Fatiha sûresinin birçok ismi vardır. Mesela:

Ümmü’l- Kur’an: Çünkü Fatiha Kur’anın başında yer alır, bu açıdan bu sûre Kur’anın aslı ve kaynağıdır. Bundan dolayı ona “Esas” da denilir.
Fatihaya “esas” denilmesi, Kur’anın temel maksatları olan Allaha sena, O’nun emri ve nehyi ile ibadet, vaad ve vaîdini içine alması yönüyle de değerlendirilebilir.
Keza Fatiha sûresi nazarî (teorik) hikmetleri, amelî (pratik) hükümleri ihtiva etmesi itibarı ile de bir “esas”tır. Bunları bilmek, doğru yolda gitmeyi, iyi insanların mertebelerine ve kötü insanların akibetlerine muttali olmayınetice verir. Bundan dolayı Fatiha sûresinin bir adı “Kenz”, bir başka adı “Kâfiye”, diğeri de “Vâfiye”dir. Yani bu sûre bir hazinedir, insanların ihtiyacı olan esaslara kâfi ve vâfidir.
Fatiha sûresi hamd, şükür ve dua sûresidir.
O, “Şafiye”dir, yani şifa verir. Hz. Peygamber şöyle buyurur:
“O, her derde devadır.”
Fatiha sûresi “Seb’u’l-Mesanî”dir.1 Çünkü ittifakla, ayetlerinin sayısı yedidir. Ancak bazı âlimler baştaki besmeleyi de Fatihadan sayar, bu durumda
“En’amte aleyhim” müstakil ayet sayılmaz. Besmelenin Fatihaya dâhil olmadığını söyleyen âlimler ise, o kısmı da müstakil ayet kabul ederler.
Fatiha sûresi, namazın her rekâtında okunur, bu da ona “Sebu’l-mesanî” denilmesi sebeplerindendir.
Şayet rivayet doğruysa, Fatiha sûresi iki defa nazil olmuştur.
1-Biri, namaz farz kılındığında Mekkede,
2-Diğeri de kıble Ka’beye çevrildiğinde Medine’de.
Ancak “Andolsun ki, biz sana seb’ul- mesani’yi (tekrarlanan yediyi) verdik.” (Hicr, 87) ayeti sebebiyle Mekkî sûrelerden olduğu anlaşılmaktadır, yani en azından Mekkî olduğu nass ile sabittir.
1- ِبِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ “Rahmân - Rahîm olan Allah’ın adıyla.”
Besmele, Fatihaya dâhildir. Her sûrenin başında yer alan besmele de, o sûreden sayılır.2 Mekke ve Kufenin kurra’ları ve fakihleri bu görüştedirler. İbnu Mübarek ve İmam Şafiî de meseleye böyle bakar. Medine, Basra ve Şam’ın kura ve fakihleri, İmam Malik ve İmam Evzaî de böyle kabul eder.
Ebu Hanife’den bu konuda bir beyan yoktur. Bundan hareketle Besmelenin sûreye dâhil edilmediği görüşünde olduğu zannedilmiştir.
Muhammed İbnu Hasan’a bu konuda sorulduğunda şöyle cevap vermiştir:
“Mushaf’ın iki kapağı arasında yer alanların hepsi kelâmullahtır.”
Bu görüşü destekleyen çok hadisler vardır. Bunlardan biri Hz. Ebu Hureyreden gelen şu rivayettir:
“Hz. Peygamber (asm) Fatiha sûresini okudu. Okurken besmeleyi de söyledi.”
Her sûre başındaki Besmelenin o sûreye dâhil bir ayet olduğu kabul edildiğinde, besmelenin tek başına ayet olması veya sonrasındaki ayetle beraber sayılması konusunda da ihtilaf söz konusudur. Ama, her hâl ü kârda mushafın içinde yer alanların tamamının Allahın kelâmı olduğunda icma’ vardır.
Fatihadan sonra söylenen (Âmin) ifadesi Fatiha’ya dâhil olmadığından, ümmet bu lafzı Kur’ana yazmamaktadır. Kur’andan olmayanı Kur’ana yazmamakta bu hassasiyeti gösteren ümmetin, Besmeleyi ittifakla sûre başlarına yazması, onun Kur’andan olduğunu göstermektedir.
“Allahın adıyla” derken mukadder bir cümle vardır: Yani, “Allahın adıyla okurum” demektir. Çünkü, besmeleden sonra gelen kısım, okunmaktadır.
Keza, her hangi bir işi yapan kimse besmele çektiğinde “Allahın adıyla şu işime başlarım” demiş olur.3
Kural olarak, önem verilen şey önce söylenir. Bu durumda Allah adının öne alınarak işe başlanması O’nun adıyla yapılan işin önemine dikkat çeker.
“Onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah’ın adıyladır.” (Hûd, 41) ve bu sûrede yer alan “Sadece Sana ibadet ederiz” denilmesinde de benzeri bir incelik vardır.4
Bu şekilde Allah adının öne alınarak Besmele çekilmesi, Allahın şanını tazime daha münasiptir. Çünkü herhangi bir fiil Allahın adıyla başlanmadığında şer’an tamam sayılmaz ve bir kıymet ifade etmez Hz. Peygamber şöyle bildirir:
“Allah adıyla başlanmayan her iş, ebterdir.” Yani, sonu iyi gelmez, bir hayır getirmez.
