle Hakîm Tirmizî'nin geliştirdiği bir hâtmü'l-velâye kavramı vardır. Ancak "bu kavram konusunda, ihtilaf söz konusudur. Bir kısmına göre, velilerin mührü Hz. Ali (r)'dir. Bir kısmı da (özellikle Abrurrazzâk Kâşânî), "bu, ahir zamanda geleceği vadedilen Mehdî'dir. O'nun ölümü ile, âlemin düzeni bozulacaktır. Bu, Allah'ın arif kullarının kalbine vurduğu bir mühürdür. Hakk'ı tanımaları sebebiyle vurulur. Arifler bu mühür ile, diğer insanlardan ayrılırlar" der.

    HATIR: Arapça, akla gelen, hatıra gelen, hatırlayan gibi manaları olan bir kelimedir. Kâşânî'ye göre, kulun katkısı olmadan gelen, hitaptan kalbe doğan şeye hatır denir. Hitâb olarak gelenler dört kısma ayrılır: Rabbanî hatır; sebebi kolayca anlaşılacak olan ve asla hatalı olmayan hatırdır. Bu, hatıratın ilkidir. Bu, kuvvet ve tasallut (egemen olma) ile bilinir. Def ile indifa (itmekle itilme) söz konusu değildir. Melekî hatır; görevli veya mefrûz olmak üzere gelir. Kısaca, melekî hatırda olan herşey, salâh (doğru, iyi)'tır. Ve buna ilham adı verilir. Nefsânî hatır; bunda, nefsin payı bulunur. Ve "hâcis" adı verilir. Şeytanî hatır; Hakk'a muhalefet etmeye, karşı koymaya çağıran hatırdır. Bakara/268'de şöyle buyurulur: "Şeytan size fakirliği va'deder, ve size kötülük (işletmek) le emreder". Bir hadis-i şerifte" Şeytanın dostu, Hakk'ı yalanlamak, şerri vâdetmektir". buyurulur (Suyutî, el-Camiu's-Sağîr, ss. 90-1). Buna da "visvâs" adı verilir.

    Bu dört hatır, bazı kaynaklarda şu şekilde açıklanır:
    1. Hâtır-ı Rahmânî : Sâlikin kalbinde, cemal-i vahdetin tecellisi ile, tam bir sükûnet halinin meydana gelmesine denir. Aynı zamanda muhabbetullah'ı ifâde eder.
    2. Hâtır-ı Melekî : Ahiret sevgisi ve ruhanî kuvvetlerin gelmesiyle, tâata yönelmenin ortaya çıkması yerinde kullanılan bir tâbirdir.
    3. Hâtır-ı Nefsânî : Nefis ve dünya sevgisinin, ruhanî kuvvetlere üstün gelmesine denir.
    4. Hâtır-ı Şeytanî : Nefse sevgi beslemek yüzünden, kötülük işlemek arzusu yerinde kullanılır bir tâbirdir. Şehvet ve mâsiyet demektir.

    HATİF: Arapça. Gizliden gelen ses ki, ses sahibi görülmez. Modern Arapça'da telefona, hatif denmektedir. Gaibden gelen, sâlikin kalbinde ortaya çıkan ve onu Hakk'a davet eden ses.

    HÂTİMİYYE: Şeyh-i Ekber Muhyiddin b. Arabî (ö. 638/1 240)'ye nisbet edilen bir tasavvuf okulu.

    HATM-İ HACEGAN: Nakşı ıstılâhından-dır. Sıkıntılı durumlarda ve zamanlarda, kolaylık sağlamak ve düşmanların belâlarından kurtulmak üzere, bir tertipte bazı surelerin okunması, belli miktarda zikir çekilerek yapılan bu uygulamaya hatm-i hâcegân denmiştir. Şeyhin huzurunda bir grup mürid, halka oluşturarak, Şeyhin işareti ile tören başlar, Rabıtalı şekilde diz üstü oturan müridler, gözlerini kapalı tutarak, şeyh efendinin "Ervâh-ı akdes-i hocagân-ı âlişan-ı Nakşbendîra ve sırr-ı enbiyârâ ber tarîk-ı niyaz el-Fâtiha" sözlerinden sonra yedi Fatiha, yüz salevât, yetmiş dokuz "elem neşrah", binbir ihlas suresi, tekrar yüz salavat, yedi Fatiha okunur. Bu arada okunan ilâhi, hazırûnu vecde getirir. Bu tertip, bazı değişikliklere uğramış, bazı zikirler eklenmiş, bazı kısaltmalar yapılmış, ancak uygulama her yer ve zamanda vazgeçilmez bir unsur olarak varlığını sürdüregelmiştir. Bu, manevî güçlerin bir araya geldiği, toplu zikir uygulaması olarak, ruhları zindeleştirmiştir.

    HATRA: Arapça, kalbe gelen şeye denir. Kâşânî'ye göre hatra, kulu karşı konulmaz biçimde Rabbisine çağıran sebebe denir.

    HATT-I İSTİVA: Mevlevî tabiridir. Semahanede, Şeyhin oturduğu post ile, tam karşısına tesadüf eden ve insanlık makamını temsil eden "meydân kapısı"'nm arasında olduğu varsayılan düz çizgi hakkında, bu tâbir kullanılır.

    HATVE: Arapça, adım demektir. Salikin manevî olgunluk yolunda attığı her bir adıma hatve adı verilir.

    HAVALET: Arapça, bir şeyi birisine ısmarlamak anlammadır. Misafirin konuk olduğu ev sahibi veya şeyhten, ayrılmak üzere izin istemesine denir. Mesela "havâlet verirseniz, kalkalım erenler" der.

    HAVF: Arapça, korku manasınadır. Allah'ın kahrından korkarak dinde sabit olmak. Bunun zıddı recâ (umma, ümidli olma)'dır. Diğer bir tarife göre havf, yasaklanan şeylerden ve günahlardan utanmak ve bu hususta üzüntü duymak demektir. Hz. Peygamber (s) şöyle der: "Ben, Allah'tan en çok korkanınızım. Allah, Hz. Davud'a, yırtıcı hayvandan korkar gibi Ben'den kork, diye vahyetmiştir". Yine bir hadiste, şöyle denilir: "Allah'tan korkandan, herkes korkar, Allah'tan başka şeylerden korkan, her şeyden korkar". Ebu'l-Kasım el-Hakîm, korkuyu rahbet ve haşyet olmak üzere ikiye ayırır: Rahbet sahibi korkunca kaçacak delik arar ve Allah'tan ***riye sığınır; haşyet sahibi ise Allah'a sığınır.

    HAVARİYYUN: Her devirde sadece bir tane havari olur. Hz. Peygamber (s) zamanındaki havari, Zübeyr b. el-Avvâm (r)'dır.

    HAVAS: Arapça, seçkinler özel kişiler demektir. Tasavvuf yoluna girmiş, Allah'a vasıl olmaya yönelmiş kişi. Gerçeğe vuslata erene de, Ahassu'l-Havas, Hâssü'l-Hâs denir. Bunun mukabili avamdır.

    Sensiz iki cihan benim zindan görünür gözüme
    Senin aşkınla bilişen gerek hassü'l-has'tan ola
    Yunus Emre

    Havas'ın bir başka manası da şudur: Kur'ân ayetlerinin, yüzük taşlarının, gün içindeki saatlerin, bazı duaların, Allah'ın isimlerinin özellikler taşıdığına, bunları belirli şartlarla, belirli miktarda okuyan, yahut herhangi bir tarzda, belirli saatlerde yazan kişinin, dileğini elde edeceğine inanılır. Bu işi yapanlara havascı denir. Tasavvuf erbabı bu gibi uygulamalara, oyuncak, çerçöp olarak bakar, en ufak bir değer ve önem atfetmezler. Onlara göre bu, boş bir şeydir.

    HAVATIR: Arapça, hatır kelimesinin çoğuludur. Hatıra gelenler, hatırlananlar manasına gelir. Kalbe gelen hitaba havâtır adı verilir. Şeytanî, nefsanî olduğu gibi, Rahmanî ve melekî de olabilir. Haram ve helâle dikkat etmeyen sûfîler, gelen hatırın şeytanî mi, Rahmanî mi olduğunu ayırt edemez.
    HAVATIRİYYE: Nureddin Ali b. Meymûn el-idrisî (ö. 917/1511) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu. Medyeniyye'nin kollarından biridir.

    HAYA: Arapça, utanmak manasına bir kelime. Nefsin bir şeyden çekinmesi ve o konuda yerilmekten korkarak terketmesidir. İmanî haya, mümini günah işlemekten alıkor. Zira o,
    Allah'tan korkar. Bir de nefsanî haya vardır ki, edeb yerinin ortaya çıkmasından utanmak bu kabildendir. Hayanın imanla bağıntısına dikkat edilirse, imanı olanın hayası, imanı olmayanın da hayasızlığının söz konusu olduğu görülür. Zira, Hz. Peygamber (s) "Utanmak yani haya imandandır" buyurmuştur.

