kayseri escort ankara escort izmir escort antalya escort bursa escort istanbul escort

Etiketlenen üyelerin listesi

Sayfa 3 Toplam 6 Sayfadan BirinciBirinci 123456 SonuncuSonuncu
Toplam 51 adet sonuctan sayfa basi 21 ile 30 arasi kadar sonuc gösteriliyor
  1. #21
    Mete - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    25.Ağustos.2016
    Mesajlar
    450
    Mentioned
    10 Post(s)
    Tagged
    0 Thread(s)
    HIRKA-İ ENES: Silsilesi Enes b. Mâlik'de biten tarikatlarda, müridin, iradesine girdiği şeyhin elinden giydiği hırka veya hırka ile taca denir. Hırka-i Enes, iki yönden tanınmıştır: 1. İbn Şîrîn, 2. Hasan-ı Basrî vasıtasıyla. Hırka uygulaması, istihsan ile örf haline gelmiştir. Hırka bu şekilde, emirle değil teberrükle sabittir.

    HIRKA-İ FAKR U FENA: Arapça, yoksulluk ve yokluk hırkası demektir. Derviş hırkası.
    HIRKA-İ FARUK: Faruk'un hırkası anlamında Arapça bir tamlama. Silsilesi Hz. Ömer (ra)'de sonuçlanan tarikatlarda, müridin, irâdesine girdiği mürşidden giydiği şeye denir. Bu hırka üç yönden tanınmıştır: 1. Üveys el-Karanî, 2. Ebu Müslim el-Havlânî, 3. Ebu Sa'id el-Hudrî. HIRKA-İ HEZARPÂRE: Farsça, bin parçalı hırka demektir. Melâmat (kınama) yolunu tutanların (dervişlerin) giydiği hırkaya denir. Çok sayıda parçaların dikilmesiyle yapıldığı için, bin parçadan yapılma hırka denmiştir. Bu hırka, şöhret değil, zühd gereği idi. HIRKA-İ HUZEYFE: Arapça, Huzeyfe'nin hırkası demektir. Hasan-i Basrî yoluyla tanınan ve silsilesi, sahabeden Huzeyfe'de sonuçlanan tarikatlarda, müride, bağlandığı mürşidlerce giydirilen taç ile hırkaya veya hırkaya denir. HIRKA-I İRADET: Arapça isteme hırkası demektir. Bu hırkayı giyen tâlib, artık mürid olmuştur. Bu hırkalar çeşitlidir: a) Resm hırkası: Mevlevîlerin önü açık, ayaklara kadar uzun, kollar giyilmezse dizlerden aşağıya kadar uzanır, giyilirse diz kapaklarını biraz aşar, çok geniş kollu, yakasız hırka. Bu hırka, Selçuklularda ulemanın tören giysisi idi. b) Sokak hırkası: Önü açık, genişçe, kolları, yandan dört parmak kadar uzun yakasız hırkadır. HIRKA-İ MURAKKA'A : Arapça, yamalı hırka demektir. Melamet (kınanma) yolunu seçen dervişlerin, çok sayıda parçadan dikilmiş hırkasına denir. (Ayr. bkz. Hırka-i hezarpare). HIRKA-İ OSMAN: Arapça, Osman'ın hırkası demektir. Silsilesi Hz. Osman (r)'a dayanan tarikatlarda, müridin iradesiyle bağlandığı mürşidden giydiği hırka. HIRKA-İ RESMİNE: Farsça, yün hırka demektir. Bir tarikat hırkası. HIRKA-İ SA'ADET: Arapça, mutluluk hırkası demektir. Hz. Rasulullah'ın (s) Topkapı Sarayı'nda, gümüş sandık içinde korunan hırkasına denir. Ashabdan, Ka'b İbn Züheyr (r) bir kaside tertipler ve bunu Hz. Rasûlullah (s.)'ın huzurunda okur. Allah'ın Rasulü (s) bunu beğenir ve sırtında bulunan hırkayı, Ka'b (ra)'a hediye eder. Mısır'ı fethedince, bu hırkayı Mekke Şerifi, mübarek emânetler arasında Yavuz Sultan Selim'e hediye eder. Padişahlar çoğunlukla, her Ramazan'ın onbeşinde Topkapı Sarayı'na alay (merasim bölüğü) ile gider, hırkayı ziyaret ederlerdi. Hırka-i Saadet Dairesi'nde, geceli gündüzlü kesintisiz olarak Kur'an-ı Kerim okunurdu. Bu âdet Osmanlı Devleti yıkılıncaya kadar devam etmiştir. Günümüzde mesai saatlerinde bu adet sürdürülmektedir. Hırka-i Saadet Dairesi Yavuz Sultan Selim tarafından yaptırılmıştır. HIRKA-İ SELMAN: Arapça, Selman'ın hırkası demektir. Silsilesi Selman-ı Farisî (r)'de biten tarikatlarda müridin, iradesine girdiği şeyhin elinden giydiği hırka veya hırkayla birlikte taca denir. Nakşîlikte Bekrî (Sıddikî) silsilenin ikinci halkası Selman-ı Farisî'dir. Selman-ı Farisî'den önceki 1. halka ise Hz. Ebu Bekir (r)'dir. HIRKA-İ SIDDÎK: Arapça, Sıddık'ın hırkası demektir. Silsilesi Hz. Ebu Bekir es-Sıddık (ra)'la biten tarikatlarda müridin, irâdesine girdiği şeyhin elinden giydiği hırka veya hırkayla birlikte taca denir. Nakşîlik Hz. Ebu Bekir (ra)'den gelen bir silsileye sahiptir. HIRKA-İ SUFİYYE: Arapça, sûfiyye hırkası demektir. Müridin, iradesine girdiği şeyhin elinden giydiği şey (şeyler) için kullanılan bir tabirdir. Bu, hırka veya taç gibi bir alâmet olurdu. Hırka giymek, tarikata girişi, mürşidle irtibatı sağlamayı ifade eder. Sahabe ve tabiin arasında hırka giydirmek (İlbâs-ı hırka) gibi bir durum yoktur. Yani emirle değil, örf ile, teberrük yolu ile sabittir. Bununla birlikte, Hz. Rasulullâh (s)'ın Ka'b İbn Züheyr (ra)'e yazdığı kasideden memnun kalarak hırkasını vermesi, Sa'd kabilesi esirleri arasında bulunan süt kardeşi Şeyma (ra)'ya ikram olmak üzere, hırkasını yere serip, üzerine onu oturtması gibi keyfiyetleri de nazar-ı dikkatten uzak tutmamak gerek. Sûfiyye arasında tanınmış hırkalar 8 çeşittir. 1. Hırka-i Sıddık, 2. Hırka-i Ömer, 3. Hırka-i Osman, 4. Hırka-i Ali, 5. Hırka-i Enes, 6. Hırka-i Huzeyfe, 7. Hırka-i Selman, 8. Hırka-i Ebu Said el-Hudrî. Bu hırkalar da çeşitli yollarla tanınmıştır: 1. Hırka-i Sıddık: a) Süleymanu'l-Hayr yoluyla, b) Ebu Bekr el-Ehvazî yoluyla c) Habib-i Kureyşî yoluyla. Ebu Bekr-i Ehvazî'ye olan isnadın rüya yoluyla sabit (emr-i menâmî) olduğu, isnad-ı hakiki şeklinde ortaya çıkmadığı kaydedilir.Vefaiyye ve Şenekiyye tarikatının hırkası budur. Habib-i Kureyşî ise, maruf değildir. 2. Hırka-i Faruk: a) Üveys el-Karanî yoluyla b) Ebu Müslim el-Havlanî yoluyla c) Ebu Sa'id el-Hudrî yoluyla. 3. Hırka-i Osman: Bu hırkanın kesik (geliş yolunun munkatı) olduğu kaydedilir. 4. Hırka-i Ali: a) Hz. Hasan, b) Hz. Hüseyin c) Kümeyi b. Ziyad, d) Üveys el-Karanî, e) Hasan-i Basrî, Hasan-i Basrî'nin, Hz. Ali (r)'den rivayetinin, muhtelefün fih olduğu kaydedilir. 5. Hırka-i Enes: a) İbn Şirin b) Hasan-i Basrî 6. Hırka-i Selman-i Farisî: Bu, hırka-i Hz. Ebu Bekir (r) içinde sayılır. 7. Hırka-i Ebu Huzeyfe: Hasan-i Basrî yoluyla. 8. Hırka-i Ebu Sâ'id el-Hudrî: Bu da, hırka-i Hz. Ömer (r)'e dâhildir. Rivayete göre, Mevlevî hırkasının önceleri önü kapalı iken, sonradan, bir sûfinin kabz'a girdiğinde ferahlamak için önünü yırtmasıyla, "ferecî" adı verilen önü açık olan bu hırka yaygınlaşmıştır. Taç ve hırkanın bir takım adabı vardır. Sırf taç ve hırka giymek, bir şey ifade etmez, onun hakkını vermek gerek... Bunun için Yunus Emre şöyle der: Dervişlik olaydı taç ile hırka Ben dahi alırdım otuza kırka. Ankaravî hırkadan maksadın; kalpteki İlâhî aşk ateşinin olduğunu kaydeder. Muhyiddin İbn Arabî, seyr ü sülük (manevî olgunlaşma yolu) da dört soyut ölümden bahseder, bunları kozmik renkleriyle şöyle sıralar. 1. Mevt-i ebyaz (beyaz ölüm): Açlık, 2. Mevt-i esved (siyah ölüm): İnsanların eza ve cefâsına katlanmak, 3. Mevt-i ahmer (kırmızı ölüm): Nefse karşı koymak, 4. Mevt-i ahdar (yeşil ölüm): Hırka giymek. HIRKA-İ TARİKAT: Arapça, tarikat hırkası demektir. Tarikatta olgunluk makamlarını elde eden kişilere, şeyhleri tarafından "icazetname", "hilâfetnâme" (diploma) verilirdi, icazet verme işlemi sırasında, müride, törenle hırka ve taç giydirildiği için, buna "ilbâs-ı hırka" (hırka giydirme) denir, hırka almaya da "lübs-ı hırka" (hırka giyme) tâbir olunurdu. HIRKA-İ TEBERRÜK: Teberrük, manevî bereket demektir. Bir mürid, bir şeyhten yetişir hilâfetle icazet alır, hırka giyer. Daha sonra hilâfet alan bu mürid, bir başka şeyhten, manevî bağlılık sağlamak üzere hırka giyer. İşte buna hırka-i teberrük denir. Bir tarikata giren yetişmemiş kişi de, manevî bereket olmak üzere hırka giyebilir. HIRKA-İ TEVBE: Arapça, tevbe hırkası demektir. Günahdan tevbeye karar vermiş, hazırlık aşamasındaki derviş (tâlib) lerin giydiği hırkaya "hırka-i tevbe" denir. HIRKA-PUŞ: Farsça, hırka giyen demektir. Dervişler, hırka giydikleri için "hırka-puş" diye de anılırlar. Şimdi seccade-i mânâda, benim, mürşid-i kül Hırka pûşân-ı beyan benden alır feyz-i kelâm. Nef'i. HIRS: Arapça, hırslı, tamahkâr olmak, bir şeye çok düşkün olmak anlamında bir kelime. Bir şeye sahip olmak üzere, insanın tüm gücü ile çaba göstermesi
    HIZIR: Arapça, yeşil demektir. Hz. Musa (s) zamanında yaşamış, veli mi, peygamber mi olduğu konusunda anlaşmazlık bulunan bir mübarek zât. Oturduğu yerdeki sararmış otlar, kalkınca yeşerdiği için, kendisine Hızır (yeşil) dendiği kaydedilir. Âb-ı hayat denilen ebedîlik suyunu, Hz. ilyas (a) ile bulup içtiği için, her ikisinin kıyamet gününe kadar bir tür dirilikle yaşadığına inanılır. Tasavvufta bast haline Hızır, kabz haline ilyas denir. Zamanın kutbuna "Hızır-ı Vakt" adı verilir.

    HIZIR UĞRAMIŞ : Tükenmek bilmeyen yiyecek, içecek, para vs. gibi nesneler için "Hızır uğramış" tabiri kullanılır.

    HIZIR GİBİ YETİŞMEK : ihtiyaç sahibine tam zamanında yetişip, yardım eden için bu söz kullanılır. "Kul bunalmayınca Hızır yetişmez" tabiri de, Hızır'ın genellikle darda kalanlara yardıma koştuğunu ifâde eder.

    HIZIRİYYE: Hz. Hızır (a)'a dayandırılan bir tasavvuf okulu.

    HIZIRİYYE: Fas'da, İbnu'd-Debbâğ (ö. 1717) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.

    HİCÂB: Arapça, perde, engel demektir, istenen ile isteyen arasına giren engele hicâb denir. İnsan, hicâbla, Allah'a yakınlıktan perdelenir. Bu, ya nurânî (aydınlık), ya da zulmânî (karanlık) olur. Nurânî olan ruhun nuru iken, zulmânî de, cismin zulmeti (karanlığı)dir. Nefs, akıl, sır, ruh, hafi gibi müdriklerin her birinin, kendine göre hicabı vardır. Nefsin perdeleri, şehvetler, lezzet ve lehviyyat; kalbin hicabı, Hak'dan ***risini düşünmek; aklın hicabı, makûl mânâlara saplanıp kalmak; hafi'nin hicabı azamet ve kibriya'dır. Vâsıl kişi (olgun insan)'nin, bunlara iltifatı yoktur. Kettanî, sevabı görmek de hicabı görmek de: bir tür hicâbtır, der. Sevap görmek, kulun yaptığı ibadetine karşılık beklemesi şeklinde açıklanır. Kalbe yerleşen ve orada hakikatlerin tecellisine engel olan suretlere, maddî izlere de, hicâb denir.

    HİCABU'L-İZZE, HİCÂBÛL-CELÂL: Allah'ın zatı idrak olunamaz.
    O'nun zâtı, ululuk perdesi (hicâbu'l-izze) ile örtülüdür. Mal, can, vatan sevgisi ve şehvet düşkünlüğü de hicaptır.

    HİCAZ: Arapça, kuşak, bele bağlanan ip, ayıran anlamında bir kelimedir. Suudi Arabistan'ın batısında, coğrafî planda ArapYarımadası'nı Kuzeyden Güneye sıradağlar halinde inerek ayıran bir dağ silsilesi vardır. Bu konumu nedeniyle, bölgeye, Hicaz (ayrılan) adı verilmiştir. Tasavvufta Mekke olarak değerlendirilir.
    Zira hac ve umre ibadetlerindeki, ihram uygulaması, şehvet ve lezzetlere engel teşkil eder. Bazı büyükler, bu mübarek beldede mücavir olarak kalmayı seçmiş, kendilerini oraya vakfetmişlerdir. Zira Allah, oradaki bazı bölgeleri şerefli ve faziletli kılmıştır. Zemahşerî, sürekli Mekke'de kaldığı için, kendisine "carullah" (Allah'ın komşusu)' denmiştir.

    HİCRAN: Arapça, ayrılık demektir. İç ve dış açısından Allah'tan ***rısına meyletme haline hicran denir.

    HİCRET: Arapça, ayrılık demektir. Beden ülkesini terkedip, ruhlar âlemine göçü anlatan bir terim. Yerilen huyları terkedip, övülen huyları elde etmek de, "hicret" olarak tanımlanır.

    HİDAYET: Arapça, irşad etmek, doğru yolu göstermek anlamında bir masdar. Hedefe ulaştıran yolu gösterme, ona varan yolu tutma.

    HİKD: Arapça, kin demektir, insanlar hakkında, kalpte beslenen ve düşmanlıktan kaynaklanan su-i zan, intikam alma duygusu.

    HİKMET: Arapça, hikmet; felsefe, adalet, ilim, hilim, Peygamberlik, Kur'an-ı Kerim, incil, veciz söz anlamlarında kullanılan bir kelime. Amel ve bilgi bütünleşmesinden meydana gelen ilim. İnsan'ın, gücü oranında, dış âlemdeki (afâktaki) nesnelerin hakikatim olduğu gibi bilip, ona göre hareket etmesinden bahseden ilme, hikmet denir. Bu ilim, tabiî, riyazî ve ilâhî olmak üzere üçe ayrılır. Söz ve davranıştaki isabet, olanı olduğu gibi bilmek de, hikmet olarak değerlendirilir. Hikmet, Allah'ın bir ordusu olup, onunla, veli kullarının kalplerini güçlendirir. Türk tasavvuf geleneğinde, tasavvufî şiirlere hikmet denir. Ahmed Yesevî'nin "Divan-ı Hikmef'i gibi. "Kime hikmet verildi ise, ona çok hayır bahşedilmiştir" (Bakara/269).

    HİKEMİYYE: Şeyh Muhammed b. Ebi Bekr el-Hikemî tarafından kurulan bir tasavvuf okulu olup, Kadiriyye'nin kollarmdandır.

    HİKMET-İ CÂMİ'A: Arapça, toplayıcı hikmet demektir. Hakkı bilmek, onunla amel etmek; bâtılı tanıyıp ondan uzaklaşmak. Hz. Peygamber (s), bunu şöyle ifade eder: "Ey Allah'ım bize hakk'ı hak olarak göster, ona uymayı nasib et. Bâtılı bâtıl göster, ondan uzaklaşmaya muvaffak kıl". "Ey Allah'ım bize eşyanın hakikatini göster." Amin.

    HİKMET-İ MANTUKUN BİH: Arapça, anlatılan hikmet demektir. Anlatılan hikmetler; Şeriat, tarikat hakkındaki bilgilerdir.

    HİKMET-İ MEÇHULE: Arapça, bilinmeyen hikmet demektir. Çocukken ölenlerin durumu, ebedî cehennem azabı gibi, mahiyetini anlamaktan uzak olduğumuz, sadece inandığımız veya inanmamız gereken hikmetlere "hikmet-i meçhule" denir.

    HİKMET-İ MESKÛTUN ANHA: Arapça, anlatılamayan hikmet demektir. Rüsum âlimlerinin ve avam tabakasının anlayamadığı hakikat sırları. Bu konuya şu hadis örnek getirilir: Peygamber Efendimiz (s), bir gün ashabıyla Medine sokaklarından geçerken önüne bir kadın çıkarak, yemin ile bahçesine davet eder. Hz. Peygamber (s), ashabıyle birlikte bu davete icabet eder. Görür ki, kadıncağızın çocukları, alevli bir ateş etrafında oynuyorlar. Kadın, Hz. Peygamber (s.)'e "Ya Rasulallah Allah mı kullarına daha merhametli, yoksa ben mi çocuklarıma daha merhametliyim?" diye sorar. Hz. Peygamber (s)'e "Allah daha merhametlidir. Çünkü erhamürrâhimin (acıyanların en acıyanı) dir." karşılığını verir. Kadın bunun üzerine "çocuklarımı ben, hiç şu âteşe atmayı ister miyim?" sorusunu yöneltir. Hz. Peygamber (s) "hayır" karşılığını verir. Bunun üzerine kadın "öyleyse kullarına daha çok acıyan Allah, kullarını ateşe nasıl atar?" deyince, Hz. Rasulullah (s) gözlerinden yaşlar dökerek "bana böyle vahyolundu" cevabını verir. işte bu tür ince sırlar, herkese anlatılmaz. Zira dinleyen anlamaz ve bunun sonucu olarak da sapıtır.

    HİKMETİNDEN SUAL OLUNMAZ : Allah hiçbir şeyi boşa yaratmamıştır (Al-i İmran/191). Yarattığı herşeyin bir hikmeti vardır. Bu, herşeyin hikmetinin anlaşılmayacağını, bilinemeyeceğini, bu yüzden de ona, "hikmeti nedir?" diye soru sorulamayacağını belirten bir atazözüdür. "... Yaptığından sorulmaz..." Enbiya/23.

    HİLAFET: Arapça, halifelik, imamet, emirlik gibi anlamları bulunan bir kelime, islâm devletlerinin yöneticilerine halife denirdi. Taftazanî'ye göre hilafet; Hz. Peygamber (s)'den halef olarak, din ve dünya işlerindeki genel başkanlığa denir. Tarikatların hemen hemen hepsinde, şeyhlik makamına hilâfet denilir. İnsan-ı Kâmil'e, Allah'ın esma ve sıfatlarını ortaya çıkardığı için, halife denilir. Allah'ın ruhundan bir soluk olduğu için, her insan bilkuvve halifedir. insanın bir kul olarak, bunu bilfiil ortaya çıkarması gerekir. Emanet sadece insanda olduğu için, Allah'ın 99 ismini ortaya çıkarabilire kabiliyeti, varlıklar âleminde sadece insana verilmiştir. İki türlü hilâfetten bahsedilir.

    1 . Hilâfet-i Kübra : Bu zahiri dünyanın reisliğini ifade eder.
    2. Hilâfet-i Suğra : Batînî âlemin reisliğini gösterir.

    Yine ikinci bir hilâfet-i kübra, hilâfet-i suğra ayırımı vardır ki, ilki, tarikatta kol oluşturabilme yetkisine sahipliği ifade ederken, ikincisi, bulunduğu tasavvuf okulunun dairesi içinde görev yapar.
    HİLÂFETNÂME: Tasavvuf okulunu usulünce bitirmeyi başararak, irşad (uyarma, doğruyu göstermek) kabiliyetini elde eden kişiye, mürşidlik yapabilirliğini göstermek üzere, şeyh tarafından bir belge verilirdi ki, buna, hilafetname veya icazetname denirdi. Eskiden, icazet verme işi yoktu. Ancak, zamanla müteşeyyıh denen sahte şeyhler çoğalınca, bu usûle başvuruldu. Ancak bu yolun sahtecileri, varlolmaya ne yazık ki, devam etmişlerdir.

    HİLALİYYE: Şeyh Muhammed Hilâlü'r-Rûhü'l-Hemedâniyyü'ş-Şâfiî (ö. 1147/1734) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu olup, Kadiriyye'nin kollarındandır.

    HİL'AT: Arapça, hediye olarak verilen elbise demektir. Tam olarak kaftan anlamına gelir. Padişahlar ve vüzera tarafından giydirilen şeref elbisesine de hil'at denir. Tasavvufta, ilâhî lütuf veya Allah'ın sâlik'e olan bağışını ifade eder.

    HİL'AT-İ UBUDİYYET: Arapça, kulluk giysisi demektir. Allah'ın kuluna yaptığı en büyük ihsanı, ona kulluk elbisesi giydirmesidir.

    HİLLET: Arapça, dostluk demektir. Kulun kendi sıfatlarını terkedip, Hakk'ın sıfatlarıyla süslenmesi. Tasavvufta hillet sembolü, Hz. ibrahim'dir. Bu yüzden ona, ibrahim Halilullah denir.

    HİMMET: Arapça, azim, enerji, istek, arzu, meyi, şevk gibi anlamları olan bir kelime. Bir olgunluk hali veya kulun bir şeyi elde etmek üzere kalbinin bütün gücüyle Hakk'a yönelmesi. Allah'ın icabeti sonucu vuku bulur; tesir Allah'tandır, kul ise duacı olarak vasıtadır, yoksa kul hiçbir zaman Allah (c) olamaz. Velilerin bu anlam çerçevesi içerisinde şekillenen gücü, Arapça şu atasözüyle anlatılır: Himmetü'r-ricâl takla'u'l-cibâl (Allah adamlarının himmeti, dağları yerinden oynatır).
    Sülük ile ilgili derecelerin ilkine himmetu'l-ifaka, ikincisine de himmetu'l-enefe denir. İlki sâliki, geçici (fani) olanları terkedip, sürekli (bakî) olanı istemeye yönlendirir, ikincisi amele karşı sevap istemeye sevkeder ki, bu durumda sâlik, Hakk'a, ihsan üzere ibâdet eder. Yine o, yaklaşmayı taleb etmek için Hakk'a teveccühden geri kalmaz.

    Dem-i Mesih'den etsen recâ-yı himmet der,
    Bu deyr-i köhnede biz de duaya muhtacız.
    Koca Ragıb Paşa

    HİMMETİYYE: Himmet Efendi (ö. 1095/1684)'nin kurduğu bir tasavvuf okulu olup, Bayramiyye'nin kollarmdandır.

    HİMMETU ERBÂBİ'L-HİMEMİ'L-ÂLİYE: Arapça, yüce himmetlere sahip olanların himmeti
    anlamında, zincirleme bir isim tamlaması. Sulukta üçüncü derecenin himmetidir. Bu derecede, sadece Hakk'a bağlanılır, O'nun ***risine iltifat edilmez. Buradaki sâlik, hallere, makamlara, isimler ve sıfatlarda duraksayıp kalmaya razı olmaz; onun hedefi zâtın aynından başkası değildir.

    HİMMETU'L-ENEFE: Arapça, keskin himmet demektir. Sulukta ikinci derece budur. Bu, enefe sahibini amel karşılığı ecir isteğine götürür. Öyle ki, sonunda, kalbine Allah'ın sevap olarak vâdettiği şeyin beklentisi, meşguliyet olarak gelir. Hakk'ı müşahededen geri durmaz. Allah'a ihsan üzere ibadet eder. Allah'a yaklaşmayı istemeye devam eder.

    HİMMETU'L-İFÂKA: Arapça, bolluk ve iyilik himmeti demektir. Sülük (manevî tekamül eğitim; yolun) da, himmet derecelerinin ilki olup, bu derecede olan sâlik, faniyi terkeder, bakiye talib olur.

    HİNDİYYE: Kâdiriyye'nin kollarından biri.

    HİS : Arapça bir şeyi iyice bilmek, yakîni elde etmek, demektir. Nefsin sıfatından ortaya çıkan şekil. Amr el-Mekkî şöyle der: "Bir kimse, vecd galebeleri sırasında bir şey hissetmedim derse, bu yanlıştır. Zira o, hislerin yokluğunun, ancak hisle olacağını idrak edememiştir."

    HİTÂM: Arapça, birşeye mühür basmak, birşeyi tamamlayıp, sonuçlandırmak anlamında, bir masdar. Olgunluk ve yücelik derecelerinde, nihayete ulaşmış kâmil insanın makamına, hitâm denir.

    HİZMET: Aslen Arapça olan bu kelime, Türkçe'mizde de aynı manada kullanılır. Tekkeye yeni giren, ilmin lezzetini tatmamış, hallerin nefesleriyle uyanmamış sâlikin durumu, hizmet olarak değerlendirilir. Himmet, hizmete bağlıdır: "Allah'a yardım ederseniz, O da size yardım eder." (Muhammed/7) âyetiyle, bu espiriye işaret olunur. Nefsini terbiye etmemiş kişilerin, çoğu zaman yaptığı hizmet, onun Allah (c) rızasına ulaşmasına perde olur. Hizmet de putlaşabilir.

    HİZMET DEĞİŞTİRME : Mevlevî ıstılahıdır. Mutfağa, 1001 hizmet günü başlangıcı olmak üzere, yeni bir mürid (can) gelince, orada hizmet değişikliği söz konusu olurdu, mesela ayakçılık yapan biri, yeni mürid geldiğinde, bu görevini ona terkeder, kendisi başka bir hizmete verilirdi. Bir mürid, birden fazla hizmete koşabildiği gibi, çok sayıda mürid bir hizmeti yerine getirebilirdi.

    HİZMET-İ MERDAN: Farsça, erkeklerin hizmeti demektir. Müridlerin tümünün birlikte yapmak zorunda olduğu işler vardı ki, buna, "hizmet-i merdan" (erkeklerin hizmeti) denir. Müridlerin tek başına gördüğü işe sadece, hizmet denirdi.

    HİZMETSİZ YOL ALINMAZ : Hizmetin, insanı olgunlaştıran bir yönü olduğuna işaret eden, bir deyiş.

    HİZMET TAMAM OLICAK : Mevlevîlikte, bir müridin 1001 gün süren hizmet çilesinin sona ermesi. Dış Meydancı bu duruma gelen müride, bir hafta önce "erenler, hizmetin tamam oldu" diye duyuruda bulunurdu.

    HİZMET TENNURESİ : Mevlevî tennurelerinden birinin adı. Diğer tennurenin adı "Semâ Tennuresi" idi. Sema tennuresi, hizmet tennuresinden daha uzun olur ve semâ esnasında şemsiye gibi açılırdı.

    HODBİN: Farsça, kendini iyi gören yani bencil anlamında bir kelime. Kendini beğenmek. Kibirin çeşitli yönlerinden biridir. Yerilmiş bir ahlaktır. Mukabili işar olup, merkeze kendini değil başkasını koymayı, kendinden önce, başkasını düşünmeyi ifâde eder.

    HORA GEÇMEK: "Horden" mastarı Farsçada "yemek" anlamında olup, "hor" kelimesi, bu masdardan türemiştir. "Hora geçmek, bir şeyin makbul olduğunu bildiren bir ifâdedir. "Hora geçirdik": Bir şeyi yedik anlamına gelir.

    HORASAN ÇERAĞI : Bektaşî tabiri. Cem Ayinlerinde bir kandil veya mum yakılırdı. Ocakta yakılan bu kandil veya muma, Horasan Çerağı adı verilirdi. Diğer mum ve kandiller, Horasan Çerağı'ndan alınan ateş ile yakılırdı. Çerağcının mumları yakmak için kullandığı muma, "delil" denirdi.

    HORASAN ERLERİ : Horasan, Melâmetîliğin benimsenerek odaklaştığı bir yer olarak tanınmıştır. Melâmet özelliğini taşıyan kişiler, işte bu yüzden, Horasan bölgesinden olmasa bile, "Horasan Eri" diye anılır. On iki imamın sekizincisinin mezarı, Horasan bölgesinde Tus'da olduğu için, imam Aliyyü'r-Rıza b. Musa Kâzım'a, Şâh-i Horasan denir. Horasan erleri, Anadolu topraklarının İslamlaşmasında önemli rol oynamışlardır.

    HORASAN POSTU : Bektaşî tabiridir. Meydanda, kıble doğrultusunda, ocağın yanıbaşında, kandilin tam altında olmak üzere, yere serilmiş siyah post. Bu post, Hacı Bektaş-i Veli makamıdır. Dede baba bile, bu posta oturamazdı.
    HOR BAKMAK : Küçük ve bayağı görmek. Derviş, âlemi Morlukla görecektir. Yani, kendi dışında herşeyi, iyi ve güzel görecektir. Bir başka deyişle, dış âlemde iyi ve güzeli yakalayabilmelidir. Şeyhin biri, dervişleriyle giderken bir kedi leşiyle karşılaşırlar. Dervişler, leş halindeki kedinin kokusundan tiksinir, kimisi yüzünü çevirir, kimisi yol ortasına atana kızar, Şeyh ise "ne de güzel tüyleri varmış" der, geçer gider. Güzeli yakalayabilmek için, güzelliği önce içte gerçekleştirmek gerekir.

    HORİ: Farsça, zillet, meskenet demektir. Alçakgönüllülük. "Kim tevazu ederse, Allah, onu yüceltir" (Hadis).

    HOŞ GÖRMEK : Her şeyin iyi yanını görmek. "Eşyada aslolan ibahattır" şeklindeki kural, her şeyin özü itibariyle, hakikati itibariyle güzel olduğunu gösterir. Maddedeki öz üzerine inşa edilmiş olumsuz nitelikleri aşıp, ardındaki hakikatin güzelliğini yakalamak, tasavvuf! ruh eğitiminde büyük önem arzeder. Allah'ın Gaffar, Settar, Halim, Rauf, Rahim, Afüv, Gafur sıfatları, hoşgörme ekseni etrafında hâlelenen ince bir espiriyi içerirler. Hoş görmeyi ahlak edinenlerde, Allah'ın bu saydığımız ahlâkı tecellî etmiş olur.

    Elif üstün ötürü, pazar eyle götürü.
    Yaradılanı hoşgör, Yaradandan ötürü.
    Yunus Emre

    HU : Arapça "O" anlamında munfasıl zamir olup, İlâhî isimlerdendir, yani Allah'ın güzel isimlerinden biridir. Allah'ın zâtını ifade eden, mutlak ***b olan hüviyeti. Zikr, önceleri üç, yedi isimle icra edilirken, sonraları oniki isim ile yapılmıştır. Bazı âlimler "Hû, Hû" diye zikir çekmeyi caiz görmemiş ise de, Muhakkıklar ve Sufilerin arifleri, Allah lafzının, O'nun ulûhiyyet mertebesine delâlet ettiği gibi, "Hû" lafzının da "***bet-i zât ve hüviyet-i batınî" ye delâlet edeceğine hükmetmişlerdir. "Hû" ile ilgili deyişlerden bazısı şunlardır: Bir işin bittiğini belirtmek için, "Ya Hû" veya "artık bu işe yâ Hû dedik" denir. Şeyh Galib'in şu beytinde, "ya Hû" bir işin bitmesi anlamında kullanılır:

    Süzülüp o çeşm-i âhû dedi zevk-i vasla ya Hû
    Bu değildi neyleyim, bu; yolum intizara düştü.
    Birisi çağırılırken "Ya Hû" veya "Komşu, Hû" denilir.
    Dervişlik edeplerinden biri de, eşine adıyla hitap etmek yerine "Hûcuğum" veya "Yâ Hûcuğum" inceliğiyle seslenilir.
    Bazı gülbangler, gerçeğin Allah katında makbul olduğunu, onun niyaza layık olduğunu bildirmek üzere, "Gerçeğe Hû" sözüyle biter.
    Mevlâna çoğu zikrini Allah veya Hû sözleriyle yaparmış:
    Hû derim,
    Her gece kudsiler üzerine gönülden Hû Hû derim.
    Mevlâna.
    Ey safa ehli sûfi, gönülden Allah Hû de
    Ey vefalı âşık, candan Allah Hû de
    Mevlâna.
    Safha-i sadrından dâim âşığım efkârı Hû
    Şâkirin şükrü Hû Allah'ı zâkirin ezkârı Hû
    Ravza-i Hû'yu makam et ey Cemâl-i Halvetî
    Tâ vücûdun mülküne keşfola bu esrar-ı Hû
    Cemâlî-i Halvetî

    HUB: Arapça, sevgi, su kabarcığı gibi anlamları olan bir kelime. Allah'ı sevmek, dünyayı sevmek, makam ve mevkiyi sevmek, hep bu kelime ile açıklanır.

    HUBNÂNİYYE: X. Yüzyılda ortaya çıkmış bir Hulûliyye kolu. Allah'ın kula hulul ettiğine (girdiğine) inanan görüş sahiplerine, "Hulûliyye" denir. Ehl-i Sünnet bu görüşü şiddetle reddetmiştir.

    HUBS: Arapça, herhangi birşeyin kötü, çirkin ve bozuk olması anlamında kullanılan bir masdar. Mekruh (çirkin) olan şeylere, hubs denir. Âlem, vahdet-i vücûd telakkisine göre Hakk'ın suretidir. Bu yönüyle âlem, temelde iyidir. "Eşyada temel veya esas olan ibâhattır", şeklindeki mecelle kuralının bu espiriye dayandığı şüphesizdir. İnsan, iki sünnet üzere olup, iyiyi kötü vasıtasıyla bilir. İnsan habis (pis)'i tadarak bildiği halde, tayyib (iyi)'i tadmadan bilir. O, kötülüğü tatmadan, kötü vasıtasıyla iyiyi idrakle kendini meşgul eder. Kötünün, nefsinden uzak kalması durumu, "iyi" sonucunu verir. İşte bu yüzden, iyinin varlığına delâlet eden kötünün, âlemden kalkması, sahih olmaz.


    BURADAN BİR METEHAN GEÇTİ...

  2. #22
    Mete - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    25.Ağustos.2016
    Mesajlar
    450
    Mentioned
    10 Post(s)
    Tagged
    0 Thread(s)
    HUCCETU'L-HAKK ALE'L-HALK: Arapça, Hakk'ın halk üzerindeki delili anlamına bir ifade. Hakk'ın halk üzerindeki delili, kâmil insandır: Hz. Adem (a) gibi. "Ey Adem (a)! onların isimlerini say" (Bakara/31) âyetinden "gizlemekte olduğumuz şeyler" (Bakara/33) âyetine kadar, Hz. Adem (a)'ın, melekler üzerine delil oluşu bu konuda örnek gösterilir.

    HUCUB: Arapça, hicab kelimesinin çoğulu olup, perdeler, engeller anlamına gelir. Kalpte Hakk'ın tecellisine, engel teşkil eden kevnî-şekil izlerine hucub denir.

    HUDA: Arapça, hidayete götürmek, doğru yolu göstermek, irşad etmek anlamlarını ifade eder. Matluba, hedefe ulaştıran yol. Dört tür yol vardır: 1- Sâlik-i Sırf : Nefsin sıfatlarından tamamen kurtulamayanlar, şeriat ve tarikatı iyi bilseler bile mürşid olamazlar. Bunlar sâlik olma özelliğini aşamamıştır. 2- Meczûb-ı Sırf : Akıl nurları, aşk ateşi ile yanmış bu kişiler de, mürşid olamazlar. 3-Sâlik-meczûb : Bu gruptakiler sekr'den sahv'a gelemediği ve temkine ulaşamadığı için mürşid olamazlar. 4- Meczûb ve Sâlik : Cezbesi suluktan önce olduğu için, temkine ulaşmış, mürşid olmaya layık kişilerdir.

