*S*
SA'ADET: Arapça, mutluluk, bahtiyarlık anlamına gelen bir kelime. Zıddı şekavettir, bedbahtlıktır. İlâhî nimetlere, feyzlere ve tevfika ulaşmak ve bu şekilde dünyada ve ahirette yüksek makamlara ermek demektir. Allah'a kulluk, saadet; isyan ise, şekavettir. Allah'ın rızasına nail olmuş kişiye, sa'îd, aksi durumdakine de şakî denir.
SA'AK: Yıldırım düşmesi, şiddetli gürlemek, bayılıp kendinden geçmek ve helak olmak gibi çeşitli anlamları olan Arapça bir kelimedir. Kur'an-ı Kerimde, Hz. Musa'nın Tur-ı Sina'daki bayılışı konusunda geçer: "Musa, tayin ettiğimiz vakitte (Tur-ı Sina'ya) gelip de, Rabbi onunla konuşunca, 'Rabbim, bana (kendini) göster; Seni göreyim' dedi. (Rabbi) 'Sen, Beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak. Eğer o yerinde durabilirse, sen de Beni göreceksin! buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince, onu paramparça etti. Musa da baygın yere serildi. Kendine gelince dedi ki, 'Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Sana tevbe ettim ve ben inananların ilkiyim" (Araf/143). Kâşânî, sa'akı, "Zât'a ait tecellî sebebiyle Hak'ta fani olmak" diye tarif eder. Sa'ak; bayılmak, aklın gitmesi ve fânî olmayı ifade eden bir terimdir. Bunun sebebi, hakikatlerin nurlarını mütâlâa etmektir. Sa'ak bir dehşet hâlidir; sekr ise, sâdık bir kulun kalbine, Allah'ın sırlarının tecellî etmesinden kaynaklanır, bu da, müşahede hâlinde olur. Salik manevî makamları kat ederken, Rabbânî nurları müşahede etmekten dolayı kendinden geçer, buna sa'ak denir. Her halükârda, sa'ak, psikolojik olarak sufînin yaşadığı, bir tür kendinden geçme hâlidir. Olay, bu yönüyle sübjektiftir. İşte bu şekilde sa'ak insana ve âleme zahir olan bütün tecellî nurları ve ilahî tecellî pırıltılarına denir. Bir görüşe göre de, sa'ak, bir anda aşığı yakıp kül eden aşk ateşi veya kıvılcımıdır.
SÂ'AT: Saat, şimdi, zaman parçası, kıyamet gibi manaları ihtiva eden Arapça bir kelime. İki saat vardır. 1. Sâat-i kübrâ, 2. Sâat-ı suğra. ilâhî hakikatin zuhuruna, sâat-ı kübrâ (büyük saat) denir. Alemin her bir parçasının, umumî saatle bir araya gelen, kendine has bir saati vardır ki, buna da, sâat-i suğrâ (küçük saat) denir. Büyük saate, kıyamet de denir.
SABÂ: Arapça, fiil olarak, âşık olmak, özlemek, meyletmek; isim olarak, Sabâ rüzgarı, seher rüzgarı, ferahlatıcı rüzgâr demektir. Bu rüzgarın, gül ve çeşitli çiçeklerin açmasını sağladığı, söylenir. Kâşânî'ye göre, ruhaniyete ait doğu cihetlerinden esen ve hayra vesile olan rahmanî nefhalar, rahmanî esintilerdir. Sabâ rüzgarının, Ümmet-i Muhammed için müjdeci bir anlamı vardır.
