Atatürk’ün Ankara’ya Gelişi ve Ankara'nın Başkent Olma Nedenleri
Dr. Metin Özaslan
Ankara Kulübü Derneği Genel Başkanı
(Bu makale, Bilge Dergisi’nin 35’nci sayısında (Kış 2002) yayımlanmıştır)
"27-Aralık" tarihi, Ulusumuz ve Cumhuriyet tarihimiz açısından son derece önemli bir gündür... 27-Aralık-1919'da Ulu Önder Atatürk Samsun'dan başlayan Anadolu yolculuğunu Ankara'ya gelerek tamamladı. Bu yolculuk aynı zamanda Milli Mücadele Projesinin hazırlıklarının yapıldığı bir süreçti... Ve Proje bozkırın ortasında, Ankara'da uygulamaya konuldu...
1919 yılında Anadolu'daki manzara genel hatlarıyla şöyleydi: Orta Anadolu'daki bir avuç toprak parçası dışında Anadolu, dönemin emperyalist güçlerince paylaşılmıştı... Hükümet Merkezi İstanbul işgal altındaydı ve Yunan orduları durmadan İç Anadolu’da ilerliyordu... Ülkenin her bir yanından işgalci güçlerin yaptığı zulme ilişkin acı haberler geliyordu... Fakat, bu haksızlık, bu zulüm bir büyük Ulusa yapılmaktaydı ve aynı Ulus, işgalci güçlere yem olamayacak kadar onurluydu ve şanlı bir geçmişe sahipti... Nitekim, Batı Anadolu'da Zeybekler, Güney'de, Güneydoğu'da ve Doğu Anadolu'da yerel milisler işgalci güçlere karşı tüm güçleriyle direniyor ve bu ağır cezanın hiçbir şekilde hazmedilemeyeceğinin işaretlerini veriyorlardı... Bağımsızlık kaçınılmazdı fakat bunu yerel milislerle ve yerel çarpışmalarla başarmak bir o kadar güçtü... Milli Mücadeleyi Ulusal Kurtuluş Savaşına dönüştürecek ve yerel güçleri toparlayacak bir lider, bir Önder gerekiyordu...
İşte bu Önder, 27 Aralık 1919'da Dikmen sırtlarında belirdi... Ankaralıların "Kızılca Gün" dediği bu tarihi günde, Ankara'nın köylerinden kasabalarından akıp gelen binlerce atlı ve yaya Seymen ile Ankara halkı Büyük Önder'i Dikmen Sırtlarında bağrına bastı... Şaşıran ve duygulanan Ulu Önder'in "Merhaba Efeler! Niye zahmet ettiniz, neden geldiniz?" sorusuna Ulu Önder'in etrafinda çember olan Seymenler hep bir ağızdan "Uğrunda Ölmeye, Millet yolunda kanımızı akıtmaya geldik Paşam!" diye cevap verdiler... Ulu Önder “Fikrinizde sabit misiniz?” diye yeniden sorduğunda Seymenler büyük bir kararlılıkla “Andolsun!” diyerek karşılık verdiler... Bunun üzerine gözleri yaşaran Mustafa Kemal “Varolun Yiğitler!” diyerek şükranlarını bildirdi... Peşisıra davullar, zurnalar çalınmaya başladı... Ve uzun yıllardır semalarına kara bulutların çöktüğü, umutların tükendiği Anadolu'da, zeybekler yeniden dönülmeye başlandı.
Silindi mi maşrapamın kalayı
Dizildi mi Seymenlerin Alayı
Düşmanları öldürmenin kolayı
Koç gibi meydanlarda dönenlerdeniz
Biz Vatan uğruna ölenlerdeniz
Ankaralılar ve Seymenler binlerce yıllık Oğuz Türkleri geleneğinde olduğu gibi Seymen Alayı tertip ettikleri 27 Aralık 1919’da yeni Önderini böyle seçmiştir... Atatürk’ün karşılandığı 27 Aralık’ta düzenlenen “Seymen Alayı” basit bir karşılama töreninden öte, ülkeyi içinde bulunduğu karanlıktan kurtaracak yeni bir liderin, dağınık olarak sürdürülen Milli Mücadele hareketini şahsında toplayacak Önder’in, Ankara halkı ve Seymenler tarafından seçilmesidir... Bu sivil oluşum ve tarihte eşine az rastlanır bu halk desteği, Milli Mücadeleyi taşıyacak olan Ulu Önder’e ve Kuvayı Milliyecilere olağanüstü bir moral güç vermiştir... Ve Ankara bundan böyle yüzyıla damgasını vuracak olan ve dünyadaki bütün ezilmiş halklara bir model oluşturacak Ulusal Kurtuluş Savaşımızın merkezi durumuna gelmiştir.