    HUKK: Arapça, haklar demektir. Hakka nisbet edilen herşey hukuk, nefse nisbet edilen herşey de huzûzdur. Birinin olduğu yerde diğeri yoktur. Bir görüşe göre, nefsin hukuku, yaşamı ve devamının bağlı olduğu şeydir. Hazlar ise, bunun üzerine ziyade olan şeydir.

    HÜLLE: Arapça, yeni ve güzel elbise, kadın, silah, astarlık kumaş anlamında kullanılan bir kelime. Cennet elbisesi. Hz. İdris'in cennetliklere hülle diktiği söylenir.

    Pazarından gül alırlar, satarlar
    Kokladıban canı cana katarlar
    Gerçekleri bir kıl ile yederler
    Mü'minlere hülle donu biçilir.
    Kul Himmet

    HULUK : Arapça, huy, seciye, din ve adet gibi anlamlar içeren bir kelime olup çoğulu ahlâk'tır. Üzerinde fazlaca düşünmeye gerek kalmadan, iyi davranışların ortaya çıkmasını sağlayan meleke.

    HULUL: Arapça, içice girme anlamında bir kelime. Allah'ın bazı şeylere veya kişilere girmesine hulul denir. Bu inancı taşıyana "Hûlûlî" inanç sistemine "Hulûliyye" denir.

    HULÛLİYYE: Allah'ın bazı sıfatlarının insana hulul ettiğine inanan ve bu halde iken haramlar helal imiş gibi işleyen, sahte, İslâm dışı tasavvuf erbabı.

    HUM: Farsça, fıçı, küp gibi anlamlara gelir. Durulan, beklenen yer. Hum-i aşk!: Aşk küpü. Yesevilerin tefe'ül ettikleri bir küp.
    HUMAR : Arapça, sarhoşluk demektir. Vuslat makamından kesiklik yolu ile değil, kahır yoluyla geri dönmek.

    HUM-HANE: Farsça, küp, şarap mahzeni, meyhane demektir. Aşk duygularının oluştuğu kalp âlemî, zahirî tecelliler âlemi. Tasavvufta Hum-hane gönül olarak değerlendirilir.

    HUM-I AŞK: Farsça, aşk şarabının küpü demektir. Aşk heyecanı ile şaşkın çılgın, yorgun düşmüş aşıkın kalbi.

    HUM-I VÜCÛD: Varlık küpü. Bunun kırılması gerekir.

    HUMİSTAN : Farsça, şarap mahzeni, meyhane demektir. Humhane ile eşanlamlıdır.

    HUMÛL : Arapça, ismi cismi bilinmemek, adsız, nişansız olmak anlamındadır. Şöhretten kaçmak, zelil ve miskin görünmek.

    HURDE-İ TARİKAT: Farsça, hurda, ezilmiş, parçalanmış demektir. Mevlevi tabiridir. Tarikat ile ilgili ufak tefek malûmatlara "hurde-i tarikat" denir.

    HURİYYE: Kendilerinden geçtiklerinde cennet hurileriyle cinsi ilişki kurduklarını ileri sürenler.

    HURKA : Arapça, yanmak demektir. Sâlikin aşk ateşiyle içinin yanması. Nar (ateş) ile de yanılır, Nur (ışık) ile de. Nur ile yananların, hem kendilerini, hem de etrafındakiler! aydınlattığı kaydedilir. "Tasavvuf bir hurka (yanma) idi, hırka haline geldi. "Yani tasavvuf bir yanma işiydi, zamanla şekil ve kıyafet haline dönüştü.

    HURŞÎD : Farsça, güneş demektir. Zat-i Ehadiyyet. Güneş vahdete, ay kesrete işaret eder.

    HURUF: Arapça, kelime, dil, lehçe anlamlarına gelen "harf" kelimesinin çoğuludur. Ayan-ı sabiteden olan basit hakikatlere hurûf denir.

    HURUF-I ÂLİYAT: Arapça, yüce harfler demektir. Ağacın çekirdekte gizli olduğu gibi İlâhî, Zatî şe'nler de, ***blerin ***binde gizlenmiştir.

    HURUFİYYE: Fadlullah Hurufî (800/1398) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu. Orta yoldan ayrılmıştır.

    HUSREVÂN: Farsça, padişahlar demektir. Büyük veliler, evtâd ve ebdal, husrevan olarak anılırlar.

    HÛ SALA: Mevlevîlik tabiridir. Mukabeleye davet için yapılan çağırış "Hû Sala" şeklindedir. Yemeğe davet de aynı çağrıyla yapılırdı.

    HUSUS: Arapça, hususilik anlamındadır. Müminler içinde, Allah'ın hakikat, hal ve makamlar tahsis ettiği kişilere, ehl-i husus denir. Husûsu'l-husus, halleri, makamları geçmiş, tevhid ve tecrid ehlidir. "Sonra Kitabı kullarımız arasından seçtiklerimize miras verdik. Onlardan kimi nefsine zulmedendir, kimi muktesid (orta giden) dir, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçendir. İşte büyük lütuf budur." (Fatır/32) âyetindeki muktesidler ehl-i husus, sabıklar da ehl-i husûsu'l-husûs'tur.

    HUŞ DER DEM: Farsça her an uyanık olmak demektir. Nakşî ıstılahıdır. Sûfilere göre, her insanın soluğu "ha" sesi şeklinde vücûda girip çıkar. Bu, "hâ-yı hüviyet" e işarettir. Bu bakımdan insanoğlu, her nefesde istese de zikir çekmektedir, istemese de... Ancak, insan olayın farkında olmadığından, bu zikir sayılmaz. Tıpkı uykuda sayıklanan söz gibi bir fayda vermez. Zikir hali, her an Allah'ı düşünen kimse için mevcuttur. Tasavvufi olgunluk eğitimi, ihsan şuurunu sağladığı için, bu durumda olan kişiler, her an uyanıktır.

    HUŞU: Arapça, itaat etmek, boyun eğmek, tevazu göstermek, korkmak gibi manalara gelir. Hakk'a boyun eğmek. Kalbin, Hakk'ın önünde hazır bulunmasına da, huşu denmiştir. Hasan-î Basrî huşû'yu; "Kalpte, Allah korkusunun sürekli olarak bulunmasıdır" diye ifade eder. İnsanın kendini alçak gönüllü ve mütevazi kılmasına huşu dendiği gibi, huzû'nun da aynı manaya geldiği kaydedilir. Namazdaki huşû'nun, kulu felaha (kurtuluşa) erdirdiği âyetle sabittir (Mü'minûn/1-2). Namazdaki huşû'nun nasıl olacağı şu şekilde tanımlanmıştır: Kulun, namazda, sağ ve solundakini bilemeyecek derecede, kendini Rabbisine vermesi. Kuşeyrî, Hakk'ın heybetinin kalpte hissedilmesini, huşu olarak değerlendirir.

    HUŞYARİ: Farsça, ayıklık demektir. Sâlikin sarhoşluktan kurtulması.

    H UZU: Arapça, eğilmek, tevazu göstermek demektir. Kulun, nefsini hakir görmesi. Zira, nefsin kibir sahibi olması, bir çeşit şirktir. Huzû, huşu ile eş anlamlı olarak kullanılır.

    HUZUR: Arapça, hazır olmak, gelmek demektir. Huzurun zıddı gâib olmaktır. Halktan gâib olan Hak ile, Hak'dan gâib olan da halk ile huzura erer. Kalbin, Hakk'ın yanında hazır bulunmasına huzûr-ı kalb denir. Mevlevî tabiri olarak huzur, Konya'daki türbe ve merkezî tekkeye denir. Nurî şöyle der: "Ben kaybolunca ortaya O çıkar, ben ortaya çıkınca O kaybolur."

    HUZURA GİTMEK : Mevlevî tâbiridir. Mevlevîliğe mensub müridin Konya'ya gidip, Hz. Mevlanâ'nın türbesini ziyaret etmesine, "huzura gitmek" denir.

    HUZUZ; Arapça, nasip, pay, saadet, şans, şanslı anlamına gelen "hazz" kelimesinin çoğuludur. Bundan, nefsin payı anlaşılır. Nefsin arzu ve isteklerine huzûz denir. Hukukun olduğu yerde huzûz olmaz. Zira ikisi birbirinin zıddıdır. Hakk'ın isteklerine hukuk, nefsinkine huzûz denir. Hukuk, haller makamlar, marifetler, irâdeler, maksûd, muamelât ve ibâdetlerden ibarettir. Tayalisi er-Râzî şöyle der: Hakların ortaya çıktığı yerde hazlar (huzuz) kaybolur. Huzuz ortaya çıkınca da hukuk kaybolur.

    HÜCRE-İ DERVİŞANE: Bir veya iki kişinin kalabileceği küçük oda. Hücre-i fakirane ifadesi de, aynı mânâda kullanılır. Tekke hücreleri, böyle küçük olurdu.

    HÜCRE GÜLBANGİ : Mevlevî tâbiri. Hücreye girerken okunan gülbang. Şöyledir: İnayet-i Yezdan, himmet-i merdân, mekin ü mekân ve safa-yı zemin ü zaman çerağ-ı rûşen, fahr-ı dervişân, zuhûr-ı iman, kanûn-ı merdân, dem-i Hazret-i Mevlânâ, Hû diyelim Hû.

    HÜCRE KÜŞADI : Farsça, küşad açmak demektir. Mevlevî tâbiridir. Hücreyi açmak demektir. Çilesini bitirip hücresine çıkan derviş (can), üç gün hücrede halvette kalırdı. Üç gün sonra meydancı gelir, kapı ve perdesini açardı. Bu halvet müddetinin bittiğini ve o müridin dergâh içinde gezebileceğini gösterirdi. Hücre açılması demek olan hücre küşâdı, buradan kalmıştır.

    HÜCRE-NİŞÎN: Farsça, hücrede oturan demektir. Mevlevî tabiridir. Mevlevîlikte hücreye yerleşebilmek için, çile denilen 1001 günlük bir hizmet süresi gerekliydi. 1001 günlük hizmet bitince, mürid törenle hücreye çıkar (yerleşir) di. Hücre-nişîn (hücrede kalanlar) ler her sabah namazından sonra, murakabe yaparlar, ardından toplanıp beraberce zikir çekerlerdi. O bitince, hücrelerine gidip, evrâd-ı şerif ve zikirle meşgul olurlardı. Hücre-nişînler zorunluluk olmadıkça, mesela ibâdet, ziyaret gibi bir vesile söz konusu olmadıkça, tekkeden dışarı çıkamaz, mutfakta 1001 hizmet gününün başlarında bulunan yeni müridlerle, kalpten kalbe zulmanilik yansımasına engel olmak üzere, ihtilât etmezlerdi. Zaruret olmadıkça, halk ile de ihtilât etmezler, ihtiyaçlarını pazarcılar vasıtasıyla aldırırlardı.

    HÜCREYE ÇIKMAK : 1001 mutfak hizmeti çilesi biten derviş, o gün hamam töreni ile aynı gün, mebde-me'âd sırrı olmak üzere saka (sucu) yerine oturtulurdu. Yine o gün, ikindiden sonra hücreye çıkmadan önce, meydancı vasıtasıyla, şeyhin huzuruna çıkarılır, Şeyh tarafından sikkesi tekrirlenirdi. O gün, ya Pazartesi'ye, da Cuma'ya tesadüf ettirilirdi. Yemekten sonra, meydan-ı şerif'de, resm (tören) ve tarikat geleneği üzere, ihvanın cümlesiyle müsafaha eder, ondan sonra, Meydancı'nın beraberliğinde hücresine gönderilirdi.

    HÜCUM: Arapça, ansızın hücum etmek üzerine saldırmak anlamına bir masdar. Nefs, nevadan uzaklaşıp, Hakk'a rağbet edip şehvetlere meyletmezse, yücelmeye muvaffak olur. Bu güçlü yöneliş, hâlis olan nefsi, Allah'a yaklaşma ve matlûbu isteme yolunda mesafe aldırır. Bu, bir tür nefis cihâdıdır. Sâlik, nefsini derin bir denizde bulursa, orada yüzmeye başlar. Yahut korkunç bir sahraya düşerse, ona dalar gider, yahut da bir ateşle yüz yüze gelirse, hücumla ona karşı koyar. Hücuma yakın anlamda olmak üzere, galebe de kullanılır. Vaktin kuvvetiyle kalbe gelen şeye, hücum denir.

    HÜDAFÜRUŞ: Gösteriş yapan sofu.

    HÜNKAR: Hünk Farsça'da bahtlı, sa'detli anlamına gelir. Hünk, ar ism-i faili ile birleşerek hünkâr olmuştur. Osmanlı Padişahlarına hünkâr denirdi. Bu tâbir, ehlullahın büyükleri için de kullanılırdı. Mevlana Celâleddin-i Rumi'ye Molla Hünkâr denirdi.

    HÜRRİYET: Arapça, özgürlük demektir. Allah'tan başkasının kulu ve kölesi olmamak. Bir başka deyişle, hatırın, Allah'tan ***risine bağlanmamasıdır. Hürriyet çeşitlidir: 1- Avam (halk) tabakasının hürriyeti, şehvetin köleliğinden uzaklaşmak şeklindedir. 2- Havassın hürriyeti, Hakk'ın iradesinde, iradelerini fani kıldıkları için, isteklerinin köleliğinden kurtulmak olarak tecelli eder. 3- Havvassu'l-Havassın hürriyeti ise, nurların nurunun tecellisinde boğulmak üzere, eserler ve şekillerin esaretinden sıyrılmak olarak tanımlanır. Cüneyd, hürriyeti, arifin son makamı olarak değerlendirir. Bişr "Allah seni hür yarattı, öyleyse bu yaratılışını muhafaza et" der. Sâlik hürriyetini elde edince, Allah'a sadık bir kul olur, ona ihlasla taat eder. Allah'ın kazasına sabırlıdır. Verdiği rızktan hoşnuttur.

    HÜSN: Arapça, güzellik demektir. Zâttaki kemaldir ki, sadece Hakk'da bulunur. Âlemdeki bütün güzellikler, O'nun güzelliğindendir. Hüsn, ilâhî güzelliktir.

    HÜVİYYET: Bir şeyin hakikati, mahiyeti. Bütün varlıklara sirayet eden mutlak varlık. Ağaç, kayıtsız şartsız çekirdeğin içinde bulunduğu gibi, ***b alemindeki bütün hakikatleri ihtiva eden mutlak hakikat.

    HÜZÜN: Arapça, üzüntü demektir. Hüzn, sûfiyyenin hayat ve suluklarında vasıflarındandır. Ayrılığa düşen kalbin bulunduğu kabz (tutukluk) haline, hüzün denir. Hüzn, kalbi incelterek sevinç ve neşeyi istemekten men eder. Dekkâ, kulun senelerce alamadığı yolu, hüzn ile bir ayda alacağı kanaatindedir. Haberde şöyle gelmiştir: "Allahü Tealâ her hüzünlü kalbi sever." Sûfiyyeye göre hüzn, kulun hasenatının artmasına vesiledir. Onun her ne zaman dünya ile ilgili keder ve hüznü artarsa, âhirette de sevabı artar. Yine Selef-i Şalinin şöyle der: "Her şeyin bir zekâtı vardır. Aklın zekâtı, hüznün uzamasıdır." Bir hadis-i şerif'de Hz. Rasulullah (s) "Eğer benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız." (Suyutî, Camiu's-Sagir, Ebuzer rivayet etmiştir.) buyurmuştur. Ayet: "Çok ağlayınız, az gülünüz".


    BURADAN BİR METEHAN GEÇTİ...

  3. #23
    Mete - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    25.Ağustos.2016
    Mesajlar
    450
    Mentioned
    10 Post(s)
    Tagged
    0 Thread(s)
    *İ*



    IRAKIYYE : Muhammed b. Irakî el-Musavî tarafından kurulmuş bir tasavvuf okuludur.
    ISTIFA: Bir şeyin güzidesini seçmek, tercih etmek manasına Arapça bir kelime. Tasavvufta seçilmiş kul, baştan beri İlâhî tutuşun altında rehindir. Hakim Tirmizî, müctebânın da seçilmiş (Mustafâ) olduğunu söyler. İşin başında kendisi için hazırlanan mertebe dolayısıyla, bu kişinin nefsi gitmemiştir. Durum böyle olmasa bu nefis, ikram edilmiş aziz bir makama helal olurdu. Bu sebeble o, nefsi ve seçilmişlik makamı arasında tam bir engel ile perdelidir. Hatta bu, Allah'ın ata (bağış) lan konusunda kalbe iştirak etmez, ancak Allah, inayeti (manevî yardımı) ile bu nefsi kendisine dost edinir. Bu nefse Allah, dayanacağı miktarda ilhâmî bağış nurlarını, azar azar döker. Sonunda o kulda, arzular ve dünya şehvetleri kaybolur. Böylece Allah, onu yakınlık ve bağış tatlılığı ile sarhoş eder. O vakit, büyük yakınlık makamına ulaşır. Kalbten alman şey, bu makamda alınır. Burada kalp ile onun arasında bir engel bulunmaz. Zira bu durumda o, nefsin şehvetlerle kirletemeyeceği derecede, Allah'a boyun eğmiştir. Nefsinde istek ve şehvet kalmamıştır. Artık her şey, Allah'ın dilemesi ve takdiri ile olmaktadır. Bu nefis, kendi isteği ile Allah'a teslim olmuştur. O sırada kalple beraber nefis, mülkten mülke, mertebeden mertebeye intikal etmektedir. Bu gidişin sonunda o, büyük sıddıkiyet makamına kavuşur. Bu büyük makamı, Allah kendi huzurunda bu nefis için hazırlamıştır. Bu makama ulaşır, kendisine açılır, sonra döner ve Allah'ın kabzası (kontrolü) 'nda olur. Nitekim Allah En'am Sûresinin 87. âyetinde şöyle buyurmuştur: "Onları seçtik ve doğru yola erdirdik", istifa, Allah tarafından seçilmedir, hidayet de yine Allah tarafındandır. Yine Hac Sûresi 75. âyetinde şöyle buyrulur: "Allah, insan ve meleklerden bazılarını resul olarak seçti". Başlangıcın nefsin ile, seçilmen ise, nefsinden dolayıdır, istifa konusu, bazı sûfilerce şu şekilde yorumlanır: istifa; Allah'ın kulun kalbini, kendisini tanımak üzere boşaltması, neticede bu, marifetin, kalpte safâyı yayması demektir. Bu dereceye ulaşma konusunda, mü'minlerin havassı, avammı, âsi veya mutî olanı, velî veya peygamber olanı eşittirler. Kur'an'da Allah şöyle buyurur: "Kullarımızdan dilediklerimizi Kitab'a mirasçı kıldık, onların bir kısmı zalim, bir kısmı muktesid (orta), bir kısmı da hayırda ileri gitmiştir" (Fatır/32).
    İSTİLÂM: Arapça, kesmek, kökünden sökmek mânâsına gelen bir kelimedir. Tasavvuf ıstılahında, kalpteki aşırı sevgiye denir, istilâm; Hakk'ın, kulu kendisine mağlub eden galebeleridir. Bu da, kulun iradesini kaldırması konusunda lütuf imtihanı ile olur. Serrâc'a göre istilâm şudur: Sufiyye yoluna giren sadık mürid, o yolda, içini ve dışını hâlis kılar. Kalbine Hakk'ın nuru değer, orada ilhâmî bilgi zuhur eder, kendini kaplayan vecd halinde lahzalar devam eder. Bu vecd hali arttıkça, sevgisi de artar, işte bu duruma, sûfiyye ıstılahında istilâm denir. Zira bu durumda kalp, sultan-ı veled ile meşgul olur ve onda sükûnet bulur.
    ISTINA': iyi yapmak, birisini seçm.ek, dostlar, için davet ve ziyaret tertip etmek vs. gibi manaları ifade eden Arapça bir kelime. Allah'ın kulunu güzel ahlâkla süslemesi, onu nefsanî özelliklerden sıyırıp, iyi özelliklerle muttasıf kılması. Allah, bu dereceyi enbiyâ ve sıddîklara tahsis etmiştir. Nitekim Tâhâ sûresinin 41. âyetinde, "seni kendim için ayırdım" ifadesi ile Hz. Musa'nın, İlâhî bir terbiyeye maruz kaldığını görürüz. Buradaki ıştına', ifade ettiği mana ile, Allah'ın sıddîklara olduğu gibi, nebîlere de tahsîs ettiği yüksek bir makamdır. Harraz bu konuyu açıklarken, "Allah'tan gelen ilk şey, bu gibi kulları kendi için ayırması (seçmesi) dır. Bu da, sürekli tevhid halinin ortaya çıkışı bakımından, tevhide ilk giriştir." der. Bu mânâda sâlikin, Allah'a doğru (yani mükemmelleşmeye doğru) yol alırken, tüm kötü özelliklerinden, nefsinin arzularından ve şehvetlerinden sıyrılması ve Allah'da, Allah'tan, Allah için ve Allah'la varlığını sürdürmesi, söz konusudur. Böylece kul, itaatkâr, Allah'a bağlı ve Rabbânî hale gelir. Tam anlamıyla sâdık ve sıddîk olur. Ancak, Allah için nazar eder, ancak Allah'ın gözü ile bakar ve Allah'ın nuru ile görür, velayeti tamamlayarak sıddîklık makamına hak kazanır. Ancak ıstınâ'da veli ve nebinin sınanmaması diye bir şey söz konusu değildir. Allah, ezelî ilmiyle onun ne olacağını bilmekle birlikte, onu minnet ve nimetleriyle denemeye maruz bırakır. Hattâ veli ve nebiler, insanlar içinde en çok mihnete ve belâya uğrayan kişilerdir. Allah'ın bir veli veya nebiyi, kendisi için seçmesi (ıstına'), onu nimetleri ile denemesinden başkası değildir.
    IŞIK : Dervişler için kullanılan bir tabir olup, âşık kelimesinden bozmadır. Bursa'da Işıklar denilen yerin adı; orada bazı velilerin bulunması veya ölünce mezarlarının orada bulunmasından kaynaklanmaktadır.
    İBADET : Boyun eğmek, kulluk etmek ve itaat etmek anlamında Arapça bir kelime. Kaşanî'ye göre, âmme için Allah'a tezellülün son noktasıdır.

    İBADİYYE: Aleviyye'nin kollarından, Abdullah b. Muhammed el-Yemenî tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.

    İBAHİYYE: Sapık mezheblerden biridir. Bu mezhebe göre, günahlardan kaçınmaya ve farzları yapmaya gücümüz yetmez. Bu âlemde kimsenin rütbesi, gücü yoktur. Herkes mal ve hanım konusunda ortaktır.

    İBLİS: Şeytanın diğer adı, çoğulu ebâlis veya ebâlise'dir. Cinlerdendir.

    İBNÜ ABBADİYYE: Zerrûkiyye'nin kollarından biri. İbn Abbâd (ö. 792/1390) tarafından kurulmuştur.

    İBNÜ BARRACANİYYE: Abdüsselam b. Abdurrahman el-İfrıkî (ö. 536/1141) tarafından kurulmuş bir sûfiyye okulu.

    İBNÜ HAREZMİYYE: Abdü'l-Hasan Ali b. ismail b. Muhammed b. Abdullah b. Hırızmî el-Osmânî (ö. XIX. y.y.)'nin kurduğu bir tasavvuf okulu. Sühreverdiyye'nin kollarından biridir.

    İBNU'L-ÂRİFİYYE: Abdulabbas Ahmed b. Muhammed b. Musa b. el-Ârif et-Tancî (ö. 586/1190) tarafından kurulmuştur. Cüneydiyye'nin kollarından biridir.

    İBNÜ'L-VAKT: Arapça, vaktin oğlu demektir. Tasavvufta geçmiş ve gelecek endişesinden kurtulmuş, şimdiki ânı yaşayan sufi'ye ibnu'l-vakt denir. Sufî tabirlerinin dışında olmak üzere, bu ifâde, zamanın uyarına giden, vaktin icablarına göre hareket eden, mizaç ve tabiata göre söz söyleyen, müsamahakâr kişiler için kullanılır. İbnû'l-vakt, halin kullandığı kişidir.

    Harabat ehline düzâh azabın anma ey zâhid
    Ki bunlar ibn-i vakt olmuş gam-ı ferdayı bilmezler.
    Hayalî

    İBNÜ'Z-ZEYYATİYYE: Ebû Yakub Yusuf b. Yahya b. isa b. Abdurrahman el-Merâkeşî tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.

    İBRAHİMİYYE: Ünlü Halvetî Şeyhi Kuşadalı ibrahim Efendi (ö. 1264/1849) tarafından tesis edilen bir tasavvuf okulu. Halvetîliğin Çerkeşiyye'sinden doğmuştur.

    İBRET: ibret, hâllere bakıp ibret alma, ders alma vs. gibi manaları ihtiva eden Arapça bir kelime. Hayır ve şer konusunda, insanların hallerinin dışa vuran durumlarından ders almak, dünyada (orada insanların başına gelenler, sonra âhirete göçmeleri, âhirette başa gelecekler vs. gibi) gizli hususlardan ibret almak, bu gibi durumlara bakarak, gereği gibi davranışlarda bulunmak şeklinde açıklanan bir tâbirdir. Hz. Peygamber (s) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: "Dilimin zikir, himmetimin fikr, bakışımın ibret olmasıyla emrolundum". (Sahih-i Müslim, c. V.) Eşyanın dışına ait hikmetleri görmek, hakîmlerin işidir. Varlığın dışa ait formlarından, içyüzüne yönelme sonucu kul, her şeyde Hakk'ı ve O'nun sıfatlarını görür.

    İBRİK : Arapça. Özel madenî testiye benzer, genellikle abdest almada kullanılan su kabı. Özellikle tasavvufun erken dönemlerinde sıkça görüldüğü gibi, sufîler, yolculuk sırasında, yanlarında ibrik taşırlar, buna, rekve, mathara ve râviye derlerdi. Bu, yolculuk âdabındandı. Aynı zamanda sünnettir.

    İSTİLÂ: Arapça'da deneme, sınama manasına gelir. Bu sınama ya hayırla olur, ya da şer ile veya nimet, ya da hikmetle... Tasavvuf ıstılahında ibtilâ; Allah'ın, sıdkını öğrenmek üzere, kulunu bir takım denemelere tâbi tutmasıdır. Kur'an-ı Kerim'de açıklandığı üzere, Allah ehl-i cenneti dünyada iken bir takım sınavlardan geçirmiştir: "Biz cennet ehlini sınadığımız gibi, onları (da) sınadık". (Kalem/17)", Allah kalblerinizdekini sınamak için..." (Al-i İmran/104) Allah, katından zafer bağışlamak tarzında belâ-i hasen ve savaşta şiddetle sarsmak şeklinde farklı bir bela ile kulunu imtihandan geçirir. Bu olaylardan sonra kulunun durumuna bakar, halinde, sıdkında, imanında, yaşayışında sapmalar var mı, yok mu, kontrol eder. Böylece kulun ihlası (samimiyeti), Allah'a dayanması ve doğruluğu ortaya çıkar. Bu iki kutuplu denemeye Fecr suresinin şu âyetlerinde açık bir işaret vardır: "Rabbi, kulunu deneyip ona ikram edip, nimet verince, o kul, Rabbim bana ikram etti' der iken, bu nimetin kısılma durumunda "Rabbim bana ihanet etti, der" (Fecr/15-16). İbtilâ; müridin Allah'a kavuşma (yani O'nun ahlakıyla ahlâklanma) sürecinde başından geçen bir çeşit tecrübedir. Bu hayır veya şer suretinde olur. İnsanların arasında en büyük denemeyi geçirenler, nebilerdir. Peygamberler arasında belâya en fazla mâruz kalanı, Hz. Peygamber (s) Efendimizdir. Şer şeklindeki belâ, malın elden gitmesi, çocuğun ölmesi, açlık, korku, mahrumiyet şeklinde görülür. Bu husus Enbiyâ Sûresinin 35. âyet-i kerimesinde şöyle belirtilir: "Sizi fitne olmak üzere hayır ve şer ile deneriz, ondan sonra bize dönersiniz". İnsan sabırlı, cihad ehli ve Allah'tan razı olmayınca, gelen belâya isyan eder; böylece, Allah'a itaat yolundan çıkar, ihlası terkeder, derecesi azalır, noksanlaşır ve hüsrana uğrayanlardan olur. Aksi durumda, gelene sabreder de razı olursa, manevî olgunluğun zirvesine ulaşır. Allah, kulunu mal ile de imtihan ederek, ihlâsının, rızasının derecesini öğrenir. Bilindiği gibi; bir kimsenin yanında mal, mülk olacak, ancak ona en ufak bir meyli bulunmayacak, ona rağbet etmeyecek, işte bu kişiye zâhid denir. Yanında mal, mülk olmayıp da, mala mülke rağbet etmeyene zâhid denmez. Bu şekilde zengin olmakla birlikte zühd sahibi olmak bir ibtilâdır. Zâhid yanındaki malın azalması veya çoğalmasına en ufak bir önem atfetmez.

    İ'CÂB: Arapça, kendini beğenmeyi ifade eden if'al babından bir masdar. Kendini, ibâdetini beğenme, önemli bir nefis hastalığıdır; bu, aynı zamanda başkasını küçük görmek demektir. Bkz.: Ucub.

    İCABET: Arapça, çağrıya olumlu karşılık vermeyi ifade eden bir kelime. Kulun, Allah ile olan sözleşmesi. Hak ile sohbet, iki kelime ile özetlenir: 1. İcabet, 2. İstikamet, İcabet, söz vermedir. İstikâmet de, verilen sözü yerine getirme, sadâkat göstermedir, icabet şeriat, istikâmet hakikattir.

    İCAZET-NAME: Arapça-Farsça bir terkib. İzin mektubu, bir nevi diploma mânâsına gelir. Şeyhlerin, olgunluk makamlarını aşan ve irşad mertebesine yükselip gelenlere, gördükleri terbiye ve irşad sınırları içinde, talihlerin (isteklilerin) terbiye ve irşad edilmesi konusunda verdikleri izin. Bunu belgeleyen, mezuniyet kağıdına da icâzet-nâme denir. İcâzet-nâme alanlara, şeyh tarafından merasimle taç giydirilirdi. Bazı tasavvuf okullarında, taç yerine "hırka giydirmek" tabiri kullanılır.

    İCTİBÂ: Arapça, seçmek, kendine ayırmak mânâsına bir kelime. Sufilerin halini iki şey toplar, bir araya getirir. "Dilediğini kendine seçer. Kendine yönelene de, Kendine giden doğru yolu (hidayeti nasib eder) gösterir". (Şura/13) âyeti bu hususu açıklar. Bir grup sufiyye, ictibâyı sırf ictibâya hasrederken, bir kısmı da, yönelme denen başlangıç şartıyla, hidâyete tahsis eder. Harrâz şöyle der: Muhlisler mürid değil muraddırlar. Mevlâları bunları seçmiş, onlar üzerindeki nimeti tamamlamış, onlar için keramet hazırlamış, onlardan istek (taleb)'i kaldırmıştır. Sırf ictibâ, kulun kazanmasına bağlı değildir. Bu, murad (istenen), mahbûb (sevgili)'un hâlidir. Kulun çalışması olmadan, Allah nimetini kendiliğinden, hibe olarak da verir.

    İCTİHAD : Arapça. Bütün gücünü harcama manasına gelir. Tasavvuf deyimi olarak, sûfinin, meşakkat ve külfeti gerektiren işlere yönelmesi, onları yapmaya çalışmasıdır.

    ÎD: Arapça, bayram demektir. Amelleri tekrarlama sonucu, tecellîlerin kalp üzerinde tekrar bulması manasına gelir. Cem makamı.

    İDLÂL: Arapça, naz ve işve yapmak anlamında bir kelime. Allah katında naz sahibi olmak, ve O'nun katında nâzı geçmek.
    İDRÂK:Arapça, kavramak demektir. Tehânevî'ye göre idrâk iki çeşittir: 1. Basît idrak: Hakk'ın vücûdunu (varlığını) idrak etmekle beraber, bu idrakin ve idrak edilen Hakk'ın şuurunda olmamak. 2. Mürekkeb (Bileşik) İdrak: Hakk'ın varlığını idrak etmekle beraber, bu idrakin ve idrâk edilen Hakk'ın şuurunda olmak.

    İDRİSİYYE: Hızriyye'nin kollarından biridir. Kurucusu; Seydî Ahmed b. İdris el-Fâsî'dir. 1253 /1837 senesinde Zübeyde'de vefat etmiştir. Bu tasavvuf yolunun temeli; Hz. Muhammed (s)'in ahlâkını gerçekleştirmek, ve "La ilahe illallah Muhammedün Rasûlullâh" zikrine bütün gücü ile, dil ve düşünce ortaklığı şartına bağlı olarak devam etmekten ibarettir. Seydî Ahmed, tasavvuf olgunluğunu, Hüseyn el-Mısrî'nin yanında elde etmiştir.

    İGTİŞÂŞİYYE: Kübreviyye'nin Horasan kolu olan bir tasavvuf okulu. Kurucusu, İshak el-Huttalanî (ö. VIII/XV. y.y.)dir. Kübreviyye'nin Horasan koludur.

    İHÂNE: Bir şeyi hakir görmek, küçük görmek anlamında Arapça bir kelime. Kâfir ve fâcirlerden zuhur eden harikulade şeylere ihâne denir.

    İHBAT: Alçak gönüllü, huşu sahibi olmak manasına Arapça bir kelimedir. Tasavvuf ıstılahında ihbât'a ulaşan kimse, gönül huzurunu elde eden ve sükûnete ermiş, şehvet açısından günaha girmekten uzaklaşmış, istekleri gafletten sıyrılmış, talebi gönül rahatlığında kavuşmuştur. Aksi durumda, irâdeye bir nedenle noksanlık arız olur, bir fitne olarak yol alamaz. Övme ve yermenin eşit olması ve nefsi kınamanın sürmesi, insanların eksikliklerini görmemek, ihbâtın özelliklerindendir.

    İHLÂS: Gösterişi bırakmak, taatta, ibadette samimi olmak manalarını ihtiva eden Arapça bir ifade. Kalbi, safasına keder veren şeyden kurtarmak. Tam bir doğrulukla kullukta bulunmak. Amellerinde, Allah'tan başkasından karşılık beklememek. Istılâhât-ı Maşâyıh'ta, İhlasın nasıl gerçekleştiği hususu şöyle anlatılır: "Mutasavvıf olununca anlaşılır ki, bir şeyi, ***ri bir şey meşub eder, yani karıştırır, bozar. Pes, karışıklıktan safi ve hâlis olunca, ana hâlis tesmiye olunur. Ve ihlâs; amel için, Allahü Teâlâ'dan ***ri şahit taleb etmemeye dahi denilir. Ve denildi ki, ihlâs, abd ile Allahü Tealâ'nın beyninde bir sırdır. Melek ânı bilmez ki anı taciz ede. Sıdk ile ihlâs beyninde fark şudur ki, sıdk; asıl ve evveldir. İhlâs fer'dir. Ve bir farz dahi İhlasın amele duhûlden sonra olmasıdır".

    Kaside bir bahane, hem gazel efsanedir ancak
    Garaz ihlasımı sıdk ile hâk-i paye inhadır.
    Nef'î

    Bu suretle ortaya çıkıyor ki, ihlâs, bir işi sırf Allah için, O'nun rızası için yapmaktır. Bazı sûfiler ihlâsı; hareket, sakinlik, ayakta duruş, oturuş, her türlü işin ve sözlerin sırf Allah için olmasıdır, diye tarif ederler. Muhlis (ihlasa erdiren) Allah, muhlas (ihlâsa erdirilen) ise kuldur. Kişinin, işinde Allah'tan ***riyi görmez hale gelmesi, İhlasın en son noktasıdır.

    İHRAM: Haram kılmak, ihrama girmek manasına Arapça bir kelime. Tasavvuf terminolojisinde, mahlukata ait şehveti terketmektir. İhramdan çıkmak ise, mak'ad-ı sıdk katından insanlara inip, onlara hoş görülü davranmaktır.

    İHSÂ: Arapça, saymak, ama teker teker saymak demektir, ilâhî isimlerin sayılması, yaratılışa ait şekillerden fani olunca, hazret-i vahidiyyette onları gerçekleştirmekle olur. Beka, Hazret-i ehadiyyette beka iledir. Esma-i İlâhînin sayılması, o isimlerle ahlâklanmakla olur. Bu da sahih bir tâbi oluş ile, verase cennetine girişi gerektirir. Burada "Onlar Firdevs cennetine mirasçı olanlardır. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar", (Mü'minûn/11) âyeti söz konusudur. Esma-i iâhînin sayılması onları yakinen anlayıp, ihtiva ettiği manayı uygulamakla olur. Çünkü bu, ef'al cennetine girmeyi gerektirir. Bu da, mücazât makamında Allah'a sağlıklı bir tevekkül ile mümkündür.