SABAH MEYDANI: Mevlevî tâbiridir. Erbain çıkarmış veya kapıdan geçirilmiş dervişlerin sabahleyin toplandıkları yere, sabah meydanı denir. Burada dervişler, "işrâk Namazı"nın vaktini (güneş doğuşundan kırk beş dakika sonra) istiğfar, tefekkür ve Kur'ân okuyarak beklerlerdi. Aynı şey ikindi-akşam arasında da yapılırdı. Sabah namazı kılındıktan ve ism-i Celâl okunduktan sonra, başta Şeyh veya Aşçı Dede, Sultan Veled Postu'na, dedeler de kıdem sırasına göre, meydandaki postlara otururlardı. Herkes yerini aldıktan sonra, iç Meydancısı tarafından baklava şeklinde kesilmiş ve kızartılmış birer lokmalık ekmek parçaları, bir tepsi içinde dolaştırılır, ardından birer sade kahve sunulurdu. Bundan sonra topluca murakabeye varılırdı. Murakabe, Şeyh'in veya Aşçı Dede'nin "Nasr (izâ câe nasrullahi ve'l-feth) suresini okumasıyla sona erer, ardından şu gülbank okunarak herkes hücresine çekilirdi: "Sabah-ı şerîf hayrola, hayırlar fethola, serler def ola, ashâb-ı hayratın rûh-ı revanı handan u ve şad, kulûb-ı âşıkân küşâd, demler safâlar müzdâd, dem-i Hazret-i Mevlânâ, sırr-ı Şems, kerem-i İmâm Ali, hû diyelim hû".
SABIK: Arapça, önceki, geçen, anlamına ism-i fail. Sabık, hallere sahib kişiye denir. Bu durumdaki kişi, Allah'ın muradı karşısında, kendi isteğinden vazgeçmiştir. Sâbık'ın Allah'a heybet üzere ibadet ettiği, Rabbisini unutmadığı, belâlardan lezzet aldığı söylenir. Bu ise, sufînin halidir.
SABIKA: Öne geçen, önceki manasında, Arapça bir kelime. Kâşânî bu terimi şöyle tarif eder: Kur'an-ı Kerim'de "inananlara Rableri katında yüksek makamlar bulunduğunu müjdele" (Yunus/2) âyetinde işaret edilen ezelî inayete 'sabıka' denir.
SABÎHU'L-VECH: Arapça, parlak ve güzel yüzlü anlamında bir tamlama. Kâşânî, Allah'ın Cevvâd (çok cömert) ismine mazhar olan ve bunu kendinde gerçekleştiren kişiye, sabîhu'l-vech tâbirini kullanır. Camiu's-Sağîr'de bu konuda bir hadis zikrolonur: "Hayrı, güzel yüzlülerden isteyiniz".
SÂBİRİYYE: Hoca Alâeddin Ali Ahmed Sâbir (ö. 690/1291) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu. Çiştiyye'nin kollarından biridir.
SABR: Birini bir şeyden alıkoymak, hapsetmek, tutmak, dayanmak, sabretmek vs. gibi anlamları olan Arapça bir kelime. Başına gelen belalara, sıkıntılara dayanmaya sabır dendiği gibi, Allah'a ibâdette devam ve isyandan sürekli kaçmaya da sabır denir. Sabr, musibetle karşılaşıldığında, ilk anda olur. Sabır için çeşitli dereceler vardır: 1. Sonunda karşılaşacağı nimetleri düşünerek belâlara sabır etmek. 2. Allah'ın cezalandırmasından korkarak, günaha girmekten kaçınmaya sabretmek, 3. Tâat ve ibâdette nefse gelen ağırlığa sabretmek. Kur'ân-ı Kerim'de, kulun çeşitli dayanıklılık testlerine tâbi tutulduğunu gösteren pek çok ayet olup onlardan biri şudur: "Andolsun ki sizi biraz korku, açlık mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. (Ey! Hz. Muhammed a.s) Sen, sabredenleri müjdele" (Bakara/155). Sabrın mukabilinin cez, olduğu söylenir. Sabır konusunda çeşitli atasözü ve deyimler vardır:
Sabr-ı cemîl : Yusuf Suresinde Hz. Yakub(a)'un, hüzün ve şikayetini kullara değil, sadece Allah'a yapması, insanlara şikâyetlenmemesi şeklinde olan sabıra, sabr-ı cemîl, yani güzel sabır denir. Mutasavvıflar, belânın Allah'tan geldiğini, insanlara sızlanmanın, dertlenmenin, bir tür Allah'ı şikâyet mânâsına gelebileceğini söylerler. Râdıye ve mardıyye mertebelerinde irâdesini Allah'ın irâdesine teslim eden kulun, O'ndan gelen iyi, kötü her şeyi "el-hayru fimahtârahullâh" (Hayır, Allah'ın seçtiği şeydedir) espirisiyle değerlendirmesi gerekir.