Nitekim Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk anılarında Ankara’da karşılanışını şöyle anlatmaktadır: “Ankara’ya ilk kabul olunduğum gün (27 Aralık 1919), sadece bir vatandaş, ulusun bir bireyi idim. Hiçbir sıfatım, selahiyetim ve ünvanım yoktu. Böyle olmakla beraber Ankara ve havalisi tamamıyla çocuklarıyla, kadınlarıyla, ihtiyarlarıyla beraber Ankara şehrinden Dikmen Tepesine kadar bütün sahrayı doldurmuş ve beni karşılamıştır. İstasyondan Hükümet dairesine kadar uzayan caddenin iki tarafı eski Türk kıyafetine girmiş, bıçakları ve tabancaları ellerinde Ankara gençleriyle (Seymenleriyle) dolmuştu. Seymenler ve onlarla beraber bütün halk: “Vatanı ve milleti düşmandan kurtarmak için hepimiz ölmeye hazırız, emrinizi bekliyoruz” diye bağırıyorlardı... O zaman Ankara İstasyonu işgalci subay ve askerlerin işgali altında bulunuyordu. O güne kadar Ankaralılar’ı ölü ve Ankara’yı bir harabe zanneden bu yabancılar (ecnebiler), bu yüce tezahür karşısında kaygılarını belirtmekten kendilerini alamamışlardır.”
Erzurum ve Sivas Kongrelerinden sonra, Türk Milletinin ümit kaynağı haline gelmiş olan Mustafa Kemal Paşa’nın, Heyeti Temsiliye Merkezini Ankara’ya taşıması, Türk tarihinin seyrini ve Ulusun kaderini değiştiren önemli bir olaydır. Peki Mustafa Kemal Paşa neden Ankara’yı seçmiştir? Bu seçim, olayların sürüklediği bir tesadüf midir yoksa Mustafa Kemal Paşa’nın çok önceden tasarladığı bir projenin yaşanan gelişmeler karşısında hayata geçirilmesi midir?… Sorunun yanıtını kendi anlattıklarından dinleyelim:
“Nihayet Ankara’da durdum ve memleket işlerini, milletin arzusu veçhile sevk ve idare etmek için başka yere gitmeye lüzum hissetmedim. Türkiye’nin ve Türk milletinin menfaatlerinin en emin müdafaası da ancak Ankara’dan olabileceği, hadiselerle sabit olmuştur. Bunun en kuvvetli etkenleri (amilleri) arasında Ankara’nın coğrafi yeri de vardır... Ankara’nın doğal ve coğrafi konumuna (mevk-i tabii ve coğrafisine) kıyket ilave eden bir başka yön (cihet) daha vardır. En acı ve felaketli günlerde millet her taraftan zehirlenirken (tesmim olunurken) Ankaralılar, memleket ve milletin gerçek kurtuluşuna yönelik girişimler (halas-ı hakikisine müteveccih teşebbüsler) hakkındaki iman ve güvenlerini (itimatlarını) bir an dahi sarsmamışlardır... Ben Ankara’yı coğrafya kitabından ziyade tarihten öğrendim ve cumhuriyet merkezi olarak öğrendim. Hakikaten, Selçuki idaresinin bölünmesi (inkisamı) üzerine Anadolu’da teşekkül eden küçük hükümetlerin isimlerini okurken bir “Ankara Cumhuriyeti”ni görmüştüm. Tarih sahifelerinin bana bir cumhuriyet merkezi olarak tanıttığı Ankara’ya ilk defa geldiğim o gün de gördüm ki aradan geçen asırlara rağmen Ankara’da hala o cumhuriyet kabiliyeti devam ediyor. Türkiye’nin hemen bütün bölgelerini (menatıkını) gezdiğim ve gördüğüm için hükmettim ki, o zaman isimleri cumhuriyet olmayan diğer yerlerin bugünkü halkı da aynı kabiliyetten asla uzak değildir... Beni, Türkiye’nin en münasip merkez Ankara olabileceğini düşünmeye sevkeden ilk vesile çok eskidir ve bilimseldir (fennidir).”
Ankara’nın önce Heyeti Temsiliye Merkezi, daha sonra da Başkent seçilmesinin nedenlerini,
Ankara’nın tarihine ve sosyal dokusuna dayandıran ve bilimsel (fenni) olduğunu belirten Mustafa Kemal Atatürk yukarıdaki ifadelerinde başlıca üç neden üzerinde durmaktadır. Bunlar sırasıyla: (1) Ankara’nın doğal ve coğrafi konumu, (2) Ülkenin en kötü günlerinde dahi Ankaralılar’ın Milli Mücadele ruhlarını kaybetmemeleri, (3) Selçuklu Devleti yıkıldıktan sonra Ankara’da Ahiler tarafından kurulan “Ankara Cumhuriyeti”nin varlığı. Diğer bir deyişle Ankara’nın geçmiş dönemlerde bir Cumhuriyet Merkezi oluşundan kaynaklanan demokrasi tecrübesi ve kabiliyeti... Bunlardan ilk neden Ankara’nın doğal ve coğrafi konumu olmakla beraber, Ulu Önder bu etmeni nedenler arasında tali bir önemle belirtmektedir. Zira, “Ben Ankara’yı coğrafya kitabından ziyade tarihten öğrendim ve cumhuriyet merkezi olarak öğrendim” ifadesi bunun en güzel kanıtıdır. Bu seçimde Ankara’nın coğrafi öneminden ziyade tarihte üstlendiği rollerin ve tarihsel deneyimlerinin daha ayırıcı bir yeri bulunmaktadır... Tekrarlama pahasına bu iki etmen; 27 Aralık 1919 öncesinde Ankara’daki yoğun Milli Mücadele Ruhu ve Ankara Ahiler Cumhuriyeti ile somutlaşmış tarihten devşirilen Cumhuriyet ve Demokrasi geleneğidir.
