21- يَا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُواْ رَبَّكُمُ “Ey insanlar! Rabb’inize ibadet ediniz.”
Allahu Teâlâ, mükellef olan insanların gruplarını saydı, özelliklerini ve durumlarını zikretti, iltifat yoluyla onlara hitaba yöneldi.
Bu şekilde hitapta,
-Muhatabın dikkatini çekmek,
-Onu daha dinamik kılmak,
-İbadet emrine önem vermesini sağlamak,
-İbadetin şanını yüceltmek,
-Hitap lezzetiyle ibadetin külfetini azaltmak vardır.
“Ey” ifadesi uzakta olana nida için vaz edilmiş bir harftir. Bazen yakında olana da uzaktaymış gibi bu ifadeyle hitap edildiği olur. Bu ise,
-Ya dua ederken “Ya Rab”, “Allahım” deyişimiz gibi azametinden dolayı olur. Zira O, bize şah damarımızdan daha yakındır.
-Veya gaflet ve kötü anlayıştan olur.
-Veya çağrılan şeye itina ve ona daha ziyade teşvik için olur.
Bu tarz nida Kur’anda çokça yer almıştır. Çünkü bunda pek çok te’kid bulunmaktadır. Allahın böyle hitap ettiği yerlerde büyük meseleler nazara verilmiştir. Hitaba muhatap olanlar bunları bilmeye çalışmalı ve kalpleriyle bunlara yönelmelidirler. Hâlbuki onların çoğu bunlardan gafildirler. Bunun için en etkili ve en kuvvetli bir şekilde kendilerine seslenilmesi gerekir.
Ayette “nas” yani “insanlar” ifadesi umum ifade eder. Bazılarının bunu sahabe için hitap olarak anlamaları şüyu bulmuştur. Gerçekte ise, “nas” ifadesi Kur’anın nüzulü zamanında olanları ve gelecektekileri lafzan içine alır. Çünkü Allahın hitabının ve dinin ins ve cinne şümulü vardır ve kıyamete kadar da sabittir. Genel olan bir ifade, ancak onu tahsis eden bir delille özel manada kabul edilebilir.
Alkame ve Hasan-ı Basri, içinde “Ey insanlar” ifadesi geçen bütün ayetleri Mekkî, “Ey iman edenler” geçen bütün ayetleri ise Medenî kabul ederler. Şayet bunun Hz. Peygambere isnadı sahihse, bundan yola çıkarak, “konumuz olan ayetteki “ey insanlar” ifadesinden murat kâfirlerdir” şeklinde bir tahsis manası gerekmez. Çünkü kendisiyle emredilen ibadet,
-İbadete başlamak,
-İbadette daha ileriye gitmek,
-Ona devam etmek gibi durumları içine alan bir kadr-i müşterektir.1
Bu durumda kâfirlerden istenen, önce gerekli olan bilgileri öğrenmeleri ve Allahı ikrar ettikten sonra ibadete de başlamalarıdır. Çünkü bir şeyin vacip olması, onunla ilgili diğer şeyleri de beraberinde getirir.2
Hades, namazın vücubuna mani olmadığı gibi, küfür de ibadetin vücubuna mani değildir. Aksine, küfür halini ortadan kaldırması ve ardından ibadetle meşgul olması gerekir.
Mü’minler ise daha ziyade kılmaya ***ret göstermeli ve namazda sebat etmelidirler.
Ayette “Rabbinize ibadet edin” denilmesi, ibadeti gerektiren durumun Cenab-ı Hakkın rububiyeti olduğuna uyarıda bulunur. Yani, Allah sizi terbiye ettiği için Ona ibadet edin.
الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ “O ki hem sizi, hem de sizden öncekileri yarattı.”
Ayet, Cenab-ı Hakkı tazim ve ibadetin illetini beyan için sevk edilmiştir. Eğer “Ey insanlar! Rabb’inize ibadet ediniz” ayetindeki hitap müşrikler için kabul edilirse, bir kayıt ve vuzuha kavuşturma manası taşır.3
Halk, bir şeyi takdir yoluyla ve düzgün bir şekilde vücuda getirmek demektir.
“Sizden öncekileri yarattı.”
Bu ifade, zât ve zaman itibariyle önceki bütün insanları içine alır.
Cümle, o insanlar nezdinde kabul görmüş bir durumu ortaya koyar. Bu ise,
-Ya Allahu Teâlânın şu ayette bildirdiği gibi bunu itiraf etmelerindendir:
“Andolsun, onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan elbette, “Allah” derler.” (Zuhruf, 87)
-Ya da en edna bir nazarla bunu bilmeye imkânları olmasındandır.
لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ “Ola ki takvaya erersiniz.”