    Birisi bahr-i atadır birisi Kulzum-ı Dâd
    Birisi kân-ı hayadır, birisi genc-i sühâ
    Nâzım

    HAYAL: Arapça, düş, görüntü, aslı olmayan görüntü manasına gelir. Vahdet-i vücud felsefesinde, hayal vücudun aslıdır. Hayal sebebi ile olmadıkça, Hakk'ın esma ve sıfatı olmaz. Hayalde, Ma'bûdun ortaya çıkışının olgunluğu vardır. Hayal, bütün âlemlerin aslıdır. Hz. Peygamber bu konuda "bütün insanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar" der. Yani, dünyada iken üzerinde oldukları hakikat, onlara açılır, böylece dünyada iken uykuda olduklarını, uykudaki insanın dış dünyanın gerçekliğinden haberi olmadığı gibi, dünyadaki hakikatlerden gafil ve uzak olduklarını anlarlar. Zira, ölümle küllî uyanıklık husule gelir, üzerine gaflet çekilmiştir. Bu çekilen gaflet de, uykudur. Âlemlerin aslı hayal olduğu için, bütün ümmetler, bulundukları âlemde hayal ile kayıtlıdırlar. Dünya ehli, me'âş ve meâd (dünya ve ahiret) hayali ile kayıtlıdır. Allah'la beraber olduğunun bilincine ulaşan (yani O'nunla hâzır olan) kişi de, uyanıktır. Böylece kişilerin uyanıklığı, Allah'la beraber olma bilincinin gücü ile doğru orantılıdır; ihsanda ilerledikçe, uyanıklığı artar. Allah tefekkürü ve bilincinden uzaklaştıkça da, uykusu yoğunluk kazanır. Bütün âlemlerin, bu şekilde, üzerlerinde uyku bulunduğuna hükmolunmuştur. O halde, bundan hareketle, âlemlerin (Âlem: Allah'a işaret eden manasınadır) tümünün hayal olduğuna hükmetmek gerekir. Zira, uyku, hayal âlemidir.

    HAYAT: Arapça, canlılık, dirilik manasınadır. Bir şeyin kendi nefsi sebebiyle varlığı, onun tam hayat sahibi olmasıdır. Kendinden başkası sebebiyle varolanın hayatı, izafî (bağıntılı) dir. Allah kendi nefsinden dolayı vardır, ve O, diridir. (Hay), hayatı, tam hayattır, O'na ölüm dokunmaz. Mahlûkat, Allah'tan ***ri varlıklardır. Onların hayatı, izafî hayattan başkası değildir. Bu sebeble onlar ölümlü ve fânidirler. Ayrıca, mahlûkat içinde Allah'ın hayatı tam diridir. Ancak mahlûkat, bu tam dirilik konusunda farklılık arzederler. Bunlardan bir kısmı kendi nefsi ile vardır (mevcuttur) ve mevcut olduğu bilinir. Lakin bunun vücudu (varlığı), yakınlığa bağlı (Allah'a yakınlık) olmadığı için, hakikî değildir. Burada kurbet (yakınlık), kendisi için değil Hak için var olmak demektir. Ancak kurbet (yakınlık) hayatı da, tam bir hayat değildir. Onlardan bazılarında, dış şekillerinde olmaksızın bir hayat zuhur eder. Bunlar diğer hayvanattır. Yine mahlukattan bir kısmının kendindeki hayat, bâtıl olur, hayvan, maden, bitki vb. gibi, kendi nefislerinden dolayı değil, başkasından dolayı mevcutturlar. Bütün varlıklar hayat sahibidir, diridir. Zira her şeyin varlığı, hayatının aynı (özü, aslı) dır. Aradaki fark; tam hayat sahibi olmak, noksan hayat sahibi olmaktır. Yani burada ölümün birleştiği ve ölümün birleşmediği hayat farkı, söz konusudur. Eşya, mertebesine müstehak olduğu ölçüdedir (miktardadır, durumdadır). Bir miktar azalma ve çoğalma ile bu mertebe yok olur. Varlık (vücut) ta hayat, tam olan hay (diri) dan başkası yoktur. Zira hayat, bir tek ayn (öz, asıl)'dır.
    Hayatta, noksanlığa, bölünmeye, değişime, atomlarına ayrılmaya yer yoktur. Hayat, her şeyde, kendinden dolayı mevcut olan bir cevher-i ferddir. Şey'in dilemesi, onun hayatıdır. O da, bütün eşyayı ayakta tutan, varlığını sürdürten Allah'ın hayatıdır. Bu da, varlığın Allah'ı teşbih etmesidir. Varlıktaki hayatiyet, devamlılık, onun teşbihidir. Ayet: "Yerde ve göklerde hiç bir şey yoktur ki O'nu hamd ile teşbih etmesin. Lâkin siz onların teşbihlerini anlayamazsınız", (lsra/44)
    Bazı sufilere göre hayatın üç derecesi vardır:
    1. ilim hayatı : Kalbin cehilden kurtulup ilimle dirilmesi.
    2. Hayat-ı cem' : Kalbin tefrika denilen esma ve sıfat tezahürlerinden kurtulup, Zât'a doğru bir noktada cem olup toparlanması. Bu mânâda, kalbin, Allah'tan ***ri akla takılan şeyleri kovması, düşünce gücünü bir noktada konsantre etmesi söz konusudur.
    3. Hayat-ı Hak : Vücud hayatı demektir. Sufinin fena fillah ve bakâbillah makamına ermesidir.
    Bunlara ilaveten; şehidlik, zikir, tefekkür, mârifetullah ve aşk da, maddî bedenin ölümünden sonra devam edegelen bir tür dirilik (hayat) olarak kabul edilmişlerdir.

    HAYATİYYE: Şeyh Muhammed Hayatî Efendi'nin kurduğu bir tasavvuf okulu. Halvetiyye'den Ramazâniyye'nin bir koludur.

    HAY'DAN GELEN HÛ'YA GİDER : Burada Hayy, Allah: Hû, yine Allah demektir. Bu şekliyle mana "Allah'tan gelen, Allah'a gider" şeklinde olur. Veren de Allah'tır, alan da... Bu atasözü, daha ziyade, tesadüfen ele geçen, bedavadan emek sarfetmeden kazanılan şeyin değeri bilinmez, geldiği gibi kolayca elden çıkar, şeklinde kullanılır.

    HAYDAR (HAYDARİYYE): Göğsü ancak kavuşabilecek kadar dar, yakasız, kolsuz, bele kadar gelen bir üst elbisesidir. Bunun üzerine hırka giyilir. Omuz başlarına doğru sarkan ve birer kavis teşkil eden uçları vardır. Omuzbaşları karşılıklı ha (^), yaka dal (j), beden de rı (_,) harfine benzetilerek bu giysiye "Haydari" denmiştir.

    HAYDARİYYE: Şeyh Kutbüddin Haydar ez-Zevâcî'nin tesis ettiği bir tasavvuf okulu.

    HAYDARİYYE: XIII. asırda iran'da Kalenderiyye'nin kolu olarak kurulan bir tasavvuf okulu.

    HAYDARİYYE : XIX. asırda kurulan (İran) bir esnaf tarikatı.

    HAYIR: Daha iyi, çok ve iyi servet, hayrı çok olan vs. gibi mânâlar ihtiva eden Arapça bir kelime. Tasavvuf açısından hayr, şu şekilde yorumlanır: Varlık sırf hayırdır; öz bakımından Allah'a istinâd ettiği için, sırf hayırdır. Yokluk ise, sırf serdir. Zâtı itibariyle, Allah'a dayanması yoktur. Zararlı olanı, yararlı olanla karşılarsan daha çok yararlı şey bulursun. Şerliyi hayırla karşılarsan, daha çok hayra nail olursun.

    HAYIRLARA KARŞI : Yolculuğa çıkan, giden kimse için kullanılan bir dua.

    HAYRET (veya HAYRAN: Şaşkınlığı ifâde eden Arapça bir kelime. Hayret, Allah hakkında hırslı olmakla, ümitsiz olmak arasında bir duraktır. Aynı şekilde, korku ve rıza, tevekkül ve recâ arasında bir duraktır. Hayret, derin düşünce ve Allah huzurunda, hakikat ehlinin ve ariflerin kalplerine gelen bir hâldir. Ariflerin bazısı, hayreti, kavuşma, onu iftikâr, onu da tekrar hayretin izlediği kanaatindedirler. Bunun manası: Tahayyürü recâ takip eder, onun peşinden arzulanan kavuşma gelir. Bundan sonra sufî Allah'a olan ihtiyâcı sebebiyle tekrar hayrete düşer. Zira Rabbi, Ganîdir, Samed (her şey O'na muhtaç, O hiçbir şeye muhtaç değil) dir. Kul ise noksanlı ve muhtaç durumdadır. Allah'a kavuşma isteğinin devamlı oluşu sebebiyle, daha önce düştüğü hayrete tekrar düşer. Arif, bu durumda, hayret ve kavuşma ile sürekli iftikâr (muhtaçlılık) halindedir. Marifet, hayret ve sıkıntıyı gerektirir. Arifin üzerinde hüzünler zuhur eder. Allah'a kavuşması arttıkça, bu yakınlıktaki uzaklığı da artar. Özetle ifade etmek gerekirse, hayret, Allah'ın gücüne, sun'una, hikmetine, karşı duyulan aşırı bir arzudur. Yaşanmadıkça bilinmez.
    HAYRU'L-BEŞER: En hayırlı insan mânâsında Arapça bir terkib. Hz. Peygamber Efendimiz (s) hakkında kullanılan bir tâbirdir.
    Bundadır bakî nişân-ı mu'ciz-i hayrü'l-beşer
    Tâk-ı Kisrâ nüsha-i milk-i mülûk-i gamkâr.
    Fuzûlî


    BURADAN BİR METEHAN GEÇTİ...