    İHSAN: İffetli olmak, korumak anlamında Arapça bir kelime, ihsan; basîret nuru ile, hazret-i rububiyyetli müşahede ederek kulluğu gerçekleştirmektir.

    İHSAN: Bir şeyi iyi ve güzel etmek, güzel bilmek, mânâsına Arapça bir kelime. Tasavvufta terim olarak; her ne kadar görmese de, sanki Allah'ı görüyormuş gibi kulluk etmendir, anlamındadır. İhsan bir makamdır. Bu makamda kul, Hakk'ın isim ve sıfatlarının izlerini düşünme durumundadır, ibadet yaparken Allah'ı hemen önünde imiş gibi düşünür ve sürekli O'na bakış halindedir. Bunun en düşük derecesi, Allah'ın kendisine baktığını düşünmektir. Bu, murakabenin ilk derecesidir. Bunun tahakkuku için yedi şeye ihtiyaç vardır: Tevbe, Allah'a yönelme (inâbe), zühd, tevekkül, işleri Allah'a havale etmek (tefviz), rıza ve ihlâs. İhsan sebebiyle şükretmek, sûfiyyenin edeblerindendir. Bu da, onların Allah'a tam tevekkül etmelerinden, tevhidlerindeki saflıktan, Allah'tan başkasına asla bakmamaktan ve nimet vasıtasıyla nimet vereni görmekten kaynaklanan bir husustur, ihsandaki rü'yet yakinen olup, hakikaten değildir.

    İHTİBÂR : Arapça, imtihan etmek, denemek manasına bir kelimedir. Allah'ın, sâdık mü'minlerin sıdkını sınamasına ihtibâr denir.

    İHTİYAR : Arapçada, seçme manasına gelir. Kulun kendi isteğiyle Allah'ı seçmesi veya Allah'ın kulu seçmesine ihtiyar denir. Kul, bu seçimi, Allah'ın kendisine olan inayeti ile yapar. Böylece, neticede Allah'ın seçmesiyle seçmiş, istemiş olur. Kendi nefsinin isteğiyle değil.

    İHVAN: Arapçada, kardeş manasına gelen "ah" kelimesinin çoğuludur. Aynı tasavvuf okuluna mensub olanların birbirleri hakkında kullandıkları bir ifadedir.

    Yusuf gibi enva-ı mihan çekmeğe muhtaç.
    Asan değil ihvâne veliyyü'n-niam olmak.

    İHVAN-I BÂ SAFA: Arapça, safalı kardeşler demektir. Bâ; aslen Farsça beraberlik, li, lı gibi sahiplik ifade eden bir takıdır. Bu tâbir Mevlevîlere aittir. Saf yani kalbinde şüphe ve karışıklık bulunmayan kardeşler demektir.

    İHYA: Arapça, diriltme ve canlandırma mânâsına bir kelime. Tecellînin nefse doğuşu ve İlâhî nurlarla onu aydınlatışına ihya denir.

    İHYA GECESİ : Cuma ve pazartesi gecelerine denir. Gece gündüzden evvel geldiği için, perşembe günü akşamına cum'a gecesi, pazar günü akşamına da pazartesi gecesi denir. Bu islâm âleminde böyle iken, Batı'da perşembe günü akşamına perşembe gecesi, pazar günü akşamına da pazartesi gecesi denir. Mübarek geceleri müslümanlar ibadetle değerlendirirler ve buna ihyâ-i leyi derler, yani geceyi boşa geçirmemek, o gecenin canlı tutulması, değerlendirilmesidir. Bu da Kur'an okumak, namaz kılmak, Allah'ı zikretmek, tevbe etmek, tefekkür ve muhasebe yapmakla olur.

    İKÂB: Arapça, cezalandırmak manasında bir kelime. Akl-ı evvel olan kalem, sebebsiz olmak üzere ilk önce bulunmuştur. Zira ilk mevcud, ilk zuhur eden zatî feyz için icabettirici olmaz. Kudsî âlemde ikabdan daha yücesi bulunmaz.

    ÎKÂN: Kesin bilgiye ulaşmayı ifade eden bir kelime. Arapça, if'al babında olup yakîn ile aynı kökten türemiştir. Tehanevî Keşşafında "istidlal ve akıl yolu ile elde edilen doğru ve kesin bilgi" diye tarif eder. Yakinî, kesin ve apaçıktır, tatmin edici özelliğe sahiptir.

    İKANİYYE: Yeseviyye'nin kollarından biri olan bu tasavvuf okulu, Kemal el-İkânî tarafından kurulmuştur.

    İKİLİK : Tevhidi bozan şeye ikilik denir. Şirktir.
    İKİNCİ DOĞUM : Hz. isa "bir kimse iki kez doğmadıkça melekûtun sırlarına eremez" der. Burada ilk doğum, ana karnından dünyaya gelmedir ki, bu, maddî doğumdur, maddî planda bir anne ve babaya ihtiyaç vardır. İkinci doğum ise, kişinin maneviyat dünyasına doğuşudur. Ancak bunu sağlayan manevî babadır, yani mürşiddir. ilk doğuş manâ'dan maddeye gelişi ifade ettiği gibi, ikinci doğuş; kişinin ölmeden önce ölme sırrına ererek, maddeden yine ilk geldiği mânâ dünyasına dönüşü, asla ve öze dönmeyi ifade eder. Aynı mürşidden, mânâ âlemine doğan kişilerin birbirlerine ihvan (kardeşler) demelerinin altında yatan espri, buradan kaynaklanmaktadır. Yani bu kardeşlik maneviyat kardeşliğidir. Çoğu zaman, maneviyat kardeşliğinin, maddî kardeşlikten önce geldiği, Allah'ın Hz. Nuh'a "oğlun senin ehlinden değildir" (Hûd/46) Kur'an ifadesine dayanılarak savunulur.

    İKİNDİ MEYDANI: Mevlevi tâbiridir. Sabah namazı kılındıktan güneş doğana kadar, ikindiden de güneş batana kadar, tefekkür ile meşgul olan bir müslümanın, Allah katında sevap kazanacağına ait bir hadis-i şerife dayanarak konulmuş bir usûl.

    İKRAR ALMAK : Tasavvufa girdiğine dair verilen söze denir. Tasavvufa giriş sırasında, Şeyhe, gerekli şartlara uyacağına dair söz vermek sebebiyle, bu tabir kullanılır olmuştur. Bu tâbiri daha çok Bektâşîler kullanır.

    İKRAR POSTU: Konya Mevlevîhanesi'nin "Meydan-ı Şerif" denilen, büyük meydan odası kapısının sağ tarafındaki postun adıdır. Kapının karşısındaki sağ köşede şeyh postunun rengi kırmızı, dedelerinki de beyaz idi. Ancak ikrar postunun siyah olduğunu, bu yönden farklılık arzettiğini görüyoruz.

    İKRAR VERMEK : Tasavvuf yoluna girenin, Allah'a yaklaşmak niyetiyle boynunu şeyhe teslim etmesi, bir şeyhe, derviş olduğunu ve verdiği sözden dönmeyeceğini ifade etmek demektir. Mevlevi şeyhi Remzi Efendi "Ta'birât-ı Mevleviyye" adlı eserinde, Mevlevî ikrarını şu şekilde açıklar: "Terk ve tecrid ile çile-i merdâne râğıb ve tahsil-i saadet-i sermediyyeye tâlib olan âkil ve baliğ mükellef, evvelemirde, silsile ve evradı ve tarz ve etvârı tahkik olunup sahib-i evlad ü iyâl olmadığı ve kâffe-i ilel-i sâriyeden salim olduğu bilmuâyene zahir olduktan sonra, o kimseye keyfiyet-i çile ve ahvâl-i mücâhede kemâliyle ifâde ve tefhîm edilir.Cümlesine inkiyâd-ı tam ile eyvallah gû surette, hey'et-i asliyyesiyle yani lâbis bulunduğu elbise ve kıyafetle üç gün saka yerine ik'âd olunur. Bu üç gün zarfında, gerek ihvanından, gerek sâireden hiç kimse ile musâhebe ve mükâlemede bulunmaz. Hasbelicâb, yalnız içeri meydancısına ifade-i hâl ve bir haceti var ise, ondan sual eder. Evkat-ı sâirede sükût üzere bulunur. Bu üslûb üzere üç gün tamam olduktan sonra, ol sâlik şehzade olsun, gedâzâde olsun seyyan ve yeksan muamele edileceğinden, ibtidâ ayakçılık hizmeti verilir. Onsekiz gün sonra, kisve-i asliyyesi alınıp hıfzedilerek sikke-i şerife ve tennure ilbâs olunur. İcâbında liyâkat ve istidadına göre hizmeti değiştirilir. O sâlike artık "can", "nevniyaz", "matbah canı" tâbir olunur. Her ne hizmet teklif edilirse, cümlesini eyvallahgûyî ve serfürûyî ile kabul ve hüsn-i rıza ve teslim-i can ile eda ve ifâya sâî olup, hiçbir veçhile red güne muamelede bulunmaz. Kendinden ileride bulunan zâbitâne (mürebbisine) itaat ve riâyet üzere olub, rızasına muhalif hareket etmez. Ondan destur ve izin almadıkça çarşı ve pazara dahi gitmez. Beş vakti ihvanıyla eda ve her sabah namazı akabindeki "ism-i Celâl" i ve meydan sünnet-i seniyyesini beraberce îfâ eder. Hâlî vakitlerde Kur'an okur. Büyüklerin menâkıbını dinler. Ehlullah'ın sohbetiyle meşgul olur. Ancak memur olduğu hizmeti varken ibadat-ı nevâfile mesâğ-ı şer'î yoktur. Rakabesini mürşide teslim eden sâlikin hâli de böyledir. Fersiz bittabi müstesnadır". Sözünden cayanlara ve dervişlikten çıkanlara "peyman şiken" (söz bozan) denirdi."

    İKSÎR: Farsça olan bu kelime bakırı altına çevirdiği zannedilen bir madde için kullanılır. Hakk'ın eşyadaki tecellîsi hakkındaki bilgi, veya her varlık için bahis konusu olan, özel İlâhî tecellî hakkındaki bilgi.
    Tasavvufî iksir, bakır gibi değersiz insan nefsinin değişip altın gibi olmasını sağlar.

    İKTİSÂB: Arapça, ***ret etmek, kazanmak ve yüklenmek gibi manaları ihtiva eder. "Kazandığı iyilik lehine, ettiği kötülük de aleyhinedir..." (Bakara/286) âyetinde formüle edildiği gibi iktisab bir kulun, zararlı şeylerden uzaklaşması, menfaat vereni de, elde etmesidir. Kul iyiliği ve kötülüğü seçmekte serbesttir. Bu yüzden yaptığından sorumludur. Yaptıklarında mecbur değildir. Bu yüzden de yaptıklarından hesaba çekilecek, ikaba veya mükâfata nail olacaktır.

    İLÂHÎ: Genellikle sûfî şairler tarafından dîni ve ilâhî fikirleri taşımak üzere yazılmış olan şiirlere, ilâhî denir. İlâhî Arapça bir kelime olarak, Allah'a ait manasına gelir. Başlıca İlâhî çeşitleri şunlardır: Ayin, durak, cumhur, tâbuğ, nefes. Ayinler, mevlevî tekkelerinde; tabuğlar ise Gülşenî tekkelerinde; nefesler, Bektaşî tekkelerinde; duraklar, Halveti tekkelerinde okunurdu.

    İLÂHİYYE: Herşeyin Allah'ın birliğinde mündemiç (içkin) olarak bulunduğunu ifade eden bir tabir. Bu tabir şu şekilde açıklanır: "Hâkayık-ı mevcûdiyyenin kâffesinin birliğidir. Hz. Adem, suver-i beşeriyyenin kâffesinin birliği olduğu gibi. Çünkü, cismiyyet-i kemâliyye ehadiyyetinin iki mertebesi olup, birisi tafsilden mukaddemdir. Zira her kesret, kendisini bilkuvve cami olan vahdetle mesbuktur. Baksana Rabbın ezelde, henüz daha, ârâ-yı tekevvün olmayan benî beşerin eslâb-ı müstakbellerindeki zerrât-ı vücûdiyyelerini alarak ve onlara hitab ederek, onları kendilerine şahid yaptı da "Sizin Rabbınız değil miyim?" ('A'raf/172) manasında olan âyet-i kerime, mücmelde mufassalı, mufassaldan şuhûd ifâdelerinden bir ifâdedir. Âlem-i hakkanînin hurma çekirdeğinde, bilkuvve mündemiç olan şecereyi, çekirdekte görmesi böyle değildir. Buradaki görme, mufassalı mücmelde mufassalan görmek, Hakk'a, yahut inayet-i mahsusa-i Hakk'a nail olan kâmile mahsustur. O kâmil de, hatemü'l-enbiyâ ve hâtemü'l-evliyâdır.

    İLBÂS-I HIRKA: Arapça, hırka giydirmek demektir. Bir tasavvuf okuluna girmek ile mûtad olan menzilleri geçerek, olgunluk mertebelerine yükselenlere, şeyhlerinden gördükleri şekilde, başkalarını irşada izin verme selâhiyetini ihtiva eden "icazet-name, hilâfetname" verme yerinde kullanılan bir tâbirdir. Son zamanlarda buna "taç giydirmek" denilirdi. Taç merasimle giydirilirdi. Eskiden hırka da giydirildiği için, bu tâbir ortaya çıkmıştır. Her tarikatın hırkası farklıdır.

    İLHAM: Allah tarafından feyz yolu ile kalbe doğan şeye, Arapça'da ilham denir. İlham, delil olamaz. Sûfiyye, bunu ferdî planda delil olarak kabul eder. ilham ve ilâm arasında umûm ve husûs-ı mutlak farkı vardır. İlâm, ilhamdan daha hususîdir. Zira ilâm, kesb ile, çaba ile elde edilir.

    İLHAMİYYE: Sapık bir tasavvuf okulu.

    İLİM: Bilmek manasına gelen Arapça bir kelime. Peygamberimizden rivayet olunduğuna göre, kendisine üç çeşit ilim vahyedilmiştir: 1. İlm-i ahkâm : Açıklamak zorunda olduğu ilim. 2. ilm-i sırr-ı kader : Bazı havassından başkasına açıklaması yasaklanmış olan ilim. 3. İlm-i esrar : Açıklamakta muhayyer kaldığı ilim. Sufilere göre ilim, ikidir: Birincisi; kazanmakla elde edilen ilim. Buna kesbî ilim denir. Bu tahsil etmekle ve telkin ile elde edilir, ikincisi de, vehbî ilimdir. Allah bunu kulunun kalbine atar. Buna marifet denir. Kesbî ilim, akıl yolu ile Şeriat-ı Garrâ'yı bilmeyi hedef alan bir usûlün mahsûlüdür. Bununla helal, haram, iyiliği emir, kötülüğü nehy gibi hususların arasını ayırmak esas alınır. Vehbî ilme, ledünnî ilim de denir. Vahy olursa nebilere mahsus olur, şayet ilham olursa hem enbiya, hem de evliyaya mahsus olur. Bu ilim, Kur'an-ı Kerim'de şu âyetle dile getirilir: "Onlara biz öğretiriz" (Tevbe/101). Yine bir âyet: "Onu ancak âlimler anlarlar" (Ankebut/43). "Allah Âdem'e isimleri öğretti" (Bakara/31). Yine Hz. Yusuf (a)'un şu ifadesi de bu ilme delâlet eder "Bana Rabbim öğretti" (Yusuf/37). "Allah hadiselerin te'vilini sana öğretti" (Yusuf/6). Yine bir âyet: "Onların bilmediği şey, size öğretildi" (En'am/91).
    İLİM POSTU : Bektaşî tâbiridir. Meydan'da bulunan bir makamdır. Burada da, diğer makamlarda olduğu gibi niyaz olunur. Nasib alan yeni talib (derviş), rehberinin kılavuzluğu ile buraya gelir, rehberi ona şunları söyler: "Buna ilim postu derler. Cümle müşkil, bunda hallolur. Şeriatın, hakikatin, marifetin, tarikatın babı budur. Dünyada ve âhirette necat bundan olur".

    İLKÂ: Arapça, atmak demektir. Kalbe inen vârid ve hitâb. Bunların bazısı sahih, bazısı fasiddir. Sahih olana ilkâ-i Rabbanî, fasid olana da ilkâ-i Şeytanî veya ilkâ-i nefsâni denir. İlkine, ilkâ-ı İlâhî, ilkâ-i melekî veya ilkâ-i ruhanî de denir.

    İLLET: Arapça, sebeb, hastalık vs. gibi manaları ihtiva eder. Allah'ın, sebepli veya sebepsiz olarak kulunu uyarmasıdır. Zünnun şöyle der: "Herşeyin illeti, Allah'ın yaratmasıdır; O'nun yaratmasının bir illeti yoktur."

    İLLİYYÎN : Göğün ve cennetin en yüksek yeri. İyi amelli kişilerin ruhu bu yerde bulunacaktır.

    İLM-İ HAL: Arapça, içinde bulunulan halin bilgisi demektir. Tasavvuf terminolojisinde, tekkede öğretilen bilgiye denir.

    İLM-İ İLÂHÎ: Allah'ın bilgisi. Maddeye ihtiyacı olmayan, varlıkların hallerinden bahseden ilim.

    İLM-İ KAL: Arapça, söz bilgisi, Medresede öğretilen bilgi.

    İLM-İ LEDÜN: Allah tarafından öğretilen ilim. Şer'î ve zahirî ilimler, melek ve Resul aracılığı ile gelir, ilham ise direkt Hakk'tan gelir. Bu sebeple, ilhama, ilm-i ledün denmiştir. Hz. Musa'nın Hz. Hızır'dan bu ilmi öğrenmek istemesi, Kehf Suresi'nin 60-82. âyetlerinde ayrıntılı olarak anlatılır. Zahirî ilim konuşarak, kitap, kalem, defterle tahsil edilmesine rağmen bu âyetlere göre ilm-i ledün, susarak ve yaşamakla (kal ile değil hâl ile) öğrenilir.

    İLM-İ RUBUBÎ: Arapça, Rabliğe ait bilgi demektir, ilham yoluyla verilen bilgi.

    İLM-İ YAKÎN: Arapça, ****iz, şüphesiz bilgi anlammadır. Gerçek bilgi.

    İLMİYYE: Şazilî kollarından biri. Ebu Muhammad Mevlâ-yı Abdullahü'ş-Şerif b. İbrahim el-İlmî tarafından kurulmuştur. Buna İlyasiyye de denir.

    ÎMÂ: Arapça, işaret, hissettirme demektir. İbare ve işaret olmadan hitap etme.

    İMAM: Türkçe'de de aynı anlamdadır. Kur'an, Levh-i Mahfuz, tüm ümmetin uyması vacib, İslam'ı ayakta tutacak halifesi, Muhaddis, Şeyh.

    İMAMAN: Arapça, iki imam demektir. Veliler hiyerarşisinde, kutbun sağ ve solunda yer alan ik velî. Sağdaki melekût, soldaki mülk âlemine bakar. Bunlardan sağdaki, maneviyat âleminin imdadlarının merkezî kutbuna aynalık görevi yaparken, diğeri hissedilir maddî âleme yönelik bir ayna olmakla vazifelidir. Soldaki sağdakinden üstün olduğu için, kutub ölünce yerine bu geçer.

    İMAME: Fes, arakiyye veya taç üzerine sarılan sarığa imame denir. Şeyhlerin sarığı; kırmızı, beyaz, yeşil veya siyah olurdu.
    ;
    ÎMÂN: Arapça if'al babında, inanmak anlamında bir masdar. Kalp ile tasdik, dil ile ikrara îman denir. Yeis (ümitsizlik halinde, yani ölürken) halinde inanmak merdud, taklîdî durumdaki îman ise makbuldür. Tasavvufî açıdan îman, bir kaç çeşit olarak değerlendiriliri. İlmî istidlal (ilmî deliller getirerek) ile meydana gelen iman ki buna "iman-ı istidlâlî" denir. 2. İnanan kişide yakîn (güçlü inanç) bulunursa buna "iman-ı yakînî" denir. 3. Kalb zevkiyle şuhuda erilirse bu îmana, "iman-ı şuhûdî" adı verilir. 4. Sonuncusu Hakk ile mütehakkık olursa (Hakk vasıtasıyla Hakk'a ulaşır, onu gerçekleştirirse), buna "iman-ı huzûrî" denir. Son üç iman çeşidi sülük ile elde edilir. İlki satır (kitap okayarak) dan, diğer üç inanç bizzat yaşanarak kalben (yani sadırdan) öğrenilir.
    Son üç imanın oluşumu amele bağlıdır. Zira sırf inandım lafını etmek yetmez: "insanlar, sadece inandık deyip de imtihandan geçirilmeden kurtulacaklarını mı sanıyorlar. Muhakkak ki sizden öncekileri, hangilerinin inancında doğru, hangilerinin yalancı olduklarını kesin olarak öğrenmek üzere imtihandan geçirdik". (Ankebut/2-3).
    Sûfiler, velîlerin imanını, "vuslata ermek", "ulûhiyyeti seyretmek", "sadece bir olanı görmek" şeklinde değerlendirirlerken, imanın çok yüksek ileri derecelerini aşk ve hakikat olarak görürler.
    Tasavvufî açıdan iman; kısaca dil ile söyleme, islâm'ı yaşama, kalble marifete ulaşmanın bir terkibi olarak değerlendirilebilir. Allah'ın isimlerinden biri de el-Mü'min'dir.

    Din ü imanına hayr eylemiyen
    Hayr eder mi vatan ü milletine
    Kâzım Paşa

    İMTİHAN: Arapça, sınamak, denemek anlamınadır. Allah kendine ulaşan yolda giderken; sâliki çeşitli şekillerde sınar. Bu nihayet bir imtihandır; ya kazanılacak, ya da kaybedilecektir. İmtihan, sâlike, çektiği çile ve sıkıntılarla bir şeyler kazandırır. Sıkıntı karşısında sâlikin davranışı şükür, hamd, sükûnet ve rıza olursa, Allah da ona dereceler, makamlar, hakikatler ihsan eder. İmtihan bir terbiye olduğu kadar, sâlikin kalbini Allah'a yöneltmek içindir. Bazı sûfîler, lüks, rahat ve konforlu hayatı, en büyük imtihan olarak görürler.


    BURADAN BİR METEHAN GEÇTİ...

  4. #24
    Mete - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    25.Ağustos.2016
    Mesajlar
    450
    Mentioned
    10 Post(s)
    Tagged
    0 Thread(s)
    İNÂBE: Arapça, tevbe edip dönmeyi ifade eder. Manevî eğitim almak isteyen kişinin, bir mürşide başvurup, tevbe ederek ona bağlanmasına inâbe denir. Türkçe'mizde, kısaca el, almak tabiri kullanılır. İnâbe, aynı zamanda Kur'anî bir ifadedir. (Msl. bkz. Ra'd/27, Lokman/15, Sâd/24,34, Zümer/17, Mümtahine/4, Hûd/88, Şûra/10, Ğafir/13, Şura/13, Zümer/54). Allah'a yönelene "münîb" denir. Bu bir çeşit tören ile; şeyhin huzurunda günahlarına tövbe etmek, yalan söylemeyeceğine, hırsızlık yapmayacağına, zina vs. gibi kötülükleri işlemeyeceğine söz vermek şeklinde olurdu. Buna bey'at da denir.
    Nakşibendîlerde bu merasim eskiden şöyle yapılırdı. Hak yoluna gidecek kişi, önce mürşidini arar, bulur ve ondan tarikat alır. Ondan sonra, bu yoldaki rehberinin eşliğinde manevî eğitime koyulur. Hak yolunda çok tehlikeli geçitler, geçilmez derin sular vardır. Sâlik bu yüzden şefkatli bir arkadaşa, tarikat kurallarını tanıyan, bilen bir arife yakın olmadıkça vuslata (ihsana, Allah'la sürekli birliktelik bilincine) eremez. İşte bu yüzden "er-refik sümme't-tarik" (önce arkadaş sonra yol), "rical (arif velî) den tarik almayan, muhalden muhale yuvarlanır". "Şeyh'in irşad etmediğini şeytan yönlendirir" gibi sözler söylenmiştir. Kamil bir şeyh'in zikir telkini (zikrin nasıl yapılacağını öğrenmek) şu şekilde olur:
    Şeyh önce sâlike istihare emreder, kendi de istihare eder. Bu istihareler muvafık (uygun) olursa, şeyh sâlike gusül abdesti almasını rica eder. Zira Hz. Peygamber Efendimiz (s) böyle yaptırırdı. Şeyh ve sâlik, beraberce iki rekat namaz kılar, ardından yetmiş defa "estağfirullah el-azîm" yüz kere "sübhanallahi ve bihamdih" derler. Sâlik Allah rızası için bir fakire sadaka verir. Sonra şeyhin huzuruna gider. Şeyh onu diz üstü karşısına otutturur, sonra sâlike bütün küçük ve büyük günahlardan, kötü ahlâktan, gafletlerden tevbe ettirir. Bu nasuh (kesin) tevbesidir. Sonra şeyh, sâlikten ödenmesi gerekli kul haklarını ödemesi için söz (ahd) alır. Ondan sonra sâlikin sağ elini alır, musafaha eder gibi tutar. Sâlik farz, vacib, sünnet, âdâb, azimetle amel etmek için söz verir. Ardından şeyh, şu âyeti okur: "Sana bey'at edenler, muhakak Allah'a bey'at etmiştir" (Feth/10). Âyet bitince şeyh ve sâlik birlikte üç defa şu istiğfarı okur: "Estağfirullah el-azîm ellezî lâilâhe illâ hu, el-Hayya'l-kayyûm Gaffaru'z-zünûb ve etûbu ileyh ve es'elühü-tevbete ve'l-mağfirate ve'l-hidayete lenâ innehü hüve't-Tevvâbûr-Rahim, tevbete abdin zâlimin li-nefsihi darran ve la nef'an ve la mevten ve la hayaten ve la nüşûrâ. Sonra şeyh ve sâlik, ellerini dizlerinin üzerine koyup, gözlerini yumarlar. Ardından şeyh, "Allah" ism-i celâlini kalbiyle sâlikin kalbine telkîn usulüyle üç kere zikreder. (Sanki sâlikin ruh toprağına, Allah tohumunu diker). Bu iş de bitince, birlikte Allah'a el açarlar, şeyh dua eder, sâlik âmin der. Dua biter, eller yüze sürülür. Artık sâlik, yola ilk adımını atmıştır.
    İNABE ALMAK: Bir şeyhe intisab ile, onun müridi olmak anlamında kullanılan bir tâbir. Buna "el almak", "filan şeyhten inâbe almak" "filan tarikata inabe etmek" denir. İnâbe kelimesi Osmanlıca'da "inâbet" şeklinde kullanılmıştır.

    İNABE VERMEK : Bir mürşidin bağlı olduğu maneviyat yolunu, isteyen kişiye telkin etmesine inâbe vermek denir.

    Dikkatle bak, üstadın olan hâne haraba
    Ehlinden al, ister isen eğer almak inâbe
    İhsan Hamâmîzâde

    İNÂS ÇELEBİ: Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Hazretlerinin neslinden gelen erkek çelebilerin kızlarına, "inâs çelebi" denirdi, inâs, hanım demektir. Erkek çelebilere de "zükûr çelebi" unvanı kullanılırdı, "inâs, çelebi" tâbiri, kızlardan doğan erkek evlatlar ile, yine bu erkek evlatlardan doğan erkek çocuklar için de, kullanılırdı, "inâs çelebi" sonradan doğan kızlara geçmezdi.

    İNAYET: Arapça, lütuf demektir. Cenab-ı Hakk'ın kulunu yardım ederek koruması.
    İNBİSAT: Bkz. Bast.

    İNCİL: Hz. İsa'ya indirilen kutsal kitap. Tasavvuf? olarak İncil zatî isimlerin ortaya çıkışı (tecellî)'ndan ibarettir. Yani zât'ın isimlerde ortaya çıkışma incil denir.

    İNFİSAL: Arapça, ayrılma demektir. Kulun isteklerini terketmesi, dünya ve âhireti bırakıp sadece Allah'a bakması. İnfisalin zıddı ittisal (bitişmek)'dir.

    İNHİNA: Arapça, boyun eğmek demektir. Müridler maneviyat öğretmenlerini hafifçe eğilerek selamlarlar. Mevlevîlerde buna "baş kesmek", "niyaz etmek" veya "niyaz vaziyeti" derler.

    İNNİYYE: Arapça benlik anlamına gelir. Zat mertebesi açısından aynî varlığın gerçekleşmesi. Hakk'ı müşahade için, kulun Hakk ile arasındaki varlık perdesini (inniyeti) kaldırması lazımdır.

    İNSAN: Arapça, gözbebeği demektir. Unutmaktan türediği de kaydedilir. Toplayıcı (cami') varlıktır, insan, cismanî olmayan mevcuddur.

    İNSAN-I KAMİL: Arapça olgun insan demektir. Gerçek insan-ı kâmil, vücûb ile imkan arasında berzahtır; hadis sıfatlarla, kıdem sıfatlarını ve hükümlerin arasını toplayan aynadır. O Hakk ile halk arasında vasıtadır. Hakk'ın feyzi, imdadı onun vasıtasıyla yayılır. Hakk'tan ***ri herşey, ulvî veya süflîdir. Her ikisi arasında, ikisinden de ayrı olmayan bir berzahiyyet olmasaydı, irtibatsızlık sebebiyle İlâhî yardım âleminden hiçbirşey ulaşmazdı. Cürcanî'ye göre o; kevnî, küllî, cüz'î, İlâhî âlemlerin tümünü toplar. O, İlâhî, kevnî kitapların tümünü toplayan bir kitaptır. O, ruhu ve aklı bakımından "Ümmü'l-Kitâb" adı verilen aklî bir kitaptır. O, kalbi bakımından Levh-i Mahfuz kitabıdır. Yine o, nefsi açısından mahv (yok olma) ve isbat (var olma) kitabıdır. O, temizlerden başkasınca idrak edilemeyen temiz, yüce, şerefli bir suhuftur. Akl-ı evvel'in âleme nisbeti, insanî ruhun bedene nisbeti gibidir, insan-ı Kâmil, Hakk'm tam olarak zuhur ettiği yerdir. İnsan-ı Kâmil'e ulaşan Hakk'a vâsıl olmuştur, insan-ı Kâmili gören Hakk'ı görmüş gibidir. İnsan-ı Kâmili seven Hakk'ı sever. "Eğer Allah'ı seviyorsanız, Bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin" (Ali İmran/31) âyetinin de gösterdiği gibi, ona itaat, Hakk'a itaat, ona isyan Hakk'a isyan gibidir. O'nun makbulü, Hakk'm makbulüdür. İnsan-ı Kâmilden murad, Hz. Muhammed Mustafa (s) ve O'nun manevî mirasına sahip olanlardır. İnsan-ı Kâmil, Allah'a gerçek manada halife olmuştur, insan-ı Kâmil'e güneş, bulut, simurg (otuz kuş), bahr-ı muhit gibi çeşitli isimler verilmiştir.

    İNSIDA'U'L-CEM: Arapça, cem (toplanman)'in yarılıp çatlaması anlamında bir isim tamlaması. Vahdette (birlik'te) kesret (çokluk)'in ortaya çıkmasıyla oluşan, cem'den sonraki fark hâli; bu halde, çokluk birlikte itibar edilir.

    İNTİBAH: Arapça, uyanma demektir. Manevî, yardımla, Allah'ın kulunu harekete geçirmesi, zorlamsı.

    İNZİ'ÂC: Arapça, rahatsız ve endişeli olmak anlamında bir masdar. Allah hakkında işittiği veya aldığı nasihatin etkisiyle, kulun kalbinin Rabbisine yönelmesi.

    İRADE: Arapça, istemeyi ifade eder. Kaşanî, bu terime şu tanımı getirir: Hakikat çağrısına icabet etmeyi gerekli kılan, kalpteki muhabbet ateşinden bir kor parçası. İrade hakkındaki diğer açıklamalar şöyledir: İnsanın birşeye inanması, sonra ona azmetmesi, daha sonra da onu istemesi; tam anlamıyla Hakk'a yönelmek, halktan yüz çevirmek ki bu, muhabbetin başlangıcıdır. İradenin ortaya çıkışı dokuz kademelidir: 1. Meyi : Kalbin istenen şeye çekilmesi 2. Bu kuvvetlenir de sürekli olursa vela' adını alır. 3. İkincisinin şiddetinin artması durumunda, buna sabbâhe denir. 4. istenene kendini verme ve bu verişin tam olarak kalpte yer etmesine şeğaf adı verilir. 5. Bu da, fuadda hükmünü yürütecek durumda olursa, ona heva denir. 6. Onun hükmü cesedi kaplarsa garâm adını alır. 7. Bu da gelişir, meyli gerektiren sebepler kaybolursa ortaya hubb çıkar, 8. Muhib nefsinden fani olursa buna vüdd denir. 9. Muhibbin mahbubda fani olduğu dereceye de aşk adı verilir.

    İRADE-İ İLÂHİYYE: Allah'ın iradesi demektir.

    İRFAN: Arapça, bilmek demektir. Sezgi tecrübe ve manevî yolla elde edilen bilgi.

    İRHAS: Arapça, sıkıştırmak, ısrar etmek anlamlarına gelen bir kelime. Bir peygamberde nübüvvetten önce ortaya çıkan harikulade haller. Nübüvvetten sonraki harikulade olaylara mucize denir.

    İRŞAD: Arapça, irşad etme, rehberlik etme anlamındadır. Manen aydınlatma, gafletten uyandırma. Hak yolu gösteren kişiye, mürşid denir. Mürşide, sahib-i irşad da denir. Bu manasıyla irşad, doğru yolu göstermek olarak değerlendirilir.

    Gör zahidi kim sahib-i irşad olayım der.
    Dün mektebe gitti bugün üstad olayım der.
    Bağdadlı Ruhî

    İRTİDÂ': Arapça, süt emzirmek demektir. Mürid, şeyhinden bir vakit süt emer. Yani, ondan feyiz alır, manen büyür. Kendi kendisine gıdasını alacak olgunluğa erişince, artık sütten kesilir. (Fitâm). İrtida' sohbetle olur.

    ÎSÂR: Arapça, seçmek, üstün saymak demektir. Fayda ve zararda başkasının kârını, iyiliğini kendi önünde tutmak. Bu, aşırı şefkat ve merhamet eseridir. Buna diğerkâmlık da denir.

    İSBAT: Arapça, sabit kılmak demektir. Mahv'ın zıddıdır. Kulluk hükümlerini yerine getirmeyi ifade eder.

    İSEVİYYE: Şeyh isa (ö. VII y.y.) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu olup, Kadiriyye'nin kollarındandır.

    İSEVİYYE: Himmetiyye'den Saruhanlı İlyas tarafından kurulmuş, Şemsiyye-i Bayramiyye'nin kollarından tasavvuf okulu.

    İSEVİYYE: XV. yüzyılda Muhammed b. isa tarafından Afrika'da kurulmuş bir tasavvuf okulu.

    İSHAKİYYE: Ebu ishak İbrahim b. Şehriyarü'l-Mürşidü'l-Kazirûnî tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu. Hafifiyye'nin kollarındandır. Bu yol, "Kazerûniyye" veya "Mürşidiyye" olarak da anılır.

    İSİM: Arapça, herhangi bir kimseyi veya şeyi gösteren kelime, ad, şöhret manalarınada gelir. Selâm, Kuddus gibi ademî yahut Alîm, Basîr gibi vücûdî sıfatlarla isimlenmiş Zat'a isim denir.

    İSKAT: Arapça, düşürmek anlamında bir masdar. İtibar ve izafet (bağıntı) larını düşürmek, herşeyin zâtında, zât-ı ehadiyyeti görmek, işte buna, Tevhîd denir.
    İSKAT-I İZAFAT: Arapça, iki şey arasındaki bağlantıları kaldırmak demektir. Kainatta yapma, etme işinin uygulayıcısı olarak sadece Allah'ı görmek. "Attığında, sen değil, Allah attı" (Enfal/17). "Allah sizi de, yapıp etmekte olduklarınızı da yarattı" (Saff at/96).

    İSKAT-I VESAİL: Arapça, vesileleri düşürmek, kaldırmak demektir. Kulun vuslata erdikten sonra, aradaki vesileleri terketmesi.

    İSKATU'T-TEDBİR: Arapça, tedbiri terketmek anlamındadır. Kulun nefsine değil, Allah'ın güzel tedbirine dayanması. Kim Allah'a tevekkül ederse, bu ona yeter. Zira Allah, yarattıklarının tedbirini üzerine almıştır. Tedbir; kulun tembel olmasını, bir kenara çekilip, oturup sessiz kalmasını ifâde etmez. Üzerinde cerayan eden kaderin hükümlerine, yine kaderin ince bir sırrını bildiği için teslim olmasıdır.