Ayet, “ibadet ediniz” emrinin muhataplarına ne halde ibadet etmeleri gerektiğini bildirir. Sanki şöyle demiştir: “Müttakiler halkasına mensup, hidayet ve felahı elde eden, Allahın lütfuna mazhar olmuş kimseler olmayı ümit ederek Rabbinize ibadet edin.”
Allahu Teâlâ, ayetin bu kısmı ile, hak yolda süluk edenler için takvanın en ileri bir derece olduğuna tenbihte bulunmuştur.
Takva, Allah dışında her şeyden Allaha teberridir.
Kulun, ibadetiyle mağrur olmaması, havf ve reca arasında olması uygundur. Allahu Teâlâ şöyle bildirir:
“Onlar yataklarından kalkarlar, korkarak ve ümid ederek Rablerine dua ederler.” (Secde, 16)
“Ve O’nun rahmetini umarlar, azabından korkarlar.” (İsra, 57)
Ayetin bu kısmı, “sizi yarattı” ifadesinden mef’ul da olabilir. Yani, O Allah sizi ve sizden öncekileri kendilerinden takva beklenir kimseler olarak yarattı. Bunun için gerekli sebepleri bir araya getirdi, buna pek çok dâiler yarattı.
Ayetin manası yaratılışın illetini beyan şeklinde de yorumlanmıştır. Yani, Allah sizi takva sahibi kimseler olmanız için yarattı. Nitekim ayette “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56) buyrulmaktadır. Ancak ayeti bu tarz ele almak zayıf bir bakış açısıdır. Çünkü lüğatta bunun bir örneği sabit değildir.
Ayet, Allahın marifetine O’nun birliğine ve ibadete layık olduğuna giden yolun O’nun san’atına bakmaktan ve fiilleriyle istidlalde bulunmaktan geçtiğine,
Keza, kulun ibadet ile Allaha vacip olacak şekilde sevaba istihkak kazanmadığına delâlet eder. Çünkü ibadet, Allahın önceki nimetlerine bir şükür şeklinde vacip olduğundan, abd amelden önce ücretini alan işçi gibi olur.
22- الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الأَرْضَ فِرَاشاً “O ki yeri sizin için bir döşek kıldı.”
Allahın yeri bir döşek kılması, insanların onun üzerinde serilmiş bir döşek misali rahat bir şekilde oturmalarını, yatmalarını ifade eder. Allah, arzın bazı yerlerini, suyun tabiatında kuşatmak olduğu halde onun içinden ortaya çıkardı ve arzı katılık ve yumuşaklıkta vasat şekilde meydana getirdi.4
Arzın bu şekilde müheyya kılınması, onun düz olmasını gerektirmez. Şeklen küre gibi olması, hacminin çok büyük ve cirminin çok geniş olması sebebiyle, üzerinde istirahata engel değildir.5
وَالسَّمَاء بِنَاء “Semayı da bir bina yaptı.”
Allah semayı üzerinize bir kubbe, bir tavan kıldı.
وَأَنزَلَ مِنَ السَّمَاء مَاء “Semadan bir su indirdi.”
فَأَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقاً لَّكُمْ “Ardından size rızık olarak onunla çeşitli ürünler çıkardı.”
Meyvelerin çıkışı Allahın kudret ve meşieti iledir. Lakin toprakla karışık olan suyu, o meyvelerin çıkışına bir sebep yaptı. Canlı için nutfe (zigot) ne ise, suyu da bitkilere bir madde kıldı. Bu ikisiyle karışık bitkilere, bunların sûret ve keyfiyetlerini ifaza etti.
Veya suya fail bir kuvvet, toprağa da kabul eden bir kuvvet vererek, bu ikisinin imtizacından çeşitli mahsuller meydana getirdi.
Allah bütün eşyaya, sebeplerin zât ve maddelerini yoktan yaratması gibi yoktan vücut vermeye kadirdir. Lakin onları inşa ederken halden hale çevirerek tedricen yaratır. Basiret sahiplerinin ibret alacakları şekilde nice sanatlar ve hikmetlerle onları sürekli yeniler, yoksa onları birden yaratmasında O’nun azîm kudretine bir zorluk söz konusu değildir.
Ayette “semadan bir su indirdi” denilmekte. İnsanın üzerinde olan her şeye “sema” denilir. Bu durumda, bulutlar da semaya dâhildir. Yağmurun başlangıcı semada olur, orada bulut şeklini alır, yağmur olarak arza iner.
Veya şöyle de denilebilir: Allah, semavî sebeplerle arzın derinlerinden kuru eczaları atmosfere doğru harekete geçirir, bunlar yağmur yüklü bulutlar haline gelirler.