Ulu Önder’in önemle altını çizdiği bu iki nedeni daha iyi anlamak için, Ankara’nın Milli Mücedele dönemindeki yakın ve Osmanlı öncesi Ahiler dönemindeki uzak geçmişine dönelim şimdi de...
27 Aralık 1919 Öncesinde Ankara’da Milli Mücadele Ruhu…
1919 yılında Ankara’da işgal kuvvetlerine bağlı; İngiliz, İskoçyalı ve Fransız askerler bulunmaktaydı. İngilizler, İstasyon civarında, Fransızlar ise Birinci Millet Meclisinde karargah kurmuşlardı. İleride Türk istiklal ve bağımsızlığının karargahı olacak bu bina, acıdır ki, Fransız askerlerine karargahlık yapıyordu ve üstünde Fransız bayrağı asılıydı… Ankara’da bulunan işgalci askerler ile ***rı-müslimler iyi geçiniyor, diğer yandan Türk nüfusa baskı yapılıyordu… İngilizler yer yer Türklerle yakınlaşmaya çalışıyor fakat, Türkler İngilizler’den uzak duruyorlardı. Bir seferinde Alagöz Köyü’nde Türkoğlu Ali Ağa’nın evine gelen İngiliz askerlerinin komutanı Mister Vitol, Ali Ağa’ya: “Biz ta uzaklardan buralara geldik, bizimle niçin görüşmekten çekiniyorsunuz” sorusuna Ali Ağa’nın verdiği yanıt “Sizi davet eden biz değildik” olmuştur. İngiliz Komutan “Evinize misafir geldik, ev sahipleriyle görüşmek istiyoruz!” diye ısrar edince, Ali Ağa Sivas’tan Ankara’ya gelecek olan Mustafa Kemal Paşa’yı ima ederek “Biraz sabredin, pek yakında evin gerçek sahibiyle sizi tanıştırırız” diye ince bir zeka ürünü cevabıyla karşılık verir.
Nitekim, Erzurum ve Sivas kongreleri devam ederken, Ankaralılar, sürekli Mustafa Kemal’le haberleşmekteydiler. Damat Ferit Paşa Hükümetinin Ankara’daki Valisi Muhittin Paşa ise İstanbul’dan aldığı emirlerle Ankara’daki ulusal hareketleri söndürmek istiyordu. Büyük bir icraat olmak üzere Vali Muhittin Paşa Ankaralı 190 İttihatçıyı tutuklattırdı. Bu olay böylesine sancılı bir dönemde Ankaralılar’da derin üzüntü yarattı. Üstelik, İngilizler’in Ankara’da İngiliz Muhripleri Cemiyetini kurma çalışmaları İstanbul Hükümeti ve Vali tarafından desteklenirken, tüm Milli Mücadele hareketlerinin bu tür baskılarla söndürülmeye çalışılmasına Ankaralılar anlam veremiyordu. Buna rağmen, Ankaralı gençler Milli Azim (Azm-ı Milli) Cemiyeti’ni kurdular. Vali Muhittin Paşa’nın böylesine acı günlerde yapmakta olduğu baskı ve haksızlıklar, Ankaralılar’ın vicdanında Osmanlı saltanatına karşı derin bir kin uyandırmıştı. Halk, aciz hükümetin ve atadığı Vali’nin icraatlarından bıkmış usanmıştı... Ankaralı’nın özlü sözüyle, “gari bıçak kemiğe dayanmıştı…”
Nitekim, harekete geçmek için beklenilen gün geldi. Vali Mühittin Paşa, 11 Eylül 1919’da yerine vekil olarak Mektupçu Halet Bey’i bırakarak Kırşehir ve Kırıkkale civarına teftişe gidmiştir... Bunu fırsat bilen Ankaralılar icraatlarına anlam veremedikleri Valiyi Padişaha şikayet etmek isterler ve bu amaçla o zamanlar Samanpazarı’nda bulunan Müftülük Dairesinde bir toplantı yaparlar. Toplantı sonucunda Padişaha telgraf çekilmesi gerektiği karara bağlanır ve bu görev Müftü Hoca Atıf, Defterdar Yahya Galip ve Hoca Hatip Ahmet Efendi’ye verilir... Toplantı sonucunda belirlenen Temsilciler telgrafhaneye gelerek, Sadrazam Ferit Paşa’yı ulaşırlar ve Ferit Paşa’ya: “Ankaralılar Zat-ı Şahane ile mühim bir mesele hakkında görüşmek istiyorlar!” diye bildirirler. Bir müddet sessizlikten sonra Damat Ferit Paşa: “Halk doğrudan doğruya Zat-ı Şahane ile görüşemezler. Diyeceğinizi bana söyleyiniz, ben arz edeyim.” der. Israrcı olan Temsilciler: “Biz Padişahımızı istiyoruz!” diyerek taleplerini yinelerler. Ferit Paşa sert bir şekilde: “Hayır! Millet Padişahla görüşemez” diyerek talebi geri çevirir. Bunun üzerine hiddetlenen Hoca Atıf Efendi: “Öyleyse Ankaralılar da ne senin gibi Sadrazamı, ne de senin Padişahını tanımıyor” diye son sözü söyleyerek görüşmeyi sonlandırır. Ankara’nın Milli Mücadele günlüğüne “Telgrafhane Vakıası” olarak geçen bu olay aynı zamanda Anadolu’dan Padişaha karşı çekilen ilk isyan telgrafı olur.