  9. #19
    Mete - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    25.Ağustos.2016
    Mesajlar
    450
    Mentioned
    10 Post(s)
    Tagged
    0 Thread(s)
    HAYZU'R-RİCÂL: Arapça, erkeklerin aybaşı hali anlamına bir kelime. Sâlik vecde gelip kendinden geçince, hayız gören kadınlar gibi, Allah'ın huzuruna çıkamaz (yani namaz kılamaz, zira teklifin muhatabı olan akıl, kendinden geçme hâlinde sâlikde yoktur). Yine sûfiler, keramet göstermeyi bir kadının aybaşı kanı gibi çirkin ve kaçınılması gereken bir durum olarak görürler. Olgunlaşmamış, henüz olgunluk yolunda ileryen, irşad seviyesine ulaşamamış, kişeler de, hayız halinde sayılır. İrşâd ehliyetini kazanınca artık er kişiler olurlar (rical). Bu mânâda olmak üzere, olgun kadınlara da, racül yani er kişi denir.

    HAZARAT-I HAMS: Arapça, beş hazret demektir. Kudret ve onun temsilcileri yerinde kullanılır. Bu, Allah'tan zuhur ve sudur eden varlıkların geçirdikleri beş âlemdir. Bu beş âlem şunlardır: 1. Mutlak ***b hazreti. ilim hazreti alemindeki âyân-ı sabite, buradadır. 2. ***b-ı Muzâf hazreti. Bu da iki kısımdır. 3. Ya mutlak ***ba yakın olana muzâf olur. Bu ceberûtî ve melekûtî ruhlar âlemidir. Bunlar mücerred nefisler ve akıllar âlemidir. 4. Ya da şuhûd-ı mutlakaya yakın olana muzâf olur. Bu misâl âlemidir. Buna, melekût âlemi de denir. 5. Bu dört âlemi bir araya getiren, toplayan hazrettir. Bu âlem-i insandır. Öyle bir insan ki, bütün âlemleri ve ondaki varlıkları kendisinde toplamıştır. Özet olarak ifade etmek gerekirse,
    1. Alem-i mülk, alem-i melekûtun yani alem-i misal-i mutlakın mazharı,
    2. Alem-i melekût, âlem-i ceberut yani âlem-i mücerredâtın mazharı,
    3. Alem-i ceberut da, âlem-i âyân-ı sâbite'nin mazharı,
    4. Âyân-ı sabite, esmâ-i ilâhiyye, hazret-i vâhidiyye'nin mazharı,
    5. Esmâ-ı ilâhiyye ve Hz. Vâhidiyye, Hazret-i Ehadiyye'nin mazharıdır.
    Hazret-i Ehadiyyet veya mutlak ***b hazretinden, mülk âlemine yani âlem-i insana doğru ortaya çıkışları (zuhur) halinde teşekkül eden varlıklar hiyerarşisi. Yukarıdan aşağıya doğru tenezzülât-ı hamse tabiriyle anılır.

    HÂZIRİYYE: Bk. Hızriyye.

    HAZIRİYYE: Şeyh Süleyman el-Hazirî ez-Zübeyrî (ö. 965/1557) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu. Sühreverdiyye'nin kollarından biridir.

    HAZM: Arapça, sindirme, hazmetme gibi anlamları olan bir kelime. Geniş göğüslü olmak, ufak tefek kusurları büyütmemek, üzerine düşmemek, herşeyi sızlanma vesilesi yapmamak, alıngan olmamak, mübalâtsız (gönülsüz) olmak.

    HAZMİRİYYE: Ebû Abdullah el-Hazmirî (ö. VIII/XIV. yüzyıl) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu. Hızriyye'nin kollarından biridir.

    HAZR-HADR: Arapça yeşil anlamında bir kelime. Tasavvuf? olarak bast'ı ifade eder. Hadr'ın mizâcî kuvvetleri, ***b ve şehadet âlemine yayılmış olup, ruhanî kuvvetleri de aynı durumdadır.

    HAZRA-HADRA: Arapça, hazır olmak, gelmek anlamında bir kelime. Kuzey Afrika'da yaygın olan Şaziliyye'nin zikir toplantılarına hazra (veya hadra) denir. Talebeler için yapılan günlük hazralarda, akaid, tefsir, fıkıh, hadis dersleri okunur. Bir de haftalık hazralar vardır. Şeyh, müridleriyle buluşur, topluca zikir çekerler. Eğer hazraya yabancı birisi katılırsa, Kur'an kırâeti ve tefsiriyle yetinilir. Yeni intisab eden talebelerin hazrasında, tasavvufî, ahlâkî, sosyal problemler ortaya arzedilip enine boyuna tartışılır. Şeyh, konu ile ilgili görüşünün ne olduğunu söyler. Müridler, yatsıdan gece yarısına kadar süren bu toplantılarda, çokça çay içerler. Hazra'nın sonunda yatsı namazı cemaatle eda edilir. Namazın akabinde "Lailâhe illallah", "velâ havle velâ kuvvete illâ billâhi'l-aliyyil-azim" vs. evrad ve ezkar çekilir. Toplantıya gelen mürid, ayakkabısını yanına alır, Şeyhini selamlayıp elini öptükten sonra, oturma adabına göre yerini alır. Diğer kardeşlerini eliyle selamlar, Bu sırada kısaca selamün aleyküm'le yetinir. Herkes, bulduğu boş yerde, anlatılanları sessizce dinlemek için oturmuştur. Hazra'daki mürid, başını Tâkiye (Ti harfiyle) denen bir örtü ile örter. Bu yoksa mendil kullanır. Ve törene başlanır.

    HAZRET: Hazır olmayı ifade eden Arapça bir kelime. Şeyhu'l-Ekber, Fütûhat'da (1/237-8) hazret-i ilâhî ve hazreti insanî'den bahseder, ilâhî hazretin kendine mahsus üç harfi vardır. Bu iki hazret sayıda ittifak halindedir.
    Vahdet-i Vücûd'da beş ilâhî hazretten bahsedilir: 1. Mutlak ***b hazreti. Âlem-i ilahiyye hazretindeki sabit ayn (öz)lar âlemi olup, mukabilinde mutlak şehâdet hazreti bulunur ki, bunun âlemi de, mülk âlemidir. 2. Muzâf ***b hazreti: Bu da ikiye ayrılır: 3. Mutlak ***be yakın olan muzaf, ***b ki, âlemi, melekûti ve ceberûtî ruhlar âlemidir. Buna, soyut nefisler ve akıllar âlemi de denir. 4. Mutlak şehadete yakın muzâf ***b ki, âlemi, misal âlemidir. Buna melekût âlemi de denir. 5. Beşincisi de, bu dördünü kendinde toplayan hazret-i câmi'dir. Bunun âlemi de, bütün âlemleri ve onlarla olanı kendinde toplayan insan âlemi'dir. Bu hazretleri yediye çıkaran sûfîler de vardır.

    HAZRET-İ EHADİYYET: Arapça, Ehadiyyet (birlik)'in hazır oluşu demektir. Allah'ın sırf kendinden ibaret zâtı. Burada, sıfatlar ve isimler, söz konusu değildir, buna la te'ayyün (belirsizlik) mertebesi denir.

    HAZRET-İ VÂHİDİYYET: Arapça, Vahidiyyet'in hazır oluşu demektir. Hazret-i Ehadiyyetin ortaya çıktığı mertebe olup, Hazret-i ehadiyyetten sonra gelir.

    HAZRET-İ ESMÂİYYE: Arapça isimlere ait hazır oluş anlamındadır. Hazret-i Vahidiyyetin ortaya çıktığı mertebe olup, hazret-i Vâhidiyyetten sonra gelir.

    HAZRET-İ HÜVİYYET: Arapça hüviyyetin hazır oluşu demektir. Bu ***blerin ***bi hazretidir. Buna mutlak hüviyyet denildiği gibi, içlerin içi (batnu'l-bevâtın) hazreti de denir.

    HAZRET-İ İLMİYYE-İ AMÂİYYE : Amâ'ya ait ilmi hazır oluş anlamındadır, Arapça'dır. Bu uluhiyyet veya ***bu'l-guyub mertebesidir.