Ayette “…Onunla çeşitli ürünler çıkardı” denilmesi şunu anlatır: “Semadan bir su indirdi, bununla size rızık olsun diye bir kısım mahsulleri çıkardı.”
Vaki’de de bunun böyle olduğunu görürüz. Çünkü suyun tamamı semadan inmez. Mahsullerin tamamı yağmur ile çıkmaz. Rızık olarak sunulan şeylerin tamamı bu mahsuller değildir, başka rızıklar da vardır.
فَلاَ تَجْعَلُواْ لِلّهِ أَندَاداً وَأَنتُمْ تَعْلَمُونَ “Öyleyse siz de bildiğiniz halde Allah’a ortaklar koşmayın.”
Daha evvelinde “Ola ki takvaya erersiniz” denilmişti. Onunla alakalı olarak “eğer sakınır, takva sahibi olursanız, Allaha bir kısım şerikler edinmeyin” manası verilebilir.
Ayette şu mesaj da vardır:
Bu cesametli nimetleri ve azametli ayetleri size has kılan zâta, hiçbir şeyi şerik koşmamak lâzım gelir.
“Endad” kelimesi “nid” kelimesinin çoğuludur. Nid ise, misil demektir. Kıymette denk olana müsavî kelimesi kullanılır, zâtta denk olanın zıddına da bu kelime kullanılır. Bu, müşriklerin Allahın dışında ona denk sayıp ibadet ettikle şeylerin genel ismidir.
Müşriklerin Allahtan başka taptıklarına “endad” denilmesi,
-Onların bu batıl mabutları zât ve sıfatında Allaha denk saymaları,
-Ve bunları “ilahlar” şeklinde isimlendirmeleri,
-Onları vacibu’l-vücut, Allahın ceza vermesinden kendilerini korumaya kâdir olan ve Allahın murat etmediğini onlara verebilecek zâtlar olarak itikad etmeleri yüzündendir.
Bu durumda “endad” kelimesi, bir tek misli bile olmayan Allaha pek çok misiller kabul etmeleri sebebiyle onlarla ince bir alaydır ve şiddetli bir kınamadır.
“Bildiğiniz halde”
Ayetin bu kısmı, “o halde Allaha ortaklar koşmayın” ifadesinden hâldir. Yani, “Siz ilim, nazar ve doğru görüş sahibi kimseler olduğunuz halde O’na emsal kılmayın. En küçük bir teemmülde bile bulunsanız şu eşyayı yoktan var eden, zâtında münferid, yaratılanlara benzemekten müteal olan bir Allahı kabulde aklınız muzdar kalacaktır.
Veya şöyle de mana verilebilir:
“Siz de bilirsiniz ki, Ona misil olacak ve O’nun yaptığının mislini yapmaya güç yetirecek biri yoktur.”
Şu ayet, bu manayı te’yid eder:
“Hiç sizin ortak koştuklarınızdan, bunlardan birini yapacak olan var mı?” (Rum, 40)
Bu durumda ayetin bu kısmından maksat onları kınama ve ayıplamadır, yoksa hükmü kayıtlama değildir.6 Çünkü teklif noktasında, bilen kimse ile bilme imkanı olan kimse aynı şekilde mükellef sayılırlar.
Bil ki, bu iki ayetin mazmunu, Allaha ibadeti emretmek ve O’na şerik koşmayı da yasaklamaktır. Ayrıca, illet ve muktaziye işarettir.
Bunun açıklaması:
Allahu Teâlâ ibadet emrini rububiyet sıfatına terettüp ettirdi. Bununla, rububiyetin ibadet etmenin vücubuna illet olduğuna işarette bulundu. Sonra da rububiyetini nazara verdi. Hem onları, hem onlardan öncekileri yarattığını, maişetleri için muhtaç oldukları mekân, yiyecek ve libası verdiğini anlattı. Çünkü rızık kelimesi de yeme-içmeden daha umumi olduğu gibi, “semere” ifadesi de sadece yenilen şeyleri ifade etmekten daha geneldir.
Sonra, Allahtan başkasının güç yetiremiyeceği bu haller O’nun birliğine şahit olunca, Allahu Teâlâ kendisine şerik koşulması yasağını buna terettüp ettirdi.
Allahu Teâlâ son ayetle, zahirin delalet ettiği ve kelamın da sevkinin delaletiyle temsil metodu ile insanın yaratılışının tafsiline ve ona ifaza ettiği manalar ve sıfatlara işarette bulunmayı murat etmiş de olabilir.
Böylece,
-İnsan bedenini arza,
-Nefsini semaya,
-Aklını suya benzetti.