Telgrafhanede yaşanan bu görüşme ile Ankara halkının temsilcileri Padişahı tanımadığını resmen bildirmiştir... Peşisıra bu olay derhal Sivas’ta bulunan Mustafa Kemal’e iletilir. Gelişmelere sevinen Mustafa Kemal Paşa büyük bir heyecanla memurların da Padişahı tanımadıklarını bildirmelerini ister. Bunun üzerine; Kadı Aşir Molla, Mektupçu Halet, Yahya Galip, Umuru Hukukiye Müdürü Süreyya Kip Valinin odasında toplanırlar. Alınan karar şudur: “Ankara Halkı gibi, vilayet memurları da Sivas Kongresinin çizdiği esaslar dahilinde hareket edeceklerdir. Bundan sonra İstanbul Hükümetiyle değil, sadece Temsilciler Heyetiyle temas edeceklerdir.” Bu tarihi kararın kaleme alınmasını ve Sadrazama’a bildirilmesini ise Süreyya Bey üstlenir.
Alınan kararlar derhal uygulamaya geçirilir. Zaman kaybetmeden Hamitli Rıza Efe ile Polatlı’nın Hacı Tuğrul Köyünden Kara Sait Efe’ye bağlı Seymenler, Vali Mühittin Paşa’yı tutuklamak üzere görevlendirilir. İşgal kuvvetlerinin bir kuklası durumuna gelen Osmanlı Hükümetinin Ankara’daki son valisi olan Vali Mühittin Paşa, 12 Eylül 1919’da kazaları teftiş ederken, Elmadağ ile Yahşıhan arasındaki Kılıçlar Beli’nde tutuklanır ve Sivas’a gönderilir. Valisiz kalan Ankara’ya halk, yeni Vali olarak Defterdar Yahya Galip’i seçer. Ankara halkı kendi seçtiği yeni Vali’ye de “Hakan” adını verir[1]. Vali Yahya Galip göreve gelir gelmez bütün tutukluları derhal serbest bırakır. Böylece Ankara, kukla durumuna düşmüş Osmanlı Hükümetinin son kırıntılarından bu şekilde temizlendikten sonra, yeni bir tarih sayfası açmak üzere Kuvay-ı Milliye ve Kurtuluş savaşı için güvenli bir üs duruma gelir...
Vali sorununun çözümlenmesini takip eden günlerde Ankara’da Anadolu Müdafa-i Hukuk Cemiyeti kurulur. Cemiyet Başkanı olarak ise Cumhuriyet kurulduktan sonra uzun süre Diyanet İşleri Başkanı olarak görev yapacak olan Rıfat (Börekçi) Efendi seçilir ve Ankara’nın genel durumuna bundan sonra Rıfat Börekçi önderliğindeki vatansever grup hakim olur. Ankara’da bu gelişmeler yaşanırken, İstanbul Hükümeti (Rıza Paşa Kabinesi), Ziya Paşa adlı birisini Ankara’ya vali olarak atar. Bu gelişme üzerine Rıfat Efendi henüz yolda olan yeni valiye sert bir üslupla mektup yazarak, gelmemesi konusunda uyarır. Vali de Ankara’ya gelmeden Eskişehir’den geri dönmek durumunda kalır. Bunun üzerine İstanbul Hükümeti Rıfat Efendi’yi idama mahkum eder ve Bab-ı Meşihatteki siciline idam kararı kaydedilir. Yaşanılan olaylar sonucunda tamamıyle güvenliğin sağlandığı Ankara’da Mustafa Kemal Paşa, Müftü Rıfat Efendi’ye Ankara’ya geleceğini bildirir.
Ankara’da bu gelişmeler yaşanırken, Yunan orduları Ege’den Orta Anadolu’ya ilerlemekte ve ele geçirdikleri yerlerde halka zulüm yapmaktadırlar... Bunun üzerine Ankara’daki Anadolu Müdafaai Hukuk Cemiyeti Rıfat Efendi’nin başkanlığında bir toplantı yaparak, cepheye gönderilmek üzere Ankara’da bir Kuvay-ı Milliye Müfrezesi oluşturulmasına karar verir. Atlı ve yaya olarak teçhiz edilen Ankara Müfrezesi; Ankara’da bulunan 400 jandarma talebesi, Ankara Seymenlerinden bir grup ve civardan gelen 3000 mahkumdan oluşur. Başlarında kara kalpak, bazıları Seymen kıyafetinde olan Müfreze, Yunan kuvvetleriyle çarpışmak üzere Batı cephesine gönderilir.
Nitekim, umutların tükendiği Anadolu’da, Ankara halkı, Milli Mücadele ruhundan ödün vermeden, azimli bir biçimde Ankara’yı; Mustafa Kemal Paşa’ya, Kuvay-ı Milliye hareketine ve Ulusal Kurtuluş Savaşımız’a güvenilir bir merkez olarak hazırlamıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın Ankara’nın seçiminde ikinci neden olarak belirttiği "En acı ve felaketli günlerde millet her taraftan zehirlenirken (tesmim olunurken) Ankaralılar, memleket ve milletin gerçek kurtuluşuna yönelik girişimler (halas-ı hakikisine müteveccih teşebbüsler) hakkındaki iman ve güvenlerini (itimatlarını) bir an dahi sarsmamışlardır...” ifadesi işte kısaca bu durumu özetlemektedir.