Sabreden derviş muradına ermiş : Burada derviş, hem fakir kimse, hem de sufî anlamına gelir. Her ikisi de sabrettiğinde, sonunda mutlaka hedefe ulaşacaklardır.
Sabır acı, meyvesi tatlıdır : Bu atasözü, sabrın sonunda, mutlaka iyiliğe kavuşulacağına, ancak bunun için biraz sıkıntı çekilmesi gerektiğine işaret vardır. Nitekim âdetullah da böyledir. Önce zorluk ve sıkıntı (usr) sonra, kolaylık ve iyilik (yüsr). inşirah suresinde, bu husus, önemine binaen yinelenerek zikredilmiştir: "Muhakkak her zorlukla beraber bir kolaylık vardır, Muhakkak her zorlukla beraber bir kolaylık vardır" (inşirâh/4-5).
Sabırla koruk helva olur, dut yaprağı atlas : Bu söz de, koruğun zamanla üzüm, dut yaprağının da kendisini yiyen ipek böceğinin karnında ipek haline dönüşeceğini bildirir.
Sabırlı ol da, molla desinler : Mollalık, uzun yıllar ağır bir eğitim-öğretim sonucu elde edilir ve büyük bir sabır ister. Bu da sabırla okuyup ilim tahsil etmeyi öğütleyen bir atasözüdür.
Sabrın sonu selâmettir : Bu söz, sabırla pek çok sıkıntıdan kurtulmanın mümkün olacağını ifade eder.
Sen adli zulüm sanma.
Teslim ol oda yanma.
Sabret sakın usanma.
Mevlâ görelim n'eyler,
N'eylerse güzel eyler.
Deme şu niçin şöyle,
Yerincedir ol öyle,
Bak sonuna sabreyle,
Mevlâ görelim n'eyler,
N'eylerse güzel eyler.
Erzurumlu İbrahim Hakkı
Sabır, ferdin toplum hayatında, uyum ve düzen açısından büyük önem arzeder. Zira her güzel ahlâkın başı sabırdır. Önemine binâen sabırdan türetilmiş çeşitli anlatımlar, Kur'ân-ı Kerim'de 103 yerde geçmektedir. Allah'ın güzel isimlerinden biri de es-Sabûr'dur.
SABUHÎ: Sabahleyin yenilen veya içilen, erken sağılan süt, sabah içilen şarap gibi, anlamlan ihtiva eden Arapça bir kelime. Irakî, bu ifâdeyi sohbet anlamında kullanır.
Peymane-i hurşîd ile her subh ederiz ıyş,
İsa ile peymânekeş-i bezm-i sabunuz.
Ruhî
SADA: Pas anlamına Arapça bir kelime. Nefsin kötülüklerinden meydana gelen karanlık ve maddî şekiller dolayısıyla, kalbin üzerinde oluşan ince perdeye denir. Bu perde, hakikatlerin kabulüne ve tecellî nurlarının alınmasına engel teşkil eder. Kâşânî, bu kirliliğin mahrumiyet derecesine ulaşmasında, "reyn" adını aldığını söyler.
SADAKA: Arapça, Allah rızası için ihtiyaç sahiplerine verilen şeye sadaka denir. Kelime kök olarak sıdk, doğruluk, doğru olmaktan türemiştir. Sevap kazanma ümidiyle, fakire bir miktar aynî veya nakdî yardımda bulunma anlamıyla, dinî tarifi yapılır. Çoğulu sadakât'tır. Kamus-ı Osmanî'de şu tarif yer alır: "Sıdk ve ihlâs ile livechillâhi Teâlâ verilen para, şey ; mesûbâta sıdk-ı rağbeti izhar eylediği için, o yoldaki atiyyeye sadaka denmiştir." Velilerin alameti, çok cömert olmalarıdır.