-Aklı duyularla kullanmak ve ruhî ve bedenî kuvveleri eşleştirmek vasıtasıyla insana vermiş olduğu nazarî ve amelî (teorik ve pratik) faziletleri de, Fail-i muhtar olan Allahın kudretiyle fail semavî kuvvelerin münfail arzî kuvvelerle eşleşmesinden meydana gelen mahsullerle anlattı.
Çünkü her ayetin bir zahir ve batını ve bunların da her birinin haddi ve muttalaı vardır.7
23-وَإِن كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِّمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَأْتُواْ بِسُورَةٍ مِّن مِّثْلِهِ “Eğer kulumuza indirdiğimizden bir şüphe içinde iseniz, haydi onun mislinden bir sûre getirin.”
Allahu Teâlâ, vahdaniyetini (birliğini) bildirdi ve bunu bilmenin yolunu beyan ettikten sonra Hz. Muhammedin Peygamberliğinin delilini zikretti. Bu ise, fesahatiyle mu’cize olan Kur’an-ı Kerîmdir. Onun fesahati, düşmanlarının çok olmasına, muhalefette ifratlarına, her türlü tehlikeyi göze almalarına rağmen, kendisine muhalif ne kadar fasih söz varsa hepsini susturdu, halis Arabların meşhur hatiplerinin hitabelerini geçersiz kıldı.
Cenab-ı Hak “Eğer kulumuza indirdiğimizden bir şüphe içinde iseniz” derken “indirmek” manasını “tenzil” ile ifade etmiştir. Tenzil, Kur’an-ı Kerîmin olaylara göre parça parça nüzulüdür. Bu tarz inişi, Allahu Teâlânın “Ve inkâr edenler dediler: Kur’ân Ona, toptan bir defada indirilseydi ya!” (Furkan, 32) hikâye ettiği gibi, şiir ve hitabet ehlini şüpheye sevketmiştir. Dolayısıyla, onlara yapılacak bir tahaddinin (meydan okumanın) şüpheleri izale etmesi ve sağlam bir delil olabilmesi için, bu cihetten olması gerekirdi.8
Cenab-ı Hakkın, Peygamberimizi kendisine izafetle “kulumuz” şeklinde nitelemesi hem O’nun şanını yüceltmektir, hem de Hz. Peygamberin sadece Allaha kul olduğuna ve hükmüne boyun eğdiğine tenbihte bulunmaktır.
Sûre, Kur’an-ı Kerimden en azı üç ayet olan kısımlardır. Bu kelime ya “sur” kelimesinden gelir, veya rütbe anlamında “sevre”den gelir. Nasıl ki, bir şehrin onu kuşatan suru olur, onun gibi Kur’anın da sûreleri vardır. Bu sûreler bölümler halinde Kur’an şehrini kuşatmışlardır.
Veya, şehrin surlarının, şehirde olanları ihtiva etmesi gibi, bu sûreler de çeşit çeşit ilimleri ihtiva etmektedir.
Sûre kelimesinin “rütbe” anlamı ise şu cihetlerden olabilir:
Kur’anın sûreleri menziller ve mertebeler gibidir, onları okuyan bunlarda terakki eder.
Veya sûrelerin uzunluk, kısalık, fazilet, şeref ve okuma sevabında mertebeleri vardır.
Sûre kelimesi “su’re” kelimesinden de gelebilir. Su’re, bir şeyin parçası demektir.
Kur’anın sûrelere bölünme hikmeti:
-Çeşitli kısımları birer bölüm halinde sunmak,
-Muhtelif şekillerin telahuku,
-Nazmın birbirine cevap vermesi,
-Okuyucuyu dinamik tutmak,
-Ezberi kolaylaştırmak,
-Kur’an’a rağbeti artırmak, gibi inceliklerdir. Çünkü kişi bir sûreyi bitirdiğinde, yolcunun katettiği mesafeyi görüp rahatlaması gibi rahatlar. Keza Kur’anı ezberlemeye çalışan bir kimse, bir sûre daha ezberlediğinde Kur’andan tam bir haz aldığına inanır ve müstakil bir bölümü elde etmiş olur, bu onun nazarında büyük bir başarı olarak görülür ve bununla sevinç duyar. Daha başka faydalar da sayılabilir.
“Onun mislinden” derken iki şekilde düşünülebilir:
1-Kulumuza indirdiğimiz Kur’anın sûrelerinden herhangi birisinin mislinden…
2-Hz. Muhammed gibi ümmî, kitap okumamış, ilimleri taallüm etmemiş birisinden herhangi bir sûrenin benzerini getiriniz.
Bize göre, birinci mana tercihe şayandır. Çünkü, hem bu ayete, hem de diğer tahaddî ayetlerine daha uygundur.9 Ayrıca, kelâm, Kur’an hakkındadır, Kur’anın indiği zât hakkında değildir. Dolayısıyla onun hakkı, tertip ve nazmla uyumlu olabilmesi için evvelinde bahsedilenden ayrılmamasıdır.