Besmeledeki ِب (ba) harfinin musahabe için olduğu da ifade edilmiştir.5
Besmele ile başlamak, “Allahın ismini teberrük olarak okumaya başlıyorum” manasını da ifade eder. Besmeleden, ta Fatiha sûresinin sonuna kadar, kulların dilleri ile Allahın adıyla nasıl teberrükte bulunulacağını, O’nun nimetlerine nasıl hamdedileceğini, O’nun lütfundan nasıl isteneceğini göstermektedir.
اسْمِ İsim kelimesi yükseklik ifade eden “sümüvv” kelimesinden gelir. Çünkü söylenen isim, ismin müsemmasını gösterir ve onun bir alâmeti olur.
Eğer isim ile lafız murat edilirse, bu isim müsemmanın ***rı olur. Çünkü birbirinden kopuk seslerden meydana gelir. Milletlere ve asırlara göre farklılık arzeder. Bazen müteaddid olur, bazen ise ittihad eder. Müsemma ise böyle değildir.
Ama isimden bir şeyin zâtı kastedilirse, isim ile müsemma aynı şey olur. Lakin bu manada kullanımı meşhur değildir.
Kur’andaki,
-“Celal ve ikram sahibi Rabbinin ismi yücedir.” (Rahmân, 78)
-“Rabb-i Âlâ’nın (Yüce Rabbinin) ismini tesbih et.” (Â’lâ 1) ayetlerinde geçen isimlerden, lafız murat edilmiştir. Çünkü Cenab-ı Hakkın zât ve sıfatlarının noksanlardan tenzihi vacip olduğu gibi, zâtına delalet için ko nulan isimlerinin de çirkin hallerden ve edebe aykırı durumlardan tenzihi de vaciptir.
Ebu Hasen El-Eşarî’nin de katıldığı şekliyle, eğer isimden murat sıfat ise, Eş’ariye göre isim de sıfat gibi üçe ayrılır:
1-Bir kısım isim, müsemma ile aynıdır.
2-Bir kısmı, müsemmadan ayrıdır.
3-Bir kısmı da müsemmanın ne aynı, ne de ***rıdır.
“Allah ile…” demeyip “Allahın adıyla” denilmesi, teberrük ve yardım istemenin ancak Allahın adının zikriyle olmasındandır.
Veya bu yemin ile teyemmün arasındaki ayırım içindir.6
“Bismillah” derken elifin yazılmayışı, çokça kullanılması sebebiyledir. Ona bedel olmak üzere, hat olarak ِب (ba) harfi biraz uzun yazılmaktadır.
َِّهللا “Allah” lafza-i celâlinin aslı, ilahdır. Hemze hazfedilmiş ve ona bedel olarak elif-lâm gelmiştir. Bundan dolayı “Ya Allah” derken geçiş yapılmaz hemzeli okunur.
“Allah” lafza-i celâli, mabud-u bilhak olan Allah için kullanılır, “ilah” ise hak ve batıl bütün ilahlar için kullanılabilir. Ancak zamanla Allah için kullanılması galip olmuştur.
Allah lafza-i celâli, “e-le-he” kökünden gelir. Bu ise, ibadet, hayret, sükûnet, sığınmak gibi anlamlar taşır.
Evet, Allahu Teâlâ gerçek mabuddur. Akıllar O’nun marifetinde hayrette
kalır. Kalpler O’nun zikriyle mutmain olur. Ruhlar, O’nun marifetiyle sükûnet bulur. Dehşet içinde kalanlar O’na sığınırlar.
“Allah” lafza-i celâlinin “lâhe” kökünden geldiğini söyleyenler de vardır.
Bu kelime, perdelenmeyi ifade eder. Allahu Teâlâ da gözlerin O’nu idrak etmesinden perdelidir.
“Allah” lafza-i celâli, bu tarzda müştak bir kelime olabileceği gibi, doğrudan doğruya Allahın zâtına mahsus bir alem, yani özel isim olması da mümkündür. Çünkü Allahın sıfatlarının kendisine dayandırılacağı bir isim lazımdır.7
Eğer “Allah” lafza-i celâli bir vasıf olsaydı, başkaları da o vasıfta müşterek olabileceğinden “La ilahe illallah” dediğimizde tam bir tevhidi ifade etmezdi.
En zahir olarak görülen o ki, aslında “Allah” lafza-i celâli vasıftır. Lakin başkası için kullanılmayıp münhasıran Allah için kullanılması galip olunca, alem (özel isim) gibi olmuştur.
الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ Er-Rahmân – Er-Rahîm, r-h-m kökünden gelen iki isim olup, “ziyadesiyle rahmet eden” manasını ifade ederler.
Rahmet, lügatte rikkat-i kalp manasını taşır. Yani, birisine acıyıp ona ikram etmeyi anlatır. Rahim kelimesi de aynı kökten gelir. Rahimde olana şefkat gösterilmesi gibi, bu iki isim ilâhî rahmeti anlatır.
Allahın isimleri, bu isimlerin nihayeti olan fiilleri itibariyle düşünülmesi uygun olur, yoksa fiilden etkilenme (infial) tarzında başlangıç yönünden ele alınmaması lazımdır.
Rahmân ismi, Rahîmden daha ziyade bir rahmeti ifade eder. Çünkü, aynı kökten gelen iki kelimeden biri diğerinden daha fazla harfle gelirse, o özellikte daha ziyade oluşu gösterir. Bu ziyadelik ise, bazen kemiyet (sayıca çokluk) bazen da keyfiyet, yani kalite itibariyle olabilir.