    HEBA: Arapça, toz anlamına gelir, içinde, âlemdeki bütün suretlerin açıldığı, şekillerin oluştuğu madde. Ancak, hebâ'nın vücudda bir ayn'ı yoktur. Sadece içinde bulundurduğu suretler bakımından vardır. Aslı bakımından yoktur. Bu yönüyle heba, adı olan amâ'ya, cismi bulunmayan Anka'ya benzer. Hebâ'ya heyula da denir. Heba, varlığın dördüncü mertebesinde bulunur. Ondan önceki üç mertebe ise, şunlardır: Akl-ı evvel, nefs-i külli, tabiat-ı külli. Hebâ'dan sonra külli cisim mertebesi bulunur. Hebâ-suret ilişkisi, beyazlık-beyaz ilişkisine benzer. Beyaz olmadan beyazlık anlaşılmadığı gibi, suret olmadan hebâ'yı anlamak mümkün olmaz. 125 asal element ise kainatın oluşumunun başladığı big bang (büyük patlama) dan sonra, bütün bir kozmozu kaplayan tek değerli helyum'dan meydana gelmiştir. Bir toz gibi (veya proto-plazma gibi) tüm kozmozu kaplayan helyumistik oluşum, acaba cisimlerin kendisinden çıktığı heba (toz) olabilir mi? incelemek gerek, düşünmek gerek. Modern kuvantum fiziği ve modern astrofizik çalışmalarının kainat (kozmoz)'ın formasyonunu Cobeu ve Hubble adlı uzay teleskoplarıyla hemen hemen ortaya koymuş bulunuyor. Modern ilimlerin söz konusu olmadığı, dokuz asır önceki zaman diliminde yaşamış islâm düşünürlerinin kozmogenisinin günümüz bilimsel verileriyle paralellik arzetmesi, gerçekten kayda değer... Konuyla ilgili diğer çeşitlemeler için sayın Mehmed Bayraktar (Prof. Dr.) beyefendinin "Modern Bilim ve Tasavvuf" adlı eserine ve Time dergisinin "Dark Matter" ile ilgili en son ilmî veriyi anlatan Mart-1995 sayısına başvurulabilir.
    HEDDAVE: Tazgird (Fas) de göçebeler arasında yaygın bir tasavvuf okulu.

    HEFNEVİYYE: Hafnalı (Mısır) Şeyh Şemsüddin Muhammed b. Salim b. Ahmed eş-Şâfii (ö. 1181/1767-8) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu olup, Cemâliyye-i Halvetiyye'nin koludur.

    HEFT SELÂM: Farsça, yedi selâm demektir. Nevruz günü, güneşin koç burcuna girdiği sırada içilecek süte, üzerinde Kur'an'da "Selâm" ifadesiyle başlayan yedi âyetin yazıldığı bir kâğıt konur ve bu içilirdi. Kur'an'da "Selâm" ifadesiyle başlayan yedi ayet şunlardır: 1. Râd (13), 24, 2. Yasin (36), 58, 3. Sâffât (37), 79, 4. Sâffât (37), 109, 5. Sâffât (37), 120, 6. Sâffât (37), 130, 7. Kadr (97), 5.

    HEMÂDİŞE: Zarhun (Fas)'da Cüzûliyye'nin bir kolu. XVIII. yy.

    HEMEDANİYYE: Kübreviyye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu. Ali Hemedanî (ö. 787/1385) kurmuştur.

    el-HEMMÜ'L-MÜFRED VE'S-SIRRI'L-MÜCERRED: Teke indirilmiş kasıd, azm ve soyutlanmış sır anlamında Arapça iki sıfat tamlaması. Tasavvufta, bu ikisi aynı anlamda kullanılır. Kulun hemm'i (yani içindeki kasdı, azmi) onun sırrıdır, aralarında bir fark yoktur. Kul, nefis meşguliyetinden sıyrıldığı vakit, sırf Allah'a giden yola girmiş olur. Artık o, bütün dikkatini Cenab-ı Allah'a yöneltmiş olup diğer engeller onu oyalamaz. Kul, bu durumda hemm'i (azmi, kasdı) ve sırrı ile Allah'la meşguldür, işte, kulun çokluktan ve engellerden kurtulup, bütün varlığıyla Allah'a yönelişine, el-Hemmü'l-Müfred veya es-Sırru'l-Mücerred denir.

    HERALLİYYE: Ebu'l-Hasen Ali b. Ahmed b. ibrahim el-Herallî et-Tâcibî (ö. 481/1088) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.

    HERCAÎ MEŞREB: Farsça "hercâ", her yer demektir. Karakter yapısı açısından, her yere uyan kişiler için kullanılır. Bu tip kişiler sevilmez "eyyamcı veya eyyam adamı" diye anılır.

    HER CELÂLİN BİR CEMALİ, HER CEMÂLİN BİR CELÂLİ VAR : Bu sözde "muhakkak her zorlukla beraber, bir kolaylık vardır" (İnşirah/5-6) âyetine telmih vardır. Allah'ın âdetidir, sıkıntıyı önce gönderir, ardından da rahatlık verir. Bu yüzden bir sıkıntı gelince, onu takibedecek bir rahatlık ve kolaylığı sabırla beklemek gerek. Ayette de ifâde olunduğu gibi, "Allah daraltır ve genişletir". (Bakara/245) Kainat da önce bitişik (ratk) idi, sonra Allah onu ayırdı, genişletti (fatk) (Enbiya/30).

    HER FİR'AV'IN BİR MUSASI, HER MUSA'NIN BİR FİRAVN'I VARDIR : Bu atasözü ile, "Böylece, her nebi için cin ve insan şeytanlarını düşman kıldık..." (En'âm/112) âyetine telmihde bulunulur, iyiler, kötülerle imtihan olunurken, kötüler de, iyilerle doğru yola iletilir.

    HER GECEYİ KADİR, HER GÖRDÜĞÜNÜ HIZIR BİL: Kul her zamanını değerlendirmek zorundadır. Yaşadığı şu hayatın her ânı, bir Kadir Gecesi gibi kıymetlidir. Zira zaman geçti mi, bir daha geri gelmez. Kuss İbn Saide'nin dediği gibi "Kullu âtin fât" (Her gelen gider.) Hızır, bir Allah dostudur. İslâmî literatürde tesbit edilmiş genel inanca göre o, bir tür dirilik (dikkat ediniz, bizimki gibi değil) sahibidir. Allah, inayetini, bazı kullarına onun üzerinden gönderir. Darda kalanlara karada Hz. Hızır, denizde Hz. İlyas (a.s) ile yardım olunur. Rivayete göre, Hızır en umulmadık yerde ve zamanlarda, en umulmadık şekilde zuhur ediverin Herkes Hızır olabilir. O halde herkese sanki Hızır'mış gibi saygılı davranmak gerekir. Bu atasözü, insan unsurunun ve sıkısıkıya bağlı olduğu zaman boyutunun önemini gösterir.

    HER GÖRDÜĞÜNE KAPILMA : Her gördüğün sakallıyı deden sanma, derler; zira insanlar, göründükleri gibi değildirler. Dışa bakarak hüküm vermemek gerek. Peygamberimiz (s) bir adam hakkında tam kanaat sahibi olmak için, onunla yolculuk veya alış-veriş yapılması gerektiğini tavsiye eder.

    HERKESİN İÇYÜZÜNÜ ALLAH BİLİR : Herkesin içi, diğerine göre ***b durumundadır. Sadr (iç) da olanı kul bilmez. Ayette de bu husus şöyle bildirilir: "Allah sadr (kalp, iç âlem) da olanı bilir". (Al-i İmran/154) İşte bu yüzden, dış görünüşte kötü gibi görünen kişi, iç âlemi itibariyle iyi olabilir. Bu hikmete dayalı olarak Allah, Hucurat suresinin 12. âyetinde hüsn-i zannı emretmiş, su-i zannı yasaklamıştır. Marifet ehli olanlar, bu yüzden hiç kimseyi kıramazlar. Hz. Rasulullah'ın (s), savaşta, düşman tarafından La ilahe illallah" diyen birini, takiyye yapıyor düşüncesiyle öldüren Üsame b. Zeyd'e söylediği "Onun kalbini yardın mı?" ifadesi, bu inceliği gösterir.

    HER ŞEYDEN ELİNİ ETEĞİNİ ÇEKMEK : Bu söz ile, dünyadan değil, dünya sevgisinden uzaklaşmak kastedilir. Geçiciyi kalıcıya feda etmek anlamında olmak üzere, madde ilahını, Vahid ve Kahhar Allah'ın huzurunda kurban etmek, tasavvufta esastır. Ancak Hıristiyan mistiklerinde görüldüğü gibi, bir ruhbanlık sözkonusu değildir. Sadece, sistemin adam yetiştirme yolunda, gerekli kurallarından biri olarak, hayatın küçük kesitlerinde (veya kesitinde) olgunlaşmak üzere, halvet (çile) uygulaması vardır. Bu da, ferdin topluma yararlı hale gelmesi açısından, bireysel değil toplumsal amaçlıdır. Ayrıca bu uygulama, ortalama 70 yıllık (yaklaşık 24.000 günlük) bir insan ömrünün sadece 40 gününe mal olur. Yani, bütün bir ömrün onbinde onyedisidir ki, bu fazla değildir. Bir insanın bir ömür içinde, tuvalette geçirdiği zaman miktarı bile, bu oranın 7-8 misli fazladır. Uyku ve yemek, taksi, otobüs yolculuğumuz, yaptığımız dedikodular ise, bundan kat kat fazladır. Olaya çok yönlü yaklaşılırsa, kulun insan olmak üzere, mükemmel varlıkla, yani Allah ile 40 gün başbaşa yaşadığı mahrem maceranın olumsuz olmadığı görülür. Şeriat ve hedefi açısından, bu tür bir uzaklaşmanın, olumsuz eleştiri konusu olmaması gerektiğini düşünüyoruz.