Ayrıca, Kur’an Peygambere nisbetle değil, kendi zâtında bir mu’cizedir. Cenab-ı Hak şöyle bildirir:
“De ki: Eğer bütün ins ve cin bu Kur’ân’ın benzerini getirmek üzere toplansalar yine onun bir benzerini meydana getiremezler.” (İsra, 88)
Bir de, “Hz. Muhammed gibi ümmî bir zattan bir sûrenin benzerini getirin” demek, O’nun özelliğinde olmayan birinden böyle bir şeyin suduru imkânını vehmettirir. Bu ise, Allahu Teâlâ’nın sözüne uygun düşmez.
وَادْعُواْ شُهَدَاءكُم مِّن دُونِ اللّهِ “Allah’ın dûnunda şahitlerinizi de çağırın.”
Ayetin bu kısmı, onlara yardım edebilecek herkesten yardım istemelerini emreder.
Ayetteki “şüheda” ifadesi, şehîd kelimesinin çoğuludur. Bu ise, “hazır, şahitlik yapan, yardım eden veya önderlik yapan” gibi anlamlara gelir.
Allah yolunda öldürülene “şehid” denilmesi de umduğuna varması veya meleklerin onun yanına varması yönündendir.
“Dûn” kelimesi, bir şeyin aşağı konumuna denilir. Sonra istiare yoluyla rütbeleri ifadede kullanıldı. Mesela “falanca filancanın dûnunda, yani şerefçe aşağısındadır” denildi. Ardından kelime daha da genişlik kazanarak her türlü sınırdan diğer sınıra aşmakta kullanılır oldu. Allahu Teâlâ şöyle bildirir:
“Mü’minler, mü’minlerin dûnunda kâfirleri dost edinmesin.” (Âl-i İmran, 28) Yani, mü’minler mü’minlerin dostluğundan kâfirlerin dostluğuna tecavüzde bulunmasınlar, belirlenen sınırı aşmasınlar. Şair Ümeyye şöyle der:
“Ey nefis, sana Allahın dûnunda koruyucu yoktur!”
Yani, ey nefis, sen Allahın korumasını aştığında şunu bil ki, seni Ondan başka koruyacak yoktur.
Ayet, “Allahın dûnunda şahitlerinizi çağırın!” derken şunları bildirir:
“Muaraza için davetinize icabet edebilecek herkesi çağırın.”
Veya, Allahın dışında kendisinden yardım umduğunuz insinizi, cinninizi, ilahlarınızı davet edin, size yardıma gelsinler. Ama, Allahtan başka onun mislini getirmeye kimsenin gücü yetmez.
Veya, onun mislini getirdiğinize dair Allahtan başka şahitler bulun, Allahı şahit kılmayın. Çünkü, delil getirmekten aciz, mağlup kişi “Allah şahidimdir” şeklinde söylemesi bazılarında âdet olmuştur.
Veya, Allahın dûnunda veliler ve ilahlar edindiğiniz ve kıyamet günü size şahit olacaklarına inandığınız şahitlerinizi davet ediniz.
Veya, batıl itikadınız gereği Allahın huzurunda size şahitlik yapacağına inandığınız putlarınızı çağırın, size yardım etsinler.
Kur’ana karşı muarazada onlara “cansız putlarınızdan yardım alın” denilmesi, tam bir susturmadır ve onlarla ince bir alaydır.
إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ “Eğer doğru iseniz (bunu yapın).”
“Kur’an beşer sözüdür” iddianızda sadık iseniz, onun bir sûresinin mislini getiriniz.
Sıdk, gerçeğe uygun ihbardır. Sıdkın tarifinde şöyle de denildi: Sıdk, haber verenin bir delâlet veya bir emareden hareketle gerçekten inanmış olduğu vakıa mutabık haberdir.
Böyle bir kaydın getirilmesi şu açıdan mühimdir: Münafıklar Hz. Peygamber hakkında “sen gerçekten Allahın rasulüsün” dediler. Ama Allahu Teâlâ onların yalan söylediğini bildirdi, çünkü bu sözleri, inançlarına uygun değildi. Ve tekzibi onların “şehadet ederiz ki…” sözüne çevirdi, çünkü şehadet, kişinin bildiğinden ihbarda bulunmasıdır. Hâlbuki onlar Hz. Peygamberi peygamber olarak bilmiyorlardı.10
24- فَإِن لَّمْ تَفْعَلُواْ وَلَن تَفْعَلُواْ فَاتَّقُواْ النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ “Eğer yapamadıysanız -ki asla yapamayacaksınız-, o hâlde yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının.”