    İSLÂM: Teslim olmak demektir. Eğilme, boyun bükme, itaat, Kur'an'a ve Hz. Rasulullah (s)'a uymak. İslam beden, iman da onun ruhu olarak değerlendirilir.

    İSM: Arapça, günah demektir. Allah'ın Kur'an'da yasak kıldığı her şey.

    İSM-İ A'ZAM: Arapça, en büyük isim demektir. ism-i Azam, "Allah" lafzı olup, bütün İlâhî isimleri içinde bulundurduğu için "ism-i azam" denmiştir.
    Kulun içinde bulunduğu halde kendisine hakim olan, kendisini etkisi altında tutan isme de, ism-i Azam denir. Acıma, rahmet ve şefkatin etkisi altında olanda İsm-i Azam; er-Rahim, veya er-Rahmân olur. İsm-i Azam'ın "Zât" ismi olduğu kaydedilir. Allah'ın bir kısım isimleri sıfat-isimdir; Hayy, Semî, Basir vs. gibi. Yine bir kısım isimleri de fiil isimlerindendir; el-Mu'tî, el-Muğnî, er-Rezzâk gibi. ism-i Azam'ı bilmek, Allah'ın ahlâkını oluşturan, Allah'ın, Hz. Adem'e talîm ettiği 99 güzel ismin gereğini yerine getirmek demektir. Herkes ism-i Azam'ı kitaptan veya ezberden okur geçer. Okumak değil o isimleri yaşamak marifettir. Dilin er-Rahîm'i okur da, merhametsiz olursan,
    İsm-i Azam'ı daha tanımamış, bilememişsin demektir. "Emanet", "Hilâfet" gibi özellikleri taşıdığı için, Allah'ın 99 güzel isminin tümünü birden tahakkuk ettirip ortaya çıkaracak yegane varlık, "insan"dır. Diğer varlıklar, kendilerinde bu 99 ismin tümünü birden yansıtacak kabiliyette değildirler. Bu istidad ve kabiliyet, sadece halife olan insanda bulunur. Allah'ın ahlakıyla ahlâklanmaya muvaffak olmuş, yani kendinde potansiyel olarak bulunan 99 esmayı gerçekleştiren insana, olgun insan denir. İsm-i Azam'ı bilenin yaptığı duaların, çabucak kabul göreceği kaydedilir. İsm-i Azam'ın Allah lafzı değil de "Hû" ifadesi olduğunu söyleyenler de vardır.

    Hûda var eyleyüb yoktan keramet verdi insana
    Bilürsen, ilmü'l-esmâ okursan ism-i âzamdı
    Lâ-edrî
    Şeyhine eylemiş müridi sual,
    İsm-i azamdan ala tâ ki haber.
    Şeyh-i kâmil demiş ki Mevtanın
    Bilmem hangi ismidir asgar (küçük).
    İzzet Molla.

    İSM-İ CELAL: Arapça, celal ismi demektir. Celâl; fevkalade yücelik.ululuk vs. gibi anlamlara sahiptir. Allah'ın lütuf olarak tecellisine cemal dendiği gibi, kahr olarak tecellisine de celâl adı verilir. "Allah" ismine ism-i celâl denir.

    İSMÂİLİYYE: İsmail Rumî (ö. 1041/1631) tarafından Anadolu'da kurulmuş. Kadiriyye'nin kollarından biri. "Rumiyye" de denir.

    İSRAF: Arapça, haddi aşmak, yanılmak, hata etmek, gafil ve cahil olmak anlamına gelir. Harcamalarda orta yoldan sapmak. İsraf; ifrat olarak görülürken, cimrilik; tefrit olarak değerlendirilir, itidal dediğimiz orta yol ise cömertliktir.

    İSTİ'ÂNE: Arapça, yardım istemek demektir. İstimdad manasında da kullanılır.
    Her türlü yardım Allah'dan gelir. Himmet sahibi, kurbet ehli, muhlis, mü'min kulların duası, ilâhî yardımın daha çabuk gelmesine sebep olur. "Günahsız ağızdan dua, isteyiniz" hadisinde bu inceliğe işaret vardır. Velî, Allah değildir, her ne gelirse Allah'dan gelir, ancak himmet denilen dua yani, yüksek seviyede seyreden isteme gücü ile Allah'tan ister, o da kabul eder ve verir: "Allah muttaki kullarından daha çok kabul eder." (Maide/27).

    İSTİCABET: Arapça, olumlu bir karşılık verme anlamındadır, ilâhî daveti kalben kabul ediş. İki türlü isticâbet vardır: 1. Tevhid isticâbeti: Allah'ın birliğini dil ile kabul ediş, 2. Tahkik isticâbeti: Tevhidi hal olarak yaşama. Tevhid sâliklerin, tahkik meczûbların halidir. İlkine halil, ikincisine habib derler.

    İSTİDRAC: Arapça, adım adım ilerleme, basamak basamak yükselme anlamındadır, inançsız kişilerden meydana gelen olağanüstü olaylar.

    İSTİGASE: Arapça, yardım istemek demektir. Sıkıntılı durumda, müridin şeyhinden ve zamanın kutbundan himmet yoluyla yardım etmesini dileme. Yardım Allah'tandır, mürşidden değildir. Yardım mürşidin duasıyla gelir.

    İSTİĞNA: Zenginlik, ihtiyaçsızlık anlamında Arapça bir kelime. Allah'a vasıl olanın O'nunla yetinmesi hali. Bu durumda başka şeye ihtiyaç duyulmaz. Allah ile istiğna güzel, fakat Allah'tan istiğna çirkindir, küfürdür. "Allah'a tevekkül et! Zira O vekil olarak kuluna yeter!.." (Ahzab/48).

    İSTİĞRAK: Bir şeyi baştan başa kaplamak anlamında Arapça bir kelime. Zâkirin kalbinin, zikir esnasında, zikre ve kalbe iltifat etmemesi. Ariflerin bundan kastı, fenâ'dır. Bu halde iken, dış âlemden uyarılar alınmaz, zira sâlik, bir tür kendinden geçmiş durumda, Rabbisiyle başbaşalığın derin bilincini yaşamaktadır.

    İSTİHARE: Arapça, hayırlı olanı istemeyi ifade eder. Hakkında tereddüt duyulan, kararsızlık bulunan bazı işlerin hayırlı olup olmadığını anlamak üzere rüyaya yatmak, islamî
    literatürde istihare şeklinde değerlendirilir. Ancak hayırlı olduğu bilinen konularda istihareye gerek yoktur. Peygamber Efendimiz (s) istihare yapmayı tavsiye eder, istihare duasını ashabına öğretirdi.
    Bunun için müstehab olan iki rekat istihare namazı kılınır, ardından duası yapılır, sonra hiç konuşmadan yatılır. Görülen rüyalarda şayet yeşil, beyaz gibi renk unsurları hakim ise, girişilecek işte bir hayır bulunduğu anlamına, kırmızı ve siyah olumsuzluğa işaret eder. Hayızlı olup da istihare namazını kılamayacak durumda bulunan hanımlar, sadece duayı okur, uykuya öylece varırlar.

    İSTİHDÂM-I İSMU'LLÂH: Arapça, Allah'ın adını herhangi bir hususta istihdam etmeyi, kullanmayı ifade eder. Eşyada tasarruf konusunda ruhî güç oluşturmak için, Allah'ın, isminin kullanılmasına istihdam-ı İsmu'llâh denir.
    Bu yolla, madenlerin özelliklerini değiştirmek, kurşunun altın haline getirilmesi gibi konular gündeme gelir. Burada müessir-i hakikî, Allah'tır. Allah "ol" der, o şey oluverir. Fena makamına ulaşmayan kişinin, kâmil manada Allah'ın ismini kulanabilmesi pek mümkün değildir. Allah'a çeşitli isimleriyle yalvarmak da, tavsiye edilen işlerdendir. "Ya Kahhar, Sırpları kahret" gibi, konuyla yakın alâkası olan esmanın duada anılışı, duanın kabul edilmesini kolaylaştırır.

    İSTİHLAF: Arapça, yerine geçmek, halef olmak demektir. Şeyhin, olgunluk derecesini elde etmiş müridini, irşâd etmek üzere mezun kılması.
    İSTİHSAN: Arapça, güzel saymak, güzel görmek demektir. Şeyhlerin müridlerini olgunluğa erdirme yolunda hırka giydirmek, çile çıkarmak, sema yapmak gibi, hakkında âyet ve hadis olmayan konularda istihsan yolu ile yaptıkları özel ictihadlar. Fıkıhçıların istihsanı da tasavvuf yolunun istihsanına benzer.

    İSTİKAMET: Arapça, düzeltmek, bir şeyi doğrultmak demektir. Taate yapışmakla birlikte günahtan kaçınmak, istikametin hakikatini nebiler ve velilerin büyükleri bilir. Üç çeşit istikamet vardır: 1. Kelime-i Şehadet üzerine olan dil ile istikamet, 2. İrade doğruluğu üzere olan canların istikameti, 3. ibadette cehd üzere olan erkan istikameti.
    İstikametin dereceleri üçtür: 1. Nefsi edebe getirmek. 2. İstikamet: Kalbin süslenmesi, 3. istikamet: Sırların yaklaştırılması. İstikamete getirilen bir tanım da özetle şöyledir: "Ahidlerin tümünde, özellikle ilâhî ve Muhammedi ahidlerde, yemek içmek, giyinmek gibi dînî ve dünyevî işlerde tavassuta riayetle, sırat-ı Müstakîm'e özen göstererek yapışmaktır.
    Halinde istikamet olmayan sâlikin çabası, boşa gider, o yoldaki harcadığı himmet de fayda vermez. İstikamet, en büyük keramet olarak görülmüştür.

    İSTİMDÂD: Arapça, yardım istemek demektir. "Meded yâ şeyh!" "Meded yâ Gavs!" diye maneviyat üstadlarından yardım isteme olayına istimdâd denir. Müridin başı dardadır "Meded" diye samimi bir şekilde yardım ister. Allah şayet dilerse bu yardım isteğini maneviyat üstadına duyurur. Özü, rahmetten ibaret olan bu muhterem zât, yardım göndermesi için elini açar, Allah'a dua eder. Eğer Allah, o duayı kabul ederse, yardım darda kalan kişiye ulaşır. Yani, darda kalmaktan kurtaran Allah'tır. Şeyh değildir. Şeyh kurtardı, diyen şirke düşer. Şeyh, sadece dua ile darda kalana yardıma koşan bir kuldur. Yardım Allah'tandır. Dua yolu ile yardım talebinde bulunmak meşrudur. Peygamber Efendimiz'in (s) "Günahsız ağızdan dua isteyiniz" hadis-i şerifi ile "sabır ve dua ile istiane (yardım isteğin) de bulununuz..." (Bakara/163) âyeti ışığında, birinin mü'min kardeşinden "yarın fizik sınavımın başarılı geçmesi için dua eder misiniz?" isteğinde bulunması işte bu kabildendir.
    İstimdadın şer'î kökleri "dua" ile ilgili naslara dayanır.

    İSTİNA': Arapça, sipariş vermek, dost seçmek demektir. Allah'ın kulunu nefsî yerilen özelliklerden arındırıp terbiye etmesi. Allah'ın bu tür terbiyesinin Hz. Musa (a)'ya mahsus olduğunu kabul edenlerin yanısıra, bunun bütün peygamberler için de geçerliliğini savunanlar vardır."(Ey Musa) Seni Kendim için ayırdım" (Tana/41).

    İSTİŞFA': Bkz. Şefaat.


    BURADAN BİR METEHAN GEÇTİ...

  5. #25
    Mete - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    25.Ağustos.2016
    Mesajlar
    450
    Mentioned
    10 Post(s)
    Tagged
    0 Thread(s)
    İSTİTAR: Arapça, gizlenme demektir. Kul ile ***bın şuhudu arasında, beşeriliğin engel olmasına istitâr denir.
    Peşinden tecellî gelen istitâr, seninle eşya arasında perde olur, böylece eşyayı (nesneleri) göremezsin.

    İSTİVA: Arapça, kurulma, kaplama, hâkim olma, eşit olma vs. gibi anlamlan olan bir kelime, istiva edilen şey üzerinde zuhur etmek, istiva eden Hakk; istiva edilen ise Arş'tır. Mevlevîlik tâbiri. Giyildiğinde tam orta yerinden, önce tepeden aşmak ve arkadan ense çukuruna dikey olarak uzamak üzere sikke (başlık)'ye dikilen yeşil deriye verilen isim.

    İSTİVASINI SÖKMEK : Mevlevî deyimidir. Bir Mevlevi dervişi (can) büyük bir kusur işleyince serpa denilen yakasındaki şeritler sokulurdu. Bu, askerde suçlu bir subayın apoletlerinin sökülmesi gibiydi.

    İŞARET: Arapça olan bu kelime Türkçe'de de aynı mânâda kullanılır, ifadeyi, dilin yardımcılığı olmadan bir başkasına haber vermek. İnce manalar içerdiği için konuşanın ibareyle açıklayamadığı şey. Manevî olgunlukta, zirve (cem) de iken işaret söz konusu olur, zira o zirve, ifadelerle sınırlandırılmayan, sonsuza açılan bir kapıdır. Sınırlı akıl (ibareleri) ile o sınırsızı kuşatmak mümkün değildir. Özellikle tahkîk ehli sufîler, tevhîd konusunda üçüncü şahsın anlatımı imiş gibi konuşmayı tercih ederler. İşaret ehli, anlatılmak isteneni anlar, olmayan anlamaz. Aslında anlatılan, şeriatın özüne aykırı da değildir. O şekilde işarete gerek duyulması, sübjektif olmasından kaynaklanır, herkes için tecrübe edilmesi mümkün değildir. Kul yasaya yasaya (dikkat ediniz kitaptan okuya okuya değil) tahkik yolu ile işaretleri anlar hâle gelir. Şeyh Abdülhakim Arvasî, imam-ı Rabbanî'nin "Mektûbât" mı okurken "içinde anlamakta zorlandığımız ifadeler olmakla birlikte, manevî bereketten mahrum kalmamak için okuyoruz" şeklinde tevazu gösterirdi. İşaret, hal ile alâkalıdır, özeldir. Herkese göre değil, erbabına göredir.

    Arif isen bir gül yeter kokmağa
    Câhil isen gir bahçeye yıkmağa.
    Lâedrî

    İŞKIYYE: Hoca Ebû Yezîd el-lşkî tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu olup Kadiriyye'nin kollarındandır.

    İŞLEMELİ TÂC : Kadiriler tarafından giyilen bir tâc çeşidi. Çeşitli renkte çuha üzerine ve birbirine eklenip dikilmiş dört terk (dilim) olarak yapılır, üzeri ibrişim ile işlenirdi. Tacın tepesine Bağdat Gülü denen bir alamet konurdu.

    İSRAF: Arapça, bir şeyin yüce olması, yüksek yere çıkmak, bir şeye yüksekten bakıp muttali olmak vs. gibi anlamları bulunan bir kelime. İnsanların ruh hallerini ve kalplerinden geçirdiği şeyleri bilmek, firâset geçici, israf kalıcıdır.

    İŞRÂK: Arapça, aydınlatmak demektir. Bu kelime aydınlanma (illümination) yönünde Suhreverdî Mabtûl tarafından geliştirilmiş ve onun kurduğu sistem "Mezhebü'l-İşrâk" veya "İşrâkiyye" olarak adlandırılmıştır. Ruhun arındırılması sonucu doğan iç ışık ile aydınlanma, insanı hakikate götürür. Bu yüzden Suhreverdî, Heyâkilü'n-Nur'da Allah'a şu duayı yapar: "Ey Kayyûm! Bizi nur ile destekle, bizi nur üzerinde sabit eyle, bizi nurda haşreyle, taleblerimizdeki hedefi senin rızan eyle". Onun Eflatun'daki sudur nazariyesinden etkilenmiş olduğu ortada olmakla birlikte, Muhammedî Şeriatı inkar etmediği de muhakkaktır.

    İŞRAK NAMAZI : Sûfiyyenin dikkatle kıldığı nafilelerden biri de İşrak Namazı'dır. Güneş doğduktan 40 dakika sonra kılınır. Sabah namazı ile bu nafile namaz arasında yatılmaz, Kur'an okunur, ilimle meşgul olunur, murakaba yapılır, istiğfar edilir.

    İŞRET: içki âlemi anlamında kullanılmakla birlikte, Arapça muaşeret, arkadaşlık dostluk manasındadır. Hak ile birlikte olmanın verdiği zevk halinde kalbin terennümü.

    İŞTİBAH: Arapça, birşeyin karışık olması. Sâlikteki halin, Hak ile batıl arasında, iki tarafa olmak üzere müşkil veya karışık olması.

    İŞTİYAK: Bir şeyi arzulayıp ona meyletmek anlamında Arapça bir kelime. Muhib (seven)'in içinin lezzete ve onun devamına visalden dolayı vuslat halinde (kavuşma) mahbûba (sevilene) doğru çekilmesi.

    İŞVE: Farsça. Naz, cilve. Güzellik (cemal) tecellisi.

    İTAB : Arapça, azarlamak anlamındadır. Kulun noksanlık sebebiyle kendini kınaması, Allah'ın kulunu bazı hallerinden dolayı uyarması.

    İTİBAR: Arapça, ibret almak, değer vermek anlamlarına gelir. Dünyanın fani, orada çaba sarfedenlerin ölümlü, ümranını harap olarak görmek.
    İTİKÂF: İbadet için kulun kendini bir yere hapsetmesi anlamında Arapça bir kelime. Bakara Suresi 187. âyeti başta olmak üzere bu kelimenin türevleri, Kur'an'da dokuz yerde geçer. Muhyiddin ibn Arabi, itikafı şehvetin kontrol altına alınması için, nefse yaptırılan ekstra bir uygulama olarak değerlendirir. Bunu da, itikafta yeme içme serbestliğinin bulunmasına, buna karşılık cinsel perhizin devam etmesine bağlar. Hz. Peygamber (s) her Ramazanın son on günü, mescid-i şerifde itikafa çekilirdi. Bir keresinde Ramazan itikafına girmemişti. Bunu telafi için, ertesi senenin Ramazanında 20 gün itikaf yapmıştı, itikatlar ise müstehabdır. Hacı Zihni Efendi, fakihlik yönüyle şöhret bulmuş olmasına rağmen, itikafı değerlendirirken şu açıklamayı yapar: "Mu'tekif (itikafa giren kişi) kalbini dünyadan ayırmak ve nefsini Mevlâ'ya teslim etmekle, Kerîm (cömert) olan Allah'ın kapısına mülazim (yapışmış), hâl diliyle, Rabbim beni mağfiret etmedikçe ben bu kapıdan ayrılmam, demiş olur." Tasavvuftaki halvet (çile) uygulamasının şer'î dayanağı, işte bu itikaf olayıdır.

    İTİSAM: Arapça, bir şeye el ile yapışıp tutmak, sığınmak, korunmak gibi anlamları olan bir kelime. Taatı korumak, emri gözlemek, ittisale yapışmak, Hakk'ı tefrid halinde müşahede etmektir ki buna, Allah'a yapışmak da denir.

    İTİRAZ: Yolda giderken öne engel çıkması anlamında kullanılan Arapça bir kelime. Şeyhe dil ve kalp ile teslim olmama haline itiraz denir. Sayın Dr. Hulusi Baybal Efendi'nin çalışma masasının ardındaki Osmanlıca yazılmış "Ah teslimiyet!" levhası, sanıyoruz ki, tasavvufun özünü ve hakikatini açıklamaya yeter.

    İTTİHADİYYE: Hadisin Kadîm ile birleşebileceğini iddia eden sapık bir görüş.

    İTTİHAD: iki ayrı şeyin tek ve bir olması anlamında, Arapça bir kelime. Vahdet-i vücud. Hak olan vücud-ı mutlakı müşahede etmek. Sûfilere göre, her mevcûd, Hak ile mevcuttur. Yoksa kendi özü itibariyle ma'dum (yok) dur. Onun için ittihad, şuhudda olur. Yoksa ittihad, her mevcudun vücud-ı hâssı (özel varlığı) olup, Hak mevcûd ile ittihad etmiş değildir, bu mahaldir.

    İTTİSAL: Arapça, bir şeye bitişik olmak, eklenip bağlanmak anlamınadır. Kulun kendi zatını, tek olan mevcutla bitişik görmesi. Aksi halde kendi zatıyla sınırlanmış olur. Sâlik bu durumda medet ve vücudun kesintisiz olarak geldiğini görür. Sonunda mevcut öyle olur ki Beka Billlah'da bekaya erer. Bazı sufiyye, ittisali; sırrın zühul makamına ulaşması olarak tanımlamış. Bir kısmı da ittisali; kulun yaratıcısından başkasını görmemesi, sırrını yaratıcısından şeklinde başkasına bağlamaması, açıklamıştır.

    Nuri şöyle der: "ittisal; kalblerin keşfedilmesi, sırların müşahede edilmesidir."

    İVAZ: Arapça, karşılık, bedel demektir. İbadeti kölelik duygusuyla yapmalı, karşılığında bir takım şeyler bekleyerek değil. Buna can cömertliğiyle ibadet (kulluk) denir. "Allah cennet mukabili, onların can ve mallarını satın aldı." (Tevbe/111).

    İYŞ: Arapça, yaşamak demektir. Hak ile beraber bulunmanın verdiği zevk.

    İZİN: Türkçe'de de aynı anlamda kullanılan Arapça bir kelime. Müridin her yapıp ettiği şeyde şeyhi ile istişarede bulunmasıdır ki, bu, Kur'anî bir olaydır: "Onların işleri kendi aralarında danışma iledir..." (Şura/38).
    Tarikat adabını öğretmekle görevlendirilen kişilere me'zun (izinli) denir.


    BURADAN BİR METEHAN GEÇTİ...

  6. #26
    Mete - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    25.Ağustos.2016
    Mesajlar
    450
    Mentioned
    10 Post(s)
    Tagged
    0 Thread(s)
    *K*



    KA'BE: Yer yüzünde Allah'a ibâdet edilmek üzere inşâ olunan ilk mâ'bed. Vuslat makamı. Kalbin Hakk'a, sevgiliye, bembeyaz ihram giyerek, yani güzel huylarla süslenmiş olarak yönelmesi. Tasavvuf erbabına göre, iki türlü Ka'be söz konusudur: Birisi Hz. İbrahim'in taştan topraktan yaptığı, çok defalar yıkıldığı halde, tekrar tekrar tamir edilen ve yeniden yapılan maddî Ka'be. İkincisi de, Allah tarafından bina edilen insan gönlü, kalbi. Bu yıkıldığı zaman yapılması mümkün değildir. O'nun için gönül yıkmamak gerek. Şunu belirtmekte yarar var: Mutasavvıflar, kalbe önem vererek Ka'be'ye gitmeyi, farz olan Hac görevini, şeriatın bir emrini ikinci plana atmış değillerdir. Eğer bu gerçek olsaydı, hiç bir sufînin, üzerine farz olan hac görevini yapmaması gerekirdi ki, tasavvuf tarihi ve velilerin biyografilerini dikkatle okuduğumuz zaman, istisnasız hemen hepsinin hac görevini yaptığını görürüz. Onların kalbe önem vermeleri, Ka'be'yi ikinci plana atar, gibi görünmeleri, gerçekte bu mânâda değildir; zira yaşadıkları hayat, bunun reel kriteridir, göstergesidir. İslâm'ın insan için olduğu göz önünde tutulur ve onun eşref-i mahlukât yönü dikkatle incelenirse, sûfilerin bu filantropik yaklaşımı, onların İslâm'ın özünü, özellikle Louis Massingnon'un da ifade ettiği gibi "islam'ın gerçek haniflik yönünü" anladıklarını ve bu espiriye ulaşabildiklerini gösterir. Tasavvuf erbabının bu tür görüşlerini tenkid edenlerin, önce kendi islâmî bilgi ve kültür birikimlerinin yeterli olup olmadığını kontrol etmeleri gerekir. Çoğu zaman bu bilgi birikiminin tam olması da yetmemekte, olaya, İslâm'ın derûnî tarzda, aşkla yaşanması boyutu da eklenmektedir. Öyle sanıyoruz ki sûfileri, bilgi ve aksiyonun birleştiği bir alanda, anlamak mümkün olacaktır. Bu ifadelerde biz, gerçek tasavvufu, yani İslam'a derinin etle bağlandığı gibi bağlanan tasavvufu ve İslâm'ı, Rasulullah (s) edasıyla yaşama çabasında olan, bilgi ile mücehhez sûfileri kastediyoruz. Psödo (uyduruk) sûfilerin sayıca az olmadığı bir ortamda, böyle bir ayırımı yapmanın, tasavvuf tarihi içinde de büyük önem arzettiği kanaatindeyiz. Zira, sahte ve hakikisi ayırılmadan, yapılan tenkitlerin bütün sufilere teşmil edilişi, tasavvuf alanının mütehassısı olmayan kişilerde, ilmî bir yanılgı olarak sürekli gözlenmektedir. Konu, hem ihtisas, hem de yaşama işidir.
    KABZ: Arapça, tutmayı ifâde eden bir kelimedir. Daralma, kapanma gibi manaları da vardır. Bu terim, bast ile birlikte kullanılır. Bu durumda kabz ve bast, sâlikte bulunan iki zıt hali anlatır. Biri emin olunan şeyden korkmak, diğeri de korkulan şeyden feraha çıkmak ve ondan emin olmak anlamlarını ihtiva eder. Kabz kelimesi Kur'ân-ı Kerim'de çeşitli yerlerde geçer. Bunlardan biri Tâhâ Suresi 96. âyettedir. "Rasûlün, Cebrail'in izinden bir tutam aldım". Burada, Rasûlün atının basarak geçtiği topraktan, elimle bir tutam aldım, manasına gelmektedir. Buradaki kabza (tutam) makbuz manasına gelir (Bkz. Mu'cemu Elfâzi'l-Kur'âni'l-Kerim, c. II., s. 173). Furkân Suresi'nin 46. âyetindeki kabz kelimesi, mahvolmak manasını ifade ettiği gibi, Bakara Suresi'nin 245. âyetinde rızkın genişlemesi ve daralması manasına gelir. Sûfiler kabz ile korkuyu, bast ile de ümidi kastederler. Allah'ın tehdidinden korkan sûfî, kabz hâlinde olur. Bu durum, Tur Suresi'nin baş taraflarındaki "Muhakkak Rabbının azabı gelecektir" âyetini duyunca Hz. Ömer (r)'de görülen hal ile açıklanabilir. Allah'ın müjdesi ile sufî, bast durumuna geçer. Sûfilerden bazıları, Allah cemal sıfatı ile tecellî ettiğinde kulu bast, celâl ile tecellî ettiğinde kabz halindedir, diye yorum yapmışlardır. Sûfilere göre Kâbız ve Basit olan, Allah'tır. Kabz'a; nimetin elden gitmesi, sevgiliyi kaybetme ve mahzurlu olanın hücumundan kaynaklanan korku gibi anlamlar yükleyen sufîler, bast'ı, müridin güven ve ümit hali olarak tanımlamışlardır. Ancak bast'ta sevgiliye yakınlık düşüncesi, mahzurlu olanın yok olmasının şuuru söz konusudur. Sülemî, Tabakat'ında (ss. 106-124) Hızır (a)'ın sürekli olarak bast halinde olduğunu kaydeder. Sûfiler bast'ı, beka halinin oluşumuna sebep olan şeylerin ilki olarak kabul ederler. Kabz ise, fenanın ilk sebebidir. Kulun kabz'ı, bast'ı miktarıncadır. Diğer bir deyişle, sûfinin havf'ı, recâ'sı kadardır. Lüma sahibi Serrâc'a göre, kabz ve bast iki şerefli hâldir. Allah, kabz halinde; kulunu, yeme, içme, konuşmadan alıkorken, bast halinde; yeme, içme ve konuşmaya sevkeder. Ebu'l-Hasen eş-Şazilî'ye göre (Abdülha-lîm Mahmûd, Ebu'l-Hasen eş-Şazilî, s. 129) bast, nur içinde nur, kabz nur altında zulmettir. Havf ve reca ile kabz ve bast arasındaki fark şudur: Havf ve reca, iyi olsun, kötü olsun, istikbalde vukuu düşünülen bir şeye aittir. Kabz ve bast ise, geleceğe değil içinde bulunduğumuz zaman (hal)'a aittir.
    KABA SOFU: Taassup ve zühd-i bârid (soğuk zühd) vasıflı kimseler hakkında kullanılan bir tâbirdir.
    KABE KAVSEYN: Arapça, ok atılırken yayın elle tutulan odasıyla, sağlı sollu iki ucu arasındaki mesafeyi ifâde eden bir terkiptir. Tasavvuf ıstılahında, vücud dairesinde, ibda', iade, inme (nüzul), yükselme (urûc) failiyyet ve kabiliyyet gibi isimler arasında bulunan, tekabül bakımından esma ve sıfatın isimlerine ait yakınlığı belirtir. Ancak bu kurb (yakınlık)'un zatî değil, sıfatî olduğu da kaydedilir. Bunun üzerinde "ev ednâ" (yahut daha da yakın) makamı vardır. Kabe kavseyn, ittisal denilen temyizin bekasıyla beraber, Hak ile ittihaddan; "Ev ednâ" ise, ayn-ı cem'deki ehadiyyet-i zâtiyyeden ibarettir. Ev ednâ'da temeyyüz ve itibârı olan ikilik, fenâ-i mahz ve tams-ı küllî sebebiyle, abd ve Hak arasından kalkar. Müfessirler, bu kelimeyi Allah'a yakınlık olarak yorumlamışlardır.
    Matlab-ı a'lâ-yı ev ednâ'da itsek n'ola
    Tîr-veş itdik makâm-ı kâbe kavseyni güzâr.
    Nadirî
    Bu terim, Necm Suresi'nin dokuzuncu âyetindeki "fekâne kâbe kavseyni ev ednâ" (İki yay kadar, yahut daha yakın oldu) ifadelerinden alınmıştır.
    KABİH: Arapça, çirkin manasına gelen bir kelime. Dünyada yerilmeyi, âhirette cezayı gerektiren şeye denir.
    KABİL:Arapça, kabul eden manasını ihtiva eder. Tasavvufî olarak, fail olan Hak'tan vücûd feyzini ve onun fiili olan daimî tecellîyi kabul etmesi bakımından, a'yân-ı sâbite'ye "kabil" denir.
    KABZU'D-DÂHİL: Arapça, giren kabz demektir. Kum falına bakanlara göre, özel şekli olan bir işarettir.
    KABZU'L-HÂRİC: Çıkan kabz mânâsına gelir. Bunun özel şekli de, şu şekildedir:
    KADEM: Arapça, ayak anlamına gelir. Uğur ve meymenet gibi mânâları da vardır. Sûfiler misafirlerini, uğurlarken "hoş geldiniz, kademler getirdiniz, hayırlara karşı; Hak erenler gözcünüz, bekçiniz olsun" diye uğurlarlar. Gelen misafir de kapıda şu sözlerle karşılanır: "Kademlerinize kurban olayım, hoş geldiniz, kademler getirdiniz". Misafir gösterilen yerine oturduktan sonra makam sahibi "aşkolsun" der, ardından misafir, şükür secdesi yapar.
    KADEH: Arapça olan bu kelime, Türkçe'de de aynı mânâdadır. Manevî hal, cezbe, ruhî zevk, şevk, vecd.
    KADEMEYN: Arapça, iki ayak demektir. Birbirine zıt iki zatî hüküm ki aslında ikisi birdir. Hudûs-kıdem, halkiyyet-hakîkiyyet, adem-vücûd, sonlu-sonsuz, teşbih-tenzîh gibi zıt özelliklere na'leyn (iki ayakkabı) denir. Na'leyn (iki ayakkabı), kademeyn (iki ayakkabının) altındadır.
    KADEMU'S-SIDK: Arapça, doğruluk makamı demektir. Allah'ın salih kullarına vereceğini bildirdiği bir makam. Yunus Suresi'nde (ayet:2) Allah şöyle buyurur: "... İman edenlere, Rableri katında, yüksek bir doğruluk makamı olduğunu müjdele...". Sıdk, herşeyin hayırlısıdır.
    KÂDI'L-HÂCÂT: Arapça, ihtiyaçları gideren manasına bir izafet terkibi. Bu tâbir, Allah için kullanılır. Zira O, herkesin ihtiyacını gideren yüce bir varlıktır.
    Bil Kâdî-i hâcâtı
    Kıl Ana münacatı
    Terkeyle murâdâtı
    Allah görelim n'eyler
    N'eylerse güzel eyler
    İbrahim Hakkı

    KÂDİH: Arapça, çakan, yaran, tesir eden gibi manaları ihtiva eden bir kelimedir. Tasavvufî açıdan hâtır'a yakın bir manası olmakla birlikte, ikisi arasında fark vardır. Hatır, yakaza ehlinin kalbine, kâdih ise gaflet ehlinin kalbine gelir. Kalpten gaflet bulutları dağıldığı zaman, zikir pırıltısı parlar.

    KADÎM: Arapça, evveli olmayan demektir. Allah'ın sıfatlarından (veya isimlerinden) biri. Kendinden başka varlığı olmayan için kullanılır. Bu da zât ile kadîmdir. Varlığının öncesinde yokluk olmayan için de kullanılır. Bu da zaman ile kadîmdir. Zat ile kadîm olan her şey, zaman ile de kadîmdir. Bu da Allah'tan başkası değildir.

    KADİR ALAYI : Osmanlı döneminde, padişahlar Kadir gecesinde, teravihe, saray dolayındaki camilerden birine özel bir alayla giderlerdi. Bu tören hakkında Ata Tarihi yazarı şunları anlatır:
    "Kadir gecesinde alâ-yı vâlâ ile Ayasofya Cami-i şerifine azimet buyurulması kaideden olmakla, eğer mevkib-i hümayun sayfiyede ise, padişah o gece, yeni sarayda iftar ettikten sonra, nöbetçi has odalılardan başka, cuma selamlığı teşrifatında bulunan menâsıb erbabı, maiyyetinde hümâyunda bulundukları ve ridâ-i şerif dairesi pişgâhından, tâ Ayasofya Cami-i şerifinin selâmlık kapısına kadar, yollar meş'alelerle aydınlatılmakla beraber, akkâmlarm taşıdıkları yirmi kadar meş'ale, has ağaların ellerinde tuttukları muşambaları, kırmızı ve yeşil boyalı kırk tane büyük feneri takiben, camiye gidilir ve nöbetçi olan imam-ı sultanîye uyulmak suretiyle Kadir Namazı (teravih namazı) cemaatla kılındıktan sonra aynı usûlle geri dönülürdü.