Ankara Ahiler Cumhuriyeti: Tarihten Devşirilen Cumhuriyet Geleneği ve Demokrasi Kabiliyeti…
Ulu Önder’in Ankara’yı önce Milli Mücadele ve Ulusal Kurtuluş Savaşımızın üssü, daha sonra da yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti seçmesinin üçüncü ve en önemli nedeni Ankara’nın 14’ncü yüzyılda yaşadığı Cumhuriyet ve demokrasi tecrübesidir. Selçuklu Devleti yıkıldıktan sonra Anadolu’nun diğer yörelerinde Beylikler kurulurken, Ankara’da Ahiler tarafından “fütüvvet”[2] olarak nitelenen bir anayasa temelinde demokratik esaslar ve paylaşım felsefesine dayalı bir Cumhuriyet devleti kurulmuştur. Bu dönemden aktarılan cumhuriyet ve demokrasiye dayalı organizasyon (örgütlenme) kabiliyeti ve tecrübesi Ankara halkını kendi ayakları üzerinde durmaya sevkederken, Ulu Önder’in Ankara’yı seçmesinde başlıca etkenlerden birisi olmuştur.
13’ncü yüzyılda Anadolu Selçuklu Devleti yıkıldıktan sonra Ankara, 1304-1343 yılları arasında İlhanlıların hakimiyeti altında kalmıştır. Yaklaşık 40 yıl süren bu dönemde, İlhanlılar Devleti’ne ait ordunun bir karargahı Ankara yakınlarında bulundurulmuştur. Bu bağımlı dönemlerde Ankara’da Ahilik; dini, iktisadi ve sosyal bir kurum olarak gelişmiştir. Ankara, İlhanlılar’ın hakimiyetinden Osmanoğulları’nın idaresine geçinceye kadar süren ve devlet otoritesinin olmadığı 10 yıllık ara dönemde (1344-1354), Ahiler tarafından yönetilmiştir. Ahiler, bu dönemde dini ve iktisadi bir teşekkül (örgütlenme) olarak kalmamış, içinde yaşanılan koşullar gereği, şehrin asayişini (güvenliğini) koruma ve dışarıdan gelen saldırılara karşı şehri savunma görevini de üzerlerine almışlardır. Bu amaç doğrultusunda Ahi organizasyonunun askeri kanadı olan ve Ankara’da bugün de yaşayan ve Seymenlik geleneğinin biçimlenmesinde etkin olan “Ahi Alayları” diğer bir adıyla da “Yiğit Alayları” kurulmuştur. Nitekim bu dönemde Anadolu küçük beyliklere bölündüğü sıralarda “dini-iktisadi” bir kurum olan Ahilik, esnaf loncalarına dayanarak, Ankara’yı Batı’daki Venedik Cumhuriyeti benzeri bağımsız bir şehir cumhuriyeti halinde yönetmiştir (Uluğ, 1997). Ahiler’in Ankara’daki egemenlikleri 1354 yılında, I’inci Murat’ın Ankara’yı Osmanlı topraklarına eklemesiyle sona ermiştir[3].
Ankara’da askeri ve siyasal boyutları da içeren bir devlet olarak somutlaşan Ahi örgütlenmesi, Anadolu’nun birçok yerinde esnaf teşkilatlarına dayalı olarak gelişmiştir. Orta Asya’daki Alperenlik geleneği ile Arap ve Fars kültürlerindeki Akı teşkilatlarının Anadolu’daki uzantısı olan Ahilik[4]; Karahanlılar Devleti zamanından başlayarak, Osmanlı Türkleri devrine kadar, Türk esnaf ve işçilerini içine alan bir düzen (örgütlenme) olarak ortaya çıkmıştır. Avrupa’daki lonca sistemine benzeyen Ahi Teşkilatı’nın en güçlü olduğu ve bağımsız bir şehir devleti kurduğu şehir Ankara’dır. Bu konuda Erdoğdu (1999: s. 27) şunları belirtmektedir.
“..Ahiler Ankara’da kuvvetli idiler, yiğit alayları kurarak
düşmanlarına karşı koymuşlardır... Ankara Ahileri tamamen
demokratik esasa dayanıyordu. Aralarında sınıf farkı yoktu.
Sosyal adalet bunlarla yürümekte idi.
Bir de Fütüvvetname adını taşıyan anayasaları vardı”
Ahilik, Selçuklular döneminden başlayarak Türklerin en güçlü sivil toplum kuruluşlarından biri olarak devlet ve toplum hayatında önemli roller oynamıştır. "Türkler'in Rönesansı" (Demir, 2000) olarak da nitelenen Ahiler döneminde; toplumda yaşayan fertlerin birbirine yakınlaştırılması ve aralarında dayanışma kurulması amaçlanmıştır. Demir Anadolu’daki Ahi örgütlenmesinin önemi konusunda şunları dile getirmektedir:
"Bir toplumda birlik ve dayanışmayı sağlamak ancak müşterek
değerlerin korunması ile mümkündür. Türklerin Anadolu'da bin
yıldan beri varlığını sürdürmelerindeki sır, Ahilik anlayışı
içerisinde bu değerlere saygı göstermeleridir. Bu anlayışa göre
din, dil ırk farkı gözetmeksizin herkese eşit muamele yapılmıştır."