    HER ŞEYİ BİLEN, BİR ŞEY BİLMEZ : İnsanın bilgisi arttıkça, farkedeceği ilk gerçek şu olmalıdır: "Bilgim arttıkça ne kadar bilgisiz olduğumu anlıyorum" veya "bildiğim bir şey varsa, bir şey bilmediğimdir". Bir insan'ın her şeyi, mükemmel olarak bilmesi mümkün değildir. Bu durumda, hiçliğinin bilinci içerisinde mahviyet göstermesi, dâva sahibi olmaması gerekir, Zira "her ilim sahibinin üzerinde, çok iyi bir bilen (âlim) vardır" (Yusuf/76), o da Allah'tır.

    HER YEMEĞİN LEZZETİ TUZLADIR : Her yemeğin başında ve sonunda bir miktar tuz alıp tatmak, sünnettir. (Cami, II, 29) Hayatın tadı da, lezzeti de, çekilen çilelerledir. Hayatın çileleri, onu tadlandıran tuzudur. Tasavvufda tuz ile ilgili edeb önemlidir.

    Ey birader her taamın lezzeti tuzdan çıkar,
    Tuz-ekmek kadrin bilmeyen akıbet gözden çıkar.

    HERKESE HAKKINI VERMEK : Herkesin üzerimizde farklı farklı hakları vardır. Komşu hakkı, ana-baba hakkı, hanım hakkı, çocuk hakkı, nefis hakkı, hatta hayvan hakkı vs. gibi. İslâmî ölçüler içinde, bütün bunları yerine getirmek gerekir. Mevlâ bu zor konuda yardımcımız olsun, Âmin, bi hürmeti Tâhâ ve Yasin!..

    HEVA: Arapça, arzu istek gibi anlamları vardır. Kâşânî şöyle tanımlar: Nefsin, şeriatı dikkate almaksızın arzuladığı şeylere yönelmesi.

    HEVACİM: Arapça, hücum kelimesinin çoğulu olup saldırılar, hücumlar anlamına gelir. Kulun çabası söz konusu olmadan, vaktin (içinde bulunulan halin) kuvveti sebebiyle kalbe gelen şeye, hevâcim denir. Bkz. Hücum.

    HEVACİS: Arapça, kalbe birden doğan şeyleri ifâde eder. Kâşânî, kalbe gelen nefsanî ilhamları hevacis olarak değerlendirir. Bu terim Kur'an-ı Kerimdeki "ona fücurunu ve takvasını ilham etti" (Şems/8), âyetine dayanır.

    HEVVARİYYE: Ebu Bekr b. Hevvar el-Hevvârî (ö. VIII/XIV.yy) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu.
    HEYÂMÂN: Farsça, şaşkınlık demektir. Coşkun varlık ummanında, ilâhî tecelli nurlarının pırıltısında hayrete dalma, kendinden geçme, mahv olma, cem makamında istiğrak halinde bulunma.

    HEYBET: Arapça. Korkmak ve sakınmak manasınadır. Tasavvuftaki hallerden birinin terim olarak ifadesidir. Tasavvufta makam; kalıcılık, mücâhede ile kazanma, bir öncesi elde edilmeden sonrakine geçememe gibi belli durakları gösterir: Fakr, sabr, zühd, tevekkül gibi. Haller ise; kula mevâhib olarak gelir, yani, kulun çabasından çok Allah'ın ihsanı ve atâsıdır. Daima çifter çifter gelir: Kabz-bast, havf-recâ, heybet-üns, fenâ-bekâ gibi. Hâlin bir özelliği de, şiddetli heyecan durumuna, yani vakte bağlı olmasıdır. Bu durum vâki olmadan gerçekleşmezler: Diğer bir ifâde ile, hâllerin dinamik bir karakteri vardır ve tasavvufî ruhî yükselişin gerçek hareket ettiricileridir. Ruhî yükseliş ancak bunlarla gerçekleşebilir.
    Tasavvufî bir hâl olarak heybet; bir kimsenin veya bir şeyin hadd-i zâtında azametli, celalli, yahut korkunç olmasından sakınıp korkmak veyahut azamet, dehşet, celâl ile veya ululukla korku vermek mânâsına gelir. Yukarıda ifâde ettiğimiz gibi heybet hâlinin eşi üns hâlidir.
    Hucvirî, bu hususa açıklık getirirken şöyle der: Heybet ve üns, Hak yolunun sâliklerinin ve fakirlerinin hallerinden ikisidir. O da şu şekilde olur: Allah, kulunun kalbine celâl şahidi ile tecellî edince kulun bundan payı heybet olur. Cemâl şahidi ile kulun kalbine tecellî edince de, bu sefer onun bundaki nasibi üns olur. Bu suretle, heybet ehli olanlar, O'nun celâlinden meşakkat ve yorgunluk üzere bulunurlar. Üns ehli olanlar ise, onun cemâlinde neş'e içindedirler. O'nun celâlinden muhabbet ateşinde yanan bir kalp ile, O'nun cemâlinden müşahede nurunda pırıl pırıl ışıldayan bir kalp arasında fark vardır.
    Üçüncü devir Melâmîlerinden sayılan ünlü Nakşî şeyhi Muhammed Nur (Arap Hoca), Minhâcü'r-Râgıbîn adlı eserinde konuya şu şekilde açıklık getirir: Heybet ve üns, kabz ve bast'ın üzerinde iki haldirler. Tıpkı kabz ve bast'ın, havf ve recâ'dan üstün olduğu gibi. Heybet, ***betin gereği; üns ise, sahv ve ifâkat hâlinin gereğidir.
    Heybet ve üns, sadece iki hâldirler. Ancak, şahıslara ve makamlara göre, bu şeylerin isimleri değişir. Nefs-i emmâre ve levvâmede bulunan kişi, bu ikisiyle sıfatlanınca, havf ve recâ adını alırlar. Nefs-i mülhimede bulunan kişi sıfatlanınca kabz ve bast, râdıye ve mardıye ve mutmainnede bulunan kişide heybet ve üns adlarını alırlar. Nefs-i kâmilede bu isim celâl ve cemâl olur. Havf ve recâ mübtedîler (başlangıç durumundakiler); kabz ve bast mutavassıtlar (yolu yarılıyanlar); heybet ve üns kâmil (olgunlaşmış kişi); celâl ve cemâl halife (yeryüzünde Allah'ın temsilcisi) içindir.
    Kuşeyrî de bu anlatıma yakın bir tarif ile heybet ve üns'ün kabz ve bast'tan, bu ikisinin de, havf ve recâ'dan üstün olduğunu söyler. Yine ona göre, heybet kabz'dan daha yüce, üns ise bast'tan daha mükemmeldir. Heybet'in hakkı ***bettir. Yani her heybet sahibi, aynı zamanda ***bet sahibidir. Bunların heybeti, ***beti ölçüsünde farklılık arzeder. Üns'ün hakkı da ayıklık (sahv)tır. Her üns sahibi ayıktır.
    Bu teorik muhtevalı tariflere, başta Kur'ân-ı Kerim olmak üzere, çeşitli bazlarda açıklamalı örnekler getirilir: Marifet sahibi olanlara göre, Üns'ün en aşağı derecesindeki kişi, cehenneme atılsa bile, sahib olduğu üns hali kendisini kederlendirmez.
    Cüneyd, şeyhi aynı zamanda dayısı Serî es-Sakatî'den bu konuda şunları nakleder: Kul öyle bir dereceye ulaşır ki, o anda yüzüne kılıçla vursanız hissetmez. Bu psikolojik olaya en güzel örnek Kur'ân-ı Kerim'de Hz.Yusuf kıssasındadır. Züleyha'nın hanım misafirleri, bıçakla ellerindeki meyveyi kesmekle meşgul iken, birden karşılarına çıkan Hz. Yusuf, onları güzelliğiyle büyülemiş, neticede hepsi ellerini kesmişti: "Kadınların kendisini yermesini işitince, onları davet etti. Koltuklar hazırladı, geldiklerinde herbirine birer bıçak verdi. Yusuf'a, yanlarına çık, dedi. Kadınlar Yusuf'u görünce şaşırıp ellerini kestiler ve Allah'ı tenzih ederiz ama, bu insan değil, ancak güzel bir melektir, dediler" (Yusuf Suresi/31). Tefsirlere göre, kadınlar ellerinin kesilmesinden kaynaklanan acıyı, hissetmemişlerdir.
    Yine Hz. Musa'nın, Allah dağa tecellî edince, Tûr-ı Sînâ'da kendinden geçmesi olayı, bir başka Kur'ânî örnektir:" Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tûr-ı Sînâ'ya) gelip de, Rabbi onunla konuşunca"Rabbim, bana (Kendini) göster: Seni göreyim' dedi. (Rabbi), 'Sen, Beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse Sen de Beni göreceksin! buyurdu. Rabbi, o dağa tecellî edince, onu paramparça etti. Musa da baygın düştü. Ayılınca dedi ki Seni noksan sıfatlardan tenzîh ederim, Sana tevbe ettim ve ben inananların ilkiyim" (Araf/143).
    el-Yafiî, bu tür örnekleri Kur'ân-ı Kerim dışına taşırarak daha da müşahhas hâle getirir. Şimdi bu örnekleri görelim:
    Bazı adamlar vardır ki, namazda uzuvları kesilse haberleri olmaz. Hz. Ali'nin ayağına batan okun, namaz esnasında çıkarılışında acı duymayışı bir başka örnektir.
    Zünnûn-ı Mısrî, heybet hâlinin canlı bir misâlini bize şöyle nakleder: Cebel-i Lübnan'da, bir mağarada, dağınık tozlu saçları, bembeyaz başı, zayıf nahif vücudu ile namaz kılan bir Allah dostu gördüm. Namazı bitirince ona selâm verdim, selâmımı aldı, tekrar namaza durdu. Epey bir zaman namazda kaldı. Bitirince de sırtını bir taşa yaslayıp teşbihe başladı. Benimle konuşmuyordu. "Allah sana rahmet etsin" dedim "benim için Allah'a dua et". Cevaben "Allah yakınlığı ile sana enis olsun" karşılığını verdi. "Artırır mısın? diye rica ettim, bu sefer şu açıklamayı yaptı: "Oğulcuğum, Allah yakınlığı ile kimi ünsiyetine alırsa, ona dört özellik verir: 1. Aşiretsiz bir izzet, 2. Talebsiz bir ilim. 3. Malsız, mülksüz bir zenginlik, 4. Cemâatsiz bir üns". Sözünü bitirir bitirmez bir nara attı. Üçgün baygın kaldı. Sonunda iyileşip kendine geldi, ayağa kalktı, abdest aldı. Sonra bana dönerek, kaç vakit namaz geçtiğini, sordu. "Üç gün" deyince, baygınlığının sebebini şu beyitle açıkladı:

    Sevgili, şevkimin rüzgârını anınca
    Sevgilinin anısı tamam oldu, aklımı giderdi.
    Bazı sufîler heybetin; azaba, hicrana ve cezaya yakın olduğunu, ünsün de, vuslat ve rahmetin sonucu şeklinde anlaşılması gerektiğini ifâde ederler. Bir kısım sufîler de, üns için cins birliğinin şart olduğunu, Allah ile kulun aynı cinsten olmadığını, bu yüzden de her ikisinin arasında üns bulunamayacağını ileri sürerler. Bir kısmı da, buna karşı çıkarak şu cevabı verir: "(De ki) Ey kullarım, bugün sizin üzerinize korku yoktur. Sizler mahzun olacak da değilsiniz" (Zuhruf/68) Allah bu şekilde buyurduktan sonra, Hak ile üns imkansızdır diyenlere şaşarız. Kul bu lütfü görünce, mutlaka O'nu sever. O'nu sevince, O'nunla ünsiyet eder. Çünkü dosttan heybet bîgâneliktir. Üns ise vahdettir, birliktir, insanoğlunun sıfatı, kendisine nimet verenle üns halinde olmaktır. Bize Hak'tan gelen bunca nimetler vardır. Heybetten bahsetmemiz halinde, Allah hakkında marifet sahibi olmamız bizim için mümkün değildir.
    Ali b. Osman Cüllâbî Hucvirî, bu iki görüşün doğru olduğunu, aralarında fark bulunmadığını söyleyerek, bunu şu şekilde açıklar:
    "Çünkü heybet sultanı nefs, onun hevâ ve hevesi ve beşeriyetin fâni kılınması hali ile bulunur. Üns sultanı sır, sır da marifet beslemek hali ile beraber bulunur. Allah, celâl tecellîsi ile dostların nefsini fânî kılar, cemâl tecellîsi ile de onların, sırlarını bakî kılar. Fena sahibi olanlar, heybet öncedir, derler; beka ehli olanlar da, üns, üstündür derler.
    Yukarıda anlatılan olaylardan, heybet halinin tahakkuku sırasında çok derin bir psikolojik hissediş bulunduğu anlaşılmaktadır. Riyâzu's-Sûfiyye'nin bu hâli açıklaması şöyledir: "Heybetin hakkı, ***bet yani huzurdan uzaklaşma olmasıyla her bir hâib (heybet sahibi) gâib (***bet sahibi) dir, yani ***r-i hâzırdır. "Yukarıdaki beytin ikinci mısraında da anlatıldığı gibi, heybet, aklın aşıldığı bir haldir. Zira, Allah'ın celâl tecellîsi ile sûfînin aklı gitmiştir. Artık bu durumda sufî, aşkının tecrübesini yaşamaya başlamıştır. Olayın kabaca teknik izahı budur. Heybet (veya ***bet) halinde yaşanılan tecrübe veya tecrübeler, sûfînin ayıklığa yani akıl tavrına dönüşünde, üç boyutlu şehâdet âleminin sembolleriyle açıklanmaya kalkışılınca, anlatımın yetersizliği sebebiyle bazı sıkıntıların zuhur ettiği görülür. Aşkının tecrübesi, süreklilik halinde mekansızlık gibi özellikleri taşırken, şehâdet alemindeki tecrübeler, aklın analizliyerek parçalar hâlinde kavraması, durağanlık, zaman ve mekan içinde oluş gibi vasıflarla (yani diğerinin tam zıddına) sıfatlanmıştır. Bu derin ayrılık sebebiyle aşkının tecrübesi tam olarak anlatılamaz.
    Bu konuda dikkati çeken önemli bir husus, tüm hallerde geçerli olan çifter çifter gelme durumu, heybet-üns ikileminde de görülür. Yani, her heybeti bir üns takip eder.
    Heybet; yer yer korku, ***bet, heyecan sıkıntı, yorgunluk, vahşet vb. negatif muhtevalı psikolojik kavramlarla açıklanmaktadır. Bu da, noksanlık ifâde eden bir durumdur.
    Heybet; türediği kelimenin yapısına uygun olarak, tasavvufî terim alanında benzeri bir fonksiyonu üstlenmiş görülmektedir.
    HEYULA: Arapça, ham madde, ilk madde, pamuk gibi anlamları olan bir kelime. Kâşânî suretlerin, kendinde ortaya çıktığı şeye heyula denir, demektedir.

    HEYULA: Arapça, ham madde, ilk madde, pamuk gibi anlamları olan bir kelime. Kâşânî suretlerin, kendinde ortaya çıktığı şeye heyula denir, demektedir.

    HACER: Arapça, taş demektir. Tasavvufta, insanî latifeden ibarettir. Bir hadisi şerifte Hz.Rasulullah (s) şöyle buyurur: "Hacer, sütten daha fazla bir beyaz renkte olmak üzere indirilmiştir. Ademoğullarıınn hataları, zamanla onu kararttı." O, insanî latifeden ibarettir. Zira, İlâhî hakikat üzerine temellendirilerek yaratılmıştır. "Biz, insanı en güzel kıvam üzere yarattık". (Tin/4) ayeti bu mânâyı içerir. İnsanın bu güzel kıvamı, tabiat, âdet, alâkalara yönelmek ve Allah'tan uzaklaşmakla kararır, işte bu mânâda olmak üzere, "sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik" (Tin/5) denmiştir.


    BURADAN BİR METEHAN GEÇTİ...

  10. #20
    Mete - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    25.Ağustos.2016
    Mesajlar
    450
    Mentioned
    10 Post(s)
    Tagged
    0 Thread(s)
    HIFZ: Arapça, koruma demektir. Peygamberler, Allah tarafından günahtan korunmuştur ki, buna ismet denir. Yani Peygamberler ma'sum'dur. Veliler için de, aynı mânâda olmamak üzere, hıfz söz konusudur. Yani veliler masum değil mahfuzdur. Bu hıfz, velinin günah ve hatada ısrardan korunma halidir. Bunu, şu olay güzel anlatır. "Veli zina yapar mı?" diye Cüneyd'e sorarlar, o da, bir süre murakabeye dalar ve şu cevabı verir, "ve kâne emrullahi kaderan makdûrâ". Yani Allah takdir etmişse yapar. Zira veli, nebi değildir. Hz. Yusuf (as)'un peygamber olmadan önce, "eğer Rabbisinin burhanını görmeseydi, Hz. Yusuf da O'nu (Züleyha'yı) arzu etmişti. Böylece biz, kötülüğü ve fuhşu ondan çevirmek istedik.." (Yusuf/24) şeklinde başından geçen olay da, bu kapsam içinde yer alır.

    HIFZ-I AHDİ'R-RUBUBİYYE VE'L-UBUDİYYE: Arapça olan bu ibare, Rablik ve kulluk sözünün korunması anlamına gelir. Olgun (kemal) luğu Rabbe, noksanlığı kula vermek. Rablik-kulluk andlaşmasının korunmasını ifade eder. Kul, Allah ile olan andlaşmasına uymadığı zaman, durumu dinden dönen (mürted) gibi olur.