    KÂDİRİYYE: Türbesi Bağdat'da bulunan Abdülkâdir Geylânî tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu. Gilan (İran'da bir bölge)'da dünyaya gelen Seyyid Abdülkâdir Geylânî (k), gençliğinde Bağdat'a gelerek Kadı Ebû Said Mahzûmî'den fıkıh, Ebu Bekir b. el-Muzaffer vesair muhaddislerden hadis dersleri aldı. Hanbelî mezhebini seçti. Elinin emeğiyle ailesinin geçimini temin ederdi. Uzun süre va'az ve öğretim işi ile meşgul olduktan sonra, İmam-ı Gazalî gibi, yakîni arama krizi ile zühdî-tasavvufî bir hayata yöneldi. Uzun süre, Bağdat ve Kerh harabelerinde, zahidâne bir hayat yaşadı. Halvetlere girdi. Son girdiği halvette, kırk gün süre ile hiçbir şey yemedi. Şeyh Ahmed Debbas adlı bir sûfiden tasavvufî disiplini öğrenen Abdülkâdir Geylânî, sonunda, terkettiği topluma dönüp Ebû Sa'ad medresesinde derslere ve camilerde halkı irşada başladı. Toplumda fakir, zengin, dul, yetim, yolcu, aydın, cahil herkes ile muhatap olarak doğru yolu gösterdi. Eserlerinden bir kısmı şunlardır: Melfûzât-ı Geylânî, Futûhu'l-***b (İbn Teymiyye Abdülkâdir Geylanî'ye olan sevgisi sebebiyle bu esere bir şerh yazmış olup, bu eserin tenkidli basımı 1989 senesinde Kuveyt'te yapılmıştır), Gunyetu't-Tâlibîn, Behcetü'l-Esrâr, Divan-ı Gav-su'l-A'zam (şiirleri bu divandadır).
    Sadık Vicdanî "Tomar"da, Abdülkâdir Geylanî'nin ebced hesabıyla "aşk" ile doğduğunu, "kemal" ile ömür sürüp "kemâl-i aşk" ile Allah'a kavuştuğunu tesbit etmiştir. Kâdiriyye'nin şubeleri şunlardır: Esediyye, Ekberiyye, Makdisiyye, Garibiyye, Eşrefiyye, Rumiyye, Yâfiiyye, Hemmâdiyye, Hilâliyye ve Hindiyye. Kadiriyye, Nakşbendiyye'den sonra, dünya üzerinde en çok yaygınlık kazanmış ikinci büyük tasavvuf okuludur.
    Sâlikân-ı Kadirî

    Sâlik-i mülk-i bekadır sâlikân-ı Kadirî
    Târik-i kûy-i fenadır sâdikân-ı Kadirî
    Cehd idüb ilm-i ilâhîden sebak-han oldular
    Varisan-ı enbiyâdır sâlikân-ı Kadirî
    Câme-i irfan ile tezyîn-i bâtın ettiler
    Zâhir-i ehl-i kabadır sâlikân-ı Kadirî
    Meclis-i işrâkıyandır halka-i ezkârları
    Sırr-ı kalbe âşinâdır sâlikân-ı Kadirî
    Eylemişler dillerin gencine-i ***bü'l-guyûb
    Mahzen-i sırr-ı Hûda 'dır sâlikân-ı Kadirî
    Çün fenafillah'dan seyr-i ilallah itmeğe
    Rehrevân-ı Kibriya'dır sâlikân-ı Kadirî
    Feyz-i irşâdiyle teshîr itmede talihleri
    Gûyiya mûciz nümâdır sâlikân-ı Kadirî
    Bûsitân-ı zikr-i cehri içredir nalişleri
    Bülbül-i bağ-i (Rıza)'dır sâlikân-ı Kadiri.
    Şeyh Rızâ-yı Talabânî

    KÂF DAĞI: Kâf, Kur'ân-ı Kerim'de ellinci surenin adıdır. Kur'ân-ı Kerim'in mukattââtındandır. Allah'ın isimlerinden birinin "Kâf" olduğu söylenir. Kudret sahibi anlamına geldiğini söyleyenler olduğu gibi, dünyayı çepeçevre kuşatan dağın adıdır diyenler de vardır. Bu dağın ardında, efsaneye göre, cinler yaşamaktadır. Ejderhalar, insanlara zarar verince, güya melekler, onları bu dağın ardına, ateşli zincirlerle çekip atarlarmış. Tasavvuf erbabına göre, "Kâf", Kur'ân'a işarettir. Ki bu da, Allah'ın bütün isimlerinin zuhur yeri olan ve bu mazhariyeti bilen ve bildiren insan-ı Kâmil'dir. Zamanın kutbu ve imamı budur.

    Kâf Dağını arkama
    Yüklendim etme aceb
    Bahr-ı Muhîti içdim
    Kanmadım amma neden.
    İdris-i Muhtefî Bayramî

    Halk arasında Kâfdağı veya Kâf ifadesi sınırsızlık, son derece büyüklük gibi manalar ihtiva eder. Çok büyüklenen insana "burnu Kâf dağında" denir. Bir uçtan bir uca yerine de "Kaftan Kafa" veya "Nundan Nuna" deyimleri kullanılır. "Süleyman Peygamber, Kaftan Kafa bütün âleme hükmetti" gibi.

    KAF-NUN,KÜN: Arapça, kâf ve nün harfleri bir araya gelirse "kün: ol" sözünü meydana getirir. Bakara/117; Âl-i İmrân/47; Meryem/35; Yasin/83; Mü'min/67. âyet-i kerimelerinde, Allah'ın, bir işin olmasını istemesi ve o işin hemen olması, bu sözle bildirilir. Tasavvuf edebiyatında Allah'ın dilemesi "kâf-nun" yahut "kün" sözleriyle belirtilir.

    KÂHİLÎ : Rahatta iken zor duruma düşen kişi anlamında Arapça bir kelime. Seyr ü suluktaki yavaşlama. Bunun nedeni, gidilen yolun bazan sâlike zor gelmesidir. Ağır ve yavaş tahakkuk eden bu sülük, en mükemmel sülüktür.

    KAHR: Arapça, mahvetmek, ezmek anlamlarında bir kelime. Mukabili lütûf'tur. Nefsi, Allah'ın yardımı ile ezmek, dizginleyip ona galip gelmek. Allah'ın tecellîleri, ya kahr sıfatıyla, ya da lütuf sıfatıyla olur. Olgun sûfiler, her iki tecellîyi de, aynı seviyede gönül hoşluğu ile karşılarlar. Bazı veliler daha çok kahr, bazıları da lütuf tecellilerine mazhar olurlar. Kahr tecellisine mazhar olanlar, vahada bile olsa kendilerini sahrada görürlerken, diğerleri kendilerini sahrada bile olsa vahada görürler.

    KAHRİYYE: Arapça, kahretmeye mensûb anlamında kelime. Birisini kahretmek, öldürmek, yok etmek manasına gelir. "Kahriyye okumak" diye bilinen ve Allah'ın Kahhâr ismini kullanmakla ilgili bir uygulama vardır. Bu uygulamada, kalabalık bir grup, Allah'ın "Kahhâr" ismini yüksek sesle, binbir kere veya birkaç kere okuyarak, mahvedilmek istenen kişiye zihnen yönelmek suretiyle neticeye varmak söz konusudur. Bu törende, "kahriye" adı verilen bir dua da okunur. Günümüz medyumistik çalışmalarında da bu tür uygulamalar görülmektedir. Parapsikolojik olarak izahı mümkün olan bu olay, ahlâkî açıdan oldukça sakıncalıdır. Eski Kızılderili, Maya, Aztek, Afrika ve Asya kültürlerinde de görülen bu husus, insanın canını almayı hedef edinmesi yönüyle, sıkıntılı bir uygulamadır. Bazan Kahriye'nin okunana değil de okuyana etki ettiği görülmektedir. Buna "kahriyye'ye uğramak" denir. Olayın işleyiş tekniği oldukça karmaşıktır.

    KAHVE NAKİBİ : Nakib, kabile reisi, başkan, bir kavmin reisi gibi manaları ihtiva eden Arapça bir kelimedir, çoğulu nukabâ'dır. Tasavvuf ıstılahı olarak, tekkelerde kahve pişiren ve bu işle görevli bulunan kişiye denir. Aslında bu görev, dıştan önemsiz gibiymiş gibi görünse de rastgele herkese verilmezdi. Bu iş genellikle tekkenin kıdemli kişilerine verilirdi. Bektaşî meydanında, kahvecinin Ebû'l-Hasen eş-Şâzilî'yi temsil eden bir postu bulunurdu.

    KAHVE OCAĞI : Esma zikri ile özgünleşmiş tasavvuf okullarının tekkelerinde "cümle kapısı" denen ve bahçeye açılan kapıdan sonra, asıl tekke kapısına girilince, giriş kısmının bir köşesindeki oda, kahve ocağı diye anılır. Oda kapısının karşısındaki köşede, kahve ocağı bulunur. Odada oturmak için, boydan boya üstü kilimle örtülü bir kerevet vardır. Kahve ocağının yanındaki post, kahveci dervişe aittir. Tekkeye gelen misafir, önce kahve sunar. Misafir, şeyhi görecekse, şeyhe gidip haber verir ve misafiri alıp şeyhe götürür.
    Kahve ve kahvecilerin pîri, Şeyh Ebu'l-Hasen eş-Şâzilî'dir. Şazilî tasavvuf okulu mensupları, gece zikir ve teheccüd ibadetlerinde uyku dağıtmak konusunda, faydalı olması amacıyla, kafein ihtiva eden kahve içmeyi adet edinmişlerdi.

    KAL: Arapça "dedi" anlammadır. İlm-i kal: Şer'î ilimler, fıkıh bilimi. İlm-i Hâl: Yaşama ile ilgili, içe ait ilim, tasavvuf. Kal, hâle dönüşmedikçe makbul görülmemiştir. Hâlin de, kal ile olanı daha makbuldür.


    BURADAN BİR METEHAN GEÇTİ...

  7. #27
    Mete - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    25.Ağustos.2016
    Mesajlar
    450
    Mentioned
    10 Post(s)
    Tagged
    0 Thread(s)
    KALAK: Arapça, bir şeyi hareket ettirmek, kararsız kalmak, üzgün olmak demektir. Tasavvuf ıstılahı olarak, sevenin şevkle sevilene doğru harekete geçirilmesi anlamına gelir.

    KALB: Arapça, bir şeyin altını üstüne getirmek, çevirmek, vs. gibi anlamları ihtiva eden bir kelimedir. Biyolojik ve anatomik olarak insan göğsünün sol tarafında bulunan çam kozalağına benzeyen bir et parçasıdır. Ana rahminde, insan varlığının jinekolojik oluşum sürecinde meydana gelen (gebeliğin üçüncü haftasının sonunda) ilk organdır. Tasavvufî olarak kalb; insanın mahiyeti, madde ile mânânın birleştiği yer, akıl, ruh, Allah'ın tecellî ettiği mahal, İlâhî latîfe gibi çok yönlü manaları ifâde eder. Biyolojik manadaki kalb, insanda olduğu gibi, hayvanlarda da bulunur. İkinci anlamdaki kalb ise, sadece insanda bulunur ve insanı hayvandan ayıran özelliktir. Molla Camî, Fusûs Şerhi'nde kalb; mizacı kuvvetler ve cismanî gerçekler ile ruhanî gerçekler ve nefsanî gerçekler arasını bir araya getiren (cem eden) hakikatdır, der.
    Mutasavvıflara göre; manevî kalbin maddî kalbe bir nevi taalluku (bağlantısı) vardır. Ve bu kalp, insanın hakikatidir. Bu latîfe, idrâk edicilik ve bilicilik özelliklerine sahiptir. Muhatab, mütâleb ve muâteb olan işte budur. Türkçe'de kalbe, gönül denir. Can tabiri de kullanılır. "Kalbe bakıcı": Bayramî melamîlerinde, irşada izinli kişilere verilen addır. Kalple ilgili bazı atasözleri şu şekildedir: Kalp bir sırça kadehtir, çabuk kırılır. Kalp kalbe karşıdır. Kalpten kalbe yol vardır.

    Fukara kalbine her kim dokuna
    Dokuna sinesi Allah okuna
    La edrî

    KÂLDE KALMAK: Arapça, kal, söz, laf demektir. Tasavvufî hallere ait bilgiyi, uygulama haline getiremeyen kimseler için kullanılan bir tâbirdir. Böyle kişilerde laf var, iş yoktur.

    KALEM : Arapça, kesmek, budamak masdarından türemiş bir kelime olup kalem, makas, yazı, kumar oku ve stil gibi manaları içerir. Tasavvufta ilm-i tafsîl-i ilâhîye ve kelimelerin şekillerini çıkarmaya vasıta olan ruha, kalem denir. Tehânevî, sûfilerin bu tabiri, akl-i evvel manasında kullandığını söyler. Letâifü'l-Lügât'da da, vâhidiyyetden kinaye olan hazret-i tafsîle ve nefs-i küll'e de kalem denir. Bir kısım sufîler de, şu açıklamayı yaparlar: Kalem, ilm-i tafsîlin bilgisidir. Kalem, İlâhî tafsîlî bilginin, varlıklara taalluku gözönünde tutulmak suretiyle benzetme yapılarak kullanılır. "Kalem ilm-i tefâsîl-i İlâhîdir. Çünkü mezâhir-i tafsîl olan huruf, devâttaki mürekkepte mücmel olup orada oldukça tefâsili kabul etmez. Mürekkep divitten kaleme intikâl ve levhe temas ettikçe, huruf tafsil şeklini alır. Bu suretle ilim de, matlûba göre tafsil edilmiş olur. Kezalik, insanın madde-i hayatiyyesinden ibaret olan nutfe de, suret-i insaniyyede mücmel olup zahr-ı Âdem'de durdukça, tafsili kabul etmez. Kalem-i insanî ile levh-i rahme intikal edince tafsili kabil olur".

    Lisan-ı ***b olur esrar-; ***b iş'ârına kâfî
    Ne gam olsa nazardan levh-i mahfuz-ı kalem nâbûd.
    Osman Şems Efendi

    KALENDER: Farsça bir kelimedir. Dünya ile alâkasını kesip Allah'a yönelen kimselere denir. Bunların özelliği, laubali meşrep, lâkayd, mücerred ve fakir olmalarıdır. Kalenderiyye tarikatına mensup olanlara kalender denir. Bektaşîlerde derviş olmaya ikrar veren, fakat kendisine derviş olma töreni ile taç giydirilmeyen ve tekkede arakıyye ile hizmet eden kişilere de kalender adı verilir. Ancak bu kelime zamanla aşınmış, farklı manalarda kullanılmaya başlamıştır. Halk arasında kalender; yoksul, kimsesiz kişiye dendiği gibi, her şeyi hoş görüyle karşılayan geniş meşrepli, herkesle anlaşabilen ve geçinebilen kimselere de kalender adam denir. Kaynaklara göre, kalenderîler başı açık gezmektedirler. Sikkelerinin yukarı kısmında on iki, aşağı kısmında ise kırk dilimin bulunduğu kaydedilir. Bektaşîler, beyaz keçeden yapılan lengeri dört, kubbesi on iki dilimli ve tepesinde düğme adı verilen kenarları dikişli, fındık büyüklüğünde, beyaz keçeden mamul dikili bir parça bulunan taca, "Hüseynî" ve "Celâli Tâc" denir. Lengeri dört, kubbesi on iki parça keçenin, iç taraftan birbirine dikilmesiyle meydana gelen bu tacın, dıştan görünen dilimlerinin kenarları da küçük ve birbirine bitişik dikey dikişlerle dikilerek, dilimler iyice belirtilmiştir. Dilimleri dıştan dikili olmayanına ve tepesinde düğme bulunmayanına "kalenden taç" denir. Kalenderîler; çar-darb denilen bir uygulama yaparlardı ki, bundan kasıt, zahirî süsten vazgeçmekti. Çar-darb (dört vuruş) ise, saç, sakal, bıyık ve kaşları tıraş etmekten ibaretti. Kafadaki tüm kılların kazınmasına özen gösteren bu tip dervişlerin, cevalıka (cavlaklar) diye anıldığı da bilinmektedir.

    KALENDER-HÂNE: Kalender evi manasına gelen Farsça bir terkib. Fakir dervişlerin barınmaları için yapılan zaviyeler hakkında kullanılan bir tâbirdir. Kalender, dünya alâkalarından vazgeçmekle manevî hakikatlardan zevk duyan, filozof, derviş demektir. Fatih Sultan Mehmed devrinde açılan Kalender-hânelerde, Mesnevî okutulduğu kaydedilir.

    Girüb bin âleme her âlemi bir âlem-i zevk et
    Kalender ol, hakîm ol âlemin her âleminden geç.
    Celâl Paşa

    KALENDERİYYE: Cemaleddin Savî (630/1232) tarafından tesis edilmiş bir tasavvuf okulu. Sonradan bazı sapmalar görülen bu tarikatı, şu özgün yönleriyle hülasa edebiliriz: Kalenderîlerde aşırı (hatta ölçüsüz) bir ehl-i beyt sevgisi vardır. Kemaleddin Efendi, Tibyanu Vesaili'l-Hakâyık'ta bunların "Hasan, Hüseyin, Muhammed, Fatıma ve Ali isimleriyle zikir çektiklerini kaydeder. Kalenderîler, def, kudüm, ve alemleriyle gruplar halinde çeşitli yerleri gezerler, tasavvuf anlayışlarını yayarlardı. Saç, sakal, bıyık ve kaşlarını kestirerek (çar-darp), tembelliği meslek edinmiş, bekar bir hayat tarzına yönelerek dilencilikle iştigal etmişlerdi. Vahidî tarafından yazılan "Menakıb-ı Hâce Cihan ve Netice-i Can" adlı eserde, Kalenderîlerin çar-darb (çehâr darb) yapmalarının sebebi, şu şekilde anlatılır:

    Anınçün bu sakal u saç u kaşı
    Tıraş ettik bu yüzden kola nâşî
    Şu nesne kim cihanda ariyettir
    Anı tıraş etmemek akbah sıfattır
    Bu kıllar ariyettir mülk-i tende
    Gider, var ise aklın anı sen de
    Tıraş eyle bu yüzden sakalın
    Ki tâ rûşen ola çün meh cemâlin.
    Abdülmun'im Hafnî'nin de ifade ettiği gibi, kalenderîler, edebleri, âdetleri, meclis ve muamele gibi hususları terk etmiş kişilerdi. Kalp sataşma önem verdikleri kadar, namaz, ibadet ve zühde ehemmiyet vermezlerdi.

    KALIBI DİNLENDİRMEK : Ölmek manasında kullanılan bir deyim. "Dünyada bize rahat yoktur" (La râhate lenâ fiddünya) sözüyle işaret olunduğu üzere, ölüm, istirahat, dinlenme gibi bir mânâ ifade eder. Buna benzer olmak üzere şu ifâdeler kullanılır: Göçtü, göçündü, yürüdü, Hakk'a yürüdü, Hakk'a kavuştu, irtihal etti, çilesi bol dünyadan geçti.

    KALLAŞÎ: Farsça, berduş, keyfince yaşayan, kimseye aldırmadan hayatını sürdüren kişi demektir. Harabâtî. İçinde bulunduğu hâle göre davranan kişi. Hal sahibi, dünya ile ilgisini kesen, rind.

    KÂLÛ BELÂ: Arapça, iki ayrı kelime, "evet, dediler" manasına gelir. Bu ifade, Kur'ân-ı Kerim'deki A'raf Suresi'nin 172. âyetlerinde yer alır: "Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik, demeyesiniz diye, Rabbin ademoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini aldı, onları kendilerine şâhid tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da) Evet (Rabbimiz olduğuna) şahit olduk dediler." Allah'ın ruhlardan aldığı bu misak için, şu tâbirler kullanılır: Bezm-i elest, bezm-i ezel. Sûfilere göre, her insan, kabiliyetine ve yeteneğine göre, amel etmesi bakımından, hâl diliyle her ân, "sizi yetiştiren, bakan, geliştiren, büyüten Ben değil miyim?" sorusu tekrarlanmakta ve herkes, hal diliyle "evet" demektedir. Bu dünya, elest bezminde, Allah'a verilen sözün tutulup tutulmadığının denendiği bir sınama yeridir.

    Kalem çalınıcak görgil
    Haber böyledürür bilgil,
    Kâlû belâ kelecisin
    Bunda haber veren benem.
    Yunus Emre
    Tâ kâlû belâdan sevdik seviştik
    Bizimle ezelî yarır mahabbet
    Üstad nazarında, ikrar kopuşduk
    Mü'mine kadîm ikrardır mahabbet
    Kul Himmet

    KAMET: Farsça, boy, bos demektir. Sadece Hakk'ın ibadete layık olması, başka hiç bir şeyin buna hakkı olmaması.

    KAN: Türkçe. Hallâc-ı Mansur'dan itibaren, tasavvufta bir kan imgeciliği başlamıştır. Tasavvufun zorluklarla dolu bulunduğu, icabında hayatını bu uğurda feda etme durumunun bile söz konusu olduğu, kan imgesiyle anlatılmaya çalışılır. Molla Camî'nin dediği gibi

    Kuh kün ez kellehâ
    Bahr kün ez hûn-i mâ
    Kellelerden dağ
    Kanımızdan deniz olsun.

    Baş vermek, icabında sır vermemek uğrunda büyük bir fedakarlığı içerir. Kişi sırrını öyle saklamalı ki, o kişinin sırrının ne olduğu değil, sır sahibi olduğu bile bilinmemelidir.

    KANÂAT: Arapça, ikna olmak, yetinmek vs. gibi anlamları ihtiva eden bir kelime. Yaşamak için zarurî olan ihtiyaçlar dışında kalan, bütün nefsî arzu ve hayvanî isteklerden uzak durmak. Yeme, içme ve çeşitli konularda aşırıya kaçmamak.

    KANÂİYYE : Abdürrahîm el-Kanâî'ye nisbet edilen bir tasavvuf okulu.
    KANBER-İ ALİ: İki özel isimden oluşmuş bir izafet terkibi. Hz. Ali'nin Kanber'i manasına gelir. Hz. Ali'nin Kanber adlı bir kölesi olduğu söylenir. Bu bir Bektaşî terimidir. Bektaşîler kullandıkları bir kemere, Kanber-i Ali derler. Yuvarlak şerit veya örme kaytandan yapılan bu kemer, armut biçiminde taşla birbirine bağlanırdı. Bağ vazifesini gören taş, Hacı Bektaş taşından yapılırdı.

    KANBERİYYE: Kanber, Hz. Ali (r)'nin kölesidir. Hz. Ali (r)'ye çok bağlıydı. O, evden çıkınca, Kanber muhafızlık görevi yapmak üzere kılıcını takınır, peşinden giderdi. Kanber, zencî idi. Haccâc'a karşı Hz. Ali'yi öğdüğü için 95/71 4'de şehit edilmiştir. Kanberiyye, kalınca bir kuşağa halka ile asılmış, yumruk şeklinde ve yumruktan küçük, balım taşı denen Kırşehir'de çıkan balgamı taştan, yahut Necef taşından yapılmış bir şeydir. Tığbend, teslim taşı, kemer, palheng vs. gibi tarikat cihazından olan Kanberiyye, bele sarılan kemer üzerine takılır. Kuşağın bir ucu, halka biçimindedir, o halkaya sokulur ve belin sol yanına doğru meyilli olarak durur. Kanberiyye; ehl-i beyte nisbeti, erenlere hizmeti ve evlenmemeye karar vermeyi ifade eder. Ancak son zamanlarda, evli olanlar da bu cihazı kullanmışlardır. Kanberiyye, baba tarafından tekbirlerle kuşatılır. Bu sırada tercemân da okunur.

    KANDİLCİ: Tekkelerde yanan kandillerin yağını, fitilini hazırlayan ve gece olunca da yakan görevli dervişe, kandilci veya çerağcı denilirdi.

    KANDİL DİBİNE IŞIK VERMEZ : Bu atasözü, "mum dibine ışık vermez" şeklinde de ifâde olunur. Herkese faydası dokunduğu halde, kendine ve yakınlarına aynı faydayı sağlayamayan kimseler için kullanılır.
    KANDİL GECESİ : Bazı mübarek geceler hakkında kullanılan tâbirdir. Rebiülevvel ayının onikinci gecesi Mevlid, Recebin ilk cuma gecesi Regaib, Şaban'ın onbeşinci gecesi Berât, Recebin yirmiyedinci gecesi Miraç, Ramazan'ın yirmi yedinci gecesi Kadir gecesidir. Bu mübarek gecelerde, minarelerde mahyalar kurulur, kandiller yakılırdı. Günümüzde, bu iş için minare şerefelerinde elektrik ampulleri kullanılmaktadır. Kandil geceleri, ihya geceleridir.

    KAN ET, KANUN ETME : Tarikat erkânına, yeni bir şey katmamak gerektiğini ihtar etmek üzere söylenir.

    KANINI İÇİNE AKIT : Cezbe geldiği zaman veya bir hâl zuhurunda, dervişin bunu dışarı aksettirmemesi, sezdirmemesi ve normal davranıştan uzaklaşmaması demektir. Bu, temkin ehli sûfilerde olur. Telvin ehli olanlarda bu durum aksinedir. Bu, melâmet tavrı olarak da değerlendirilir.

    KANTARA: Arapça'da büyük köprüye kantara denir. Dünya, kişiyi âhirete ulaştıran bir köprü durumundadır. Âl-i imran Suresi'nin 14 ve 15. âyetleri, dünya ve âhiret kıyaslamasını yapar ve hangisinin daha önemli olduğunu açıklarken orada şu ifadeler kullanır: "Kadınlardan, oğullardan, yığın yığın birikmiş altın ve gümüşten, salma atlardan, sağmal hayvanlardan ve ekinlerden gelen zevklere düşkünlük ve bağlılık, insanlar için güzel gösterildi (ziynetlendirildi). Bunlar dünya hayatının meta'ıdır. Nihayet varılacak güzel yer, Allah'ın huzurudur. (Resulüm) De ki: Size bunlardan (yani dünya metâ'ından) daha iyisini bildireyim mi? Takva sahipleri için Rableri yanında, içinden ırmaklar akan ebediyyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allah'ın hoşnutluğu vardır. Allah kullarını çok iyi görür" (Âl-i imran/14-15).

    KANUN ÇERAĞI: Bektaşîlerde taht ve Balım (Sultan) Taşı'nın önünde duran ve zeytinyağı ile yanan çıraya Kanun Çerağı denir. Pirinçten yapılmış, kapağı Bektaşî tacı şeklinde olup, fitil konacak üç lülesi bulunur. Kanun çerağı, iki yanındaki şamdanda duran ve tahtın üç basamağının, her basamağında yer alan üçer şamdandaki mumlarla beraber sayılırsa oniki, lülelerindeki fitillerle sayılırsa Meydandaki taht üstünde ve önünde bulunanlarla ondört çerağ eder ki, bu sayılar, âlemi aydınlatan hakikat önderleri oniki imama ve ondört masuma işaret ederler.

    Çerağcı, Kanun Çerağını yakmadan (uyarmadan) tahtın önünde şu tercemanı okur:
    Kânûn-ı evliya, nuru's-semâvât
    ****iz bu menzildir Tûr-ı münacât
    Kaçan rûşen olur, niyaz edip ver
    Muhammed Ali'ye candan salavât.
    İlk mısradan anlaşılacağı üzere, Kanun Çerağı'na, Evliya Çerağı da denir.

    KAPI ALLAH KAPISIDIR : Akşemseddin, mürşidi, kulu Allah'a, Allah'ı da kula sevdiren kişi olarak tarif eder. Bu durumda, mürşid, müridi Allah'a ulaştıran kapı durumundadır. Ve bu kapı, ayırım gözetmeksizin herkese açıktır. Bu kapı insanlara hizmet kapısıdır, zira Allah'a açılmakla, Allah'a götürmektedir.

    KAPIDAN GEÇMEK : Tasavvuf'î planda, murakabe özelliğini kazanmayı ifâde eder. Mevleviler bu duruma, kapıdan geçmek derler. Bu, çilesini bitirenlerin veya başka dergahtan gelip hücreye çıkacakların, veyahut çilekeş olmayıp da, fazileti ve olgunluğu bulunması veya şeyhe vâris olması sebebiyle, kendisine dedelik payesi verileceklerin "Murakabe Meydanı" na kabulüdür. Şeyh tâyini nedeniyle, ziyafet çekmek de, âdettir. Bu durumda ziyafetin masrafı, yeni şeyh efendiye âittir.Akşamdan sonra, yeni şeyhin dışında herkes meydanda toplanıp yemek yer, kahve içerdi. Daha sonra Meydancı, yeni şeyh olan efendiyi meydana davet ederdi. Şeyh, başta tarikatçı olmak üzere, sağ ve soldaki dedelerle çift elle musâfaha ederdi. Ayakta, niyaz vaziyetinde bulunan mutfak canları (mutfak görevlisi dervişler) ile görüştükten sonra, şeyh de niyaza dururdu. Tarikatçı o sırada şu gülbanki okurdu: Vakt-i şerif hayrola, hayırlar fethola, serler defola, derviş kardeşimizin meşihat hizmeti mübarek ola, niyazı kabul ola, demler, safâlar ziyâde ola, dem-i Hazret-i Mevlânâ Hû diyelim Hû". Yeni şeyh efendi, o gece Hazret-i Şems'de yatardı. Arzu durumuna göre, orada bir iki gün kalırdı.

    KAPIYI SIR ETMEK : Kapıyı kapatmak anlamında bir söz.
    Şeyhim, var ise söyle erenler kelimâtı
    Dinletme bana tekkedeki mustalahâtı
    (Şem'in külü al), (kapıyı sır eyle) demekle
    Hâşâ bulasın nûr-ı dil ü bâb-ı necatı
    Allah için olmazsa eğer çekdiğin evrâd
    Nutkun tutulunca şaşırırsın salavâtı. İzzet Molla

    KARABAŞİYYE: Halveti tasavvuf okulunun kollarından birinin adı. Şeyh Ali Alâeddin Karabaş-ı Velî (ö. 1097/1686) tarafından kurulmuştur. Karabaş-ı Velî, Arapgir'lidir. Genç yaşında, İstanbul'a Fâtih Medresesi'ne gelerek derslere başladı. Bir süre sonra cezbeye tutularak sûfiyye mesleğine yöneldi. Kastamonu'ya giderek Şa'baniyye-i Halvetiyye postnişini İsmail Çorumî'ye intisâb etti. Derslerini bitirip, hilâfet aldı. Bazı ihtilâfları çözmek için Çankırı'ya gitti. Şeyhi ismail Çorumî vefat edince, yerine geçen oğlu Şeyh Muslihiddin Efendi'den feyz aldı. Daha sonra 1 080/1 669'da Üsküdar'da, Mihrimah Sultan Zâviyesi'ne şeyh oldu. Vefatı Mısır'da vuku bulmuş olup, mezarı, Kahire yakınlarındaki ***lân köyündedir. Çeşitli eserleri vardır: Kâşif-i Esrâr-ı Fusûs, bu eserin muhtasarı Camiu Esrâri'l-Fusûs, Şerh-i Akâid-i Nesefiyye bi-Lisani't-Tahkîk, Mi'yâru't-Tarîka, Tarikatnâme, Şerh-i Kasîde-i Aşkiyye li'ş- Şey-hi'l-Ekber, Risâle-i Usûl-i Erbaîn, Tefsir-i Sûre-i Tâhâ, Tabirname.

    KARAGÖZ : Renkli bir perdenin, adam boyunda ve orta yerinde, ince beyaz bezden yapılma, küçük bir pencere biçimindeki sahnenin arkasından yirmi-yirmi beş santim uzunluğunda deriden kesilmiş ve boyanmış, resimlerin seyircilere gösterilmesi suretiyle oynanan oyun. Işık arkadan vurunca perdeye bu iki boyutlu şekillerin gölgesi düşer. Seyirci bu gölgeleri izler. Vahdet-i vücud telâkkisine göre, âlem de, tıpkı bu şekilde bir gölgeden ibarettir. Bu tip gölge oyunlarının kökeninin Çinlilere dayandığı söylenir. Muhyiddin İbn Arabî, Futûhat-ı Mekkiyye'nin üç yüz on yedinci babında gölge oyununun, ne ifâde ettiğini şu şekilde anlatır: "Cenab-ı Hakk'ın, cemi avalimi müdebbir olması meselesindeki işaretimizin hakikatini bilmek isteyen, hayâl-i sitâre'ye yani perde hayâline ve suretlerine ve perdeden uzakta bulunup, asıl o suretleri oynatan ve onların lisanından konuşan zât ile aralarında perde bulunan küçük çocuklara göre, o şekilde konuşanın kim olduğuna bir baksın. İşte âlemin şekillerinde de durum böyledir. İnsanların çoğu, varsaydığımız o çocuklar gibidir. Bu bakımdan, ne şekilde hicap ve gaflette olduğunu anlarsın. Ufak çocuklar bu toplantıda sevinç içindedirler. Gafiller de bunu eğlence ve oyun olarak telâkki ederler. Âlimler ise, bundan ibret alma cihetine giderler ve Allah'ın bunu bir örnek olarak koyduğunu ve yarattığını bilirler... Allah bu âleme nisbetle, bu şekilde onların misalinin hareket ettiricisidir. Ve bu perde, mahlukat ve kainat üzerinde cereyan eden ve hâkim olan İlâhî kader sırrının perdesidir. Durum bu iken, gaflet içinde bulunanlar, bu ibret dolu misali eğlence ve oyuncak kabilinden sayarlar. Nitekim Allah tarafından "dinlerini lehv ve oyuncak haline getirenler..." (En'âm/70) buyurulmuştur.
    Binaenaleyh, ilk olarak perdeye vassâf (karagözcü) denen şahıs çıkar ve Allah'ı ululayan, öğen bir hitabede bulunur. Sonra kendisini müteakib, perde arkasından perdeye gelen çeşitli şekillerle konuşur. Sonra seyircilere, Allah'ın bu hayal perdesini, kullarına bir ibret misâli olmak üzere yarattığını, ibret alsınlar diye bildirir.
    Sonra vassâf perdeden kaybolur. Bu vassâf, biz insanlar arasında ilk mevcut olan, Hz. Adem mesabesindedir. Bizden kaybolması da, perde ve ilâhî ***b hicabı ardında ind-i rubûbiyette kaybolması şeklindedir. Allah hakkı söyler ve doğru yola erdirir.
    KARA KAZAN, KARA KAZAN HAKKI : Yesevî geleneğinde, tekkede büyük bir kazan olur, onda pişirilen çorba, gariplere, yoksullara ve dervişlere dağıtılır. Seyyid Ali Hemezanî, Keşmir'de İslâm'ı yayma faaliyetleri sırasında, halifelerinden birinin böyle büyük bir kazanı olması ve bu kazanda pişen yemekten bütün bir çevrenin istifâde etmesi, o civarda bir iskân kolonunun oluşmasına sebebiyet vermiştir. Farsça'da kazan anlamına gelen Lenger kelimesi, o kasabanın adı olmuş ve "Langer-hatta" diye anılmıştır. Ortaasya tasavvuf geleneğini sürdüren Hacı Bektaş Velî'nin, Hacıbektaş'taki merkezî tekkesinde, bu amaca yönelik büyük bir kazanı vardı. Bu kazan "Aş Evi"ndeydi. Bektaşîler, bu kazanın, altında ateş olmasızın kaynadığı inancındadır.Bu kazanın, bir Moğol komutan tarafından tekkeye hediye edildiği söylenir. "Kara kazan hakkı için" sözü alevîler arasında bir and sözüdür. Eskiden öşür usûlü, vergi sisteminin esâsını teşkil ediyordu. Köylerin ekin hasılatının onda biri (öşürü) artırma ile satılırdı. Köyün öşürünü alan kişi (mültezim), onda biri aldıktan sonra, eğer köy alevî köyü ise, üçler, yediler, kırklar hakkı olarak, üç, yedi ve kırk şinik buğday alır, köylü sesini çıkarmazdı. "Harman kaldırma zamanı" köylere, çeşitli yerlerden dedeler ve dervişler de gelirdi. Hacı Bektaş çelebisi tarafından gönderilen vekiller de gelirler, kimisi "Hazret-i Pîr", kimisi "Kara Kazan", kimisi "Gül Yüzlü Efendim" (Çelebi) için Hakkullah toplar, köylünün harmanından nasibini alır giderdi.


    BURADAN BİR METEHAN GEÇTİ...

  8. #28
    Mete - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    25.Ağustos.2016
    Mesajlar
    450
    Mentioned
    10 Post(s)
    Tagged
    0 Thread(s)
    KARÂR: Arapça'da, dinlenecek yer, sebat, vs. gibi manaları ihtiva eden bir kelimedir. Hâlin hakikati konusunda tereddüdün kaybolmasına karâr denir.

    KARINCA ve SÜLEYMAN : Karınca, tasavvufta, herkesin kendi gücü oranında yapabileceği kadarını yapmasını temsil eden sembol bir hayvandır. Didinme ve çalışma, karıncanın özgün bir vasfı olduğu gibi, sufîde de aynı nitelik bulunmalıdır. Sufîlik yolunda meskenete yer yoktur. Bu konuda şu hikaye anlatılır: Topal bir karınca, düşe kalka Hacca gidermiş. Birisi "nereye gidiyorsun?" diye sormuş. "Hacca" demiş. Duruma şaşıran adam "bu halinle mi?" demiş. Karınca şu karşılığı vermiş: "Varamasam da, yolunda ölmek var ya!".
    Yine Hz. Süleyman'ın ordusunun karıncaları çiğnememesi ile ilgili olay (Neml/15-19) da, karınca acizliğin, Hz. Süleyman da kudretin sembolü olarak yer etmiştir. Acizlik ve gücün karşılıklı alakasını Yunus Emre dizeleriyle anlatır:

    Canım, erenler yolu inceden ince imiş,
    Süleyman'a yol kesen, şol bir karınca imiş.

    KARÎBU'L-FETHİ'L-MÜBÎN: Apaçık bir fethin yaklaşması anlamına gelen, Arapça bir tamlama. İlâhî isimlere ait nurların tecellîlerinden ve velayet makamından kula açılan şey.

    KÂRİ DEDE: Kârî, Arapça'da okuyucu manasına gelir. Mevlevî tâbiridir. Kârî Dede, Mesnevî okurken, Mesnevî-hanların yanına oturup, beytleri okumak suretiyle onlara yardım ederdi. Bunun yerine Kâri-i Mesnevî unvanı kullanılırdı.