Allahu Teâlâ Hz. Peygamberin durumunu ve O’nun getirdiğinin hak olduğunu tanıyabilecekleri hali beyan etti ve onlara hakkı batıldan ayırdıktan sonra, buna fezleke kabilinden şunu terettüp ettirdi:
Sizler Kur’ana muarazaya çalışıp da hepiniz ona denk veya ona yakın olanı getirmekten aciz olduğunuzda, onun mu’cize olduğu ortaya çıkar ve bunu tasdik etmek de vacip olur. Öyleyse ona iman ediniz ve onu yalanlayanlar için hazırlanan azaptan sakınınız.
Ayette, “eğer yapamadıysanız” derken, “eğer” kelimesinin kullanımında bir incelik vardır. Şöyle ki: Normalde “yapamadığınızda” denilmesi beklenirdi. Çünkü bunu bildiren Allahu Teâlâ, onların bunu yapamayacağından bir tereddüt içinde değildir. Böyle olunca, şek bildiren “eğer” kelimesinin kullanımı hem kendileriyle ince bir alaydır, hem de onların zannına göre bir hitaptır. Çünkü onlar aczlerini bilmiyorlardı.
Ayette geçen ve cehennem çırası olduğu bildirilen taşlardan murat, putlardır. Onlar bu putları yontuyor, şefaatçi olacaklarını, fayda vereceklerini ve kendilerini zararlardan koruyacaklarını umarak onlara tapıyorlardı.
Bu taşlardan muradın putlar olduğuna şu ayet delalet eder:
“Gerçekten siz ve Allah’dan başka ibadet ettikleriniz cehennem yakıtısınız!” (Enbiya, 98)
Başka bir ayette, altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda vermeyenlerin diğer âlemde bunlarla azap göreceği anlatılır. Onun gibi, bu müşrikler de cürümlerinin menşei olan putlarla azap görecekler, o putlar cehennem çırası olarak kendi azaplarında kullanılacaktır. Hâlbuki onlar tam tersini bekliyorlar ve bunların Allah nezdinde şefaatçileri olduklarını söylüyorlardı.
Ayette geçen “taşların”, onların yığdıkları ve kendileriyle mağrur oldukları altın ve gümüş olduğu da söylenmiştir.11 Bu yoruma göre, altın ve gümüşle azabın bunu biriktirip de hayırda kullanmayanlara tahsis edilmesinin bir anlamı kalmaz, genel bir azap şekli karşımıza çıkar.
Ayette bahsedilen taşın, kibrit taşı olduğu da söylenmiştir. Ancak bu görüş, delile dayanmadan genel bir ifadeyi hususi manaya yormaktır ve asıl maksadın da ibtalidir. Çünkü ayette taşların da cehennem çırası olduğunun bildirilmesi, cehennemin dehşetini gösterir. Öyle bir ateş ki, normalde yanmayacak taş gibi maddeler bile o ateşte çıra gibi alev alıyor. Kibrit ise, en hafif bir ateşte bile hemen tutuşur.
İbnu Abbas’a dayandırılan ve cehennemdeki yanacak taşların kibrit taşı olduğunu bildiren rivayet şayet sahihse, bundan murat şu olabilir: Cehennemdeki bütün taşlar, kibrit taşının herhangi bir ateşle hemen tutuşması gibi kolayca yanacaklardır.
Cehennem ateşini elif-lâmlı olarak (bilinen bir ateş) şeklinde anlatan bu ayet, Medenî ayetlerden olup, Mekkî ayetlerden olan “Ey iman edenler! Kendinizi ve ehlinizi yakıtı insanlar ve taşlar olan bir ateşten koruyun.” (Tahrîm, 6) ayetinden sonra nazil olmuştur. Tahrîm sûresindeki ayette cehennem ateşi elif-lamsız yani bilinmez ve belirsiz bir şekilde ifade edilmişti. Böyle bir ateşten bahsedilmesini daha önce duyduklarından, burada elif-lâmlı olarak ifade edilmesi münasip oldu.
أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ “O (ateş), kâfirler için hazırlanmıştır.”
Bunda ve bundan önceki “Eğer yapamadıysanız -ki asla yapamayacaksınız-, o hâlde yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının” cümlesinde, çok cihetlerden nübüvvetin delilleri vardır:
1-Her ikisinde başa vurmak ve tehdid şeklinde Kur’anın muarazası için meydan okuma ve teşvik bulunması.
-Bu tehdidin, Kur’an sûrelerinin en kısasına bile muaraza edilemeyeceğine dayandırılması.
-Sonra onlar sayıca kalabalık olmaları, fesahatte şöhret bulmaları, İslâm aleyhinde nice tehlikeleri göze almalarına rağmen Kur’ana muaraza edemeyip sürgüne ve savaşa mecbur kalmaları.