Mesela “Ey dünyanın Rahmânı, ey ahiretin Rahimi” denilir. Çünkü Allahın rahmeti şu dünyada mü’min ve kâfire umumîdir. Ama ahirette ilâhî rahmet özellikle mü’minler hakkındadır.
Kemiyet ve keyfiyet yönünden baktığımızda ise, “Ey dünya ve ahiretin Rahmânı” “Ey dünyanın Rahîmî” ifadelerini ele alalım. Çünkü ahiret nimetlerinin tamamı büyük nimetlerdir. Dünyevî nimetlerde ise, hem büyük olanlar, hem de küçük olanlar vardır.
Normalde küçükten büyüğe doğru gitmek bir esas iken, önce büyük nimetlere
delâlet eden “Rahmân” isminin, sonra ise daha küçük nimetlere delalet eden “Rahîm” isminin gelmesine de şu açılardan bakılabilir:
Dünyadaki rahmet, ahiretteki rahmetten önce gelmektedir.
Rahmân ismi başkası için kullanılmadığından sanki alem (özel isim) gibi olmuştur, bundan dolayı Rahîm isminden önce gelmiştir. Çünkü Rahmân, “son derece merhamet sahibi Mün’im-i hakîkî” manasındadır. Bu ise Allahtan başkası için kullanılamaz. Çünkü Allahın dışında her şey lütufta bulunurken, nimet verirken ya büyük bir karşılık, ya bir medh ü sena bekler.
Ayrıca, Rahmân ismi büyük nimetlere delalet ettiği için, Rahîm ismi de bunlar dışındaki diğer nimetlere delalet eder, böylece Rahmân ismi için bir tetimme gibi olur, onun manasını tamamlar.
Rahmân ve Rahim isimlerinin besmelede yer alması arif insanın bütün işlerde kendisinden yardım istenilmeye layık olan Zâtın hem şimdiki, hem gelecekteki, hem büyük, hem de küçük bütün nimetlerin sahibinin gerçek mabud olduğunu bilmesi ve her şey ile O’na yönelmesi, O’nun tevfik ipine sımsıkı yapışması, kalbinin derinliklerini O’nun zikriyle meşgul edip başkasından uzaklaştırması içindir.
2- َالْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ “Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.”
Hamd, nimet veya nimetin ***rı güzel şeylere mukabil senada bulunmaktır. Medih ise, mutlak olarak güzele senada bulunmaktır. Mesela, “Zeyd’e ilim ve keremine mukabil hamdettim” dersin. Ama “Zeyde güzelliğinden dolayı hamdettim” demezsin, bunun yerine “güzelliğinden dolayı onu medhettim” dersin. Hamd ve medhin, birbiriyle kardeş olduğu da söylenir.
Şükür ise, nimete söz, amel veya itikatla mukabelede bulunmaktır. Şükür, bu cihetle hamd ve medihten daha genel, bir başka cihetle ise daha özeldir.
Hz. Peygamber şöyle der:
“Hamd, şükrün başıdır. O’na hamdetmeyen, O’na şükretmiş sayılmaz.”
Hamdin zıddı zem (kötülemek – ayıplamak), şükrün zıddı ise küfran, (nankörlüktür.)
Fatiha sûresinin başındaki hamd kelimesinin elif-lamlı “El-hamd” şeklinde gelmesi hamd cinsini ifade etmek içindir.
Veya istiğrak içindir, yani her türlü hamdi ifade etmek içindir. Çünkü her türlü hamd, ancak O’na mahsustur. Allahu Teâlâ şöyle buyurur: “Size gelen her nimet Allah’tandır.” (Nahl, 53)
Demek ki doğrudan veya dolaylı ne kadar hayır varsa, hepsi O’ndandır. Bunda, Cenab-ı Hakkın hayat, ilim, irade, kudret sahibi olduğunu hissettirmek vardır. Çünkü bunlara sahip olmayan birisi hamde layık olamaz.
Rab, asıl olarak “terbiye” anlamında masdardır. Terbiye ise bir şeyi tedricen, peyderpey kemâline ulaştırmaktır. Sonra bu kelime, “ziyadesiyle terbiye eden” anlamında Allah için kullanılmıştır. Allah için “Adil” yerine “Adl” denilmesi de bu tarzdadır. Adl, “son derece adalet sahibi” anlamına gelir.
“Rab” ismi mutlak olarak başkasına nispet edilmez. Ancak Yusuf sûresinde “Rabbine git” ifadesinde olduğu gibi kayıtlı olarak nispet edilmesi mümkündür. (Yusuf, 50)8
Âlem, “kendisiyle başkasının bilindiği şey” anlamında olup, Sani’in (yüce sanatkâr olan Allahın) kendisiyle bilindiği, ona alâmet olan şey anlamındadır.
Allahın dışındaki her şey, bütün cevher ve araz olanları içine alır. Bunların her biri olması ve olmaması caiz şeylerdir. Var olmalarında vücudu vacip (zorunlu) bir müessire muhtaçtırlar.
“Âlem” kelimesinin çoğul gelmesi, âlem ünvanı altında yer alan çeşitli cinsleri içine alması içindir.
Âlem kelimesinin akıl sahipleri için kullanılan sığa ile çoğul yapılması, tağlip yoluyladır.9
Âlem kelimesinin melek, ins ve cinden ilim sahipleri için bir isim olduğu da söylenmiştir. Bu kelimenin bunlar dışındakiler için kullanılması, onlara tabi kılınmaları yoluyla yapılmıştır.