    KÂRİ-İ MESNEVÎ: Arapça, Mesnevî okuyan demektir. Mesnevî-hanlar Mesnevî okurken, yanlarına oturup, onlara takıldığı yerlerde yardım ederlerdi. Mesnevî-hanlar, Mesnevî'yi ezbere bilirler ve dersi ezbere yaparlardı. Sonraki dönemlerde, güçlü Mesnevî hafızları azaldığı için, yanıldıkları vakit hatırlatma işini yapmak üzere, elinde kitap tutan yardımcı bulundurulmaya başlandı. Mevlevîhanelerin bazılarında yanyana iki kürsü vardı. Birinde Mesnevî-han, diğerinde Kari-i Mesnevî otururdu. Ders, Kari-i Mesnevî'nin iki beyit okumasıyla başlar, sonra Mesnevî-han devam ederdi. Şayet Mesnevî-hanın okuma sırasında unuttuğu beytler olursa, bunu Kari-i Mesnevî hatırlatırdı. Daha sonra Kari-i Mesnevîlik bir paye haline gelmiştir. Ancak son devirlerde Mesnevî-hanın önünde Mesnevî bulunduğunu, unutunca, açıp baktığını, bu yüzden Kari-i Mesnevî'ye ihtiyaç kalmadığını görüyoruz. Ancak kürsü dibinde oturan Kari-i Mesnevî, ilk iki beyti okuyarak derse başlama âdetini devam ettirmekteydi.

    KARRÂ-KURRÂ: Arapça, okuyucu demektir. Hafız, zâhid, sofu, kaba manada dinin zahirine bağlı olan kişi, ham ruh sahibi, İlâhî zevklerden anlamayan, cennete girme, cehennemden kurtulma amacıyla kulluk yapan adam. Dinin duygu yönünden nasibi az kişi.

    KÂSS-KUSSÂS: Arapça, hikayeci demektir, ilk zâhidlerin yaşadığı dönemden başlayarak, camilerde, toplantı yerlerinde hemen her yerde, hikâye anlatarak, halkı etkilemeye çalışan bir takım vaiz ve zâhidler görülür. Bunların sûfilerle alâkası olmamakla birlikte, bir kısmı zühhad grubuna girer.

    KASANİYYE: Nakşbendîliğin kollarından biridir. Kurucusu, Şemseddin Ahmedü'l-Kâsânî (ö. 911/1505)'dir.

    KASD: Bir şeye teveccüh etmek, yönelmek manasına gelen Arapça bir kelime. Tasavvuf ıstılahı olarak, sevgilinin hoşnutluğunu bulmak üzere, herşeyden sıyrılmaya azmetmek ve bütün iradeyi bu yöne sarfetmek.

    KÂSE: Farsça, kadeh demektir. Sülük hâlinde, sâliki mest eden vahdet (birlik) şarabının (tecellîlerinin) kadehi. Aşık kişinin kalbi, bu tecellîlere mazhar olan kadehtir. Kalbin anatomik yapısı, kadehi andırır olması ilginçtir. Murakabe halindeki sûfinin kalb kadehi, çeşitli tecellî nurlarının döküldüğü bir yer halindedir. Bu tecellî, düşünülen şeyin kalbe inmesi, tesir etmesi ile hissedilebilir.

    KASIK NİYAZI : Yunanistan Bektaşîleri kendilerini Seyyid Ali Sultan'a nisbet ederler. Bunların yaptıkları kasık niyazı şu şekildedir: Parmaklar düz ve bitişik, parmak uçları aşağıya eğik olarak, eller iki böğür üzerine konur. Omuzlar biraz vücûttan ayrılır. Sağ ayak parmak ucu, sol ayağın baş parmak ucunun üzerine konur (mühürlenir).

    KASIMİYYE: Râşidiyye-i Şâziliyye'nin kollarından biri. Kurucusu, Şeydi Ebu'l-Kâsım el-Gazî es-Selmâs (ö. 981/1 573)'dır. Bu tarikata Gâziyye de denir. Zira kurucusunun isimlerinden birisi, Gazi'dir.

    KASM: Kırmak, helak etmek, mahvetmek anlamına Arapça bir kelime. Vâsıtî bu terimi şöyle tarif eder: Bütün işler kendi hakikatlarında, dehirler üzerinde zuhur eder. Bunu her kim kıdem şahidi ile müşahede ederse, bu müşahededen dolayı, kıdemin mukabili yok olur.

    KASRİYYE: Ebu'l-Hasan ismail b. el-Hasan b. Abdillah el-Kasrî tarafından kurulan bir tasavvuf okulu.

    KASRİYYE: Ebû Muhammed Abdillahi'l-Celîl b. Musa b. Abdi'l-Celîl el-Ensârî el-Üveysî tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu. Kurucusunun Kasrî nisbesine sahip oluşu, kurduğu okulun bu isimle anılmasına sebep olmuştur.

    KASSÂRİYYE: Kurucusu, Ebu Salih Hamdun b. Ahmed b. Ammâratü'l-Kassâr (IX. yüzyıl)'dır. ilk Melâmîlik bu zâta atfolunur.

    KASVET : Arapça, sertlik, katılık, duygusuzluk gibi anlamları olan bir kelime. Tasavvuf yolunda yeni olanlar, telvin ve hâl gereği çabucak hislenir, duygulanırlar, ancak ileri mertebelere ulaşan temkin sahibi kişiler, hislerini belli etmezler. Hz. Ebû Bekir Kur'ân okurken ağlayan birine, "bir zamanlar biz de böyleydik, ama kalbimiz kasvetlendi" demiştir. Kasvet, arifler için bu şekilde mükemmelliği ifade ederken, âbidler hakkında acımasızlık anlamına gelir.

    KAT' : Arapça, kesmek anlamında bir kelime. Kulun,bağlı olduğu sebeplerle meşgul olmaktan uzaklaşmasıdır. Zira bu sebepler, kulu Allah'tan uzaklaştırır.

    KATNANİYYE: Rufaiyye'nin kollarından biri. Kurucusu, Seyyid Hasanü'l-Katnânî'dir. Rufaîliğin diğer kollan şunlardır: Nuriyye, İzziyye, Fenâriyye, Bürhaniyye, Cündeliyye, Cemiliyye, Dirîniyye, Atâiyye, Sebsebiyye, İmadiyye ve Kayyâliyye.
    KATRA: Arapça, damla anlamına bir kelime. İlâhî tecellîler, kalp, insân-ı kâmil, nokta.
    Ey Niyazi, katramız deryaya saldık biz bugün,
    Katra nice anlasın, umman anlar bizi. Niyâzî-i Mısrî

    KAVAMI': Arapça, birine sopa ile vuran zelil kılan, kahreden anlamlarını ihtiva eden çoğul bir kelime. İnsanı zelil kılan, kahreden her şey kavamı'dır. İnsanı zelil kılan bu şeyler nefs, tabiat ve hevâdan kaynaklanır. Kişiyi bu zilletten ancak, ilâhî destek ve semavî yardım kurtarır. Bu da, Allah'a seyr durumundaki inayete hak kazanmış kişilerde olur. "Uğrumuzda cihad edenleri, bize ulaşacak yollara hidayet ederiz" (Ankebût/69) ve "Takvalı bir hayat sürdürenlere, Biz, Hakkı batıldan ayırma yeteneği veririz" (Enfâl/29) âyetleri bu tür ilâhî yardıma işaret ederler.

    KAVM: Arapça, cemâat, topluluk demektir. Sufîler cemâati, mutasavvıflar grubu, arifler zümresi.

    KAVS-İ NÜZUL: Arapça, iniş yayı anlamına gelen bir tamlama. İlâhî vücûddan ayrılan nurun dört unsura (toprak, hava, su, ateş) geçişi durumu hakkında kullanılan bir tâbirdir. Buna mebde (başlangıç, temel, esas) de, denir. İnsan-ı kâmil ile ilgili bir devir (daire) teorisi vardır. Bu teoriye göre, süflî olan bu âleme gelen bir varlık, başlangıçta, cansız varlık (cemad), sonra nebat, sonra hayvan şekillerinde ortaya çıkarak, ondan sonra da insan-ı kâmil şekline girer ve Hakk'a ulaşır. Varlık, nasıl mutlak varlıktan çıkıp bu alçak ve düşük âleme indiyse, tekrar o âlemden çıkarak aslına dönme durumundadır, "iş O'ndan başladı (sonunda) yine O'na döner" sırrı budur. Bu dönüşüm hareketi bir daireye benzetilerek; Mutlak varlıktan bu süflî dünyaya doğru olanı, kavs-i nüzul (iniş yarım dairesi, yayı); süflî âlemden Mutlak Varlığa olan yükselişi ise, kavs-i urûc (çıkış yarım dairesi, yayı) diye ikiye ayrılmıştır. Sûfiler, bu görüşlerini çeşitli âyetlerle ispatlarlar. Onlardan biri şudur: "O (Allah)ki, yarattığı herşeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır. Sonra onun zürriyetini nutfeden, hakir bir sudan üretmiştir. Sonra onu şekillendirmiş, ona Kendi ruhundan üflemiştir.." (Secde/7-8)

    KAVS-İ URÛC: Arapça, yükselme yayı manasına gelen bir ifâde. İlâhî vücûddan ayrılan nurun, dört unsurdan geçtikten sonra, tekrar aslına dönüşünü ifade eder. Buna me'âd ve kavs-i su'ûd da denir.

    KAVUK : Eskiden kullanılan başlık. Fes, takke ve benzeri başlıklara sarık sarmak suretiyle ilim adamları sınıfının giydiği bir giyim formu idi. İçi boş manasına kof ve kav kelimelerinden, başa giyilen bir başlık diye de tanımlanmıştır. Yeniçerilerin çeşitli kavukları vardı. Vezirlerin giydiği kavuğa, kallavî denirdi. Bazı kavuk türleri şunlardır: Horasanî kavuk, Mücevveze, Molla kavuğu, Telli kavuk, Işkırlak, Murabbaî, Tepeli kavuk. Daha sonraları başlık olarak fes yaygınlaşmıştır. Başlıklar meslekî ve sosyo-politik açıdan farklılık arzederdi. Ümera, börk üzerine sarık; asker ağaları, kuka; subaylar kalafat; neferler keçe ve hartavî kavuklar giyerlerdi. Bilim adamları tepeli kavuk; kâtipler, Katibî tarzında kavuk; hocalar Horasanî kavuk kullanırlardı.

    KAVVÂL: Arapça, çok söz söyleyen, manasına bir kelime. Sûfiyye meclislerinde, kavvâl adı verilen kişiler, bugünün mevlidhanlarını bir parça andırır tarzda derin, tasavvuf! ve felsefî şiirleri okuyarak, topluluğu heyecana, tefekküre ve vecde getirirlerdi. Osmanlı ıstılahında bu, çok konuşan, çalçene ve geveze kimseler için kullanılır olmuştur.

    O makûle mütecasir kavvâl
    Münkariz oldu deyü cümle rical.
    Sümbülzâde Vehbî

    KAYGUSUZ: Tasasız, dertsiz anlamına Türkçe bir kelime. Bektaşî edebiyatının en güzel şiirlerini yazan Kaygusuz Abdal ve Kaygusuz Sultan'a, kısaca Kaygusuz denir. İslam'a aykırı gibi görülen şatah ibareleri vardır. Şiirlerinde esrarı över. Halk arasında Kaygusuz'un esrara düşkünlüğü söylenegeldiğinden, rakıya "Akyazılı" dedikleri gibi, esrara da "Kaygusuz" adını takarlar. İçiciler, yabancıların yanında bu ismi kullanırlar. Mesela: "Geçen gün kaygusuz haktaydı. Filan adama rastladım, o bulmuş, beraberce gördük (yani beraberce duman altı olduk, veya duman çektik)" sözleri, bu kullanıma örnektir.

    KAYLULE: Öğle vaktinde uyumak veya o vakit süt içmek anlamına gelen, Arapça bir kelime. Vahdetin çoklukta müşahedesi, çokluğun vahdette müşahedesi tecellînin doğması ile olur. Bu durumda Allah'tan ***ri şeyler ve kesret yok olur. İşte bu kesret ve mâsivanın yok oluşuna kaylule denir.

    KAYYUM: Her şeyi koruyan, tutan manasına Arapça bir kelime. el-Kayyûm, Allah'ın isimlerindendir. Allah'tan başkası bu isimle vasfedilmez. Kelime, Arapça'da mübalağa kalıbındadır. Çokluk, mübalağa ifâde eder. Bu isim, Kur'ân'da şu şekilde geçer: "O, kendinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah'tır. O, Hay'dır, Kayyûmdur" (Bakara/255). Kıyam kelimesi, devam manasına da gelir. Sühreverdî Heyâkilü'n-Nûr'da, bu isimle bir duada bulunur: "Ey Kayyûm, bizi Nur ile destekle, bizi nur üzerinde devamlı kıl, bizi nurda haşreyle, isteklerimizin sonunu, Senin rızân kıl, niyetlerimizin
    nihayetini, bize söz verdiğin kavuşma (lika) eyle, karanlığın kapısındaki esirler, devamlı rahmetini bekliyorlar, hayır umuyorlar". Camide temizlik işiyle görevli kayyım ile kayyûm kelimesi birbirine karıştırılmamalıdır.

    Kereminden o Kâdir-i Kayyûm
    Eylemez hiç kimseyi mahrum.
    Fuzulî

    KAZANCI DEDE : Mevlevîlikte mutfak, yeni dervişler için ilk terbiye ve hizmet mahallidir. Mutfağın en kıdemli ve önde gelen görevlisine Kazancı Dede denirdi. Bu zat sertabbâh (başaşçı)'nın muaviniydi. Kazancı Dede, çilesini bitirmiş yetenekli kişiler içinden seçilirdi. Mevlevîliğe girmek isteyenler, Kazancı Dede'ye müracaat ederlerdi. Dede, ona "dervişlik zordur, çileyi kırmak (yarıda bırakmak) iyi değildir. Dervişlik âteşten gömlek, demirden leblebidir. Aç kalmak, döğülmek, haksız yere söz işitmek vardır. Dervişlik, ölmezden evvel ölmek demektir. Bunlara dayanabilirsen gir" derdi. Dervişlikte ısrar eden kişi için şeyh efendiden izin, yeni girenden de ikrar alınırdı. Kazancı Dede, zaman içinde yükselerek Sertabbâh (Başahçı) olurdu.

    KAZANCI POSTU : Kazan kelimesinin aslı kazgandır. Mevlevîlikte, Kazancı Dede'nin oturduğu özel posta, Kazancı Postu denirdi. Bu postun rengi beyaz olur ve mutfağın giriş kapısının tam karşısındaki yerde, serili olarak dururdu.

    KAZANLIĞA KAPATMAK: Lokma kazanının bulunduğu bodruma, edebsizlik eden dervişleri kapatırlar, bir süre burada tutarlar. Buna, kazanlığa kapatma cezası, denirdi.

    KAZANLIK: Mevlevî tâbiridir. Mutfağın altında lokma kazanının bulunduğu bodruma, kazanlık adı verilirdi. Burası, edeb dışı davranışta bulunan dervişleri cezalandırmak üzere, bazan hapishane olarak da kullanılırdı.

    KAZAN YATAĞI: Mevlevî tekkelerinde, mutfak âlet ve edevatının bulunduğu yere denir.

    KAZERUNİYYE: Ebû İshâk İbrahim b. Şehriyâr el-Kazerûnî (ö. 426/1034) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu. Kurucusunun adına izafeten İshâkiyye de denir. Bu okulun esaslarından biri de, ***r-i müslim kişileri İslâmlaştırmak idi. Osmanlı Devletinin kuruluşuna tesadüf eden yıllarda, Bursa'da bir ishâkhâne kurulduğunu bilmekteyiz.
    KEBAİR: Arapça, büyükler demektir. Kulların cehenneme girmesine âmil olan ağır günahlara, kebair denir. Genel görüşe göre bunlar on yedidir. Dördü kalp amelidir: Şirk, günahta ısrar, Allah'ın rahmetinden ümit kesmek, Allah'ın mekrinden emin olmak. Dördü dildedir: Yalan yere şahitlik yapmak, namuslu kişiye iftirada bulunmak, bâtıl yere, yalan olarak yemin etmek, büyü yapmak. Üçü midede olur : İçki içmek, haksız yere yetim malı yemek, faiz yemek. İkisi, zina ve homo****üelliktir, ikisi eldedir: Haksızlık ve adam öldürmek. İkisi de savaştan kaçmak, anayı babayı üzmektir. Sûfiyyenin önemli bir bölümü, iman sahibi ehl-i kebairin cehennemde sonsuzadek kalmayacağı kanaatindedir.

    KEBÎRİYYE: Ebû Abdullah Muhammed b. Hafif eş-Şirâzî (ö. 371/982) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu. Şeyhu'l-Kebîr unvanıyla tanınmıştır. Tarikatının Kebirîyye adıyla anılması, bu unvanından kaynaklanmaktadır. Bu tarikat Cüneydiyye'nin koludur.

    KEFÂF, KEFÂF-I NEFS: Arapça, yeterli miktarda olan, bir şeyin misli ve miktarı, vs. gibi anlamları içeren bir kelime. Nefse engel olmak, onu isteğinden men' etmek, kefâf-ı nefs olarak değerlendirilir. Tasavvuf ehline göre her şeyin yeterli miktarınca olması ve israfa kaçmamak büyük önem arzeder. Hz. Peygamber (s)'in "Allahım! Bana rızkı yeteri (kefâf) miktarda ver" şeklindeki, duası, bunu gösterir. (Müslim, Zühd, 19). Kefâf, lüksten kaçma, aşırılıkları törpüleme, nefsin, doymak bilmez iştah ve arzularına gem vurma, aza kanaat gibi konuları bünyesinde toplayarak, israfa karşı çıkma hususunda farklı bir boyut getirmiştir.

    KELAM: Söz anlamında Arapça bir kelime. Tasavvuf ıstılahı olarak, taayyün, belirme, zahir olma, meydana çıkmayı ifade eder.

    KELİMAT: Arapça, kelimeler demektir. Cevheri hakikatin meydana çıkarak, var (mevcut) haline girmesi. Kavlî ve vücûdî kelimeler olmak üzere iki kısımdır. Kavlî kelimeler insanî nefsin üzerine, vücûdî kelimeler Rahmanî nefsin üzerine vâkidir. Rahmanî nefs, heyulânî cevher gibi âlemin şekilleridir. O, tabîi aynlar değildir. Bütün varlıkların şekilleri, Rahmanî nefsin üzerinde ortaya çıkar, ki bu da, vücûddur.

    KELİME: icâd altına giren İlâhî ilimdeki sabit öz (ayn) lerden bir öz (ayn)'dür. Kelimetü'l-Hazre, "Kün: Ol" a işarettir. Kün, küllî irâdenin şeklidir. Kâşânî'nin bu tarifine göre, hazır oluş kelimesi "kün"dür.

    KELİME-İ TEVHİD: Arapça, birleme kelimesi demektir. Allah'ın birliğini ifade eden, "Lâilâhe illallah" için kullanılan bir tâbirdir. Sûfilere göre bu tâbir, üç mânâya gelir: 1. La ma'bûde illallah: Allah'tan başka ma'bud yoktur: 2. La maksûde illallah: Allah'tan başka istenecek yoktur: 3. La mevcûde illallah: Allah'tan başka varlık yoktur.
    La ma'bûde illallah: Hak olan ma'budu isbât, bâtıl olan ma'budu silmek (nefy) demektir. Bu, tevhid-i avamdır. Hak olan ma'bud, şüphesiz ki Allah'tır. Bâtıl olan ma'bud ise, insanların yapıp taptığı put ve benzeri şeylerdir.
    La maksûde illallah: Her şeyde ve her hâl ü kârda istenen sadece Allah'tır, demektir. Buna tevhid-i havass denir.
    La mevcûde illallah: Allah'tan başka hakiki mevcut yoktur.Mevcudatın hepsi, adem (yokluk) aynasında vücud-i zıllî (gölgeden vücud) ile mevcut demektir. Bütün tarikatlar, kelime-i tevhidi (La ilahe illallah) zikir olarak benimsemiş iken, Mevlevîler, "Allah" kelimesini çekmişlerdir. Zikrin en efdali, Lailahe illallah'tır, ancak, namaz, oruç gibi ibadetleri yapmadan, islâm'ı yaşamadan bunu vird olarak, zikir olarak çekmek bir fayda sağlamaz. Bu konuda imam-ı Gazalî şöyle der: "Bu tür zikirler, ey ateş, ey su, ey ekmek diye akşama kadar bağırmaktan farksızdır, fâidesi yoktur. Öyle bağırıp çağırmakla, ne bir ateş gelip seni ısıtır, ne bir su akıp gelerek seni sular, ne de bir ekmek gelip senin karnını doyurur".

    KEMAL: Arapça, olgunluk demektir. Sıfat ve sıfatın asarından, Hakk'ı tenzih etmek üzere kullanılır, bir tâbirdir. Bir şeyin bütün cüzlerinin, yerli yerinde ve tam olması mânâsına gelir. Allah'ın kemali, mâhiyetinden ibarettir. O'nun mâhiyeti de, idrâkin dışındadır. Allah'ın olgunluğunun sonu, ucu bucağı yoktur. Allah'ın olgunluğu, yaratıklarmkine benzemez. Zira varlıkların olgunluğu, zatlarmdaki mevcut mânâlarladır. Bu mânâlar, zâtlarının ***ridir. Allah'ın olgunluğu, zâtına eklenen mânâlarla değildir.

    KELLE SAĞ OLSUN, CİHANDA BİR KÜLAH EKSİK DEĞİL (BAŞ SAĞ OLDUKÇA KÜLAH BULUNUR) : Sufî- lerin taçları, arakiyeleri, şeyh tarafından tekbirlendiği için ona yabancı eli değdirmezler. Eskir yıpranır, giyilemeyecek hâle gelince, dergâhın mezarlığına götürüp gömerler. Gömme durumunda kalan dervişlerden bazısı, yenisini elde edemedikleri için başı açık gezmişlerdir. Bunlardan birine, "niçin başın açık geziyorsun?" dendiğinde, "baş sağ oldukça külah bulunur" karşılığını vermiş, bu söz sonradan atasözü haline gelmiştir.

    KEMALİYYE: Halvetiyye'nin Bekriyye kolunda meydana gelen üçüncü şubenin adıdır. Kurucusu Şeyh Muhammed Kemâleddin'dir. Bu zât, Bekriyye şubesinin kurucusu, Şemsüddin Mustafa el-Bekrî'nin oğludur. Tarikattaki sülûkunu babasından tamamlayıp, yine ondan icazet ve hilâfet almıştır. Doğum tarihi 1727, doğum yeri Kudüs'tür. Vefatı 1784'te Gazze'de vuku bulmuş olup, mezarı oradadır. Şâirdir. Divânı vardır.

    KEMAN EBRU: Farsça, keman kaş demektir. Sâlikin işlediği bir kusur nedeniyle derecesinin düşmesi ve bundan sonra da ilâhî yardım ve cezbelerle, eski hâline yeniden dönmesi. Düşüş ve çıkış kavisli bir çizgi takip eder. Sevgiliden gelen ve sevenin isteyerek katlandığı eza ve cefâ.

    KEM NAZARLA BAKMAK : Birisine kötülükle bakmak, tasavvufî edebe aykırı olan bir davranıştır. Sûfi, herkese iyi nazarla, hüsn-i zanla bakmak zorundadır. Sûfînin kötü nazarla bakması gereken tek şey, kendi nefsi ve onun hevâsıdır.

    KEMER : Kadirî ve Rufaîlerin bellerine sardıkları kuşağa denir. Kemerin genişliği sekiz-on santim olup çuhadan yapılmıştır. Ön tarafında, parça parça dikilmiş meşin üzerine üç sıra halka takılırdı. Kemerin öteki ucuna çengel konur ve bu çengeller halkalara iliştirilirdi. Kemeri, şeyhten bey'at almış dervişler kuşanırdı. Şeyh bu kemeri tekbirlerle takardı. Kemer, evliya hizmetine bel bağlayış sembolüdür. Kemeri sıkmak, canla, başla tasavvuf! yolda çaba göstermek demektir. ***ret kuşağı, ***ret kemeri ve bunu kuşanmak, hizmete bel bağlamak anlamına gelir. Medreselerde, talebelerin hizmetlerine bakmak üzere seçilmiş özel kişiye, kemer denirdi. Bu görevi üstlenen öğrenci, imaretten çorbayı alır, medreseye getirir, dağıtır, temizlik vs gibi diğer hizmetlere de bakardı. Bu talebe müderris ve öğrenciler arasında elçilik görevi yapardı.

    KEMER-BESTE: Farsça, kemer bağlamış anlamına gelen bir terkip. Bektaşî rivayetlerine göre, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin başta olmak üzere onyedi oğluna kemer ve silah kuşatmış, her birine Esma-i Hüsnâ'dan birini telkin etmiştir. Onlar da, bu öğretildikleri ismi zikrederek savaşırlarmış. Bektaşî gülbanklarmda onyedi kemer-beste ifadesi bulunur. Ahmed Rif'at Efendi'nin Mir'âtu'l-Makasıd'ında, bu rivayetin hayalî olduğu kaydedilir, (s. 231-232).

    KEN'ÂN: Ortadoğu'da, bugünkü israil'e yakın bir yer. Hz. Ya'kub'un ikâmet ettiği bölge. Manevî âlem, melekût âlemi. Hz. Yusuf'un içine atıldığı kuyu, maddî ve cismânî âlemi; Ken'ân beldesi ise, kudsîler âlemini temsil eder. Beden karanlığına ve hapishanesine hapsedilen şerefli insan ruhuna da, Yusuf-ı Kudsî denir.
    KENDİ ÂLEMİNDE OLMAK : Tasavvufî sulukta, gelip geçici bir hâl. Derviş, manevî kemalât yolunda giderken, geçici bir süre, elini eteğini dış dünyadan çeker, kendi iç âlemi ve oradaki zevk ile meşgul olur.

    KENDİNDEN GEÇMEK : Yaklaşık olarak ***bet, gaşyet, fena gibi hallerin Türkçe ifadesidir. Bu hallerin zıddı sahv, beka ve huzurdur. Kendinden geçenin, dış dünya ile ilgisi kaybolduğu gibi, kendisi ile olan irtibatını da kaybeder. Kendi şuurunda olmamak, kendinden geçmek ifadesiyle açıklanabilir.

    KENDİNİ BİLMEK : Kendini bilen Rabbini bilir, ilkesi tasavvufun ana kurallarından biri durumundadır. Bu sözün çok çeşitli şekillerde yorumu yapılmıştır. Bir tanesi şudur: Kulun kendini yokluk, acizlik, mahviyet, fakr, eksiklikle bilmesi, daha doğrusu bunun şuuruna ermesi, Allah'ın güç, kemal, istiğna sahibi mükemmel bir varlık olduğunu farketmesidir. Diğer bir yorum da, şu şekildedir: Allah kulu yarattığı zaman, ona kendi ruhundan üfürmüştür. Bu ilâhî ruh, bütün insanlarda vardı. Eğer insan, kendinde bulunan bu yönü keşfeder, tanıyabilirse (arafe fiilinin ifâde ettiği mânâda olmak üzere), o derecede, kendisini yaratan Rabbini tanır ve bilir. Her insanda, kendini Allah'a ulaştıracak enfüsî âyetler vardır. Ancak bunu bilmek, keşfetmek gerek.

    İlim ilim bilmektir
    İlim kendin bilmektir
    Sen kendini bilmezsin
    Bu nice okumaktır.
    Yunus Emre

    Bilmek istersen seni
    Can içre ara canı
    Geç canından bul Anı,
    Sen seni bil sen seni.
    Kim bildi ef'âlini
    O bildi sıfatını
    Anda gördü zâtını.
    Bayram özünü bildi
    Bileni anda buldu,
    Bulan ol kendi oldu.
    Sen seni bil sen seni.
    Hacı Bayram Velî

    Tasavvuf erbabı "kendini bilene babasının kanı helal, kendini bilmeyene anasının sütü haram" sözüyle, kendini bilen kişinin çiğ iş yapmayacağını, her şeyinin yerli yerince olacağını bildirmek üzere kullanırlar. Yine, vezinli olarak söylenmiş bu konu ile ilgili şu sözde de, aynı espiri bulunmaktadır: Sen seni bil sen seni, bilmez isen sen seni, patlatırlar enseni.


    BURADAN BİR METEHAN GEÇTİ...

  9. #29
    Mete - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    25.Ağustos.2016
    Mesajlar
    450
    Mentioned
    10 Post(s)
    Tagged
    0 Thread(s)
    KENNÂS: Arapça, süpürücü anlamına gelen bir kelime. Tekkelerde süpürme ve tuvalet temizliğiyle meşgul olanlara bu ad verilirdi. Aynı manada olmak üzere, âbrîzci kelimesi de kullanılırdı.

    KENÛD: Nimete küfreden, asi vs. gibi anlamları olan Arapça bir kelime. Şeriatta farzları, tarikatta da faziletleri terkedene kenûd denir. Birisi bir şey diler, eğer o dilediği Allah'ın isteğine aykırı olur ise, Allah'la çekişmiş, zıtlaşmış ve Allah'ın nimetinin hakikatini bilmemiş olur. Kâşânî'nin verdiği bu tarif, kulun Allah ile olan münasebetinin negatif tarzda cereyanına işaret etmektedir.

    KENZ-İ MAHFİ: Arapça'da gizli hazine demektir. Mutlak ***bda gizlenmiş bulunan hüviyyet-i ehadiyye yerinde kullanılır. Bu, bilinmesi muhal olan gizlilerin gizlisidir. "Gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim..." kudsî hadisi ile, bu hususa işaret vardır.

    KEPENEK: Türkçe, özellikle çobanların giydiği döğme yünden yapılmış, yağmur, kar, fırtınadan korunmak üzere kullanılan bir giysi. Geniş, kolsuz, yakasız ve önü açık olur. Özellikle Hurufîler kepenek giyerler. Çoban elbisesi olduğu için, onu giyenlerin küçük görülmemesi gerektiğini belirtmek üzere, "kepenek altında er yatar" denmiştir.

    KERAMET: Azizlik, şeref, küp veya desti kapağı, itibar, kerim, cömertlik, gibi anlamları içeren Arapça bir kelime. Peygamberlerden ortaya çıkan olağanüstü olaylara mucize denirken, benzeri, durum veliler için söz konusu olunca, buna da keramet denir. Keramet, kevnî (surî) ve manevî (hakiki) olmak üzere ikiye ayrılır, ilki, hayz-ı rical olarak değerlendirilir, zira bunda, tabiat olaylarındaki deterministik sebeb-sonuç ilişkilerini, yani adetullahı aşan bir durum söz konusudur. Manevî keramet, hakiki keramet olup istikametten ibarettir.
    İlk çeşitten kerametlere düşkün olan mübtedilere, şu öğüt verilir: Su üstünde gidersen saman çöpü olursun, havada uçarsan sinek kesilirsin, bir gönül elde et de adam ol.
    Bazı kimseler, kendi kerametlerini kendileri anlatarak, insanlar üzerinde etkili olmak isterler, böyleleri için "kerameti kendinden menkûl" denir.
    "Keramet, hayz-ı ricaldir", sözü de, keramet göstermenin, erbabınca hoş birşey olmadığını göstermek üzere söylenmiştir. Mevlânâ bu hususda, mürşidin gönüle tasarruf etmesinin daha önemli olduğunu, bir anda Kâ'be'ye gitmenin, buna göre pek fazla bir kıymeti bulunmadığını, kaydeder.

    KERDÛNİYYE: Hızriyye'nin koludur. Ebu Hasen Ali b. Abdillah tarafından kurulmuştur.

    KEREM: Arapça, cömertlik anlamındadır. Maddî veya manevî lütuflar bağışlar veya ihsan manasına kullanılır. Böyle bir lütufa eren sufî, "keremin var olsun" diye şükran ifadesinde bulunur.

    KERRÂİYYE : Ondokuzuncu yüzyılda, Tunus'da kurulmuş bir tasavvuf okulu.

    KERRÛBİYYUN: Allah'a derece itibariyle yakın olan meleklere "kerrûbiyyûn" denir.

    KESB: Arapça, kazanmak, çalışmak demektir. Tasavvufta tembelliğe yer yoktur. Her sufî, mutlaka bir sanatla uğraşır, alın terinin ürününü yer, helâle rağbet eder, Tufeylî (parazit, asalak) değildir.Seyyid Ali Hemezanî (Keşmir), takke örer, Hacı Bayram çiftçilik yapar, Akşemseddin doktorlukla uğraşır, Ömer Dede Sıkkînî bıçak imal ederdi. Son devir sûfilerinden rahmetli Sami Efendi, babasından kalan yüklü mirası helal-haram endişesiyle almamış, helal kazanca yönelik ticaretle iştigal eden kişilerin, muhasebeciliğini yaparak hayatını sürdürmüştür.

    KESRET: Arapça, çokluk demektir. Vahdetin zıddıdır. Varlıkların varlıklarını kendilerinden bilmek, onları müstakil varlıklarla var görmektir. Mevcudatın varlığını, Allah'tan bilmeye de, vahdet denir. Her varlıkta Allah'ın gücünü görmek, kesrette vahdeti görmek demektir.

    KEŞF: Arapça, açığa çıkarma, örtülü olanı açma, sezme, tahmin etme gibi anlamları olan bir kelime. Keşf bir şeyi örten perdenin kalkması anlamındadır. Mükaşefe, hakikatleri görmek anlamında maddî değil, manevî gözle olur. Basar gözü ile basiret gözü, aynı anlamda değildir. İlkiyle madde, ikincisiyle mana görülür. Kitap ve sünnetle çelişmeyen keşf, haktır. Gerçek mürid, keşf peşinde değil Kur'ân ve Sünnet peşinde koşar. Sûfilere göre, Kitap ve Sünnete uymayan keşifle amel edilmez. Keşf çeşitleri şu şekilde ele alınabilir.

    1. Keşf-i Manevî : Riyazet ve tasfiye sonucu, ***bı örten perdenin kalkip, bilgilerin elde edilmesini sağlayan keşif.

    2. Keşf-i Hissî : Aklî bilgiler ile değil de, bizzat görme ile olan keşiflere, keşf-i hissî denir. Bunun için keşf-i iyanî tabirî de kullanılır. Başkalarının tefekkür dünyasında gezen fikirleri sezme olayına keşf-i zamair, kabirde olanın hâlini sezmeye de keşf-i ahval-i kubur denir. Bir de, rüya türünden hayal ürünü olarak ortaya çıkan ve tabiri gereken keşif vardır ki, buna keşf-i muhayyel denir.

    KEŞKÜL: Farsça, bir yemek kabı, tas. Hindistan cevizi kabuğu veya abanoz gibi sert ağaçtan yapılır. Dilenmede kullanılır. Bu yüzden dilenci çanağı da denir. Bu tas, iki ucundan bir zincirle bağlanırdı. Yolculuğa çıkan bazı tarikatlara mensup dervişler,
    bu tası yanlarında taşırlar, yiyecek ihtiyacını başkalarından isteyerek giderirlerdi. İstenen kişi keşkülün içine ekmek, buğday, pirinç vs. gib yiyecekler atardı. Özellikle Asya kökenli bazı tarikatlar, nefsi kırmaya yönelik olmak üzere bu uygulamayı yaptırmışlardır. Mesela Çiştiyye. Keşkül ile dolaşmaya, "Selmane çıkmak" denir.

    Terkeylemiş cihanı gönül yahut etmemiş
    Bâr-ı giran olur mu hiç abdala Keşkülü.
    Mehmed Rakım Paşa

    KEVKEBU'S SUBH: Arapça, sabah yıldızı demektir. Ortaya çıkan ilk tecelliye, Kevkebu's-Subh denir. Nefs-i Küllinin zuhurunu tahakkuk ettiren kişi, "Gece kararınca bir yıldız gördü" (En'am/76) durumundaki Hz. ibrahim gibidir.

    KEVN: Arapça, oluş, olmak anlamında masdar. Birşeyin varlığı veya mevcudatın tümü demektir. Bir şeyin bir şeye dönüşümü yavaş olursa kevn, hızlı olursa hareket denir. Yine, "madde" de suretin husulüne, kevn denmiştir. Hakikat ehline göre, Hak olmak bakımından değil de, âlem olmak bakımından ele alınırsa, âlemin vücuduna "kevn" denir, iki türlü kevn vardır: 1. Kevn-i Latif, 2. Kevn-i Kesif, ilki soyutlar, sıfatlar ve manalardan oluşur. İkincisi, üç boyutlu hissedilen, unsurî kevndir.

    KEVNEYN: Arapça, iki âlem anlamında ikil bir kelime. Dünya ve Ahiret.

    KEVNU'L-FUTUR: Arapça, yaratılanın oluşumu demektir. Taayyünatın ayrışması (temeyyüz) ile, Hakk'ın vahidliği çoğalır. Bu da, zatî ehadiyyetle İlâhî cemiyyetin ayrılmasını gerektirmez.

    KEVN-İ CAMİ: Arapça, toplayan âlem demektir. İnsan-ı Kâmil.

    KEVN Ü BEVN: Arapça, olma ayrılma anlamlarında. Halk içinde Hak ile olmak.

    KEVN Ü FESÂD: Arapça, olma bozulma. İçinde yaşadığımız âlem.