2-Ayet, ***btan haber verir. Çünkü şayet Kur’ana mukabele edebilselerdi bunun gizli kalması mümkün değildi. Çünkü, her asırda onu kabul edenlerin yanında, onu tenkid edenlerin sayısı daha fazladır.
3-Şayet Hz. Peygamberin, dininde bir tereddüdü olsaydı “Biri muaraza eder de, aleyhime olur” diye bu kadar mübalağalı bir şekilde onları muarazaya davet etmezdi.
Ayette geçmiş zaman sığasıyla “O ateş, kâfirler için hazırlanmıştır” denilmesi, cehennemin yaratıldığına ve şimdi de onlar için hazır olduğuna delalet eder.
25- وَبَشِّرِ الَّذِين آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ “İman eden ve salih ameller işleyenleri müjdele!”
أَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ “Onlar için cennetler var.”
تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ “Altlarından nehirler akar.”
Bu ayet, önceki cümleye atıftır ve bundan maksad, Kur’ana inananların halini ve bunun karşılığının vasfını, onu inkâr edenlere ve cezalandırılmasına atfetmektir. Zaten Kur’andaki ilâhî üslûbta terğip ve terhip (rağbet uyandırma ve korkutma) beraber zikredilmektedir. Bu üslûbta, kurtarıcı amelleri kazanmaya bir teşvik ve helak edici işlerden bir sakındırma vardır.
Veya ayet, önceki ayetteki “o ateşten sakının” kısmına atfedilebilir. Çünkü Kur’anın meydan okumasından sonra onun bir sûresinin mislini getiremediklerinde Kur’anın i’cazı anlaşıldı. Bu ortaya çıktıktan sonra, elbette onu inkâr eden cezaya, inanan da sevaba layık olur. Bu ise enkâr edenleri uyarmayı, inananları müjdelemeyi gerektirir.
Ayetteki “müjdele!” emri Hz. Peygamberedir. Her asırdaki âlimlere, hatta bu müjdeyi vermeye gücü yeten herkese de dolayısıyla bir emirdir.
Burada, biraz önce kâfirlere olan hitaptan farklı bir şekilde bu üslûbla cennetin müjdelenmesi, hem mü’minlerin şanını göstermektir, hem de onların müjdelenmeye ve tebrik edilmeye layık olduklarını bildirmektir.
Ayetteki müjde (beşaret) kelimesi, sürur verici haber demektir. Fukaha, beşareti “ilk haber” şeklinde değerlendirirler. Mesela, birisi kölelerine “oğlumun gelişini kim bana müjdelese, onu azat ederim” dese, onların her biri gelip tek tek buna haber verdiklerinde haberi ilk getiren azat edilir. Ama aynı adam “müjde” tabiriyle değil de “kim bana haber verse” şeklinde ifade etse, haber verenlerin hepsi hürriyetine kavuşur.
“Onları elem verici bir azapla müjdele!” (Âl-i İmran, 21) gibi ayetlerdeki müjde tabiri ise ya bir tehekkümdür12 veya “onların birbirlerine selamı tokattır” ifadesinde olduğu gibi müşakele yoluyla anlatmaktır.13
الصَّالِحَاتِ Salihat, dinin emrettiği ve güzel gördüğü amellerdir. Bunun elif – lâmlı gelişi, her türlü salih amel cinsini içine alması içindir.
Ayette salih amelin imana atfedilmesi ve hükmün bunlara terettüp ettirilmesi bu müjdeye hak kazanmak için ikisinin de gerektiğini ve bu iki özelliği cem etmek lüzumunu hissettirmek içindir. Çünkü tahkîk ve tasdikten ibaret olan iman, bir temeldir, Salih amel ise bunun üzerine yapılan bina gibidir. Üzerinde bina olmayan temelin bir faydası olmaz. Bunun içindir ki bunların birbirinden ayrı zikredilmeleri çok çok azdır.
Bunda, salih amellerin imanın müsemmasından hariç olduğuna bir delil vardır. Çünkü bir şeyin kendine ve dahil olduğu şeye atfedilmemesi bir asıldır.
Cennet kelimesi C-N-N kökünden gelir. Bu kelimeden türeyen kelimelerde “örtmek” manası ön plandadır. Mesela, dalları birbirine girmiş gölge veren ağaç, bu kelimeyle ifade edilir. Sık ve gölge yapan ağaçlarla dolu bostana “cennet” denilir. Sevap yurdu olan yere de “cennet” denilmesi, kendisinde bulunan bahçeler, ağaçlar dolayısıyladır.