Bazı zâtlar da, âlemlerden muradın insanlar olduğunu söyler. Çünkü her bir insan müstakil bir âlemdir. Büyük âlem Allahı tanıttığı gibi, büyük âlemde olan cevherleri ve arazları müştemil olan insan da Allahı tanıttırır.
Bundan dolayı yüce Allah her ikisine tefekkürle bakmayı müsavî kılarak şöyle bildirdi:
“Arzda yakîn sahipleri için nice ayetler vardır. Kendi nefislerinizde de. Hâlâ görmez misiniz?” (Zariyat, 21)
“Âlemlerin Rabbi” ifadesinde, varlığı ve yokluğu eşit olan şu varlıkların (mümkinatın) yoktan yaratılmada bir yaratıcıya ihtiyaçları olduğu gibi, varlığı devam ettirmede de bir Rabbe muhtaç olduklarına delil vardır.
3- ِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ “O, Rahmân – Rahim’dir.”
Besmelede bu iki isim geçmekle beraber burada da tekrar edilmesi, zikredeceğimiz
bir durumun illetini beyan etmek içindir.
4- ِ مَلِكِ يَوْمِ الدِّينِ “O, din gününün mâlikidir.”
Ayetteki “Mâlik” ifadesi, hem “Mâlik” hem de “Melik” şeklinde okunmuştur. Asım, Kisaî ve Ya’kub kıraatinde “Mâlik” şeklinde okunur. “O gün, kimse kimseye fayda veremez. O gün emir yalnız Allah’ındır.” (İnfitar, 19) ayeti de bu kıraati te’yid etmektedir.
Diğer kıraat imamları ise “Melik” olarak okunmuşlardır, tercihe şayan olan da budur. Çünkü Mekke ve Medine (Haremeyn) kıratı de böyledir.
“Bugün mülk (hükümranlık) kimindir? Vahid – Kahhar olan Allah’ındır.” (Mü’min, 16) ayeti de bu okuyuşu destekler. Ayrıca, “Melik” ifadesinde tazim (büyüklük ifade etmek) vardır.
“Mâlik”, mülk kelimesinden gelir, “sahip olunan şeylerde tasarrufta bulunan” demektir. “Melik” ise, milk kelimesinden gelir,” emir verilenlerde emrederek ve yasaklayarak tasarrufta bulunan” anlamına gelir.
“Din günü”, amellerin karşılığının verileceği gündür. “Ne yaparsan karşılığını görürsün” anlamına gelen deyimdeki “din” kelimesi de bu manayı teyit eder.
Ayetteki “din” ifadesinin “şerîat” “itaat” anlamına geldiği de nazara verilmiştir. Bu durumda “din günü” ifadesi “dinin karşılığının verildiği gün” anlamına gelir.
“Din gününün mâliki” ifadesi, o günde emir verme yetkisinin sırf Allah’ta olmasını anlatır.10
Onun Rab olarak âlemleri icad etmesi, zâhir ve batında hem bu günlerinde hem de geleceklerinde onlara nimet vermesi, sevap ve ceza gününde onların işlerine mâlik olmasından dolayı bu vasıfların Allahu Teâlâ hakkında cari kılınması, gerçek anlamda hamde layık olanın O olduğuna, başkasının böyle bir hamde liyakati söz konusu olamayacağına delalet etmek içindir.
Çünkü hükmün sıfat üzerine terettüp ettirilmesi, onun illetini de hissettirir.
Ayrıca, mefhum-u muhalif ile de, bu sıfatlarla muttasıf olmayan birinin, değil ibadet edilmeye, hamdedilmeye bile layık olamayacağını hissettirmek içindir.
Böyle olunca, her bir vasıf, kendinden sonrakine bir delil gibi olur. Bu durumda birinci vasıf olan “Âlemlerin Rabbi”, hamdi icab edenin ne olduğunu beyan içindir. O da, âlemleri yoktan var etmesi ve terbiye ile onların vücutlarını devam ettirmesidir.
İkinci ve üçüncü vasıflar olan Rahmân ve Rahim isimleri, Allahın rahmetiyle lütufta bulunduğuna, o rahmetini tecellide tamamen hür olduğuna delâlet etmek içindir. Yani, bu ilâhî rahmetin O’nun zâtından dolayı vacip oluşu veya üzerine bir vazife oluşu söz konusu değildir.
Dördüncü vasıf olan “din gününün mâliki”, hamdin O’na tahsisini anlatır.11
Bu ifade, hamd edenlere bir vaadi, hamdden yüz çevirenlere de bir tehdidi tazammun eder.
5- ُ إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ “Sadece Sana ibadet ederiz ve sadece Senden yardım dileriz.”
Allahu Teâlâ önce hamde layık olanı zikretti, O’nu başkalarından ayıran büyük sıfatlarla vasfetti. Allahu Teâlâ, bir derece belirli bir şekilde bilindi, ardından “ey böyle böyle olan Zât, ibadeti ve yardım dilemeyi Sana tahsis ederiz, yalnızca Sana ibadet eder, sadece Senden yardım dileriz” şeklinde hitap yolunu gösterdi.
Bu şekilde hitapta bürhan makamından ayan makamına bir yükseliş, ***betten şuhuda bir intikal vardır. Sanki tasarruflarıyla ilmen bilinen Zât (yüce Allah) bu şekilde gözle görülür hâle gelmiş; aklen bilinen müşahede edilir olmuş; gıyabî olan göz önünde hâzır duruma yükselmiştir.
