Osmanlı’nın çöküşü ve büyük devrimle yerine gelen Cumhuriyet, bugün toplum ideolojilerinin birbirinin tam zıttı olmasına neden oldu. Devrim sırasında Kızıl Rusya’nın yaptığı gibi bir redd-i mirasçılık insanların ilk günden itibaren kutuplaşmasına neden oldu. Osmanlı adına dalkavukluk yapan yahut amaçsızca Osmanlı karalaması yapan tarih özürlüsü cahiller tarafından gerçekler ve masallar birbirine karıştı.
Tarih ders kitapları bile küçük yaştan çocuklara öğretir, Osmanlı’yla ilgili ilk öğrendiklerimizden birisidir. İlk Osmanlı Halifesi Yavuz Sultan Selim. Mısır’ı fethetti ve Abbasi Halifesi büyük bir törenle hilafet makamını Osmanlı’ya devretti. Bu iddianın neresi doğru yahut neresi yanlış, göreceğiz.
Öncelikle konuşmamız gereken hilafetin ne anlama geldiği. Bildiğimiz gibi Hristiyan Katolik Kilisesi’nin başı, belli dönemlerde seçimle başa gelen Papa’dır. Papa, İsa’nın yeryüzündeki temsilcisidir ve bu görevi yerine getirir. Aziz Petrus’tan beri yaklaşık 2000 yıldır bu makam bu şekilde işledi.
Ancak Hilafet’in işleyişi ve gelişimi bu şekilde değildi. Öncelikle Hz. Muhammed hayatta iken hiç bir akrabasını veya dostunu halifesi ilan etmemiş ve yerine geçecek birisini işaret etmeden vefat etmişti. O tarihten itibaren ilk Müslümanlar’dan günümüze kalan bir halifelik tartışma geldi ve pek çok sahabe karşı karşıya geldi.
Bilindiği üzere hilafet Emevilerden sonra Abbasilere geçmişti ve Abbasiler Hz. Muhammed’in amcası Hz. Abbas’ın soyundan uzanıyordu. Abbasi halifeleri zun hilafet süreçlerinde siyasi güç bulabilmek için zaman zaman bu durumu kullanarak halifeliğin Kureyş kabilesinde kalması gerektiğini iddia etti. Ancak bu iddia Fatımi hükümdarlarının kendilerini halife ilan etmesine engel olmadı.
Tarihi süreçte biraz ilerleyip Moğol İstilasına gelelim. Moğolların akıl almaz bir hız ve vahşetler batıya ilerleyişi İslam Dünyası’nı siyasi yönden parçaladı. Halife’nin koruyucusu Selçuklu Devleti’nin de yıkılmasıyla Şii Müslümanların da yolu açıldı. İşte bu karmaşa zamanında Anadolu’da kurulan beyliklerden birisi olan Osmanoğulları, coğrafi konumu nedeniyle Bizans’a karşı genişleme imkanı buldu ve birbiriyle savaşan Müslümanlardan destek gördü.
Osmanlı Rumeli’ye kadar genişlemeye devam etti ve kuruluşunun ilk döneminde Türk beylikleriyle mücadele etmekten kaçındı. Hristiyanlığın karşısındaki en önemli Müslüman güç olarak Osmanlı Sultanları I. Murad döneminden itibaren “halife” ünvanını kullanmaya başladı. Bunun dayanağı olarak da ““Hakka riayetle adaleti yerine getiren ve şeriatı uygulayan sultanlar kendi ülkelerinde halife sıfatını kullanabilirler.” ilkesini benimsediler.
I. Murad’ın Evrenos Bey’e verdiği saltanat beratında “ol vilayetler Hak sübhanehû ve tealâ hazretlerinindir, ondan sonra Resûlünündür, ondan sonra Allah sübhanehû ve tealâ hazretlerinin emrâ€-i şerifiyle Resûl aleyhisselâmdan sonra halifesinindir.” (Feridun Ahmet Bey, 1275/1:87) diyerek açıkça halifeliğini beyan etti.