SADÂKAT: Arapça, doğruluk, sıdk demektir. Kalbin vefa, cefâ, verme (ata), vermeme (men') gibi, olumlu ve olumsuz her halde durumunu bozmaması, aynı halde kalmasına sadâkat denir.
SÂDE: Arapça, efendiler demektir. Seyyid kelimesinin çoğuludur. Sevad-ı âzamin yönetimini elinde tutanlara denir.
SÂDIKİYYE: Rüknüddin Muhammed Mansûr es-Sâdık tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.
SA'DİYYE: Sa'düddin el-Cibâvî (ö. 736/1335) tarafından kurulan ve Rıfâiyye'nin Suriye kolu olan bir tasavvuf okulu.
SADR: Arapça, göğüs anlamına gelen bir kelime. Ruh, kalbin bir mertebesi, Şerh-i sadr: 1. Hz. Peygamber (s)'in göğsünün yarılması olayı, 2. Gönlünde, ilâhî marifet pırıltıları zuhur eden sufînin durumu. Kalbin her türlü pislikten temizlenmesine, selâmet-i sadr denir. Burada pislikten kastedilen şey, Kur'ân ve Sünnete aykırı düşen, her türlü düşünce ve hâtıralardır.
SADRİYYE: Sadreddin Konevî (ö. 672/1273) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu. Hâtimiyye'nin bir kolu.
SAFA-SAFVET: Safa; safî olmak, bunanıksız duru olmak; safvet ise bir şeyin hâlisi, hayırlısı, iyisi anlamında iki Arapça kelimedirler. Safa, nefsânî özelliklerden arınmayı ifâde eder. Kâşânî, safvet-i "***rılık pisliğinden arınmayı gerçekleştime" olarak tanımlar. Safânın üç mertebesinden bahsedilir: 1. Safâ-i İlim: Bu safa, Hz. Peygamber (s)'in yolunda gidenin sülûkunu süsler, sâliki Hz. Peygamber (s)'in edebiyle edeblendirir, 2. Safâ-i Hal: Bu safa ile hakikat şahitleri görülür, münâcât lezzeti tadılır ve cismânî âlemden geçilir, 3. Safâ-ı ittisal: Kulun kendinden fanî olarak, Hakk'ı görmesidir ki, bu durumda olan kul, kendi sıfat ve fiillerini, Allah'ın sıfat ve fiillerinde mahv ve ifna eder (yok eder).
Cefâyı çekmeyen âşık, satanın kadrini bilmez. (Lâedrî)
SAFÂ-İ ZİHİN: Arapça, düşünce arılığı, tefekkür temizliği demektir. Cürcanî bunu, "nefsin, sıkıntısız olarak ***eye ulaşmayı sağlayan kabiliyeti" şeklinde tanımlar. Riyazet ve mücâhede ile saflaşan zihin, bir takım ulvî ve manevî gerçekleri idrâk eder hâle gelir. Bu konuda Kur'ân-ı Kerim'deki şu âyet, dikkat çekicidir: "Uğrumuzda cihâd edenleri, elbette yollarımıza ileteceğiz. Allah iyi davrananlarla beraberdir" (Ankebût/69). Yine bir âyet: "Ey inananlar! Eğer takva üzere amel ederseniz, O, size iyi ile kötüyü ayırdetme kabiliyetini, yani furkanı bahşeder..." (Enfâl/29).
SAFA NAZAR-KEM NAZAR: İyi bakış, kötü bakış anlamında iki ifâde. Kem, Farsça'da, kötü manasınadır. Temiz, garazsız, şehvetsiz bakışa safa nazar denir. Şeyhin, müridine himmet dolu, yetiştirici ve feyz verici olan bakışma da, safâ-nazar denir. Bu özelliği taşıyan velîlere, sâhip-nazar denir. Ve bu himmet bakışı ile, mürid çok kısa bir zamanda olgunluk kazanır. Meselâ, Hacı Bayram Velî, halifelerinden Şeyh Lütfulllah'ı, Ankara-Balıkesir yolculuğu gibi, iki haftalık kısa bir zaman içinde bu şekilde yetiştirmiştir. Ancak himmet nazarı, kabiliyetli dervişlere uygulanan, genel olmayan, son derece kısa yoldan bir adam yetiştirme yoludur.