    HIFZ-I ENFAS: Arapça, nefesleri korumak demektir. Kulun alıp verdiği her solukta, Mevlasını unutmaması, gaflete düşmemesidir. Nakşîlikte "nefy ü isbât" dersinde, "La ilahe illallah" zikri çekilirken, bir nefes alıp 21 defa bu güzel sözü (La ilahe illallah'ı) kalben ardarda tekrarlamak, müridde, nefes'in kıymetini ve ne derece önemli olduğu bilincini uyandırmak içindir. Kulun her nefesi, eceline doğru attığı bir adımdır. Herkesin soluğu sayılıdır. Soluk çıktımı, bir daha geri dönmez. Tasavvufta, "zaman" bilinci derinleşince, "zamansızlık" denilen sonsuzluk bilincine ulaşılır. Yani, aklın zamanlılığı, kalbin (ruhun) zaman üstülüğü durumuna dönüşür. Zaman'ın üstünde bir "tek ân" vardır. Bu yüzden olgun sûfi; çok nefesi, Rabbanî renge döndürerek tek nefes haline çevirir ki, burada, ölmeden önce ölmenin (veya zamanda zamansızlığı yakalamanın) çok ince bir sırrı vardır, iyi düşünmek gerek!...

    HIFZ-I NİSBET: Arapça, nisbetin, mensubiyetin korunması demektir. Hacı Bektaş-ı Veli'nin Makalât'ında da, şeyhe olan bey'at, bozup, ona sırt çeviren müride, "mürid-i mürted" dendiği kaydedilir. Şeyh'e bağlılığa "Hıfz-ı And", onu terketmeye "Nakz-ı And" denir.

    HIFZU'L-AHD: Arapça, sözleşmeyi korumak anlamında bir isim tamlaması. Kulun, Allah'ın kendisine çizdiği emir ve yasaklara riayet etmesi.

    HILM: Arapça, yumuşak başlı olmayı ifade eden bir kelime, eğer "halm veya hulm" olarak bir başka kalıptan olursa, rüya görmek anlamına gelir. Öfke sırasında kul, itidal ve sükûnetini koruyarak, gücü yetmesine rağmen, muhatabından uzaklaşabiliyorsa, bu özelliğe hilm denir. Allah da el-Halîm'dir, günah işleyen kulun cezasını hemen vermez. Belki hatasından döner diye geciktirir.

    HIRKA: Arapça, bir kelime olup, Türkçe'mizde de kullanılmaktadır. Bez anlamındadır. Tarikat cihazlarından biri de, hırkadır. Dervişler hırkayı, genellikle zikir sırasında giyerler. Önü açık, yakasız, genişçe, kolludur. Mevlevîlerde resmî giysidir. Mürid, şeyhin'in huzuruna çıkarken, mescide, meydana (semahaneye) girerken hırka giyer. Ancak Mevleviler, kural olarak, sema'ya başlamadan önce hırkayı çıkarırlar. Eskiden dervişler, kazancının helâl yoldan olduğuna inandıkları kişilerden bez parçaları alırlar, bunları birbirine dikip hırka yaparlardı. Buna, yamalı anlamında olmak üzere "murakka" (Bkz. murakka) denirdi. Zamanla, kültürümüzde bir zenginlik olarak, hırka ile ilgili çeşitli atasözleri ve terimler teşekkül etmiştir. Hırka giymenin, tarikata girmek gibi bir anlamı vardır. Bu yüzden hırka, müride törenle giydirilir. Hırkanın çeşitli renkleri olabilir. Sülûku bitirenler beyaz hırka giyerler.

    Güncide durur hırkamız altında künûzat
    Dervişleriz, gerçi nazarda fukarayız.
    Ziya Paşa

    HIRKA ALTINDA ER YATAR VEYA HIRKA ALTINDA SULTAN : Zenginler, süslü elbiseler altında dünyalığın kulu iken; dervişler, kaba saba hırka içinde, süse görünüşe aldanmayan, ona tapmayan bir sultandır. Dünyaya önem verenin taptığı şey, dünya; Allah'a önem verenin taptığı varlık ise, Allah'tır. Derviş görünüşte (dıştan) yoksul, içten (özde) ise nefsine ferman okuyan, hükmünü geçiren bir sultandır. Mevlânâ, Mesnevi'nin Dibacesinde dervişleri överken, onları" hırka altında sultan" (Mesnevî Şerhi, l, 5) şeklinde tanımlar.

    HIRKA ALTINDAN ÂLEMİ SEYRETMEK : Derviş, görünüşte hiç bir şeye karışmaz gibi görünürse de, o, sürekli olarak, hadiselerin ve nesnelerin, nedeni, niçini peşinde ibret almakla meşguldür. Varoluşa çok yönlü olarak katılış halindedir. Olayları doğru değerlendirmek; olayların içinde boğulmamak ve dışarıdan geniş bir perspektifle bakmakla mümkündür. Bunu şöye açıklamak isteriz. Hz. Peygamber (s) vefat ettiğinde, Hz. Ömer (r), olayın içinde boğulup değerlendiremeyerek "her kim, Hz. Peygamber (s) öldü derse, boynunu uçururum" derken, aynı olaya daha geniş bir açıdan bakan, olayda boğulmayan Hz. Ebu Bekir (r), Kur'an'dan âyet okuyarak, Hz. Peygamberin (s) ölümlü, Allah'ın ise ölümsüz olduğunu söylemiş ve isabet etmiştir.

    HIRKA GİYDİRMEK : Genellikle çeşitli tarikatlarda, birine şeyhlik, halifelik vermek anlamında kullanılır. Veya tarikata giriş aşamasında başarılı olan müride, törenle bir hırka giydirilerek yola kabul edilir. Bu durumdaki kişi, artık aslî üyedir.

    HIRKA-İ ALİ: Silsilesi, Hz. Ali (r)'de sonuçlanan tarikatlarda, müridin, iradesine girdiği şeyhin elinden giydiği hırka veya hırka ile beraber taca "Hırka-i Ali" denir.

    HIRKA-İ BERENDÂZ: Farsça olan bu kelime hırka atmak anlamındadır. Sema sırasında, müridin, vecd galebesi sonucu, sırtındaki hırkayı atması, sembolik olarak varlıktan soyulmasını ifade eder. Buna "tarh-ı hırka" veya "remy-i hırka" denir.

    Pâbürehne hırka berendaz olan bir mevlevi
    Kubbe-i çarh-ı teveccüd üzre bir Anka olur.
    Tâhirül-Mevlevî
    HIRKA-İ EBU SAİD EL-HUDRÎ: Silsilesi Ebu Sa'id el-Hudrî'de sonuçlanan tarikatlarda, müridin, irâdesine girdiği şeyhin eliyle giydiği hırka veya, hırka ile taca denir.

    HIRKA-İ ENES: Silsilesi Enes b. Mâlik'de biten tarikatlarda, müridin, iradesine girdiği şeyhin elinden giydiği hırka veya hırka ile taca denir. Hırka-i Enes, iki yönden tanınmıştır: 1. İbn Şîrîn, 2. Hasan-ı Basrî vasıtasıyla. Hırka uygulaması, istihsan ile örf haline gelmiştir. Hırka bu şekilde, emirle değil teberrükle sabittir.

    HIRKA-İ FAKR U FENA: Arapça, yoksulluk ve yokluk hırkası demektir. Derviş hırkası.

    Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil
    Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil.
    Yunus Emre

    HACER: Arapça, taş demektir. Tasavvufta, insanî latifeden ibarettir. Bir hadisi şerifte Hz.Rasulullah (s) şöyle buyurur: "Hacer, sütten daha fazla bir beyaz renkte olmak üzere indirilmiştir. Ademoğullarıınn hataları, zamanla onu kararttı." O, insanî latifeden ibarettir. Zira, İlâhî hakikat üzerine temellendirilerek yaratılmıştır. "Biz, insanı en güzel kıvam üzere yarattık". (Tin/4) ayeti bu mânâyı içerir. İnsanın bu güzel kıvamı, tabiat, âdet, alâkalara yönelmek ve Allah'tan uzaklaşmakla kararır, işte bu mânâda olmak üzere, "sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik" (Tin/5) denmiştir.

    HIFZ: Arapça, koruma demektir. Peygamberler, Allah tarafından günahtan korunmuştur ki, buna ismet denir. Yani Peygamberler ma'sum'dur. Veliler için de, aynı mânâda olmamak üzere, hıfz söz konusudur. Yani veliler masum değil mahfuzdur. Bu hıfz, velinin günah ve hatada ısrardan korunma halidir. Bunu, şu olay güzel anlatır. "Veli zina yapar mı?" diye Cüneyd'e sorarlar, o da, bir süre murakabeye dalar ve şu cevabı verir, "ve kâne emrullahi kaderan makdûrâ". Yani Allah takdir etmişse yapar. Zira veli, nebi değildir. Hz. Yusuf (as)'un peygamber olmadan önce, "eğer Rabbisinin burhanını görmeseydi, Hz. Yusuf da O'nu (Züleyha'yı) arzu etmişti. Böylece biz, kötülüğü ve fuhşu ondan çevirmek istedik.." (Yusuf/24) şeklinde başından geçen olay da, bu kapsam içinde yer alır.