Kelâmın evvelinde “sadece sana ibadet ederiz…” kısmına gelinceye kadar, ârîf insanın zikir fikir ve Allahın isimlerinde teemmülde bulunması, O’nun nimetlerine nazar etmesi O’nun san’at harikalarıyla Sâniin azametine, saltanatının haşmetine istidlâlde bulunması vardır. Ama ardından doğrudan Allaha seslenmekte bu zikir, fikir ve teemmülün neticesi olarak O’nun vusul deryasına dalmak, müşahede ehlinden olmak, böylece ayanen O’nu görmek, şifahen O’na münacatta bulunmak söz konusudur.
Allahım, bizi Zâtına vasıl olanlardan kıl. Sadece eseri dinleyenlerden eyleme.(Amin)
Arabların belağatteki âdetlerinden biri de kelamda tefennün, yani çeşitlilik ve bir üslûbtan başka bir üslûba yönelmektir. Bunda muhatabı dinç ve dinamik tutmak vardır. Mesela, birisine hitap ederken ardından ondan gıyaben bahsedilir veya gıyaben bahsedilen birine birden hitap edilir. Veya burada denilenin tersi de yapılır. Mesela ayette şöyle geçer:
“Sizi karada ve denizde gezdirip dolaştıran O’dur. Gemide bulunduğunuzda, hoş bir rüzgâr onları alıp götürerek tam keyiflendikleri bir sırada, gemiye şiddetli bir fırtına gelir çatar ve her taraftan onlara dalga gelmeye başlar” (Yunus, 22)12
Bir başka ayette ise şöyle anlatılır:
“Ve Allah rüzgârları gönderdi de, derken rüzgârlar bir bulutu harekete geçirir. Derken biz onu (bulutu) ölü bir beldeye sevk ettik. Böylece onunla ölümünden sonra yeryüzüne hayat verdik.” (Fatır, 9)13
İbadet, hudu’ ve tezellülün nihayet mertebesidir. Bundan dolayı Allaha boyun eğmek manasında kullanılır, başkaları için ibadet kelimesi kullanılmaz.
İstiane, yardım istemektir. İstenen bu yardım ya zaruridir, yani “olmazsa olmaz” türdendir veya zarurî değildir.
Zarurî olan yardım, o işi yapan kimsenin iktidarı, onu tasavvur etmesi, o işi yapmak için gerekli âlet ve iş yapacağı maddenin olması gibi gerekli şartlardır.14 Bunların hepsi beraber olduğunda kişi bu işi yapabilmekle vasfedilir.
Ve fiille mükellef olması sahih olur. Zaruri olmayan yardım ise, fiili kolaylaştıran şeylerdir. Mesela, bir yere yürüyerek gidebilecek birine, binek verilmesi onun işini kolaylaştırır. Zarurî olmayan bu tür yardım, mükellef olmak için şart değildir.
Ayette istenilen yardım, yardımın her türlüsünü içine alır. “İbadetleri yerine getirmek için Allahtan yardım istemektir” şeklinde değerlendirenler de olmuştur.
“Sadece Sana ibadet ederiz ve sadece Senden yardım isteriz” derken, burada geçen her iki çoğul zamir, Fatihayı okuyan kimse ve onunla beraber olan meleklerdir, keza cemaat namazında bulunan diğer kimseler de bu çoğul zamire dâhildirler. Hatta bütün tevhid ehli böyle demektedirler.
Namaz kılan kişi, ibadetini onların ibadetleri arasına dercederek ve ihtiyacını onların ihtiyaçları arasına katarak onların bereketi ile kendi ibadetinin de kabul edilmesini, duasına cevap verilmesini ümit etmektedir. Cemaatle namaz kılmanın emredilmesi de zaten bu noktadandır.
إِيَّاكَ نَعْبُدُ Sana ibadet ederiz, Senden yardım dileriz” demek yerine “sadece” denilmesi, Allahı tazim içindir, sırf O’na ibadet yapmaya ve yardımı sırf O’ndan istemeye ihtimama işaret eder. İbnu Abbas şöyle der:
“Bunun manası, “Allahım Sana ibadet ederiz, Senden başkasına tapmayız.” Önce ibadeti söylemek, talepte bulunmadan önce yapılması gerekeni gösterir.15
Burada, ibadet eden kimsenin evvelen ve bizzat nazarını Mabud’a çevirmesi gerektiğine bir tenbih vardır.
Mabuddan ise ibadete yönelmelidir. İbadete yönelmesi ise, kendisinden sadır olan bir ibadet olarak değil, kendisiyle Cenab-ı Hak arasında şerefli bir nisbet ve yüksek bir vuslat olması cihetiyle yapılmalıdır. Arif olan kişinin Allaha vasıl olması, ancak O yüceler yücesini mülahazada müsteğrak olmasıyla, O’nun dışında olanların ise, nazarında kaybolmasıyla gerçekleşir.
Öyle ki, kendini her bir hâlini sırf Allah için nazara almalı, O’na intisap açısından değerlendirmelidir. Bundan dolayıdır ki, Cenab-ı Hakkın Habibullah olan Hz. Peygamberle alakalı hikâye ettiği, “Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir.” (Tevbe 40) ifadesi, Kelimullah olan Hz. Musa’yla alakalı anlattığı “Rabbim şüphesiz benimledir.” (Şuara, 62) ifadesinden daha üstündür.
إِيَّاكَ İyyake” deki zamirin tekrarı, kendisinden yardım istenenin ancak Allah olduğunu, başkası olmadığını bildirmek içindir.