Evliya safâ-nazar edeli gündenberi
Hâsıl oldu Yunus'a her kim olasıdır.
Yunus Emre
Kem-nazar da, kötülükle bakmayı ifâde eder. Kur'ân'daki "hâinete'l-a'yun" tamlaması, kem nazar anlamınadır: "Allah, kalplerdekini ve gözlerin hainliğini bilir" (Gafir/19).
SAFEVİYYE: Şeyh Safiyyüddin Erdebilî (ö. 735/1334) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu. Sühreverdiyye'nin Erdebil kolu olduğu söylenir.
SAFFİYYE: Saffa mensub anlamına Arapça bir kelime. Bunlar sufîlerdir. ilk safta namaz kılmaya rağbet etmelerinden dolayı, onlara bu isim verilmiştir.
SAFİYYULLAH: Allah'ın saflaştırdığı arındırdığı anlamında Arapça bir terkip. Bu, Hz. Adem hakkında kullanılır.
SAF SECCADESİ: Saf, Arapça yanyana
düzgün bir şekilde dizilmekten meydana gelen sıraya denir. Cemâatle olan namazlarda, sadece bir kişinin üzerinde namaz kılabileceği kadar küçük, saffı düzgün tutmaya yarayan seccadelere, saf seccadesi denir. Bu seccadeler, dar ve uzundur.
SAĞAR: Farsça, kadeh demektir. ***b nurlarını görmeye ve mânâları idrak etmeye yarayan şeye, sağar denir. Bu, arif kişinin gönlüdür. Arifin gönlü, açıklamaya paralel olarak, mecazî anlamda humhâne, meygede ve meyhane olarak da isimlendirilmiştir. Murakabe kabiliyetini elde eden sufî, seher vaktinde, Mevlâsının nurundan zuhura gelen feyz okyanusu ile, manevî kalp kadehini (ki maddî kalp de, anatomik olarak bir kadehi andırır) doldurma çabasındadır; o kadeh ile, feyz deryasından yudum yudum içer ve manen mesafeler kateder.
Sâkıyâ meclise gel cismime gelsün canım.
Ahdler, tevbeler, ol sâğare kurban olsun.
Nedim
SAĞ ELİN VERDİĞİNİ SOL EL BİLMESİN: Yapılan hayrın sırf Allah için yapılması gerektiğini ve bundan başka bir ***e güdülmemesi icâbettiğini bildiren bir atasözü. Yaptığın hayrı ve sana yapılan kötülüğü unut, esprisi içinde bu atasözü, aynı zamanda, yardım yapılanın kişiliğini korumayı hedeflemektedir. Ayet: "Sadakalarınızı, eza ve başa kakarak boşa çıkarmayınız: (Bakara/264). "Eğer onu fakirlere gizlice verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır" (Bakara/271).
SAHAB: Arapça, bulut anlamınadır. İlahî feyz, mukaddes feyz, kerem bulutu gibi anlamlar yüklenen bu kelime, rahmetin menbaı ve her şeye hayat veren suyun, yücelerden kopup geldiği bulut olarak da tanımlanır.
SAHABE: Arapça, arkadaş manasınadır. Cürcânî sahabeyi şöyle tanımlar: "Her hangi bir şey rivayet etmese de, Hz. Peygamber (s)'i gören ve onunla sohbet eden kişiye denir. Hatta sohbetinde bulunmayıp sırf görse bile, o kişiye sahabe adı verilir denilmiştir". Bu tarif Hz. Peygamber (s) zamanında yaşamış, O'na arkadaşlık yapmış, iman üzere ölmüş şeklinde daha da genişletilir. Ebû Bekr el-Vâsıtî, mutasavvıfların diliyle ilk konuşan kişinin, sahabeden Hz. Ebû Bekir (r) olduğunu söyler.