    HIFZ-I AHDİ'R-RUBUBİYYE VE'L-UBUDİYYE: Arapça olan bu ibare, Rablik ve kulluk sözünün korunması anlamına gelir. Olgun (kemal) luğu Rabbe, noksanlığı kula vermek. Rablik-kulluk andlaşmasının korunmasını ifade eder. Kul, Allah ile olan andlaşmasına uymadığı zaman, durumu dinden dönen (mürted) gibi olur.

    HIFZ-I ENFAS: Arapça, nefesleri korumak demektir. Kulun alıp verdiği her solukta, Mevlasını unutmaması, gaflete düşmemesidir. Nakşîlikte "nefy ü isbât" dersinde, "La ilahe illallah" zikri çekilirken, bir nefes alıp 21 defa bu güzel sözü (La ilahe illallah'ı) kalben ardarda tekrarlamak, müridde, nefes'in kıymetini ve ne derece önemli olduğu bilincini uyandırmak içindir. Kulun her nefesi, eceline doğru attığı bir adımdır. Herkesin soluğu sayılıdır. Soluk çıktımı, bir daha geri dönmez. Tasavvufta, "zaman" bilinci derinleşince, "zamansızlık" denilen sonsuzluk bilincine ulaşılır. Yani, aklın zamanlılığı, kalbin (ruhun) zaman üstülüğü durumuna dönüşür. Zaman'ın üstünde bir "tek ân" vardır. Bu yüzden olgun sûfi; çok nefesi, Rabbanî renge döndürerek tek nefes haline çevirir ki, burada, ölmeden önce ölmenin (veya zamanda zamansızlığı yakalamanın) çok ince bir sırrı vardır, iyi düşünmek gerek!...

    HIFZ-I NİSBET: Arapça, nisbetin, mensubiyetin korunması demektir. Hacı Bektaş-ı Veli'nin Makalât'ında da, şeyhe olan bey'at, bozup, ona sırt çeviren müride, "mürid-i mürted" dendiği kaydedilir. Şeyh'e bağlılığa "Hıfz-ı And", onu terketmeye "Nakz-ı And" denir.

    HIFZU'L-AHD: Arapça, sözleşmeyi korumak anlamında bir isim tamlaması. Kulun, Allah'ın kendisine çizdiği emir ve yasaklara riayet etmesi.

    HILM: Arapça, yumuşak başlı olmayı ifade eden bir kelime, eğer "halm veya hulm" olarak bir başka kalıptan olursa, rüya görmek anlamına gelir. Öfke sırasında kul, itidal ve sükûnetini koruyarak, gücü yetmesine rağmen, muhatabından uzaklaşabiliyorsa, bu özelliğe hilm denir. Allah da el-Halîm'dir, günah işleyen kulun cezasını hemen vermez. Belki hatasından döner diye geciktirir.

    HIRKA: Arapça, bir kelime olup, Türkçe'mizde de kullanılmaktadır. Bez anlamındadır. Tarikat cihazlarından biri de, hırkadır. Dervişler hırkayı, genellikle zikir sırasında giyerler. Önü açık, yakasız, genişçe, kolludur. Mevlevîlerde resmî giysidir. Mürid, şeyhin'in huzuruna çıkarken, mescide, meydana (semahaneye) girerken hırka giyer. Ancak Mevleviler, kural olarak, sema'ya başlamadan önce hırkayı çıkarırlar. Eskiden dervişler, kazancının helâl yoldan olduğuna inandıkları kişilerden bez parçaları alırlar, bunları birbirine dikip hırka yaparlardı. Buna, yamalı anlamında olmak üzere "murakka" (Bkz. murakka) denirdi. Zamanla, kültürümüzde bir zenginlik olarak, hırka ile ilgili çeşitli atasözleri ve terimler teşekkül etmiştir. Hırka giymenin, tarikata girmek gibi bir anlamı vardır. Bu yüzden hırka, müride törenle giydirilir. Hırkanın çeşitli renkleri olabilir. Sülûku bitirenler beyaz hırka giyerler.

    Güncide durur hırkamız altında künûzat
    Dervişleriz, gerçi nazarda fukarayız.
    Ziya Paşa

    HIRKA ALTINDA ER YATAR VEYA HIRKA ALTINDA SULTAN : Zenginler, süslü elbiseler altında dünyalığın kulu iken; dervişler, kaba saba hırka içinde, süse görünüşe aldanmayan, ona tapmayan bir sultandır. Dünyaya önem verenin taptığı şey, dünya; Allah'a önem verenin taptığı varlık ise, Allah'tır. Derviş görünüşte (dıştan) yoksul, içten (özde) ise nefsine ferman okuyan, hükmünü geçiren bir sultandır. Mevlânâ, Mesnevi'nin Dibacesinde dervişleri överken, onları" hırka altında sultan" (Mesnevî Şerhi, l, 5) şeklinde tanımlar.

    HIRKA ALTINDAN ÂLEMİ SEYRETMEK : Derviş, görünüşte hiç bir şeye karışmaz gibi görünürse de, o, sürekli olarak, hadiselerin ve nesnelerin, nedeni, niçini peşinde ibret almakla meşguldür. Varoluşa çok yönlü olarak katılış halindedir. Olayları doğru değerlendirmek; olayların içinde boğulmamak ve dışarıdan geniş bir perspektifle bakmakla mümkündür. Bunu şöye açıklamak isteriz. Hz. Peygamber (s) vefat ettiğinde, Hz. Ömer (r), olayın içinde boğulup değerlendiremeyerek "her kim, Hz. Peygamber (s) öldü derse, boynunu uçururum" derken, aynı olaya daha geniş bir açıdan bakan, olayda boğulmayan Hz. Ebu Bekir (r), Kur'an'dan âyet okuyarak, Hz. Peygamberin (s) ölümlü, Allah'ın ise ölümsüz olduğunu söylemiş ve isabet etmiştir.

    HIRKA GİYDİRMEK : Genellikle çeşitli tarikatlarda, birine şeyhlik, halifelik vermek anlamında kullanılır. Veya tarikata giriş aşamasında başarılı olan müride, törenle bir hırka giydirilerek yola kabul edilir. Bu durumdaki kişi, artık aslî üyedir.

    HIRKA-İ ALİ: Silsilesi, Hz. Ali (r)'de sonuçlanan tarikatlarda, müridin, iradesine girdiği şeyhin elinden giydiği hırka veya hırka ile beraber taca "Hırka-i Ali" denir.

    HIRKA-İ BERENDÂZ: Farsça olan bu kelime hırka atmak anlamındadır. Sema sırasında, müridin, vecd galebesi sonucu, sırtındaki hırkayı atması, sembolik olarak varlıktan soyulmasını ifade eder. Buna "tarh-ı hırka" veya "remy-i hırka" denir.

    Pâbürehne hırka berendaz olan bir mevlevi
    Kubbe-i çarh-ı teveccüd üzre bir Anka olur.
    Tâhirül-Mevlevî

    HIRKA-İ EBU SAİD EL-HUDRÎ: Silsilesi Ebu Sa'id el-Hudrî'de sonuçlanan tarikatlarda, müridin, irâdesine girdiği şeyhin eliyle giydiği hırka veya, hırka ile taca denir.


    BURADAN BİR METEHAN GEÇTİ...

Sayfa 2 Toplam 6 Sayfadan BirinciBirinci 123456 SonuncuSonuncu

Konu Bilgileri

Bu Konuya Gözatan Kullanıcılar

Şu anda 5 kullanıcı bu konuyu görüntülüyor. (0 kayıtlı ve 5 misafir)

Benzer Konular

  1. İbrahim Ethem Kimdir?
    Konu Sahibi Nartaneside Forum Filozoflar
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 05.Ocak.2018, 22:07
  2. BİLİŞİM TERİMLERİ ile “TÜRKÇE” ÜZERİNE
    Konu Sahibi Nartaneside Forum Edebi Sanatlar
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 28.Kasım.2017, 02:24
  3. Gazi Ethem Paşa
    Konu Sahibi Escobar Forum Osmanlı Devlet Adamları
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 09.Şubat.2016, 15:23
  4. BİLİŞİM TERİMLERİ ile “TÜRKÇE” ÜZERİNE
    Konu Sahibi Escobar Forum Edebiyat Makaleleri
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 22.Nisan.2015, 23:59
  5. Çerkes Ethem
    Konu Sahibi Rhy Forum Yerli Sanatçılar
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 06.Şubat.2014, 12:28

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •  
gaziantep escort bayan gaziantep escort sesli sohbet seks hikaye onwin venüsbet giriş tipobet365 sahabet karabük escort ordu escort kars escort kocaeli escort izmit escort edirne escort ısparta escort karabük escort manisa escort adana escort
ankara escort ankara escort ankara escort bayan escort ankara çankaya escort kızılay escort kızılay escort ankara eskort ankara escort çankaya escort ankara otele gelen escort kayseri escort istanbul escort avrupa yakası escort çapa escort şirinevler escort avcılar escort beylikdüzü escort