CENÂB-I HAK peygamber olarak seçip gönderdiği kullarını mûcizelerle kuvvetlendirir. Bu mûcizeler, peygamberlerin tebliğ ettiği hak dâvâyı tasdik mânâsını taşır.

Her peygamber belli bir topluluğa gönderilir, onları sapıklıktan kurtarır; doğruyu, güzeli ve gerçeği anlatır.

Cenâb-ı Hakkın peygamberlerine ihsan ettiği en mühim mûcizeler, o devirde ve toplumda revaçta olan, yaygın olan hâdise cinsindendi.

Meselâ, Hz. Mûsa'nın peygamber olarak gönderildiği İsrailoğulları arasında sihir yaygındı. Bundan dolayıdır ki Hz. Mûsa'ya ikram edilen 'asâ', sihirbazların bütün oyun ve hünerlerini bozuyor, geçersiz kılıyordu.

Hz. Îsa'nın peygamber olarak gönderildiği çağda tıp yaygındı ve revaçtaydı. Îsa Aleyhisselâma verilen mûcize de bu cinstendi. Hz. Îsa, Allah'ın izniyle ölüleri diriltiyor, anadan doğma körlerin gözüne elini sürdüğü zaman gözlerini açıyor, kelleri iyileştiriyordu.

Altıncı asır Arabistan'ında yaşayan Araplar çoğunlukla okuma yazma bilmiyorlardı. Bu yüzden millî üstünlüklerini, tarihî olaylarını ve güzel ahlâka yardımcı olacak sözleri bir yere kaydetmek ve yazmak yerine, şiir ve belâğat yoluyla ezberleyerek muhafaza ediyorlardı.

Güzel bir söz, etkili bir şiir, edebi bir ifade nesilden nesle aktarılarak devam ediyordu.

İşte bu fıtrî ihtiyaçtan dolayıdır ki, Arabistan'da en çok tutulan ve yaygın olan, halk tarafından benimsenen şey fesâhat ve belâğattı. Bugünkü tabirle edebiyattı; güzel ve etkili söz söylemekti. Bu alanda da şairler başı çekiyordu.
Öyle ki, devrin şöhret bulmuş şairleri, kabilelerin önde gelen birer kahramanıydı. Şairlerin seçtikleri kelimeler öyle bir hal almıştı ki, düşmanın göğsüne saplanan birer oktan farksızdı. Kudretli bir şairin bir şiiriyle savaş ilan edilir, bir başka şiiriyle de barış yapılırdı.

Öte yandan, o devrin belâğat ve edebiyatı Arapların en güzel eğlencesi, bir gurur vesilesi, güçlü bir yarışma âletiydi. Her sene kurulan ve bütün Arap Yarımadasına hitap eden Ukaz Panayırında çok çekişmeli ve heyecanlı geçen şiir yarışmaları düzenlenirdi. Bu yarışmaya katılan yüzlerce şiir arasında dereceye giren yedi adet şiir, altın suyuyla Kâbe'nin duvarına yazılırdı. Buna 'yazılıp asılmaya lâyık görülen yedi şiir' anlamında 'muallâkat-ı seb'â' adı verilirdi.

İşte böyle bir zamanda Resul-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) en büyük mûcizesi olan Kur'ân'la Allah tarafından gönderildi.

Peygamberimiz (a.s.m.) bu hususu şöyle dile getirir:

'Hiçbir peygamber yoktur ki, insanların kendisine inanmasına vesile teşkil eden bir mûcize verilmiş olmasın. Şüphesiz ki bana verilen en büyük hârika Allah'ın bana vahyettiği Kur'ân'dır. Bunun için kıyamet gününde ben peygamberlerin en çok ümmetlisi olacağımı ümit etmekteyim.'

Kur'ân'ın veciz ifadesi, belâğat ve fesâhati, taşıdığı mânâ ve takdim ettiği meseleler karşısında bütün şair ve edipler şaşkına döndüler, ne yapacaklarını bilemez hale geldiler. Çokları Kur'ân'ın üstünlüğünü kabul edip hakperestlik gösteremediler. Kur'ân'ın bir beşer sözü olduğunu,-hâşâ—Peygamberimizin (a.s.m.) uydurduğunu ileri sürdüler.

Kur'ân ise onların bu iftiralarına, sarfettikleri bu sözle-re meydan okuyarak cevap verdi. Şöyle diyordu Kur'ân:

'Senin için, onu uydurdu mu, diyorlar. De ki: Öyleyse onun sûrelerine benzer uydurma on sûre getirin. İddianızda samimî iseniz, Allah'tan başka çağırabileceklerinizi de çağırın. Söylediklerinizi yapamazlarsa, bilin ki, onu ancak Allah bilerek indirmiştir...'

'Kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'ân'da bir şüpheniz varsa, haydi, onun benzeri bir sûre getirin. Allah'tan başka bütün yardımcılarınızı da çağırın eğer iddianızda doğru iseniz.

'Eğer bunu yapamazsanız ki aslâ yapamayacaksınız yakıtı insanlar ve taş olan, kâfirler için hazırlanmış Ce-hennem ateşinden sakının.'

Kur'ân daha bunun gibi âyetlerle müşriklere meydan okudu. En küçük bir sûrenin benzerini getirmeye dâvet etti. Damarlarına şiddetle vurdu. Gururlarını dehşetli ve şiddetli bir şekilde kırdı. Çok güvendikleri akıllarını aşağıladı.
Müşrikler, eğer bütün güçlerini ortaya koydukları hal-de tek bir sûrenin benzerini getirebilmiş olsalardı, şeref ve haysiyetlerini Kur'ân'ın pek ağır hakaretleri altında ezilmekten kurtaracaklar ve savaşmak zorunda da kalmaya-caklardı.

Halbuki onlar bir sûrenin benzerini getirip kurtulmak yerine, mallarını, canlarını, çoluk çocuklarını, yurtlarını, yuvalarını tehlikeye atan ve ellerinden çıkaran savaş yolunu tercih ettiler. Zaten buna da mecbur kalmışlardı.

Bediüzzaman'ın ifadesiyle, 'Muâraza-i bi'l-huruf mümkün değildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bi's-süyûfa mecbur oldular.' Yani sözle karşılık veremediler, kılıca sarılmaya mecbur oldular.

Çünkü müşrik oldukları halde edipleri ve şairleri, belâğatı karşısında secdeye götüren Kur'ân'ın bir tek sû-resine benzer bir sûre getirmeye güçleri yetmedi. Kısacası, ya iman edecekler veya haysiyetlerini feda edeceklerdi. İman edenler kurtuluşa erdi, etmeyenlerin ise şeref ve haysiyetleri ayaklar altında kaldı.
Zaten, Cenâb-ı Hakkın onlardan bir sûrenin benzerini getirmelerini istemesi, böyle bir şeyi yapabilecek güçte oldukları için değil, bundan âciz olduklarını göstermek içindi.

Evet, Kur'ân sadece müşriklere değil, onlar gibi düşünen herkese açıkça meydan okuyordu. 1400 küsur senedir hiç kimsenin Kur'ân'ın en küçük bir sûresinin benzerini de getirmeye güçleri yetmemiştir. Kıyamete kadar da yetmeyecektir. Buna teşebbüs edenler gülünç duruma düşmekten ve maskara olmaktan kendilerini alamamışlardır.
8- Sözler, s. 342.
9- Buhari, Fedâilü'l-Kur'ân: 1
10- Hûd Sûresi, 13-14
11- Bakara Sûresi, 23-24