SÂHİB: Arapça, arkadaş, dost, bir şeyin mâliki anlamınadır. Tasavvuf ıstılahı olarak; sohbete iştirak eden, mürid, musâhib, ehl gibi mânâları vardır. Bu kelime ile ilgili bazı tâbirler şunlardır: Sâhib-Kırân: Kıran, iki kutlu veya kutsuz yıldızın, aynı dereceye gelmesidir. Kutsuz yıldızlar olan Zühal ve Mirrîh (Merih), aynı dereceye gelirse "kırân-ı nahseyn" yani iki uğursuz, kutsuz yıldızın bir araya gelmesi denir. İki uğurlu ve kutlu yıldızın bir araya gelmesine "kırân-ı sa'deyn" denir. Bu iki uğurlu yıldız Güneş ve Müşteri (jüpiter)'dir. Birincisi uğursuz bir vakit olarak, ikincisi de talihli, uğurlu bir vakit şeklinde değerlendirilir. Padişahın tahta çıkışı, eğer bu iki kutlu yıldızın bir araya gelme zamanına tesadüf ederse, o padişaha "Sâhib-Kırân" denilir. Bu, iki uğurlu ve kutlu yıldızın özelliğini taşıyor anlamına gelir. Sahib-Kıran ifadesi, kutub ve himmet eri anlamına da gelir.
Sahib-i Kalp : Gönlündeki irfan sermayesini dile getiremeyen kişi demektir.
Sahib-i Nazar : Bakış sahibi demektir. Müride, bakışıyla güç verecek ve onu yetiştirebilecek güce sahip mürşide, sahib-i nazar denir.
Sahib-i Makam : Sâlikin manevî terakkî yolunda uğradığı makamda, bir süre kalıp, onun özelliğini kazanmasına denir.
Sahib-i Tasarruf : iradesini Allah'ın iradesinde eritmiş olan olgun kişiler üzerinde, Allah'ın bir takım tasarruflarda bulunmasıdır ki, burada sufî gerçek mutasarrıf değildir, ancak meydana gelen tasarrufun âleti durumundadır. Allah'ın kendisine farz, nafile vb. gibi ibadetlerle yaklaşanlara tutan el, duyan kulak, gören göz, yürüyen ayak olması hadisi, (Buhari, Rikak, 38) bu espiriyi aydınlatır niteliktedir. "Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı" (Enfâl/17) âyet-i kerimesinde, yine aynı açıklamaya işaret vardır.
Sâhib-i Zaman : Zamanın sahibi, o zamanın kutbudur. Bu tâbir, zamanın etkisinden kurtulmuş, geçmiş, gelecek düşüncesinden sıyrılmış, ân-ı vahidi yakalayan ve onu sürekli yaşayan kişidir. O, bu durumuyla zamanı aşmıştır. Zira Allah'ın vechinden başka her şey helak olacaktır. Bu bilince ulaşan arif, kendisinde ilk berzahın cem'iyyetini (toplanmasını) gerçekleştirmiştir. Zaman, sahibi zamanın, hal, fiil ve sıfatlarına zarf olduğu için o, zamanda ve mekanda tasarruf eder. imamiyye'ye göre sahib-i zaman "Mehdî"dir.
Sâhib-i İşaret: Konuşması; marifet, remz, mecaz, nükte ve işaret ihtiva eden sufîye denir.