Cömertliğe, el açıklığına, mertliğe, yardımlaşmaya, dostluğa dayanan Ahilik kurumunun vazgeçilmez kurallarından biri, üyelerinin birbirini kardeş görmeleridir. Ahiler arasında kardeşlik sadece bir anadan doğmadan ibaret değildir. Zira, Ahi örgütlenmesi, Erken’in (2002) deyimiyle son derece ileri bir model olan ve kardeşlik, eşitlik gibi yatay ilişkilerin ön planda olduğu bir örgütlenmeydi. Ahi sisteminde hiyerarşi ve bürokrasi yerine yatay ilişkiler egemendi.
Ahilik felsefesi ve örgütlenmesi her yönüyle mükemmel bir toplum düzeni oluşturmayı amaçlamaktaydı ve bu kapsamda bireyin eğitimine son derece önem verilmekteydi. Ahilik kurumu üyelerinin toplum içinde güçlü ve güvenilir kişiler olabilmeleri için, bu örgüte ilk girişten başlayarak bazı özellikleri benimsemeleri gerekmekteydi. Ahilik eğitim sisteminde birey, basitten karmaşığa doğru yol almaktaydı. Önce feta (yiğit), sonra Ahi, en sonunda şeyh statüsüne sahip olunmaktaydı ancak, şeyhlik makamına çok az kişi ulaşmaktaydı.
Ahilik felsefesinde ve örgütlenmesinde önemli bir yeri olan Kırşehir’de yaşadığı bilinen Ahi Evren'in felsefesi ve öğütlediği fikirler, Ahiliğin misyonu haline gelmişlerdir. Ahi Evren'in öngördüğü amaçlara ulaşılabilmesi, ancak çok işlevli bir örgütle gerçekleşebilirdi. Bu sebepledir ki Ahi Evren, çok işlevli bir örgüt oluşturma yoluna gitmiştir. Ahi Evren tarafından oluşturulan Ahilik örgütünün işlevleri; dini-ahlaki, askeri, siyasi, sosyal ve kültürel olmak üzere beş kategori şeklinde sıralanabilir.
Dini fonksiyonu itibariyle Ahilik Anadolu’nun İslamlaşmasında ve Türkleşmesinde önemli bir işlev görmüştür. Ahilikte din ve ahlak öğretileri çerçevesinde kamil insanın yetiştirilmesine odaklanılmıştır
Ahiler’de siyasal fonksiyon, siyasal otoritenin tam gelişmemiş olduğu dönemlerde ve özellikle Moğol istilaları sırasında, yerel siyasal otoritenin sağlanması amacıyla ortaya çıkmıştır. Nitekim İbn-i Batuta (1971) Seyahatnamesi’nde, “devlet otoritesinin zayıfladığı yerlerde Ahilerin siyasal fonksiyonunun daha açık bir şekilde ortaya çıktığını” belirtmektedir. Bunun devlet olarak somutlaştığı tek şehir ise Ankara’dır. Diğer yandan, sonraki dönemlerde Osmanlı’nın özellikle kuruluş aşamasında merkezi otoritesi oluşurken meydana gelen yönetim kademelerinde genellikle Ahiler görevlendirilmiştir. Bu durum, Ahilerin siyasal faaliyetlerdeki etkinliği olarak ifade edilmektedir (Güllülü, 1977). Ayrıca Fuat Köprülü (1991) ve çok sayıda tarihçi Yeniçeri Teşkilatı’nın oluşumunda Ahiler’in önemli bir etkisi olduğunu ve Yeniçeri ordusunun organizasyon yapısının Ahi örgütlenmesine benzetildiğini belirtmektedir .
Diğer yandan, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşu tamamlandıktan ve devlet kurumları oluşturulduktan sonra, Ahilerin siyasi etkileri azalarak, sadece esnaf kesiminde bir örgütlenme olarak devam etmiştir. Dolayısıyla Ahilik Kurumundaki siyaset ve yönetim anlayışını iki aşama halinde incelenmesi gerekir. İlki, Ahilik kurumunun ortaya çıkışından itibaren Osmanlı Devletinin I. Murat dönemine kadar olan dönemi, ikincisi ise Ahilik kurumunun esnaf teşkilatına dönüştüğü dönemi kapsayacak şekilde olmalıdır. Bu iki safha arasında büyük farklılıklar bulunmaktadır. Sonuç olarak; Ahiliğin siyasal fonksiyonu, dönemin koşullarına göre Bağımsız Ankara Cumhuriyeti örneğinde olduğu gibi artmış veya azalmıştır. Merkezi yönetimin kuvvetli olduğu zamanlarda Ahiliğin siyasal fonksiyonu zayıflamış, bunun tersi durumlarda, devlet otoritesinin olmadığı zamanlarda artmıştır.