    KEVSER: Arapça, çokluk, çok şey demektir. Cennette Allah'ın nimetlerinden olan bir ırmak. Bu ırmağın suyu baldan tatlı, kardan soğuk, bir içen bir daha susamaz. Cennetin diğer ırmakları Kevser'den çıkmıştır. Pek çok hayr.

    KEYÂLİYYE: Rifaiyye'nin kollarından biri olup, ismail er-Rİ'fai el-Keyalî (ö. VII/XII. y.y.) tarafından kurulmuştur.

    KIBLE: Kabe istikametine kıble denir. Tasavvufta mürşid, sevgili, Hak gibi manaları ifade eder. Avamın kıblesi Ka'be, havasın arş, havvâssu'l-havvassınki ise, kâmil arif kişilerin kalbidir.

    KIDEM: Arapça, ezelîlik, varlığın üzerinden uzun zaman geçme hali, gibi anlamları ihtiva eden bir kelime, Zatî vücûdun hükmünden ibarettir. Zatî vücud, Hak için kıdem ismini ortaya çıkarandır. Zira zatı itibariyle vücûdu olan, adem (yokluk) ile geçilmemiştir. Adem ile geçilmeyenin de, hüküm yönünden kadim olması gerekir. Kadîm, Hakk'ın ilminde, kul için saadet (Cennetlik olma), şekavet (Cehennemlik olma) bakımından sabit olan şeydir.

    KILAVUZ : Yol gösteren, mürşid. Tefsir hocasının önünde oturmadan tefsir. Fıkıh hocasının önünde oturmadan fıkıh. Nahiv hocasının önünde oturmadan nahiv. Tıp hocasının önünde oturmadan tıp, öğrenilemeyeceği gibi, "sürekli Allah huzurunda olma" (ihsan) şuurunun eğitimini verecek bir tasavvuf hocasının önüne oturmadan da, tasavvuf öğrenilmez. Özellikle tasavvuf; kitap ve laf ile değil, "hal arzı", ile öğrenilmesi gerektiği için, roman okur gibi okuma, taklid boyutundan öte bir fayda sağlamaz. Tahkik gerek, tahkik gerek, tahkik gerek...
    Kılavuzu karga olanın burnu pislikten kurtulmaz: Yol, iz, usûl, metot bilmeyene uymamak gerek, zira hedefe ulaştıramaz. Yaklaşık bu manada olmak üzere, şu atasözleri de kullanılır: "kılavuzsuz Kabe'ye bile varılmaz", "kılavuzsuz menzil (yol) alınmaz", "Kuş bile kılavuzsuz olmaz".

    Hacca vardım der isen
    Kande vardın hacca sen
    Kılavuzsuz kuş uçmaz
    Bunca dağ u dereden.
    Kaygusuz Abdal

    KILDAN İNCE KILIÇTAN KESKİN : Allah'a giden yol, çok ince dengeler üzerinde kurulmuştur. Bu dengelerin korunmasındaki zorluğu anlatmak üzere "kıldan ince, kılıçtan keskin" denmiştir.

    KILICÎ TÂC: Buna, "Külâh-ı Seyfî" denir. Mevlevi sikkelerinden birinin adı.

    KIRDINSA YAP, DÖKTÜNSE DOLDUR: Başkalarını kırmadan bir hayat sürdürmek, güzeldir. Yıkıcı olmamak, yapıcı rol üstlenmek, kırık kalpleri tamir etmek gerek. Zira Allah, "kalbi kırıklar"ın yanındadır.

    KIRK, KIRKLAR : Tasavvufî gelenekte kırk sayısının bir özelliği vardır. Bu da, Hz. Musa (a)'nın Tur Dağı'nda, Allah ile olan kırk günlük münâcâtıyla temelini bulur. Hiyerarşik veliler zümresinde, kırklar da, dünyanın hükümranlığına iştirak ederler.Kırk ile ilgili bazı atasözleri ve deyişler şunlardır:
    Kırk dükkan süprüntüsü : Eski istanbul'da çocuklar, kırk dükkandan süprüntü toplarlar, bunları çörek oluyla karıştırıp ateşe atarak tütsü yaparlar, bunun nazara iyi geldiğine inanırlardı.
    Olgunluk yaşı olarak kırk görülür. Hz. Peygamber (s) Efendimize bile, peygamberlik kırk yaşında gelmiştir. Bunun için kullanılan atasözleri ve deyişler şöyledir: "Kırkına gelmek", "kırkını aşmak", "kırkına varmak", "kırkına vardı, hâlâ adam olmadı", "kırkını aştı, hâlâ uslanmadı", Bir sözün tutulması "kırk kere söyledim", "kırk yıldır söylerim" gibi deyişlerle anlatılır. Kırklamak: Dünyaya yeni gelmiş bir çocuğun, hamamda, anasıyla beraber yıkanmasına kırklamak denir. Tasın suyla, kırk kere besmele okunarak doldurulup dökülmesiyle, kırklama geleneği yerine getirilmiş olur. Bu banyo, hamamda, törenle, eş-dost beraberliğinde yapıldığı için "kırk hamamı" diye de anılır.
    Biri uzun süre ortada görülmezse, "kırklara karıştı" denilir. Bir şeyin eski oluşu, "kırk yıllık" deyişiyle anlatılmak istenir. Olgunluk geldiği halde, çiğ davranış sergileyenlere, "kırkından sonra azanı, teneşir paklar" denir. Hüküm sona göredir, bunun için "kırk gün günahkar bir gün tevbekâr" denmiştir, "kırk derviş bir sofrada yemek yer, iki padişah bir ülkeye sığmaz" atasözü, dervişlerde paylaşım, işar ve katılım, saltanatta ise bencillik hastalığının bulunduğunu ifade eder.

    KIRK BUDAK : Bektaşî tâbiridir. Hacı Bektaş tekkesinde bulunan kırk kollu bronzdan mamul şamdana, kırk budak adı verilir. Nevruz ve On Muharrem akşamlarında olmak üzere, senede iki defa yakılır. Erenler meydanında bulunur.

    KIRKLAR MEYDANI : Hacı Bektaş'taki merkezi tekkede, iki parmaklık içinde bulunan yere, kırklar meydanı denir. Sağdaki parmaklık boyunca, çok sayıda şamdan, dizili olarak bulunurdu. Bu şamdanların ortasında, kırk budak adı verilen şamdan yer alırdı.

    KIRKLAR ŞERBETİ : Bektaşîlikte, "Nasib Gecesi" içilen şerbete "Kırklar Şerbeti denir. Beyaz bir kase içinde hazırlanan şerbetten önce, baba bir yudum içer, ardından diğer canlar kıdem sırasına göre bu işi devam ettirirlerdi. Bu şerbet, cennetteki Kevser'in timsali olarak görülürdü.

    KIRK MAKAM : Bektaşîler, erenler meydanı için, makam tâbirini de kullanırlardı.

    KIŞR: Arapça, kabuk anlamına gelir, zahir anlamında da kullanılır, bâtın (öz, iç)'ı fesada uğramaktan korur. Şeriatın zahiri gerçekleştirilemezse öz çürür. Özün sıhhati, zahirî şeriatın sağlamca ve takva boyutunda yaşanmasına bağlıdır. Gazali, bu benzetmeyi imanın üç tavrını sergilemek için yapar: Cevizin en dışında yeşil kabuğu bulunur, ki bu, münafığın imanına benzer, taklidçi avamın inancı cevizin kabuğu gibidir. Seçkinlerin imanı içteki cevizi andırır. Dışa kışr denirken içe, öze, lübb adı verilmiştir. Ceviz, kabuğu ile uzun yıllar dayanır, toprağa ekilince de yeni ceviz ağacı meydana gelir. Kabuğu olmayan iç ceviz, uzun yıllar dayanamadığı gibi, toprağa ekilince de, yeni bir ceviz ağacı meydana getiremez, içi olmayan boş ceviz kabuğu da, tıpkı bu şekilde semeresiz durumdadır.

    KIYAM: Arapça, ayağa kalkmak anlamındadır. Fenâ'dan sonraki beka'da istikamet haline, kıyam denir. Kulun tedbirini Allah'a havale etmesi, şeriat ve tarikat hükümlerini yerine getirmek üzere harekete geçmesi.

    KIYAM Bİ'LLAH: Arapça, Allah'la kıyam etmek demektir. Bütün menzilleri aştıktan sonra, ulaşılan Beka Billah'ta, istikameti, İslam'ın zahirî ve batinî emir, nehiy ve edeblerini korumak.

    KIYAMET: Arapça, âlemin sona ermesi ve yeniden dirilmek. Kaşanî, ölümden sonra ebedî hayata kavuşmak üzere, yeniden dirilmeyi kıyamet olarak tanımlar.
    Kıyamet üç türlüdür. 1- Tabii ölümden sonra, kulun, dünyadaki durumuna göre, ulvi veya süflî bir berzah yaşantısına geçmesi. Hz. Peygamber (s), "nasıl yaşıyorsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz de öyle diriltilirsiniz" demiştir. Buna küçük kıyamet denir. 2- İradi ölümden sonra, ebedî-kalbî hayatı yaşamak üzere, kudsi âlemde dirilmek, "iradi olarak öl ki, tabiatla diri kalasın" denmiştir.

    KIYAM Lİ'LLAH: Arapça, Allah rızası için bir şeye teşebbüs etmek, gaflet uykusundan uyanık olmak ve seyr-i ilallah'da gaflet halinden sıyrılmak demektir.

    KIZILDELİ : Bektaşîler, Kızıldeli'yi, Balım Sultan'ın mürşidi sayarlar. Onbeşinci yüzyılda yaşayan Seyyid Ali Sultan'a da, Kızıl Deli denir. Bektaşîler şarabı, Kızıl Deli diye anarlar.

    KIZIL EŞİK : Bektaşî tâbiri. Meydan'da, Hazreti Pîr Postu'nun yanında yer alan bir makamdı. Buna "Mürüvvet Taşı" veya "Niyaz Taşı" da denirdi.

    KİBİR: Arapça, büyüklerime demektir. Yerilen nefis hastalıklarındandır. "Haksız yere yeryüzünde büyüklük taslayanları, âyetlerimden çevireceğim" (Araf/146) âyeti kerimesi ile, Allah kibirlileri yerer. Kibirli, kendini herkesten üstün görür, başkasını beğenmez, herkesi eleştirir. Mukabili tevazu ise; kulun kendini Allah'ın güç ve kudreti önünde değersiz görmesidir. Tevazu beş şeyde olur: 1-Söz 2-İş 3-Kılık, Kıyafet, 4-Ev, 5-Ev eşyası. Kulun olgun olduğunun belirtisi, tevazu sahibi olmasıdır.
    Bir gün Hz. Hüseyn (r) yoldan geçerken ekmek kırıntıları yiyen fakirlere rastlar. Fakirler "Ey Allah'ın kulu! Haydi, yiyecek, buyur gel" diye davet ederler. Hz. Hüseyin (r) kibirlileri asla sevmezdi, ve kendi de kibirli değildi, hemen atından indi, onlarla beraber oturup ekmek kırıntısı yedi; yemek bitince, "Ben sizin davetinize uydum, haydi şimdi de, ben sizi davet ediyorum, buyrun bizim eve!" der. Hep beraber, Hz. Hüseyin (r)'in evine varırlar. Cariye, gelen fakirlere, evde yiyecek olarak ne varsa önlerine koyarak güzel bir sofra hazırlar. Hep beraber oturur, yerler. Başkalarını beğenmemek duygusu, kişinin kibir denen hastalığından kaynaklandığı gibi, eleştirme yönü gelişmiş kimseler de, kibirden uzak değildir. Allah şu kişileri çok sever: Muttakiler (Allah'tan korkan ve bunu fiilleriyle gösterenler) takvalı gençler, cömertler, fakirliğine rağmen cömertliği sevenler, alçak gönüllüler, zengin olmasına rağmen alçak gönüllü olanlar.

    KİBİRLİNİN HASMI ALLAHTIR : "Büyüklük benim ridam (hırkam) dır. Onu kendimden başkası için kabul etmem", kudsi hadisinde işaret olunan bu incelik, kulun, Allah karşısında zelîl ve bî-çare halde bulunduğunu anlatır. Büyüklük Allah'a mahsustur. Bu nedenle büyüklenme, tasavvufî açıdan, bir çeşit Fir'avn gibi, ilahlık ilan etme olarak görülmüş ve bir tür şirke benzetilmiştir.

    KİBRİT-İ AHMER: Arapça-Farsça olan bir terkib. Kırmızı kibrit anlamına gelir. Marifetullaha vukûfiyet ve onun gerektirdiği gibi yaşama. Marifet, kibrit-i ahmer gibi, ele zor geçen kıymetli bir nimettir. Şeyhler de, kibrit-i ahmer olarak görülür.

    KİLER EVİ : Bektaşî tâbiridir. Merkezi tekkedeki odalardan biri. Yiyecek maddeleri burada korunurdu. Kiler Evi'nin görevli bir babası bulunurdu.

    KİMDE NE VAR BİLİNMEZ : İnsanların kalbinde olanı, sadece Allah bilir. Kimse kimsenin ne olduğunu, tam anlamıyla takdir edemez. Bu sebeple, hiç kimseyi küçük görmemek gerek.
    Bir sinek bir kartalı salladı vurdu yere Yalan değil gerçektir, ben de gördüm tozunu Yunus Emre
    Bir sinek gibi, dış görünüşte aciz ve miskin görülen kişi, kartal gibi kuvvetli görünen kişiden üstün olabilir. El elden üstündür.

    KİMSEYE EYVALLAH ETMEZ : Kendine yeten kişiler için kullanılır. Bu tipler kimseden korkmaz, kimseden bir şey istemez, hiç kimseyi de dinlemez. Böylelerine özgürler (ahrâr) denir.

    KİMYA: Elde bulunanla yetinmek, elde olmayana arzu duymayı terketmek demektir. Üç türlü kimya vardır: 1- Avamın kimyası: Bakî uhrevî metâı, fanî dünyevî olanla değiştirmek, 2-Havassın kimyası: Yaratanı tercih etmek suretiyle kalbin yaratılandan kurtulması: 3- Saadet kimyası: Rezil ahlakı terkeden nefsin, faziletleri elde edip bunlarla süslenmesine, saadet kimyası denir.

    KİRİŞME: Farsça, gamze, naz, işve demektir. Celâl tecellisi.

    KİRMÂNİYYE: Seyyid Celâleddin Buharî'nin, Ebu Said Züfer b. Mahmûd b. Muhammed el-Kirmânî'ye nisbetle kurduğu bir tasavvuf okulu olup Hızriyye'nin kollarından biridir.

    KİTAB: Kendisinde adem (yokluk) bulunmayan mutlak varlık. Kaza ve kader.

    KİTAB-I MÜBÎN: Arapça, manası açık kitap demektir. Levh-i Mahfuz. Kur'an-ı Kerim'de bu hususa işaret eden ayet şudur:" Yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta bulunmasın..." (En'âm/59)

    KOL : Bir tarikatın, kuruluşunu takip eden zaman süresi içinde bir takım dallara ayrıldığı görülmüştür. Ana gövdeden dallaşan bu yeni teşekküllere kol adı verilir. Eğer bu kollar da, dallanır, ortaya yeni kollar çıkarsa, ilk kollara anakol denir. Kollar, usûlde, yapılan ictihadlardan doğar.

    KOL AÇMAK : Mevlevî terimidir. Mevlevî dervişleri sema ederken, sağ el yukarı, sol el aşağı gelmek üzere, kollarını açarlar. Buna kol açmak denir. Hak'tan aldığımızı halka veririz, demektir.

    KONEVİYYE: Sadreddin Konevî (ö. 1273), tarafından kurulan bu tasavvuf okulu, Hâtimiyye'den mülhemdir.

    KORK, ALLAHTAN KORKMAYANDAN : Allah korkusu, insanın kendi vicdanından kaynaklanır. Bu duygu, insanı kötü iş yapmaktan alıkor. Eğer bir insanda bu duygu erozyona uğramışsa, artık ondan her kötülük beklenebilir. Böylelerinden sakınmak lâzımdır.

    KÖÇEK-KÛÇEK: Farsça, küçük demektir. Sema eden genç delikanlılara kûçek (veya köçek) denir.
    Mevlevîler köçeği ol sanemâ giy külehi.
    Def ü nây ile sema eyle salın gâhgehi.
    Şahidi.
    Şeyhin hizmetindeki dervişe, küçek denir. Böyle bir derviş, bir başka yerde anlatılırken "falan şeyhin küçeği" diye anılır. Kıdemsiz dervişlere de, küçek denir

    KUBÂBUL-AKTÂB: Arapça, kutupların kubbeleri demektir. Mevlevî deyimidir. Konya mevlevihanesinde, Mevlevî kutublarından sultânu'l-ulema ve onun neslinden gelen (çelebi) yedi velinin mezarının bulunduğu kubbenin altına, kubâbu'l-aktab denir.

    KUBUR: Arapça, kabirler demektir. Halk, türbelerdeki sandukalara kubur adı verir.

    KUDDİSE SİRRUH: Arapça bir dua cümleciği: Allah sırrını kutsal kılsın. Allah dostları için kullanılır. Allah dostunun kalbi, manevî âlemin gizlilik (sır) leriyle doludur. Üç boyutlu âlemden şuuri sıçrayışla, âlemîn denilen farklı boyutlardaki âlemlere yücelmiş veliler, hakikatin farklı yönlerden görüntüsüyle karşılaşırlar. Bunları, üç boyutlu deterministik karakterli şu âlemde sıkışmış, aklı yücelmemiş, ham ruh anlamaz. Bu yüzden, kalp denilen mezarda gizli kalması gerekir. Gizli kalmasını göstermek üzere, böylesi boyutlarda elde edilen mâ'rifetlerin veya bunların bir kısmı, sır olarak adlandırılmıştır. Sır, ser'i gerektirir. Yani kelle gider, sır verilmez. Verilirse, anlamayan dar kalıplarda boğulmuş kimseler tarafından yerilirler, işte velinin, Kur'an'dan ibaret olan sırrını, öbür dünyaya götürmesi gerekir. Bu meta'ın müşterisi azdır. İşte bu tür, kul ile Allah arasındaki özel oluşumlar mahremdir. Başkası ortak edilmez, kutsaldır. Allah, sırrın kutsallığını, gizlendikçe artırır.

    KUDDÛS: Arapça, noksanlıktan münezzeh, çok temiz olan demektir. Çok mukaddes, her şeyden münezzeh, her vasıf (özellik) ta mükemmel, tanıma tasvire sığmaz, hiç bir leke kabul etmez, tertemiz, pak, öyle ki her selâm ve selâmetin menba ve masdarı, kendisi ayıptan, kusurdan, eksiklikten, fena ve zevalden, muhataradan salim olduğu gibi, selâmet arıyanları selamete erdirecek olan da o...

    KUDRET: Arapça, güç, kuvvet demektir. Allah'tan başkasında bulunmayan zatî kuvvet. Bunun fonksiyonu, malûmatı, ilmi gereğe uygun olarak, gözle görülür âlemde ortaya çıkarmaktır. Bu âlem, tecellinin ortaya çıktığı yerdir. Yani bu âlem, adem (yokluk) den varlığa çıkan Allah'a ait bilginin a'yânının zuhur ettiği yerdir. Kudret; mevcudatı, ademden ortaya çıkaran kuvvettir. Bu da, rubûbiyyetin kendiyle zuhur ettiği nefsî bir sıfattır. Bizdeki kudret hadis, Allah'taki ise kadîmdir. Asıl olan kudret, Kadîm olan Allah'ın kudretidir.

    KUDRET-İ KÜLLİYYE: Arapça, küllî kuvvet, güç demektir. Herşeyi yapmaya güç yetiren Allah'ın kudretine, "kudret-i külliyye" denir.

    KUDS, KUDSİYYET: Arapça olan bu kelime, kutsallık yani temiz olmak anlamındadır. Velilerin ilâhî yönü.

    KUDÜM: Tekke musikisi enstrümanlarından biri de, kudûm'dür. Gövdesi bakır veya pirinçten yapılmış olup, yanyana iki tane birden olarak kullanılır. Kudüm çanağı, eskiden dut ağacından yapılırmış. Birisinin üzerine deve, diğerininkine de merkep derisi gerilir. Zahve denilen, kemikten yapılmış, uçları yuvarlak iki değnekle, bu enstrümana yavaş yavaş vurularak usûl tutulur. Mevleviler arasında yaygın olarak kullanılır. Bununla ilgili olarak bir anekdot anlatılır. Anekdot, Yenikapı Mevlevîhanesi şeyhi Osman Selâhaddin Efendi'ye aittir. Yenikapı Mevlevîhanesi'nin yakınındaki bir köşkte, düğün münâsebetiyle hazır bulunan müzik ekibinin çifte nâra (kudüm'e benzer) sı patlar. Çalan çingene, o civardaki mevlevîhanede bunu bulacağını düşünerek, oraya koşar. Kudumzenbaşı'dan kudüm ister. Ancak bu yaman çalgıcının isterken, "kudûm-i şerif" demeyip "çifte nâra" deyişi de canını sıkar. Ona "çifte nâra demezler, kudûm-i şerif derler" karşılığını vererek, kapıdan koğar. Sonra gidip, durumu şeyhe şikâyet eder. Rind bir zat olan Osman Selâhaddin Efendi, "neşelerini kaçırmayaydın, vereydin" deyince kudûmzenbaşı "ama efendim kudûm-ı şerife, bu çingene çifte na'ra diyor" diye mukabele eder. Şeyh Efendi de şu karşılığı verir: "Zararı yok, o, çingene eline düşerse çifte nâra, tekkeye gelirse yine kudûm-ı şerif olur"

    Gel dergeh-i munlâya da bak gör ne safa var,
    Her bir elem-i mühlike bin derd-i deva var.
    Efsâne-i zühhâd gibi zerk u riya yok
    Avâz-ı kudüm u ney ü tanbur-ı neva var.
    Hüseyn Fahreddin Dede

    KUDÛRET: Arapça, bulanıklık demektir. Mukabili safvettir. Safvet yakınlık, kudûret uzaklık sayılır.

    KÛH: Farsça, dağ demektir. Hz. Musa'nın tecellilere mazhar olduğu dağa "Kûh-i Tür" denir. Fena makamı. Tek renkli olma makamına da Kûh-ı Kâf adı verilir. Kûh-i Hestî ise, varlık dağıdır, benliktir.

    KUL : Türkçe, köle anlamına gelir, "insan ve cinleri, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım" (Zâriyat/56) insan kullukta ilerledikçe, özgürlükte de ilerler. Zira, insan, ya nefsinin isteklerine, ya da Allah'ın isteklerine kulluk yapar. İnsanın nefsi, özü, mahiyeti veya aslı değildir. İnsanın aslı Allah'tandır. Aslına dönen özgür olur, huzur bulur. Aslından uzaklaşan yabancılaşma, huzursuzluk ve özgürsüzlük gibi çıkmazlarla yüz yüzedir, islâm'ın tevhîd dini oluşu, her şeyde Allah'ı görme, bulma O'na itaat etme, O'nun dışmdakilerden uzaklaşmadır. Konuyla ilgili bazı atasözleri ve deyimler, şu şekildedir: "Kulluk kemerini bağlamak": Tarikata girmek, Allah'a ciddi ciddi kulluk yapmaya yönelmek anlamınadır. "Kulu kurbanı olmak": Birini çok sevdiğini belirtmek için kullanılır. "Bende olmak" maneviyat yolunda, Allah'a vâsıl edici kâmil bir şeyhe bağlanmak, demektir. Bu konuda bir şiirde şöyle denir:

    Bilmek istersen eğer meslek-i dervişânı
    Sevenin bendesiyiz, sevmeyenin sultanı.

    Allah'la kul arasında girilmez: "Cenneti parayla vermezler, ne verirlerse bahaneyle verirler", atasözüyle irtibattandırılarak anlatılır.
    "Kulun nesi varsa, sahibinindir": Köle, sahibinin malı olduğu gibi, kölenin sahip olduğu şeyler de sahibinindir. Kulun tasavvufî bir hal veya makam olarak kendinde varlık görmemesi gerekir. Yokluk, çok kıymetli bir hazinedir. Hacı Bayram Camii'nin Mevlevî meşreb rahmetli imamı Zekai Sarsılmaz, Hocaefendi mazannadan idi. Dağıtmayı çok severdi. Para cüzdanında "hiç" ... yazardı. Bunun için "ne buldularsa kullukta buldular", "Kul olmayan, sultan olamaz" demişlerdir. Allah'a itaati tam yapana, cümle mahlukât itaat (teshîr) eder.
    Mecazî, maddî, geçici nesnelere sevgi besleyenler, "Kula kul oldum, ama kurtarınız" diye insanlardan yardım isterler.
    "Kul sıkılmayınca, Hızır yetişmez": Allah darda kalana, eğer dilerse, Hızır (a) üzerinden yardım gönderir. Yardım Hızır'dan değil Allah'tandır. "Kul kusursuz olmaz, arpa samanıyla, kömür dumanıyla": Allah'tan ***ri her varlığın, mutlaka noksan bir tarafı vardır. İnsanları veya eşyayı ele alırken bu yönü unutmamak gerek. "Hak, kulundan intikamın, gene kul ile alır. ilm-i ledünnü, bilmeyen bunu kul etti sanır": Allah kuluna belâyı, yine bir başka kulunu araya koyarak onun vasıtasıyla gönderir.

    KUMARHANE : Sevgili uğruna başını ortaya koymak. Sâlik kendini bütün varlığı ile fena kumarhanesine vermezse, mutlak mânâda fânî olamaz.

    KUR'ÂN: Allah (c) tarafından, Peygamber Efendimize (s) gönderilen son ilâhî kitap. Bütün sıfatların kendinde kaybolduğu ilâhî zat, cem ve icmal makamı, Hz. Peygamber (s), insan-ı kâmil.
    KURB: Arapça, yakınlık anlamındadır. Kelime ezelde, yani ruhlar âleminde, Allah ile kul arasında geçen ahde uymayı ifade eden, bir tabirdir. Kulun Hakk'a yakın olması, müşahede ve mûkâşefe iledir. Allah'tan ***risiyle de Allah'tan uzak olur. Kurb hakkında, kalb yoluyla sevilene duyulan yakınlıktır, denmiştir. İki türlü kurb vardır. 1- Nafilelerle olan kurb: Beşerî sıfatların sona erişi, ve beşer üzerinde Allah'ın sıfatlarının zuhuru. Bu durumda beşer, uzaktakileri duyar ve görür hâle gelir. Buna, beşerî sıfatların, Allah'ın sıfatlarında fani olması da denir. İşte bu, nafileler ile elde edilen kurbdur. 2- Farzlarla olan kurb: Kulun, nefsi de dahil olmak üzere, her şeyin şuurundan tamamen fâni olmasıdır. Artık onun nazarında, Hakk'ın vücûdundan ***ri, hiçbir şey kalmaz. Bu, farzların semeresi olarak ortaya çıkan fena halidir. Özet olarak ifade etmek gerekirse; kurb, Allah'a itaat ve kullukla elde edilir. Kurbün mukabiline, bû'd (uzaklık) denir. İbn Arabî, bu ikisi hakkında şu tanımı yapar: Bû'd, kulun muhalefet (Allah'a karşı çıkma) lerde ikâmet etmesi; kurb, Kabe kavseynin hakikatma da denir.
    Senin lütf-i vâlânı gözler ümidim
    Senin kurb-ı âlânı özler hayalim.
    Muallim Naci

    KURBAN: Arapça, yaklaşmayı ifade eder. Şer'an malum özellikleri taşıyan bir hayvan (deve, sığır, koyun, keçi)'ın, ibadet amacıyla kesilmesi. Tasavvufta, dış âlemdeki hayvan kurban etmek, kulun iç alemindeki hayvani yönlerinin Allah rızası için kurban edilmesi yani öldürülmesi manasına gelir.

    KURBET: Arapça, yakın olmak demektir. Velinin sıfatları konusunda, Hakk'ın yerleşmesine (temekkün) yakınlık makamına ermesidir. Filan âlimin filâna yakın olması, ilim ve marifet konusundadır, işte kurbet de, bu şekildedir. Kurbet, Hakk'ın zuhurunun yakınlaşmasıyla kulda sıfat ve isimlerin çeşitlenmesidir, denir.

    KURB-I MESAFE: Arapça, mesafenin yakın olması demektir. Ezelde, Allah ile kul arasında cereyan eden ahde vefa olayına, "kurb-ı mesafe" denir.

    KUSÛD: Arapça, ***eler, kasıtlar demektir. Allah'a yönelen sadık niyet ve iradelere kusûd denir. Kim kusudunda, Hak'dan ***riye yönelirse, Hakk'ı küçük ve değersiz görmesi artar.

    KUSÛDİYYE: Mutasavvıflar üçe ayrılır: 1-Kusûdiyye, 2- Şuhûdiyye, 3- Vücûdiyye. Kusûdiyye; sûfinin kendi kasıt, irade ve ***esini Allah'ın kasıt ve iradesinde eritmesi, yok etmesidir. Buna "fena fi'l-kusûd" denir.

    KUŞEYRİYYE: Ebu'l-Kâsım Abdûlkerim Kuşeyrî (ö. 465/1 072)'ye dayandırılan bir tasavvuf okulu.

    KUŞTE-İ TÎĞ-İ CELÂL: Farsça, celal kılıcının öldürdüğü kişi demektir. Bunlar, şehid-i aşk kurbanlarıdır. Allah bunları, canları karşılığında cemalini görme nimetine erdirir.

    KÜT: Arapça, gıda demektir. Manevî gıda, ruhun gıdası, olup, Mevla'ya âşık olanın gıdası, ezelî varlığın güzelliğini seyretmektir. Dinî musiki, semâ.

    KUTB: Arapça, değirmen taşının miline denir. Büyük değirmen taşı, milin (kutbun) etrafında döndüğü gibi, kainat denen bu kozmoz da idare bakımından kutbun etrafında döner. Bu yönüyle kutub, manevî derecesi büyük, veli bir kuldur ve âlemin ruhu olarak değerlendirilir. Allah, emaneti, varlıklar içinde, sadece insana vermiş ve buna bağlı olarak, cümle kainatı da onun emr'ine boyun eğdirmiş (teshir etmiş, müsahhar kılmış) tır. Emanet kimdeyse, varlıklar ona boyun eğer. Emaneti tahakkuk ettirebilen, yani onu kuvveden fiile çıkarabilen en mükemmel veli, kendindeki bu özellikle, bütün bir kainatın üzerinde, onun mahkûmu değil hâkimi gibidir. Kutb olabilme özelliği, herkeste bilkuvve vardır. Ama bunu gerçekleştirebilmek çok az kişiye, çok uzun zamanda nasib olduğu gibi, kısa zaman içinde de nasib olur. Kutb, Allah'ın izniyle hareket eder, kendi kafasına göre değil. Mutlak bağımsız yetki ve güç, sadece Allah'ındır. Kutub da, Hz. Muhammed (s) gibi bir kuldur, Allah değildir. Emr âleminden halk alemine doğru meydana gelen tenezzül olayları, kutb üzerinden cereyan ederek vuku bulur, ilâhî program çerçevesini aşmadan, olaylarda bir tür tedbir (yönetme) ile etkinliğe sahip bulunduğu için, keyfe ma yeşâ (dilediği gibi) davranamaz. Allah'ın dileğinin dışında hareket edemezler. Kutub konusunda, bu "tenezzül-i emr" meselesini kavrayamayanlar, "madem kutublar bu özelliğe sahip, kuvvetli kutuplarımız çok, gitsinler Kıbrıs'ta, Bosna'da savaşıp, oradaki savaşları lehimize çevirsinler" demekte ve bu sözleriyle, Kutb'un tasavvuf erbabınca "Allah" olarak algılandığını zannetmek hatasına düşmektedirler. Bir şeyh, Muhammed Esâd Erbili Hazretlerine "efendim siz kutub imişsiniz?" deyince aralarında şu konuşma geçer: "Evladım bu ümmetin en büyüğü kim?" "Hz. Ebû Bekir'dir, Efendim", "Söyle bakalım onun son nefeste imanla ölme garantisi var mıydı?" "Hayır efendim yoktu", "Bu ümmetin en büyüğünün son nefes garantisi yok iken, bizim gibi kimselerin hâli n'ola? Fakirin derdi, acaba son nefeste imanlı mı gideceğim, imansız mı? Ben bu endişe içindeyim. Kaldı ki bizim kutubluğumuz, sizin hüsn-i zannınızdan başka bir şey değildir."
    Kısaca kutub, tasarruf sahibidir. Ve o, bu tasarrufu kader-i ilâhî programının dışında, Allah'ın irâdesine rağmen kullanamaz, Kutbü'l-Aktâb, Kutbü'l-Ekber, Kutbü'l-İrşâd en büyük veliye verilen isimler olup, halkı Hakk'a götürmekle görevlidirler. Cisimler âlemine, Kutb-i Şimalî, melekler âlemine de Kutb-ı Cenubî denir. Kutb-ı vahdet: Maşuk, Allah'ın aşık olduğu veli. iki türlü kutub vardır: 1-Kutbü'l-irşad: Buna, Kutbiyyet-i Kübra denir. Mertebesi, Nübüvvetin bâtınıdır. 2- Kutbü'l-Aktâb ve Kutbü'l-vücûd: Bu hâtemü'l-evliya olup, derecesi bâtın-ı hâtem-i nübüvvettir. Kutubun varlığı, fakihlerce sabit görülmemiştir.

    Avalim çün merâyâ-yı kemalât-ı İlâhîdir.
    Kutubdur, cümleyi cami ki zât-ı Hakk'a surettir.
    Eğer bir kimse kutb-i vakti bulmayub vefat etse
    Muhakkak bil anı kim meyte-i vakt-i cehalettir.
    Bu kutbiyyet emânettir ki, birden bire nakleyler
    Acebdir, iktisâb olmaz ezelden bir inâyetdir.
    Rida vü hırka vü tâc teksir-i ibâdâtı
    Delil olmaz kemâl-i zâte bunlar hüsn-i sûretdir.
    Nişan-ı kutb-i vakti dilde bil sual etme
    Eğer makbul olursan, rehberin candan muhabbetdir.
    Lâlizâde Abdûlbâki

    KUTB-I NÂYİ : Mevlevi deyimi, Mevlânâ zamanında neyzenlik yapan, Hamza Dede'ye, Kutb-ı Nâyî denir. Manası, ney çalanların kutbu, başı demektir.

    KUTTÂ-I TARİK: Arapça, yol kesen demektir. Kulun Allah'a ulaşmasına engel olan her şey, kutta-ı tarik'tir. Sahte şeyhlere de, kutta-ı tarik denir.

    KUZULUK : Mevlevî tabiridir. Yemekhane duvarlarındaki hücrelere kuzuluk denir. Burada, su tası, peşkir gibi, sofra takımları muhafaza edilirdi.

    KÜBREVİYYE: Cüneydiyye'den etkilenerek Şeyh Necmeddin Kübra (ö. 618/1221) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu..

    KÜL: Arapça, bütün, her anlamındadır. Elif lamlı olarak (el-Kullü), bütün isimleri toplayan İlâhî birlik (vâhidiyyet) hazreti
    itibariyle, Hakk'ın ismidir. Bundan d
    olayı "bizatihi tek, isim ve sıfatlar ile Kül" de denir.
    KÜLAH: Farsça, başlık demektir. Tepesi konik gibi sivri şeylere de, külah dendiği için, minarelerin en üst kısmına "minare külahı" denmiştir. Mevlevîlerin giydiği sikkeye, "Külâh-ı Mevlevi" denir. Biri, bir zor işi yapamaz veya yapmaktan usanırsa "al külahını eyvallahı içinde" der. (Bkz. Eyvallah). İçi dışına uymayan, çifte kişilik ve davranış manzarası gösteren kişilere, "gündüz külahlı, gece silahlı" denir. Anlamsız konuşanlara da "sen onu külahıma anlat" veya "sen onu kavuğuma anlat" denir. Elinden bir işi, şeyi veya imkanı kaçıran kişi "kelle sağ olsun, cihanda bir külah eksik değil"der. İstiva, denilen, yeşil şeritten dikilmiş Mevlevi sikkesine "Külâh-ı istivâdâr" denilir. Mevlevi sikkelerinin bir çeşidine de, "Külâh-ı Seyfî" adı verilir. "Külah etmek": Aldatmak.

    KÜMEYLİYYE: Sahabe-i Kiram'dan Kümeyi b. Ziyad (ö. 82/701 )'a dayandırılan bir tasavvuf okulu.

    KÜN: Arapça, "ol" demektir. Ferganî şöyle der. "Hiçbir hatra ve hareket yoktur ki, emirle meydana gelmiş olmasın. Bu da "kün" (ol!) emridir. Emr ile halk O'nundur, halk ile emr de O'nundur. "Bir şeyi murad ettiğinde, O'nun işi, ol (kün) demektir, (o da) hemen oluverir" (Yasin/86)

    KÜNH: Bkz. Mahiyet.