Sâhib-i Basiret: İnce düşünce, ihatalı, geniş olarak tefekkür ve görüş gücüne sahip kişiye denir. Kuşeyrî, sahib-i basireti şöyle anlatır: Kralın biri, tebasından bir adamı kendine nedim edinir. Halbuki onun, zahirî olarak dikkat çeken hiç bir özelliği yoktur. Bu sebeple herkes hayret eder. Bir zaman gelir, kral ordusuyla birlikte sefere çıkar. Bir durak yerinde, kral, yüksek bir dağa uzun uzun bakar, sonra istirahata çekilir. Aradan fazla bir zaman geçmeden kralın nedimi, heybesinde bir top buz parçasıyla pâdişâhın huzuruna gelir ve sıcak mevsimde bu ikram hem makbule geçer, hem de tebâ hayretler içinde kalır. Kral, ona "o dağda buz bulunduğunu nereden anladın?" diye sorar. Nedim "eğer bir kral, bir şeye uzun uzun dikkatle bakarsa, orada muhakkak bir şey vardır, demektir. Ben sizin o dağa uzun uzun baktığınızı görünce, orada bir şey vardır, diyerek atımla gittim ve orada size layık bu buzu buldum" karşılığını verir. Bu cevabı alan kral, etrafındaki tebâya dönerek" işte, bu ince basireti sebebiyle ben bu adamı kendime nedim edindim, ondaki bu basiret, maalesef sizde yok. Siz kendi başınızın çaresine bakmakla meşgul iken, o benim hallerimle meşgul, bu yüzden o bana sizden daha yakın" der.
Sâhib-i İzin : Allah'ın, İslâm'ı koruma yeteneğini ruhuna yerleştirdiği velilere, sahib-i izin denir. Bunlara, aynı zamanda, sahib-i da'vet de, denir. İmam-ı Rabbânî, buna başat bir örnek teşkil eder. Bu tür velilerde el-emru bi'l, ma'rûf ve'n-nehyü ani'l-münker özelliği, baskın bir şahsiyet motifi olarak dikkat çeker.
SÂHİBİYYE: Sapık bir tasavvufî grub.
SÂHİLİYYE: Sâhilü'l-Melekî nisbesi ile tanınan Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed Abdürrahman el-Ensarî (ö. 736/1535) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.
SAHK: Bir şeyi un ufak etmek, ezmek anlamında Arapça bir kelime. Kahrın etkisiyle, kulun terkibinin (maddî özelliklerinin) ortadan kalkması. Kahhâr isminin tecellisi ile, kulun kendinden geçmesi. Mahk da, kavram olarak aynı manaya yakınlık arzeder. Şarkavî'nin ifâde ettiği gibi, kulun maddî yapısı, Hakk'ın rü'yetine engeldir, işte bu maddî yoğunluk giderse, yerine latîf cisim geçer ve bu şekilde kul, Allah'da bekayı görür, müşahede eder. Mahk, sahkdan sonra gelen, daha mükemmel bir haldir. Lüma'da da mahkın, sahkdan daha sür'atli ve daha mükemmel olduğu kaydedilir.
SAHRA: Lügatta çöl, sahra manasına gelen Arapça bir kelime. Ruhanî âlem.
SAHV: Uykudan uyanmak, bulutsuz gün anlamlarında Arapça bir kelime. Cürcânî sahv'ı, kulun, yitirdiği hislerini tekrar kazanması şeklinde tanımlar. Bunun zıddı, sekr (sarhoşluk) halidir. Sekri Hak ile olanın, sahvi (uyanıklığı) de Hak ile olur. Sekri karışık olanın, sahvi de karışıktır. Hal olarak sahv ve sekr, zevk ve şürbden sonra gelir.
Bezminin mahrem-i bî huşı olan ehl-i huzur,
İstemez neşvesini sahv ile etmek tağyir.
Tokadîzâde Şekib
SÂİD: Arapça dirsekten kola kadar olan yer (pazı) e denir. Kuvvet sıfatı, İlâhî kudret. "Teşmir-i sâideyn etmek" Teşmir-i sâideyn: Paçaları sıvamak, yani bir işe dört elle ve ciddiyetle sarılmak demektir.
SAÎDİYYE: Ebû Saîd b. Ebi'l-Hayr b. Fazlillahi'l-Meyhenî (ö. 440/1049) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.