İbadetin yardımdan önce ifade edilmesi, hem ayet sonlarının uyumu açısındandır, hem de vesilenin ihtiyaçtan önce takdim edilmesinin, o ihtiyacın daha iyi ve süratli görülmesine yol açtığını bildirmek içindir.
Derim ki: Fatihayı okuyan kişi ibadeti kendi nefsine nisbet edince, bundan kendini beğenmek ve kendine güvenmek vehmi hatıra gelebilir. Bundan dolayı hemen peşinde “sadece senden yardım isteriz” ifadesi geldi, ta ki ibadetin de ancak Allahın yardımıyla ve tevfikiyle olduğu bilinsin. Ayetteki vav harfinin hâl ifade ettiğini söyleyenler de olmuştur. Yani, “Senden yardım isteyen kimseler olarak Sana ibadet ederiz.”
6- اهدِنَا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ “Bizi sırat-ı müstakime hidayet et.”
Ayetin bu kısmı, istenen yardımı beyan eder. Sanki Allahu Teâlâ “Size nasıl yardım edeyim?” demiş, cevap olarak da “Allahım, bize hidayet et” denilmiştir.
Hidayet, lütuf ile yol göstermektir. Bundan dolayı hep hayırda kullanılır.
Ama zalimler hakkında, “Sonra da hidayet edin (sevk edin) onları cehennem sıratına.” (Saffat, 23) ayetinde geçen hidayet kelimesi, tehekküm üslûbu ile gelmiştir.16
Allahın hidayeti, sayısız şekillerde kendini gösterir. “O, istediğiniz her şeyden size verdi. Eğer Allah’ın nîmetini sayacak olsanız, sayıp bitiremezsiniz.” (İbrahim, 34) Lakin, başlıca birbirine terettüp eden şu şekillerdegörülür:
1-Kişinin, kendi maslahatlarını takip edebileceği kuvveler vermek. İnsana
verilen akıl, zahirî ve batınî duyular gibi.
2-Hak ile batılı, salah ile fesadı birbirinden ayıran deliller ortaya koymak sûretiyle. “Ve ona iki yolu gösterdik.” (Beled, 10) ve “Semûd kavmine gelince, onlara doğru yolu göstermiştik. Ama onlar körlüğü hidayete tercih ettiler.” (Fussılet, 17) ayetleri buna birer misaldir.
3-İrsal-i rusul ve inzal-i kütüp, yani peygamberler göndermek ve kitaplar indirmek yoluyla. “Onları (peygamberleri) bizim emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık.” (Enbiya 73) ve “Şüphesiz ki bu Kur’ân, insanları en doğru yola iletir.” (İsra, 9) ayetlerinde anlatıldığı gibi.
4-Allahın insanların kalplerine sırları açması ve eşyayı gerçekte olduğu gibi onlara göstermesidir. Bu da vahiy, ilham ve sadık rüyalarla olur. Bu tarz hidayet, özellikle enbiya ve evliya içindir. “İşte bunlar, Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir.” (En’am, 90) ve “Uğrumuzda cihad edenleri mutlaka yollarımıza sevk edeceğiz.” (Ankebut, 69) ayetleri bu manayı gösterir.
Fatihayı okuyan kimseler, hidayete ermiş olmalarına rağmen Allahtan hidayet istemeleri
-Ya daha ziyade hidayet istemektir.
-Veya hidayette sebatı talep etmektir.
-Veya hidayete terettüp eden mertebeleri elde etmeyi istemektir. Mesela, Allaha vasıl bir arif hidayeti istediğinde “ya Rabbi, Sende seyr yoluna bizi irşad et, ta ki beşeri hâllerimizin karanlıklarını bizden yok et, böylece Senin mukaddes nurun ile aydınlanalım, Senin nurun ile Seni görelim.” Emir ve dua sığaları, lafzen ve manen ortaktırlar. Ama üstten aşağıya ve aşağıdan üste olmalarına göre farklılık arz ederler.17
Sırat-ı müstakim’den murat, hak yoldur. İslâm dini olduğu da söylenmiştir.
7- ْصِرَاطَ الَّذِينَ أَنعَمتَ عَلَيهِمْ “Nimet verdiklerinin yoluna.”
Bu, önceki ifadeden tümüyle bedeldir. Bunun ifade ettiği mana, Müslümanların
yolunun dosdoğru olduğunu en kuvvetli ve beliğ bir şekilde te’kid etmek, ortaya koymaktır. Çünkü ayetin bu kısmı, sırat-ı müstakimi tefsir ve beyan gibi kılındı. Yani sırat-ı müstakimin mü’minlerin yolu olması
***et açıktır, kapalı bir noktası yoktur.
Kendilerine nimet verilenlerden muradın peygamberler, özellikle peygamber
efendimiz ve ashabı olduğu da söylenmiştir. Tahrif ve neshden önce Hz. Musa ve Hz. İsa’nın ashabı şeklinde açıklayanlar olmuştur.
Ayette geçen “in’am”, nimet vermek demektir. Asıl olarak bu kelime, insanın lezzet aldığı hâl anlamındadır, insanın lezzet aldığı nimetler için kullanılmıştır.
Allahın nimetleri “Allah’ın nimetini saymak isteseniz sayamazsınız!”
(İbrahim, 34) ayetinin ifade ettiği gibi, her ne kadar sayısız ise de, başlıca
iki cinse münhasırdır:
1-Dünyevî nimetler,
2-Uhrevî nimetler.
Dünyevî nimetler de iki kısımdır:
1-Vehbî nimetler,
2-Kesbî nimetler.