    KÜRE: Bektaşî tâbiridir. Meydandaki ocağa, küre adı verilirdi. Küre, diğer makamlar gibi bir makamdı. Burada da niyaz olunurdu. Yeni tâlib, rehberinin delaletiyle buraya geldiğinde, rehber bu makamı şöyle tarif ederdi: "Buna küre derler. Bunda çiğ olan nesneler pişip, Hakk'm inayet eylediği nimet bunda tabh olunup (pişirilip), Allah'ın dostları intifalanub (faydalanıp) şükrün ederler. Cümle nâsın faydalandığı mahaldir."

    KURSİ: Arapça, kürsü, masa demektir. Fiili sıfatların cümlesinin tecellisi, ilâhî iktidarın ortaya çıkış yeri, emir, nehiy, icad ve idamın tenfiz mahalli, tafsil ve ibhamın menşei, zarar
    ve faydanın, fark ve cem'in merkezi, budur. Yine kaza ve kalemin tafsil olduğu mahal, takdir, levh-i mahfuz mahallidir. Tedvin, tasvir yeridir. "Onun kürsi'si gökleri ve yeri kapladı." (Bakara/255)

    KÜRSÜ ŞEYHLERİ : Cuma günleri, cuma namazından sonra, va'z edenler hakkında kullanılan bir tâbir. Arapça olan cuma hutbesinin mânâsı, namazdan sonra yapılan va'z ile açıklanırdı. Bu görevi yapan vaizlere kürsü şeyhi denirdi. Bu uygulama, ilk defa Eyyub Sultan Camii'nde başlamış, daha sonra, Sultan Selim, Fatih, Bayezid, Süleymaniye, Sultan Ahmed ve Ayasofya'yı da içine almıştır.

    KÜSTAH : Mevlevî tâbiri. Tarikat adabına aykırı davranan suçlular için kullanılırdı.


    BURADAN BİR METEHAN GEÇTİ...

  10. #30
    Mete - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    25.Ağustos.2016
    Mesajlar
    450
    Mentioned
    10 Post(s)
    Tagged
    0 Thread(s)
    *L*


    LA FETÂ İLLÂ ALİ: Arapça olarak "Hz. Ali'den başka genç yoktur" anlamına gelir. Bu sözün devamı "La seyfe illâ Zü'l-fıkâr velâ fetâ illâ Ali" (Zülfıkar'dan başka kılıç, Hz. Ali'den başka genç yoktur) dir. Cebrail aleyhisselâm'ın, Uhud gazvesinde gösterdiği ***ret sebebiyle Hz. Ali hakkında, söylediği rivayet edilir. Bu söz Halife Nasır Lidinillah tarafından kurulan Fütüvvet örgütünün sembolü haline gelmiştir. Tasavvufta kahramanlık, cömertlik, affedicilik vb. güzel huyları kendinde toplayan olgun kimseler için, fazilet hedefi, Hz. Ali olmuştur. Şiirlerde Hz. Ali'ye "Şâh-ı la fetâ padişahı" şeklinde atıflar görülür. Bahâriyye Şeyhi Hüseyin Fahreddin Dede'nin babası (ö. 1277/1860), mütekerrir bir müseddesine şu bend ile başlar:

    Zâhidâ hakkiyçün, ol şahın ki cûd-ı ekmeli
    Ahmed-i Muhtâr'a vahyetti kitâb-ı münzeli:
    Mevlevîyem, Ahmedîyem, Hayderîyem men beli
    Bana besdir bir Huda vü bir Nebiyy ü bir velî.
    La ilahe illâ Huvallâhü'l-Aliyyü'l-müncelf,
    La nebiyye illâ Muhammed (s), la fetâ illâ Ali (k).

    Çeşitli Bektaşî tercemanlarınm sonunda "La fetâ illâ Ali, la seyfe illâ Zü'l-fıkâr" ibaresi sık sık geçer.
    Zü'l-fıkâr yivli kılıç anlamına gelir. Hz. Ali, Yemen'de bir putu kırdığında, o putun üzerine oturduğu demiri Medine'ye getirmişti. Umeru's-Seykal adlı bir demirci, o demiri eritip, iki kılıç dökmüştü. Biri yedi karış boyunda bir karış eninde olup, ortasında kanın akması için yivler vardı. İşte bu sebeple, yapılan kılıca "Zü'l-Fıkâr" denmişti. Bir rivayete göre, bu kılıç, Hz. Peygamber (s)'e ait olup Uhud gazvesinde Hz. Ali'ye verilmişti.

    LAGV: Hatalı konuşmak, faydasız söz söylemek mânâlarına gelen Arapça bir kelime. İnsanı, Allah'ı anmaktan alıkoyan her şeye lağv denir. Boş söz dinlemek de, lağvdan sayılmıştır. Hadis: "Hutbe okunurken, yanındakine sus diyen, boş lakırdı (lağv) etmiş olur."

    LÂHIK: Birinin ardından yetişen, tâbi olan, eklenen, gerekli olan vs. gibi çeşitli anlamları bulunan Arapça bir kelime. İmamla namaza başladığı halde, çeşitli nedenlerle namazı imam ile tamamlayamayan kişiye lâhık denir. Lâhık, senenin beş günüdür ki bunlara beş kısa boyunlu (el-hamsetü'l-müsterikatü) lar denir.

    LÂHÛT: İlâhî âleme, lâhût âlemi denir. Arapça'da lâhût kelimesi ulûhiyyet anlamına gelir. Tehanevî'nin kaydettiğine göre, Lâhût, cisimlere sirayet etmiş diriliktir. Her şeyde, bu açıdan bir ruh vardır. Bir şiirde, mumun ruhunun, ışığı olduğu ifade edilir.


    LAHZ: Bir şeye göz ucu ile bakmak mânâsına Arapça bir kelime. ***ba inancın, yakin derecesine ulaşması sebebiyle, kalbe doğan şeylere ve kalplerin basiretlerinin mülâhazasına işaret eden bir deyimdir. Kısaca lahz, kalbî bir düşüncedir. Sâdık bir mürid, bir şeye, baş gözü ile değil gönül gözü ile (basar gözü ile değil basiret gözü ile) bakar. Kalbini bu şekilde saflaştıran kimsenin firâseti doğrudur, onda yanlışlık bulunmaz. Zira o, Allah'ın nuru, ilmi ve açması ile bakmaktadır. Sûfi göz, kulak vs. gibi duyu organlarından ziyade, kalbe doğan bu müşahedeye önem verir. Yani maddî bakışın ötesinde, akıl gözü ile eşyaya yaklaşır, kendisi ile eşya arasında, bir tür obje ve subje münasebeti tesis eder. Bu da onu, eşyanın hakikatini anlamaya götürür.

    LAHZA : Lahz kelimesi ile aynı mânâyı kapsar. Tasavvuf terimi olarak, Allah'ın zat güneşine, aşırı parlak oluşundan dolayı bakamayıp, göz ucuyla, gözünü kısarak bakmaya çalışmak demektir.

    LAİHA: Arapça, belirip, ortaya çıkan şey anlamına gelen bir kelime. Çoğulu "Levâih"tir. Tasavvuf ıstılahında, bir hâlden diğer bir hâle yükselme nedeniyle, sırların parıldayarak ortaya çıkması şeklinde tarif olunur. Tavâli', Levâmi' terimleri de, yakın anlamları ihtiva ederler. Kâşânî lâihayı; tecellî nurundan ortaya çıkan, sonra da, kaybolup giden şeydir, diye tarif ederek, bu birden ortaya çıkan şey hatra, bârika gibi isimler de alır. Bu şekilde, insanda his âleminden ortaya çıkan şeye örnek, Hz. Ömer'in, iran'da harbeden Sâriye'ye seslendiğinde, onu işiten Sâriye'nin durumudur (Kâşânî). Bu şeklî keşiftir. Yani bir insandan diğer insana olan keşiftir. Manevî keşif ise, Allah tarafından meydana gelir. Sulukta, başlangıç durumunda bulunan kişilerde bulunan bir özelliktir; kalbî (manevî) yükselişte vuku bulur. Başlangıç durumunda bulunanların, kalp (düşünce) semâlarında nefsî hazlara ait bulutlar biriktiği ve kalbi kararttığı zaman, keşf levâihi (pırıtıları) zuhur eder, Allah'a yaklaşma ışıkları parlar. Bu zuhur ilkin levâih, sonra levâmî, daha sonra da tavâli' olur. Levâih, yıldırım gibidir. Çıkar çıkmaz kaybolur. Levâmi', bu levâihden zuhur eder, aynı hızlılıkta kaybolmaz. Levâmi, varlığını iki üç saniye devam ettirir. Tavâli', daha uzun süre varlığını sürdürür, etki altına alma ve devam etme bakımından, ilk ikisine göre daha güçlüdür, zulmeti dağıtıp yok eder.

    LA İLLÂ: La, Arapça'da olumsuzluk, illâ da, istisna edatıdır. La, nefy, illâ ise isbât ifadesidir, ikisi aynı cümlede bulunursa, La, vahdet-i vücud açısından Allah'tan başka varlığın bulunmadığını, O'ndan ***risinin yokluğunu ifâde etmektedir. Varlıklar, kendi başlarına var olamazlar, var olmaları ancak Allah iledir. Allah'ın varlığı bu durumda mutlak iken, kendi dışındaki herşeyin varlığı izafîdir. Diğer varlıkları silmek (yok etmek, nefyetmek) ve Allah'ı var kılmak (isbât), safilerde kelime-i tevhid zikriyle şuur hâline getirilir. Buna nefy ü isbât zikri denir. Nakşî ve Halvetîlerde, La ilahe sözcüğü ile birlikte, kulun kendi vücudu dahil herşeyi fânî ve yok ettiğini, illallah ifadesiyle de o yokluğun yerini Allah'ın aldığını görüyoruz. Bu şekilde Allah'tan başka varlık olmadığını tefekkür etmek ve bunu şuur haline getirerek, dünya hayatını ona göre değerlendirmek; tasavvufta tevhidin temel esası hâline gelmiştir. Tevhidin şuur planına indirilmesi, fiilî tevhid, sıfat tevhidi ve zatî tevhid gibi aşamalarla formüle edilmiştir. Mevleviler, La illâ ifadesini şu şekilde sembolleştirmişlerdir: Mevleviler semâ edip dönerken kollarını iki yana açarlar. Dervişin bu durumu, şeklî olarak Arapça'da Lâ'yı gösterir. Ayakların durumu da aynı şekildedir. Bedenin tümü, bu La ile birlikte, aynı illâ'yı meydana getirir. Mevlevî hırkasının kenar şeridi, tennurenin, destegülün yan şeritleri, yakada yine La şeklini alır, vücutla birlikte "İllâ" olur. Melamî-Hamzavî (Bayramî) mezar taşlarının üzerindeki La (V) ve illâ (V|) remzleri, fena ve bekayı (varlığı ve yokluğu) gösterir.

    LA'L: Kıymetli kırmızı renkli taş, dudak. Sufinin gönlü. La'l-i nigar: Kor dudak, sevgilinin al dudağı.

    LÂLE: Kadehi andıran kırmızı renkli bir çiçek. Bu kelimenin yazılımında L, A, L, H harfleri yani, iki L bir A ve bir H bulunmasından hareket, eden sufîler panbioist bir yaklaşımla, ona kutsal bir mahiyet atfederler. (Yani halkta Hakk'ı görme).

    Subh-dem dönse n'ola mihr-i cemâle lâle
    Oldu mazhar aded-i Ism-i Celâl'e lâle.
    Refî-i Kalâyî

    Ebced hesabına göre Lâle ve Allah kelimeleri aynı rakamı verirler: 66. ("Altmışaltıya bağlamak" tâbirine bakınız). İranî efsanelerde lâle, yeşil bir yaprak üzerindeki çiy damlasma,yıldırım düşmesi sonucu, yaprağın alev alıp donmasından meydana gelmiştir. Lâlenin içindeki siyah nokta, gönüldeki dağı, yanığı, Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın Ma'rifetname'de ifade ettiği nokta-i süveyda-i kalbi temsil eder. Kainattaki kara delikler veya Kabe'deki Hacer-i Esved gibi... Osmanlı tarihinde, adını bir döneme veren (1718-1730) lâlenin, o dönemde 558 çeşidinin bulunduğu kaydedilir.
    LA MEKÂN, Bî MEKÂN, LA MEKÂN ÂLEMİ: Bî ve la, ilki Farsça, öteki Arapça ... siz,... sız, yok vs. gibi anlamları ihtiva eder. Bu durumda la mekan ve bî mekân sözleri; yersiz, yurtsuz gibi anlamlara gelir. La mekân âlemi de, yersizlik âlemi demektir. Mekan, var olan şeydir. Bir şey, olmazsa, uzayda yer (mekân) kaplamaz. Zaman da, zihinde olaylar arasındaki karşılaştırmadan doğar. Bu karşılaştırma olmadan, zaman da olmaz. Özellikle vahdet-i vücûd düşüncesinde zaman ve mekân hakikatta bulunmayan, iki zihnî kavramdan başka bir şey değillerdir. Gerçek varlık olan Allah, zaman ve mekânın üzerinde, ve bunlardan münezzehtir. Ancak, isim ve sıfatlarıyla her yerde görülmektedir. İnsanın hakikati olan Ruh (aşkın ben), Rabb'ın bir emridir. Bu sebeple insanın gerçek yurdu, mekânsızlık âlemidir.

    Bî-mekanem bu cihanda
    Menzilim durağım anda
    Sultanım ki taht u tacım,
    Hülle vü burağım anda.
    Yunus Emre

    Onyedinci yüzyıl şairlerinden ve aynı zamanda Bayramî Melâmîlerinden, Hüseyin, şiirlerinde La-mekânî mahlasını kullanmıştır.

    LA'NET: Arapça, kovmak, uzaklaştırmak, beddua etmek gibi anlamları ihtiva eden bir kelime. Allah'ın, kulunu dünyada başarıdan mahrum ederek ve ahirette de cezaya maruz bırakarak rahmetinden uzaklaştırmasıdır. Bu açıklama kâfirler içindir. Tehânevî mü'min için la'netin; Allah'ın kulunu salihler ve ebrar makamından düşürmesi olduğunu kaydeder. Türk atasözlerinden " la'nete siper olmak", la'neti gerektirecek şeyler yapmak manasına gelir. Sûfiler, "la'nete siper olmayın" şeklinde öğütlerde bulunurlar.

    LATÎFE: Latîfe; manası hoş olan söz, espri ve şaka gibi mânâları ihtiva eden Arapça bir kelime. Hal inceliklerine sahip kalbe işaret eden bir kelime. Zihinde parlayan, anlayışla zuhur eden ve manasmdaki incelik sebebiyle anlatılamayan bir işarettir, denilmiştir. Ebu Said İbnü'l-Arâbî" Allah'ın, katından sana bağışladığı bir lütuftur. Onunla sen, Allah'ın anlamanı istediği şeyi anlarsın" diye açıklar. Bir de, her insanın göğsü üzerinde ruh dünyasının, maddî bedenle alâkasının yoğunluk kazandığı bir takım yerler vardır. Bunlar: 1. Kalp : Somatik olarak sol memenin dört karış altında; 2. Ruh : Sağ memenin dört karış altında; 3. Sır : Sol memenin dört karış üstünde; 4. Hafî : Sağ memenin dört parmak üstünde; 5. Ahfâ: Sağ ve sol memenin tam orta yerinin biraz üstünde. Bunlar ruhun bedene taallukunu anlattığı için, âlem-i emirden sayılmıştır. Bu latifelerden her biri, bir Peygamberin ayağı altındadır. Yani çeşitli peygamberlerin ulaştığı hakikatlara kabiliyet kazanmayı ifade eden kavramlar, tekâmülleri gösterir. Kaynaklara göre bu beş letaif (latifeler); kırmızı, sarı, beyaz, siyah ve yeşil olarak çeşitli kozmik renkler, ihtiva ederler.

    el-LATÎFETÜ'L-İNSANİYYE: İnsanî latîfe demektir. Tehânevî, insanî latîfenin nefs-i natıkadan ibaret olduğunu söyler. Keşfu'l-Lüğat'da insanî latîfenin, ruhun hakikati olduğu kaydedilir. Kâşânî buna kalp adını verir. Kalp insanî latîfedir. Kâşânî devamla şöyle der: "Gerçekte, ruhun, kendisiyle bir yönden münasebeti bulunan nefsin (insan bedeninin) yakınına gelmesidir (yani ona taalluk etmesidir). Burada bedenin ruh ile bir yönden münasebeti daha vardır. Birinci münasebet yönüne sadr, ikincisine fuâd adı verilir."

    LAUBALİ: Arapça, kayıtsız, ilişkisiz, çekinmez, sakınmaz gibi mânâları ihtiva eden bir kelimedir. Istılâhat-ı Meşâyıh'ta bu terimin izahı şu şekildedir:" Laubali ve rind deyü ol sâlik-i âşıka derler ki, temayüz-i ef'âl ve sıfat kaydından ve vâcib ve mümkin rüyetinden halâs bulmuştur. Eşyanın ef'âl ve sıfatını, Hakk'ın ef'âl ve sıfatı bilmiştir. Ve hiçbir sıfatı kendine ve ***riye mensup tanımaz. Bu makamın nihayeti makam-ı fenadır. Bu gûnâ (çeşit) laubaliye, harabatı lâübalî dahi derler. Ve zahiri melâm(î), batını selîm kimseye de lâübalî derler. Ki Melâmiyye taifesinin sıfatıdır. Bundan murad sıfât-ı zâhiriyye ile mukayyed olmayub, sıfat-ı kalbiyye levazımını istihzara çalışandır".

    Lâübalî idi ahbab ile surette velî
    Mahrem-i encümen-i suhbet idi mânâda.
    Lam)'

    LEB: Farsça, dudak demektir. Leb-i la'l: Al dudak. Sevgilinin sözü ve bunun içerdiği haber. Leb-i şekkerî: Şeker dudak. Melek vasıtası ile, peygamberlere, kalp tasfiyesi ile velîlere yücelerden inip gelen söz. Leb-i şirîn: Tatlı, şirin dudak. İdrak edilmesi ve hissedilmesi şartıyla aracısız gelen söz (ilham), sevgilinin sözü, sevgili.

    Leblerimle emrine amadedir canım benim,
    Al da bir buseyle öldür haydi cananım benim
    Arif Emre

    LECE: Arapça'da kale vs. ye sığınmak, güvenmek manalarına gelen bir kelime. Tam bir (doğru) recâ ile Allah'a yönelmek, bu kelimenin terminolojik anlamını verir. Serrac'a göre, bu terimin açıklaması şöyledir: insan aczini, fakrini ve mahviyetini anlayıp, bunun bilincine sahip olur, ayrıca, bütün nimetlerin O'ndan geldiğini farkederse, O'ndan başka gidilecek bir kapı bulunmadığını anlar ve sadakatle O'na yönelir. İşte bu, sığınma (lece')'dır.

    LEDÜN: Arapça'da zaman veya mekan zarfı olup, yanında, ...de,...da mânâlarını ihtiva eder. ***b ilmi, sırlara vâkıf olma anlamında kullanılan tâbir. Kehf suresinde "...ona katımızdan bir ilim öğrettik..." (Keyf/65) âyetiyle bu ilme işaret olunur. Tahsil yapmadan, çaba göstermeden, Allah tarafından vasıta olmaksızın kula öğretilen bu ilme "İlm-i Ledünnî", İlâhî Bilgi, denir. Elmalı'nın tefsirinde kaydettiği gibi, Hz. Musa'nın bilgisi, Hz. Hızır'a öğretilen bilgiden tamamen farklı idi. Müfessirler bu bilgiyi "ilmü'l-guyûb ve'l-esrâri'l-hafiyye" şeklinde yorumlamışlardır. Hz. Musa'nın bilgisi, olayların görünüşü ile ilgili hususları bilmek ve o yönde değerlendirmek iken, Hz. Hızır'ın bilgisi, işlerin arka planını bilmek şeklindedir. Kur'ân'da, Nemi suresinde bu ilme vâkıf olan bir kişiden daha bahis vardır, ve bu kişi, Belkıs'ın tahtını, Hz. Süleyman'ın yanına, bir göz kırpmasından daha kısa bir zamanda getirmiştir. (Nemi/40). Ayrıca Hz. Yusuf için de bu tür bir ilimden söz edilir. Yusuf/68. Özet olarak İlm-i ledünnî; tefekkür çabasıyla elde edilmeyip, Allah tarafından mevhibe (bağış) olarak verilen bir kuvve-i kudsiyyenin (kutsal gücün) tecellîsidir. Eserden müessire, vicdandan vücuda doğru giden bir ilim değil, müessirden esere vücuddan vicdana gelen bir ilimdir. Nefsin vâki olana geçişi değil, vakiin nefiste ta'ayünüdür. Doğrudan doğruya (vasıtasız) bir keşiftir. Ancak Ledünnî terimi, bilhassa Hakk'a ait sırlara mahsus bir ıstılah olmuştur. Bir işin ledünniyyâtı demek, bir şeyin içinde yatan, sırlar, incelikler demektir.

    LEMS: Arapça, bir şeye el ile dokunmak anlamına gelir. Tehânevî lems'i, zahirî hislerin bir türü olarak tavsîf eder. Bu güç, özellikle deride yoğun olmak üzere, vücuttaki bütün sinirlere dağılmıştır. Bununla, deriye temas eden maddî, hevaî tesirler idrâk olunur.

    LEMME: Arapça, şiddet, dokunma, çarpma demektir. Şeytan veya melek tarafından, insanın içine atılan his, dürtü. Şeytanın lemmesi (dürtü) insanı kötülüğe tahrîk eder, meleğin dürtüsü insanı hayra yönlendirir.
    LENGER: Farsça, kenarı yayvan, büyük ve geniş sahana denir. Tekke ve hangahlarda dervişlere, gariplere yemek yedirilen büyük sahanlara lenger veya lengerî adı verilir. Gemilerin denize attıkları demir çapaya da lenger denir.

    Mevc-i tîyg-ı lücce-i nusrat ki oldu rûnümun
    Daldı deryâ-yı muhit-i hayrete lenger gibi.
    Sabit

    LESEN: Birini diliyle dillemek, kötü anmak vs. gibi manaları olan Arapça bir kelime. Allah'ın hitabı sırasında, ariflerin kulaklarında İlâhî fesahatin meydana getirdiği şeye, lesen denir. Bu bildirme, ya ta'rif-i İlâhî, ya peygamber lisanı, yahut velî ve sıddîkın dili vasıtasıyla olur.

    LETAFET: Naziklik, yumuşaklık, vs. gibi mânâları olan Arapça bir kelime. Tehânevî, dört türlü letafet vardır der: 1. Dokunma ile ilgili duyum inceliği. 2. Küçük parçalara bölünmeyi kabul etme. Bölünebilirlilik. 3. Kavuşmaktan aşırı etkilenmek. 4. Şeffaflık. Bu dokunulan bir şey değildir. Takipler ince gıdaların duyum gücünü inceltip, ağır yiyeceklerin körelttiğinden bahisle, yiyeceklerden meydana gelen letafete (rikkat, incelik) işaret ederler. Riyazette, hayvanî gıdalardan ziyade, bitkisel gıdalara riâyet (vejetatif beslenme) etmenin sebeplerinden biri de, budur.

    LETÂİF-İ HAMSE: Arapça, beş latife demektir. İnsana ait menfûh ruhun beş tavrı vardır: Kalp, ruh, sır, hafi, ahfâ. Bunlar, emr âlemine aittir. Bir de halk âlemine ait "nefs" latifesi vardır. Bu latifeler birbirinin içinde gizlenmiştir. Bir sonraki bir öncekinden daha latîftir. Her latife, bir Peygamber'in ulaştığı manevî hakikati temsil eder ve bu sebeple kalp latifesi, Hz. Adem'in kademi altında, ruh Hz. İbrahim'in, sır Hz. Musa'nın, hafî Hz. isa'nın, ahfâ ise Hz. Muhammed (s)'in kademi (ayağı) altındadır, denir. Bunların her biri, farklı kozmik renkler içerir: Kalp kırmızı, ruh sarı, sır beyaz, hafi siyah, ahfâ yeşil renklidir.

    LEVAMİ': Parlayanlar anlamına Arapça bir kelime. Tekili, lâmi'dir. Başlangıç durumunda zayıf ruh gücüne sahip olan kişilere pırıltılı, yayılıcı nurlar zuhur eder ki, bunlara levami' denir. Bu nurlar, hayaldan müştereke gelir. Maddî gözle görülür. Tıpkı güneş ve ay ışığının görüldüğü gibi. Kahr türünden nurların rengi kırmızıya çalarken, lütuf nurlarının rengi yeşil olarak ortaya çıkar. Ayne'l-Cem ve ma'rifete giden yolun başında dervişin yaşadığı bir haldir. Bu nurların, geldiğinde, müridin etrafını aydınlattığı kaydedilir.

    LEVH: Arapça, bir şey belirip zahir olmak, parlamak gibi anlamları ihtiva eden bir kelime. Kitab-ı Mübin ve küllî nefse levh denir. Dört türlü levh vardır: 1. Levh-i kaza. 2. Levh-i kader. 3. Levh-i nüfûs-i cüz'iyye-i semâviyyet. 4. Levh-i heyula.
    Levh-i kaza : Mahv ü isbattan önce gelen, levh-i akl-ı evveldir.
    Levh-i kader : Akl-i nefs-i nâtıka-i külliyye levhidir. Buna levh-i mahfuz da denir.
    Levh-i nüfus-ı cüz'iyye-i semâviyye : Bu âlemde olan herşey şekil heyet ve miktarları ile bu levhaya nakşedilmiştir.
    Levh-i heyula : Bu, dünyâ semasıdır. Bu levh, hayal-i âlem mesabesindedir.
    Birinci levh, âlemin ruhu, ikinci levh, âlemin kalbi olduğu gibi, levh-i heyula da, görülen âlem (âlem-i şehadet) deki şekilleri kabul eden levhdir.

    LEVH-İ MAHFUZ: Arapça korunmuş levha demektir. Ulvî âlemde, olmuş ve olacak her şeyi içeren İlâhî levhanın adıdır. Levh'in dört kısmından ikincisi olan Kitab-ı Mübîn ve Küllî Nefse de bu isim verilir. Buna levh-i kader de denir.

    Böyle zaptetmiş görüp evsâf-ı alışanını
    Levh-i mahfûz-ı Hûda'da hâme-i mûciz beyân.
    Kâzım Paşa

    LEVLAK: Arapça "Sen olmasaydın" anlamında, şart içeren bir ifade. "Sen olmasaydın, Sen olmasaydın, felekleri yaratmazdım" hadis-i kudsîsine dayanır. Arapçası şu şekilde tesbit edilmiştir : "Levlâke levlâke lemâ halaktü'l-eflâk". Hz. Peygamber (s)'i öven na'atların çoğunda bu ifadeler bulunur:

    Levlâk ile zât-ı pâki mevsûf
    Kur'ân'a sıfatı zarf -u mazruf
    Şeyh Gâlib

    Ol şâh-ı Risâlet Sultan-ı kevneyn
    Buyruldu hakkında levlâke levlâk.
    Ey Nûr-ı nübüvvet Ceddü'l-HasHaseneyn
    Seninçün var oldu zemin ü eflâk.
    Mir'âtî

    LEYLETÜ'L-KADR: Arapça, şeref gecesi demektir. Salikin özel tecelliye nail olduğu geceye, Leyletü'l-Kadr denir. Sâlik, Mahbubu (Allah'ı) na olan nisbeti nedeniyle, kendi şerefini, rütbesini anlar. Salikin bu şerefe mazhar olmasının, ayne'l-cem makamına ulaşmasının başlangıcı olduğu ve bu makamın, marifetullaha kavuşanlara mahsus bulunduğu kaydedilir.
    Bir de Kur'ân-ı Kerim'in nazil olmaya başladığı Kadir gecesi vardır ki, Ramazan ayının çeşitli gecelerine değişerek tesadüf ettiği nakledilir. İmam-ı Şârani, 30 yıllık bir uğraşı sonucu, Ramazan'ın başladığı hafta içindeki gün durumuna göre, Kadir gecesini tesbit ettiğini söyler. Şöyle ki, Ramazan'ın ilk günü Perşembe ise Kadir Gecesi 24-25. gecedir,
    Ramazan'ın ilk günü Cuma ise Kadir Gecesi 16-17. gecedir, Ramazan'ın ilk günü C. tesi ise Kadir Gecesi 22-23. gecedir, Ramazan'ın ilk günü Pazar ise Kadir Gecesi 28-29. gecedir, Ramazan'ın ilk günü P. tesi ise Kadir Gecesi 20-21. gecedir, Ramazan'ın ilk günü Salı ise Kadir Gecesi 26-27. gecedir, Ramazan'ın ilk günü Çarşamba ise Kadir Gecesi 18-19. gecedir.

    LEYLETÜ'L-ARÛS: Arapça, gerdek gecesi demektir. Mevlevî tâbiridir. Mevlânâ Celâleddin Rumî'nin çok sevdiği
    Mevlâ'sına kavuştuğu geceye "Gerdek Gecesi" (Leytetûl-Arus) denir. Her sene, o gün özel merasimler düzenlenir. Farsça olarak, o güne Şeb-i Arûs (Gerdek Gecesi) da denir. O gün, ikindiden sonra zikirler çekilir. Kur'ân-ı Kerimler okunur. O gecenin özel bir gülbanki vardır.

    Pişter â pişter â cân-ı men
    Peyk-i der hazret-i sultan-i men

    Vakt-i şerif hayrola, hayırlar fethola, şerler def ola, Leyle-i Arûs-i Rabbani vuslat-ı halvet serây-ı Sübhâni, Hakk'ı Akdes-i Hüdâvendiğâride ân be ân vesile-i i'tilâ-yı makam ve füyuzât-ı rühaniyyet-i aliyyeleri cümle peyrevânı hakkında şâmil ve ân ola. Dem-i Hazret-i Mevlana Hû diyelim Hu."

    LİBAS: Arapça, elbise demektir. Ulaştıkları vakte göre libaslarında bulunan fukaraya denir. Suf veya murakka bulduklarında onları giyerler. Bundan başkasını bulunca, onu da giyerler. Gerçek fakirde tekellüf (zorlama) ve ihtiyar olmaz. O, elbisenin sert ve kaba olanını da giyer ki, bu, ona daha sevimli, daha evlâdır. Onu âfetlerden uzak ve selâmette tutar.
    LİHYE-İ ŞERİF: Arapça, şerefli, değerli sakal demektir ki, tâbir Hz. Peygamber Efendimiz'in (s) sakalı için kullanılır. Peygamber Efendimiz (s) traş edilirken, sahabe-i kiram teburrüken bir hâtıra olarak kıllarını toplardı. Bunlar zamanla nesilden nesile, coğrafyadan coğrafyaya intikal etti, saray, tekke, türbe ve camilerde korunmaya başlandı. Sakal-ı şerifin bulunduğu şişe, minberin en üstünde, kırk bohçaya sarılı olarak, küçük bir sandık içinde muhafaza edilirdi. Ziyaret, mübarek gecelerde cemaatin sürekli salavat okumasıyla yapılırdı. Halen bu âdet devam etmektedir.

    LİKA: Arapça, kavuşmak demektir. Maşukun, aşığa zahir olması, yani görünmesi.

    LİSÂNÜ'L-HAK: Arapça, Hakk'ın lisanı demektir. Kaşânî'ye göre, "Mütekellim" isminin mazhariyyetini gerçekleştiren insana, "Lisânü'l-Hakk" denir.

    LİSAN : Türkçe'de de aynı anlamda kullanılan Arapça bir kelime. Hakikat bilgisini beyan etmek (açıklamak) manasınadır. İlim dili, ilmi bize vasıtalı olarak verirken, hakikatin lisanı, vasıtasız olarak verir. Hak lisanı, halka göre bir yol değildir. İmam el-Cili "Hak lisan, insan-ı kâmildir" der. ilim dili kal, hakikat dili hal ile görev yapar.

    LİVA-İ ŞERİF: Arapça, şerefli sancak demektir. Peygamber Efendimizin (s) sancağı. Bu bayrak, Topkapı Sarayında Mukaddes Emanetler Bölümü'nde muhafaza edilmekte olup, eskiden isyan ve savaşlarda açılır, ihtilal ve savaş bitince, katlanıp tekrar yerine konurdu.

    LOKMA: Aslen Arapça olan bu kelime, Türkçe'de de aynı manada kullanılmaktadır. Tekkelerde yemek yedim denmez, onun yerine "lokma ettim" denir. Cur'a, bir ağız dolusu (yudum) suya; lokma, bir ağıza alınacak kadar yiyeceğe denir. Mevlevî tekkelerinde, bir çeşit yemeğe "lokma" adı verilir. Bu; pirinç, et, soğan, nohut, kişniş ve fıstıktan yapılan bir tür pilavdır. Bu pilav, Cuma geceleri veya bazan pazartesi günü pişerdi. Bu pilav için özel bir kazan vardı ki, bu kazanda, lokmadan başka bir yemek pişmezdi. Bu kazan bembeyaz kalaylı olur, Ateşbâz-ı Veli Ocağı denilen özel bir ocak üzerine konarak, içinde pilav pişirilirdi. Yemeğe buyurun demek için, "lokmaya buyurun" ifadesi kullanılırdı. Yemek vaktinin geldiğini, görevli can (derviş), "Hû... lokmaya sala" seslenişiyle duyururdu. Geçimi dar veya herşeyi yeter görüp, fazlaya rağbet etmeyen tok gözlü insanlar için "bir lokma.bir hırkaya talip" denir. Bize bağlı olanı, dünya ve âhirette mahrum bırakmayız anlamında olmak üzere, "lokması boğazımızdan geçen, yabanda kalmaz" denilir. Mevlevî tekkelerinde pilav pişirilmesine, "lokma basmak" tâbiri kullanılır. Yiyecek bir şey olmadığını ifade etmek için " lokma Hak vere" denilir.

    LÜTUF: Arapça, bağış demektir. Kul'u Hakk'ın taatına yaklaştıran ve günahlardan uzaklaştıran her şey.

    LÜB: Arapça, birşeyin özüne, içine lüb denir. Lüb, hayal ve vehim kabuklarından arınmış, kutsal nurla aydınlanmış akıldır. Kabuk kısır, iç lüb'dür.

    LÜBS: Arapça, bir birine karışmak, giymek anlamlarına gelir. Ruhanî hakikatlerin, insanî şekilleri giyinmesi. Bunun delili olan ayet şudur:
    En'âm/9 "Eğer onu (Hz. Peygamberi) melek yapsaydık yine bir adam şeklinde yapardık. Yani meleğe de insanî şekil giydirirdik. Ve onları yine düştükleri kuşkuya düşürürdük" Cibril(a) Hz. Muhammed (s)'e, Hz. ibrahim'e Hz. Lut'a ve Hz. Meryem'e insan şeklinde gelmiştir. Lübs şöyle de tanımlanır: Eşyanın parçalanamayan bir ân içinde, adem (yokluk) e gidip yine vücude (varlığa) gelmesidir.


    BURADAN BİR METEHAN GEÇTİ...

Sayfa 3 Toplam 6 Sayfadan BirinciBirinci 123456 SonuncuSonuncu

Konu Bilgileri

Bu Konuya Gözatan Kullanıcılar

Şu anda 6 kullanıcı bu konuyu görüntülüyor. (0 kayıtlı ve 6 misafir)

Benzer Konular

  1. İbrahim Ethem Kimdir?
    Konu Sahibi Nartaneside Forum Filozoflar
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 05.Ocak.2018, 22:07
  2. BİLİŞİM TERİMLERİ ile “TÜRKÇE” ÜZERİNE
    Konu Sahibi Nartaneside Forum Edebi Sanatlar
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 28.Kasım.2017, 02:24
  3. Gazi Ethem Paşa
    Konu Sahibi Escobar Forum Osmanlı Devlet Adamları
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 09.Şubat.2016, 15:23
  4. BİLİŞİM TERİMLERİ ile “TÜRKÇE” ÜZERİNE
    Konu Sahibi Escobar Forum Edebiyat Makaleleri
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 22.Nisan.2015, 23:59
  5. Çerkes Ethem
    Konu Sahibi Rhy Forum Yerli Sanatçılar
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 06.Şubat.2014, 12:28

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •  
gaziantep escort bayan gaziantep escort sesli sohbet seks hikaye onwin venüsbet giriş tipobet365 sahabet karabük escort ordu escort kars escort kocaeli escort izmit escort edirne escort ısparta escort karabük escort manisa escort adana escort
ankara escort ankara escort ankara escort bayan escort ankara çankaya escort kızılay escort kızılay escort ankara eskort ankara escort çankaya escort ankara otele gelen escort kayseri escort istanbul escort avrupa yakası escort çapa escort şirinevler escort avcılar escort beylikdüzü escort