Bu süreçten sonra padişahlar, dönemin siyasi durumu ve şartlarında halife ünvanını kullandılar yahut kullanmadılar. Örneğin, Anadolu’da siyasi birliği sağlamayı amaçlayan Yıldırım Bayezid, kendisini açıkça halife ilan ederek Abbasi Halifesi’nin tepkisini almaktan kaçındı. Çünkü Abbasi Halifesi’nin Bayezid karşısındaki Müslüman beylikleri desteklemesi devletin lehine gelişecek bir durum değildi. Yıldırım Bayezid’in bu tavrı Anadolu’nun fethini tamamladıktan sonra Abbasi Halifesi’nden “sultan-ı iklim-i rum” ünvanı aldı.
I. Murad Han
Yine siyasi durum ve şartlara göre halife ünvanının kullanıldığını Fatih Sultan Mehmet döneminden de görebiliyoruz. İstanbul’u fethettikten sonra sadece İslam Dünyası’nın değil bütün Dünya’nın en önemli gücü haline gelen Fatih, halife ismini kullanmaktan çekinmedi. Bu durumla ilgili Prof. Dr. İlber Ortaylı “Halifelik Osmanlı’ya Yavuz Sultan Selim döneminde geçmemiştir. Halifelik, Papalık gibi ruhani bir kurum değildir. Yaşanan devirde İslamın komutanı kim ise halife odur. Fatih de halifeydi” diyerek konuyu aslında tek cümlede özetliyor.
Yaşanan asıl karmaşa ise şu: Yavuz’un hilafeti Abbasi Halifesi’nden törenle aldığı iddiaları nereden geliyor? Yavuz Sultan Selim döneminden sonra yazılan kaynaklarda, Mısır’ın fethi üzerine son Abbâsî halifesi III. Mütevekkil-Alellah’ın hilâfeti Yavuz Sultan Selim’e bir merasimle devrettiğini yazar. Buna göre Mütevekkil-Alellah Yavuz tarafından Halep’te kabul edilmiş ve onun Kahire’ye girişinde yanında bulunduktan sonra da İstanbul’a gönderilmiştir. Yavuz Sultan Selim’in İstanbul’a dönüşünün ardından Eyüp Camii’nde veya Ayasofya Camii’nde yapılan bir törenle hilâfet kılıcını padişaha kuşatarak unvanını yeni sahibine vermiştir. Fakat Yavuz Sultan Selim dönemi kaynaklarında bu olayla ilgili bir kaydın bulunmaması dikkat çekicidir; nitekim bu hususta I. Selim’in nedimi Hasan Can’ın oğlu olan tarihçi Hoca Sâdeddin Efendi, “Libâs-ı hilâfeti istihkak ile telebbüs eylemişken dervişâne kisvet ve libâsı ihtiyar etmişti” ifadesinden başka bir bilgi vermemiştir.
Bu merasim iddialarının ilk kaynağı Ignace Mouradja d’Ohsson’un yazdığı Le Tableau général de l’empire Othoman isimli eserdir. Ancak bu eserde iddianın gerçekliğinin belgelenmemesi nedeniyle modern kaynaklarda bu iddianın uydurma olduğu ve böyle bir devir teslimin yaşanmadığı kabul edilmiştir. Modern Osmanlı tarihçilerinden bazılarına göre, Osmanlı sultanları halifeliğin manevi nüfuzuna ihtiyaç duyduğu zamanlarda bu rivayeti geriye dönük olarak nakletmiş, yani devir teslimin uygun olarak gerçekleştiğini söylemiştir.
Yavuz’un Memluklerle yaptığı ilk savaş: Mercidabık Savaşı
Ancak bütün bu tartışmalarda Hristiyan tarihçilerin atladığı konu, İslam’da hilafetin ruhani değil siyasi bir makam olduğudur. Nitekim Osmanlı sultanlarıyla birlikte Babür ve Safevi hükümdarları da kendilerini İslam Halifesi ilan etmişti.
İslam’da hilafetin siyasi ve askeri bir güç olması münasebetiyle, farklı dönemlerde farklı hanedanlarda olmuş ve farklı şekillerde kullanılmıştı. Osmanlı sultanları da özellikle Fatih Sultan Mehmet’ten sonra dünya üzerindeki sayılı güçlerden biri olarak Halife ünvanını rahatlıkla kullanmış, Yavuz’un Memlukleri yıkıp Abbasi Halifesi’nin İstanbul’da tutarak hanedanının devam etmesine izin vermeyerek, meşru halifelik makamının yalnızca Osmanlı’da kalmasını sağlamıştır.