Ahiliğin en önemli işlevlerinden bir diğeri kuşkusuz, sosyal işlevidir. Ahiler’de sosyal yardımlaşma ve dayanışma boyutu son derece gelişmiştir. Ahiler’in geliştiridiği sosyal dayanışma geleneği birçok yönleriyle günümüze kadar devam etmiştir (bkz. Aksoy, 1980). Ahiliğin sosyal fonksiyonu, dini inanç ve sembollerle belirlendiği için, Ahiler arasında kin ve düşmanlık gelişmemiştir. Sosyal düzen aleyhinde faaliyetin olmayışı, Ahiler arasında yaygın, dini ve tasavvufi düşüncelerden kaynaklanan; dayanışmacı ve başkasını düşünücü sosyal kuralların varlığıyla açıklanmaktadır (Yaman, 1974). Ahiliğin sosyal fonksiyonu, sosyal ahlaka dayanırken, ahlak prensipleri "bireyci" değil, bireyin toplum içerisinde kişiliğini koruyacak şekilde "toplumcu"dur. Ahiliğin sosyal fonksiyonunun prensipleri gereğince ne birey topluma, ne de toplum bireye ezdirilmiştir. Ahiliğin sosyal dayanışma ruhu sayesinde, devletin hiç bir etkisi olmadan; şehir esnafı ve halkı, kendi kendisini idare etmiş, en küçük bir suistimal, yolsuzluk ve geleneğe aykırı harekete fırsat verilmemiştir.
Ahiler, ayrıca kendi bünyelerinde yardımlaşma sandıkları kurmuşlar ve aralarındaki dayanışma ve sosyalleşmeyi bütün faaliyetlerine yaygınlaştırmaya çalışmışlardır. Kendi kendilerini kontrol ederek toplum düzeninin korunmasına yardımcı olan Ahiler’de sosyal fonksiyon, dayanışma kadar kontrol özellikli olmuştur.
Anadolu'nun Türkleşmesinde ve İslamlaşmasında çok önemli rol oynayan Ahilik kurumu, görevlerini yerine getirebilmek için askeri bir fonksiyon da taşıyordu. Ahiler, özellikle savunmaya dönük olmak üzere cihat idealine sahip oluşları nedeniyle, askeri özelliklere sahiptiler. Onlar, devlet fetihle meşgul olurken, içeride emniyet ve asayişi sağlıyorlardı. Ahiliğin askeri fonksiyonu, Osmanlı Beyliği'nin devletleşmeden ve kurumlaşmadan önceki dönemine rastlamaktadır. Uzunçarşılı (1967), Ahilerin beylikler dönemindeki askeri fonksiyonlarını şöyle anlatmaktadır:
“Bu beylikler dahilindeki Ahîlerin de askerî teşkilata benzer silahlı
teşkilatları olduğu malumunuzdur... Mamafih bunlar, ordu kuvveti
olmayıp, mahallî muhafaza kuvvetidir”
Uzunçarşılı’nın da belirttiği gibi Ahilerin sahip oldukları askeri güç, düzenli bir ordu kuvveti değildir. Ahiler, başlarında reisleri olduğu halde iç karışıklıkl
ara ve uçlardaki ayaklanmalara karşı bölükler oluşturmuşlardır. Sivillerden ve gönüllülerden oluşan Ahi Alayları, şeh
irde asayişi sağlamak ve saldırılara karşı şehri korumak amacını taşımaktaydı. Günümüze kadar Ankara’da yaşayan Seymenlik geleneği ve sonuncusu 27 Aralık 1919’da Atatürk’ün Ankara’ya gelişinde kurulan Seymen Alayı, Ahilerin askeri birliklerinin ve Ahi Alayları’nın benzeri ve devamıdır. Ankara Ahileri, Seymenlik geleneğinin Anadolu’da yeniden biçimlenmesinde ve kurumsallaşmasında önemli bir rol oynamıştır..
Fuat Köprülü’ye (1991) göre ise Ahilerin askeri bir fonksiyonu; Anadolu Selçukluları döneminde saltanat kavgalarında taraf olmaları, Moğol idaresi ve onları benimseyenlerle savaşmaları ve Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda faal rol oynamaları olaylarında kendini göstermektedir. Yukarıda da yer yer değinildiği gibi, Köprülü Osmanlı Devleti’nin doğup büyümesinde ve Yeniçeri Ordusunun kurulmasında Ahiliğin büyük etkisi olduğunu belirtmektedir. Tüm bunlardan çıkarılacak sonuç, Ankara’nın 14’ncü yüzyılda Ahiler Devleti ile Cumhuriyet’e dayalı bir rönesans dönemi yaşamış olmasıdır. Kardeşlik, eşitlik, dayanışma ve paylaşım esasları temellerinde oluşan bu bağımsız devlet geleneğinin varisleri olarak Ankaralılar, Mustafa Kemal Atatürk’ün ifade ettiği “cumhuriyet kabiliyeti” ve kendi kendini idare etme yetisini bünyesinde barındırmaktaydı. Ayrıca, o dönemlerde Ahi Alayları, ve Atatürk’ün karşılanmasında da varlığını sürüdüren Seymen Alayı, Ankara şehrinin sivillerden oluşan bir askeri birliğiydi.