SAKA-SAKÎ: Arapça, sucu demektir. Feyyâz-ı mutlak, sevgi ve feyzin kaynağı olan Allah, mürşid, gibi anlamları vardır. İçki meclisinde kadehlerle içki dağıtan kişiye saki denir.
SAKA POSTU: Mevlevî-hanelerde, Bektaşî tekkelerinde suculuk görevini yapanların oturdukları yere (daha doğrusu posta) verilen addır. Saka postu, mutfak kapısının yanıbaşında bulunurdu.
SAKA YERİ: Mevlevî tekkelerinde dervişliğe soyunmak isteyenler, mutfak kapısının yanındaki saka postunda, üç gün oturma tecrübesinden geçerdi. Bunu başarırsa hizmete girebilirdi. Bu post üzerinde, tarikata girecek kişi, diz üstü üç gün tefekkür ve murakabe ile meşgul olurdu.
SAKÎNÂME: Divan şâirlerinin sâkî ve şarabın övülmesi ve sâkîden şarap istenmesi konusunda yazdıkları manzumeler hakkında kullanılan bir tâbirdir.
Sakî tut elim ki, hasta hâlim
Gam rehgüzerinde pâyimalim,
Sensin, meni mübtelâya gamhâr,
Senden özge dahi kimim var,
Müşkil işe düşmüşem, meded kıl,
Mey-i Hızır ile belâmı red kıl.
SALA: Arapça. Ezandan önce, özellikle Cum'a günleri, Hz. Muhammed (s)'i övmek maksadıyla okunan na'at. Bu bir Mevlevi tâbiridir. Mevleviler davet anlamında kullanırlar. Sebebi çağırana göre değişirdi. Somatçılık (Sofracılık) görevi yapan derviş (can) "sala" diye bağırırsa bu "yemek hazır, buyurun" anlamına gelirdi. Kandilci olan derviş "sala" diye bağırsa, bu, "camiye, namaza buyurun" demekti. Zikir töreninin icra edildiği mukabele günleri, dış meydancı her kapıyı vurur ve "mukabele olacak, tennurenizi giyin, hazır olun" manasında olmak üzere "Destur tennureye, sala yahu" diye bağırırdı. Sala, Mevlevî-hânenin ortasında yüksek bir sesle bağırılırdı.
Mestân-ı harâbâbâda saladır ne dururlar,
Zühhâda tegallüb idecek dem bu zamandır.
Nef'î
Bu tâbir, meydan okuma manasında da kullanılmıştır. Bu cümleden olmak üzere, meydan okununca "benimle başa çıkacak kişi varsa, sala" denirdi.
SALÂH: İstikamet, iyilik, uygunluk, doğruluk gibi anlamları ihtiva eden Arapça bir kelime. İbadetin devamıyla, kulun süveydâ-i kalbinde İlâhî nüktenin iyice yerleşmesi.
SALAHİYYE-İ HALVETİYYE: Balıkesirli Abdullah Salâhaddin Efendi'nin kurduğu bir tasavvuf okulu. Halvetiyye'nin kollarından biri.
SALÂT-SALAVÂT: Arapça, dua demektir. Hz. Peygamber (s)'e dua olmak üzere hazırlanmış olan ve bir kısmı bestelenen ibarelere salât denir. Delâil-i Hayrât'da, Süleyman Cezûlî'nin terkip ettiği salavat sayısı yüz yirmiden fazladır. Hz. Peygamber (s)'e dua etmek mü'minler üzerine bir vecibedir. Nitekim bu, şu âyette ifadesini bulur: "...Ey iman edenler Nebi üzerine salât (dua) ediniz... (Ahzâb/56).
SALÂT-I İSTİHARE: İstihare namazı. Hakkında, hayır mı, şer mi diye şüpheye düşülen bir hususta, hayırlı olup olmadığını anlamak üzere, kılınan iki rek'at namazdır. Birinci rek'atta Fatihadan sonra "Kâfirun", ikinci rek'atta da "İhlâs" suresini okumak sünnettir. Namazın ardından, bir de okunacak özel, mesnun bir duası vardır.
SALA VERMEK : Cuma günleri,