Vehbî de iki kısımdır:
1-İnsana ruh üflenmesi, akılla ve ona tâbi fehim, fikir ve nazar gibi kuvvelerle
ruhun aydınlatılması gibi ruhanî nimetler.
2-İnsana beden ve o bedende yerleşen kuvveler verilmesi, bunların sağlıklı
olması ve azaların eksiksiz yaratılması gibi cismanî nimetler.
Kesbî olan nimetler ise, rezil hâllerden nefsi arıtmak, onu güzel ahlâk ve faziletli melekelerle donatmak, bedeni fıtrî durumlar ve güzel zînetlerle süslemek, makam ve mal elde etmek gibi durumlardır.
Uhrevî nimetler ise, kişinin günahlarının bağışlanması, Allahın ondan râzı olması, sonsuz hayat boyunca en yüksek derecelere (alây-ı illiyyine) mazhar kılmasıdır.
“Allahım, bizi nimet verdiklerinin yoluna ilet” diye dua ederken, bundan murat işte bu son kısımdır ve buna ulaşmaya vesile olacak şeylerdir.
Yoksa bunun dışındakilerde mü’min ve kâfir müşterektir.
غَيرِ المَغضُوبِ عَلَيهِمْ “O gadap edilenlerin yoluna değil.”
وَلاَ الضَّالِّينَ “Dalalette olanların yoluna da değil.”
Ayetin bu kısmı, önceki ayette nimet verilenlerden bedeldir. Yani, onlar Allahın özel nimetlerine mazhar oldukları gibi, O’nun gadabından ve dalaletten sâlim kalmış kimselerdir.
Veya bu ifade, kendisine nimet verilenleri beyan eden veya kayıtlayan bir sıfattır.
Gadap, nefsin öfke hâlidir ve intikam almak istemesidir. Gadap Allaha nisbet edildiğinde, daha önce de nazara verildiği gibi, bunun nihayeti, yani cezalandırması murat edilir.
Dalalet, kasden veya hata ile doğru yoldan sapmaktır. Dalaletin çok türleri vardır. En aşağısı ile en yukarısı arasındaki farklılık çok ziyadedir.
“Onlar, Allah’ın lânetlediği ve gazabına uğrattığı, içlerinden bir kısmını maymunlar ve domuzlar kıldığı kimseler ve bir de tağuta ibadet edenlerdir.” (Maide, 60) ayetinin de işaret ettiği şekilde, “gadap edilenlerden
murat Yahudilerdir” ve “De ki: Ey ehl-i Kitap! Hakkın dışına çıkarak dininizde aşırı gitmeyin. Daha önce sapmış, birçoklarını da saptırmış bir kavmin hevâlarına uymayın. Onlar, doğru yoldan sapmış kimselerdir.” (Maide, 77) ayetinden hareketle “dalalette olanlardan murat Hristiyanlardır” denilmiştir.
Bu, Hz. Peygamberden de rivayet edilmektedir. Şöyle denilmesi uygun olur: “Gadap edilenler” Allahın emirlerine karşı gelenler, “dalalette olanlar” ise, Allahı bilmeyenlerdir. Çünkü, ilâhî nimete mazhar olan kişi, Cenab-ı Hakkın marifetini elde etmeyi ve hayırlı
amelde muveffakiyeti cem eden kimsedir. Buna mukabil olan durum ise, bu aklî ve amelî kuvvetlerden birini kaybetmektir.
Amelde problemi olan kimse fasıktır, Allahın gadabına maruz kalır. Cenab-ı Hak, kasten öldüren kimse hakkında “Allah ona gadab etmiştir.” demiştir. (Nisa, 93)
Aklını kullanmayan kimse ise cahildir, dalalettedir, Cenab-ı Hak şöyle buyurur: “Artık haktan sonra dalaletten başka ne vardır?” (Yunus 32)
“Amin” ifadesi, “Allahım, kabul et” anlamındadır. Âlimlerin ittifak ettiği üzere, “Âmin” ifadesi Kur’andan değildir. Lakin sûreyi onunla bitirmek sünnettir. Hz. Peygamber şöyle der:
“Fatihayı bitirdiğimde “Âmin” demeyi Cebrail bana öğretti ve dedi ki: O, yazı üzerine vurulmuş mühür gibidir.”
Hz. Ali, “Âmin”le ilgili şöyle der:
“Âmin”, âlemlerin Rabbinin mührüdür. Kulunun duasını onunla mühürlemiştir.”
İmam, cemaate namaz kıldırdığında “Âmin”i cehrî olarak söyler. Vail b. Hacerden şöyle rivayet edilir: “Hz. Peygamber Fatihayı bitirdiğinde yüksek sesle “Âmin” dedi.”
Ebu hanifeye göre ise, imam “Âmin”i gizli olarak söyler, cemaat de gizli olarak söyler. Abdullah B. Mağfil ve Enesten şöyle rivayet edilir:
“İmam Fatihayı bitirdiğinde “Âmin” deyiniz. Çünkü melekler de “Âmin” derler. Kim, melekler “Âmin” derken bunu söylerse, geçmiş günahları affolur.”
Ebu Hüreyreden rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber Übey b. Kâ’ba şöyle der:
“Sana Tevratta, İncilde ve Kur’anda misli indirilmemiş bir sûreyi haber vereyim mi?”
Übey dedi: “Ver, ya Rasulallah.”