Nitekim, 27 Aralık 1919’da Dikmen sırtlarında somutlaşan emsalsiz karşılama töreni, Ankaralılar’ın kollektif hafızasında yeralan önsezilerin Milli Mücadele esnasında hareke geçmesidir. Karakterinde ve sosyal dokusunda; bağımsızlığı, özgürlüğü, fedakarlığı ve dayanışmayı barındıran Ankara halkı, U
lu Önder’i 27 Aralık 1919 tarihinde Keklikpınarı’nda büyük bir sevgi ve itaatle bağrına basacaktır. Ankaralılar Mustafa Kemal Atatürk’ün Ankara’nın seçiminde üçüncü ve en önemli neden olarak belirttiği ve “Ben Ankara’yı coğrafya kitabından ziyade tarihten öğrendim ve cumhuriyet merkezi olarak öğrendim.
Hakikaten, Selçuki idaresinin bölünmesi (inkisamı) üzerine Anadolu’da teşekkül eden küçük hükümetlerin isimlerini okurken bir “Ankara Cumhuriyeti”ni görmüştüm. Tarih sahifelerinin bana bir cumhuriyet merkezi olarak tanıttığı Ankara’ya ilk defa geldiğim o gün de gördüm ki aradan geçen asırlara rağmen Ankara’da hala o cumhuriyet kabiliyeti devam ediyor” sözleriyle ifade ettiği görüşler Ankara’nın Ahiler Döneminde yaşadığı demokrasi ve paylaşım temelinde gelişen Cumhuriyet geleneğine ve Ankaralılar’ın bu dönemden devraldığı mirasa dayanmaktadır.
Kızılca Gün: 27 Aralık 1919
Atatürk’ün Ankara’ya Gelişi ve Seymen Alayı…
Kısa bir tarih yolculuğundan sonra yeniden geldik 27 Aralık 1919’a... Yani Kızılca Gün’e… 27 Aralık 1919 Cumartesi güneşli bir kış sabahıdır Ankara’da... Bugünün sabahında bütün Ankaralılar’ı çıngırak, davul ve zurna sesleri ayaklandırır. Ankara’nın meşhur ihtiyar dilsizi Ahras İbrahim, elinde çıngırağı kırk para karşılığında sattığı ajansında Mustafa Kemal Paşa’nın Ankaraya geleceğini haber verir...
Ankara’nın meşhur tellallarından Ali Dayı gür sesiyle “Mustafa Kemal Paşa ve Yeşil Ordu geliyor! Herkes aşağı yüze insin!” diye çarşıdan bağırmaktadır... Esasen Ankara Halkı Mustafa Kemal Paşa ve Yeşil Ordunun[5] geleceğini, iki gün önce Perşembe günü Sivas’tan hareket ettiği gün öğrenmiştir ve sabırsızlıkla Konguru Paşasını[6] beklemektedir…
Kızılca günde öğleye varmadan herkes sokağa dökülür... Aslında bir haftadan beri Ankara’nın kasabalarından ve köylerinden atlı ve yaya çok sayıda Seymen ile kalabalık bir halk grubu Ankara’yı doldurmuştur. O za*manlar 15-17 bin olan Ankara'nın nüfusu, kazalardan ve çevre illerden gelenlerle birlikte 80 bin kişiyi bulmuştur. 3000 atlı ve 700 yaya Seymen büyük bir coşkuyla Mustafa Kemal Paşa’nın yolunu gözlemeye başlar. Bu tarihte benzerine az rastlanır bir galeyandır... Ankaralılar’ın dedikleri gibi bugün Ankara’da gerçekten kızılca bir gün olmuştur.
Kurtarıcının 27 Aralık 1919'da karşılandığı yer, bugün Ata*türk Parkı'nda 44 heykel figürüyle sembolize edilen Dikmen sırtlarıdır. Mustafa Kemal Paşa ülkeyi kurtarmak için kişisel kararlılığı kitlesel direnişe dönüştürebilecek ortamı Ankara'da bulmuştur. 27 Aralık 1919 Cumartesi, Ankara’nın en büyük günüdür... Ankaralılar’ın “Kızılca Gün” olarak tanımladığı bu önemli gün, bir lidere, bir vatan kurtarıcısına olan sevginin, desteğin tüm dünyaya gösterildiği emsalsiz bir gündür. 27 Aralık aynı zamanda Ankaralılar’ın geleleceğe bir mirasıdır... İşte bu mirası Ankara’nın sivil temsilcisi olan Ankara Kulübü aynı heyecanla yaşatmaya ve yarınlara aktarmaya çalışmaktadır.
Özetle, Ankara; Anadolu’nun sönmeyen bağımsızlık ve özgürlük ateşini taşıyan insanların kentidir. Milli Mücadelenin başlangıç günlerinde Ankaralılar tarihlerinden gelen güçlü bir önsezi ve inançla Mustafa Kemal’i coşkulu bir biçimde karşılamışlar ve Kurtuluş Savaşı’nda ve devrimler sırasında da verdikleri olağanüstü destekle Atatürk’ün gönlünde müstesna bir yer kazanmışlardır. Bu değeri Mustafa Kemal “Ankara’nın ve Ankaralıların benim gönlümde bambaşka bir yeri vardır” sözleriyle ifade etmiştir. Nitekim Ankara yalnız bir il, bölgesel bir merkez ve başkent değil, aynı zamanda Cumhuriyet’in sembolü ve ülkenin geleceğinin simgesidir.