Kur'ân'ın buyruk ve yasaklarının bir hukuk, bir de fazilet yönü vardır. Yüce kitabımız, bir yandan bize huzur içinde bir hayat yaşatacak olan kurallar koyar ve bu kurallarla bizim ilişkilerimizi düzenlerken, bir yandan da, bu kuralların daha ötesinde hedefler gösterir ve bizi o hedeflere teşvik eder.
Hukuk açısından bakıldığında, Kur'ân'ın, en basit ve önemsiz görünen bir hakkı bile ihmal etmeksizin adaleti emrettiği ve toplum içindeki bütün ilişkileri son derece duyarlı bir adalet ilkesine dayandırdığı görülmektedir. Kur'ân âyetlerinde bunun örnekleri pek çoktur. Bir nümune olarak, şu âyetin, bir mehir meselesini nasıl ayrıntılandırdığına ve Allah düşmanı müşriklerin bile en cüz'î haklarını gözeterek hukuku nasıl tespit ettiğine bakın:
"Ey iman edenler! Mü'min kadınlar hicret ederek size geldiklerinde, onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Siz de onların inanmış kimseler olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere geri göndermeyin. Ne onlar o kâfirlere helâldir, ne de o kâfirler onlara. Yalnız, müşrik kocalarının onlara vermiş oldukları mehirleri kendilerine iade edin. Mehirlerini verdiğiniz takdirde mü'min kadınları nikâhlamanızda hiçbir sakınca yoktur. Kâfir kadınları ise nikâhınızda tutmayın; onlara verdiğiniz mehri geri isteyin. Kâfirler de mü'min kadınlara verdikleri mehri geri istesinler. İşte Allah'ın hükmü budur; aranızda O hükmeder. Çünkü Allah herşeyi bilir, herşeyi hikmetle yapar."
Böylesine inceden inceye düzenlenen ilişkiler, bir toplumda her hak sahibinin hak ettiği şeye tam bir güvenlik içinde kavuşması ve tecavüzlerin önlenmesi açısından son derece önemlidir. Ancak hakların güvence altına alınması ve adaletin sağlanması, Kur'ân'ın amaçladığı bir toplum hayatının sonucu değil, sadece başlangıcıdır. Çünkü Kur'ân, insanın yaratılışına konmuş olan istidat çekirdeklerinin yeşermesini ve gelişerek meyveler vermesini istemektedir. Hukuk kuralları bu hedefin önündeki engelleri bertaraf eder. Bu hedefe ulaşmak ise, sadece hukuka riayet etmekle değil, bunun ötesinde birşeyler yapmakla mümkün olur ki, 'fazilet' kavramı işte burada ortaya çıkmaktadır. Bir bölümünü yukarıya aldığımız âyet de boşanma ile ilgili kurallardan bir kısmını belirleyen bir âyettir ve, bunu yaparken, önce karşılıklı hakları tespit etmekte, sonra da insanlara bu kuralların ötesinde, fazilet hedefini göstermektedir. Önce âyetin tamamına göz atalım:
"Eğer kadınları kendilerine temas etmeden boşar ve onlar için bir mehir belirlemiş bulunursanız, belirlediğiniz miktarın yarısını vermek gerekir. Ancak kadın kendi hakkından vazgeçer yahut nikâhı elinde bulunduran erkek mehrin tamamını bağışlarsa, o başkadır. Sizin bağışlamanız ise takvâya daha yakındır. Aranızda fazileti ihmal etmeyin. Şüphesiz ki Allah sizin yaptıklarınızı görmektedir."
Şimdi de, âyetin bize verdiği hukuk ve fazilet derslerinin aşamalarını ele alalım:
1. Önce, her iki tarafın hukuk ve yükümlülükleri net bir şekilde ortaya konmuştur ki, bu, 'kararlaştırılmış mehrin yarısını vermek' şeklindedir.
2. Daha sonra, her iki tarafa da, kendilerine verilmiş olan haklarda tasarruf yetkisi tanınmış ve bu haklardan fedakârlıkta bulunabilecekleri bildirilmiştir. Buna göre, kadın, isterse hakkı olan mehri almayıp karşı tarafa bağışlayabilir. Veya erkek, mehrin sadece yarısını vermekle yükümlü olduğu halde, gönül alma yolunu seçerek mehrin tamamını verebilir.
3. Kullar 'mehri tamamen ödemek, hiç almamak veya tümünü bağışlamak' şıkları arasında serbest bırakılmışlardır. Artık bu üç şıktan hangisi karşılıklı rıza ile yerine getirilecek olsa hak yerini bulmuş, sorumluluk ortadan kalkmış olur. Peki, Allah'ın rızasına en yakın davranış hangisidir? Mehrin yarısını vermek mi? Hiç almayıp tamamını bağışlamak mı? Yoksa tamamını vermek mi? Kur'ân bu soruyu da cevaplandırıyor ve Yüce Yaratanın yakınlık ve rızasını arayanları üçüncü şıkka yönlendiriyor.
4. Böylece, fedakârlığın kuvvetli tarafa yakıştığını belirtmek suretiyle, Kur'ân medeniyetinin en önemli esası tespit edilmiş bulunuyor: Aranızda fazileti ihmal etmeyin. Bu, hakkı kuvvette arayan maddeci anlayışa karşılık, kuvvetini haktan alan bir muhteşem medeniyet anlayışıdır ki, bu âyetten sonra, Bakara Sûresinin sonuna kadar devam eden âyetler, özellikle faiz ve zekât ile ilgili emir, yasak, teşvik ve sakındırmalar hep bu anlayışı perçinlemekte ve Müslümanları tepeden tırnağa birer fazilet âbidesi haline getirecek bir terbiyeyi işlemektedir.
5. Âyetin en son cümlesi ise, herşeyi açıklayan ve insanın içindeki bütün hayır reflekslerini seferber eden bir cümledir: 'Şüphesiz ki Allah sizin yaptıklarınızı görmektedir.'
Hiçbir hakkın zayi olmayacağı, hiçbir iyiliğin de karşılıksız kalmayacağı büyük hesap gününe iman eden bir kimse için bundan başka bir öğüte ihtiyaç var mı?