Peygamber şöyle buyurdu:
“O, Fatiha sûresidir. O, bana verilen Seb’u’l-Mesanî’dir (yedi ayettir.)”
İbnu Abbastan şöyle nakledilir:
“Hz. Peygamber oturmakta iken bir melek Ona geldi ve “Sana daha önce hiçbir nebiye verilmeyen iki nuru müjdeliyorum:
1-Fatiha sûresi
2-Bakara sûresinin son üç ayeti. Bunları okurken, bunlarla istediğin her şey sana verilecektir.”
Hz. Huzeyfe Bin Yeman’dan, Hz. Peygamberin şu sözü rivayet edilir.
“Allah bir kavme hükmü kesinleşmiş bir belayı gönderirken, o kavimden küçük bir çocuk “Elhamdülillahi Rabbi’l-âlemin” diye Fatihadan okumaya başlar. Allah onun okumasını duyar ve bu sebeple kavimden azabı kırk yıl kaldırır.”
Dipnotlar:
1 Bu ifade “tekrarlanan yedi” manasına gelir. (Hicr, 87) ayetinden gelen bu ifadeyle
alakalı olarak, ilgili ayetin açıklamasına bakılabilir.
2 Hanefi alimleri, sûre başında yer alan besmelelerin, sûreleri birbirinden ayırmak
için olduğunu kabul ederler.
3 Yani, Allahın adıyla yerim, Allahın adıyla dükkânımı açarım” gibi…
4 Yani, önemli olan Allah adıyla geminin hareket etmesi ve ibadetin Allah için olmasıdır. Yoksa başkaları adına gemilerini yürütebilirler ve Allah dışında mabut kabul ettiklerine tapabilirler.
5 Musahabe, beraber olmayı ifade eder. Yani, Allahın dilemesi ve teyidi olmadan
hiçbir şey meydana gelmez. İnsanda olan cüz’i irade, Allahın küllî iradesinden medet almadan bir şey gerçekleştiremez.
6 Yani, “Bismillah” değil de “Billahi” denilseydi, bu ifade yemin olarak da anlaşılabilirdi.
7 Mesela, “Allah Rahimdir” deriz. Ama, “Rahim Allahdır” demeyiz.
8 Bu ifade, Hz. Yusuf tarafından zindan arkadaşına söylenmiştir. “Efendin olan hükümdara git” anlamında kullanılmıştır.
9 Yani, âlemde insan, melek ve ruhani varlıklar akıl sahibidirler. “âlemîn” ifadesinin,
akıl sahiplerinin çoğul yapıldığı sığa ile gelmesi, diğerlerinin ona tabi kılınması tarzında olmuştur. “Ebeveyn” ve “kameran” kelimelerinde de benzeri bir tağlib vardır. Çünkü “Ebeveyn” kelime olarak “iki baba” demek iken anne-baba için kullanılır. “Kameran” ise “iki ay” demek iken ay ve güneş için kullanılır.
10 Yani, dünyada görünüşte mülke mâlik olanlar, halka hükmedenler vardır. Ama o gün kimsenin ne mülkü kalır, ne de saltanatı.
11Yani, hesap gününün sahibi olmayan, hamde layık olamaz.
12 Ayet, önce onlara hitap ile başladı. Ama “hoş bir rüzgâr onları alıp götürdüğünde”
derken onları gıyabî olarak anlattı. Bu, sanki başkalarına “şunların haline
bakın” tarzında hem bir hayret uyandırma, hem de hâllerini inkârdır.
13Allahu Teâlâ, önce rüzgârları gönderdiğini anlattı. Ardından “Derken biz onu (bulutu) ölü bir beldeye sevk ettik. Böylece onunla ölümünden sonra yeryüzüne hayat verdik.” şeklinde “biz” diyerek devam etti. Bunda, ölü beldeye
bulutu sevketmenin ve ondan indirilen yağmurla yeri diriltmenin, ziyadesiyle ilâhî sanatla meydana gelmesine işaret vardır.
14 Yani, insan kendi kesbiyle iş yaparken, bu dördü olmazsa, bir şey yapamaz.
15 Yani, insan önce ibadetini yapmalı, Allahtan yardımı sonra istemelidir.
16 Görünüşte ciddi, gerçekte alaydan ibaret olan eğlenmektir. Ta’rizin acı ve ağır kısmıdır. Cimri insana, “Maşallah, Hâtem-i Tâi gibi...”; korkak insana, “Ne kadar da arslana benziyor!”; kötü ahlâklı birisi hakkında, ”Rezalette onunla yarışılmaz” şeklinde ifadeler, birer tehekküm örneğidir. Kur’an-ı Kerim’de kâfir ve münafıklarla ilgili olarak gelen, “Onları elim bir azapla müjdele!” tarzındaki ifadeler de birer tehekkümdür. (Nisa, 138; Tevbe, 3) Çünkü “müjdelemek” güzel şeylerde kullanılır. Azap için kullanıldığında ise, ince bir istihza manası taşır.

17 Türkçede “şöyle yapılmasını rica ederim” denildiğinde, şayet bu söz aşağıdan yukarıya ise istirhamda bulunmak anlamında kullanılır. Ama bir amirin memura bu sözü söylemesi, emir anlamında değerlendirilir. Onun gibi, dua ve emir sığası aynı olmakla beraber, yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya olmasına göre manada farklılık olur. Bizlerin emir sığasıyla Allahtan istekte bulunmamız, ancak Onun lütfundan talepte bulunmak anlamındadır. Yoksa hiç bir varlığın Allaha emretmesi düşünülemez.