Cennete “cennet” denilmesi şöyle de değerlendirilmiştir: Beşer için orada hazırlanan çeşit çeşit nimetler, dünyadaki gözlerden örtülüdür. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle bildirir:
“Şimdi hiç kimse kendileri için, yaptıklarına karşılık göz aydınlığı olacak şeylerden neler gizlenmiş olduğunu bilemez.” (Secde, 17)
Ayette “cennetler” şeklinde çoğul ve elif – lâmsız gelmesi, yedi tane olmasındandır. İbnu Abbas, bunları şöyle sayar:
- Firdevs cenneti,
- Adn cenneti,
- Naîm cenneti,
- Dâru’l-huld,
- Me’vâ cenneti,
- Dâru’s-selâm
- İlliyyun.
Bu cennetlerin her birinde amellerin ve ameli işleyenlerin farklılığına göre farklı farklı mertebe ve dereceler vardır.
Ayette “onlar için” denilmesi, onların iman ve salih amelleri sebebiyle bu cennetlere layık görüldüklerini ifade eder. Ama bu liyakat bizatihi değildir, çünkü onların sevapları kendilerine verilen önceki nimetlere bile mukabil gelemez, nerede kaldı müstakbelde sevap ve mükâfat iktiza etsin? Bu mükâfat, Cenab-ı Hakkın vaadi gereğidir ve mutlak da değildir. Cenneti netice veren hâl üzere devam etmek ve mü’min olarak ölmek şartı söz konusudur. Cenab-ı Hak şöyle bildirir:
“Sizden her kim dininden döner ve kâfir olarak can verirse, artık onların bütün amelleri, dünyada ve ahirette boşa gitmiştir.” (Bakara, 217)
Keza, peygamberine şöyle der: “Eğer Allah’a şirk koşarsan elbette amelin boşa gider ve elbette ziyana uğrayanlardan olursun.” (Zümer, 65) ve hakeza benzeri ayetler…
Allahu Teâlâ, başka yerlerde bu şartları bildirdiğinden belki de burada kayıtlamadı.
“Altlarından nehirler akar.”
O cennet bahçelerinde, tıpkı dünyada su kenarlarındaki ağaçların altından nehirler aktığı gibi ağaçların altından nehirler akar.
Mesruk’tan şöyle rivayet edilir: Cennet nehirleri, nehir yatakları olmadan akar.
Ayette “nehirler” ifadesi elif – lâmlı olarak “el-enhar” şeklinde gelir. Bu, ya cins ifade eder, ya da Muhammed sûresinde bu nehirler anlatıldığından, belirlilik manası verir:
“Müttakilere vaat edilen cennetin meseli şöyledir: Orada bozulmayan temiz sudan nehirler var. Tadı değişmeyen sütten nehirler, içenlere zevk veren şaraptan nehirler ve süzme baldan nehirler var.” (Muhammed, 15)
“Nehirler akar” derken mecaz vardır, Maksat nehirlerin bizzat kendileri değil, o nehirlerdeki sulardır.
Bu akışın nehirlere isnadı da “Ve arz, içindeki ağırlıkları çıkarıp dışarı attığında.” (Zilzal, 2) ayetinde olduğu şekliyle mecazdır.14
كُلَّمَا رُزِقُواْ مِنْهَا مِن ثَمَرَةٍ رِّزْقاً قَالُواْ هَذَا الَّذِي رُزِقْنَا مِن قَبْلُ “Her ne zaman oradan herhangi bir meyve kendilerine rızık olarak verilse, ‘bu, daha önce rızıklandırıldığımız şey’ derler.”
Ayetin bu kısmı, cennetler için ikinci bir sıfattır.
Veya mahzuf bir mübtedanın haberi, veya mukadder bir suale cevap olmak üzere isti’naf cümlesidir. Sanki, “onlar için cennetler vardır” denildiğinde, muhatabın zihnine şöyle bir sual gelmiştir:
Acaba, onun meyveleri dünya meyveleri gibi midir, yoksa başka bir cins midir?
İşte, ayetin üstteki kısmıyla bu sual, muhatabın zihninden izale edilmiştir.
Öyle anlaşılıyor ki, cennet meyveleri akan nehrin sularının yerine aynı özellikte suların peşinden gelmesi misali, daimi olacak, daldan koparılan bir meyvenin yeri boş kalmayacak. “Ebu Yusuf Ebu Hanifedir” dediğinde zat itibariyle değil, özellik itibariyle söylersin, yani “Ebu Hanife gibidir” manasını kastedersin. Onun gibi, cennet ehli o cennetten bir meyve ile rızıklandırıldığında “bu daha önce rızıklandırıldığımız şey” yani “bu da önceki gibi” diyecekler.
Yani, “bu cennette yediklerimiz, dünyada yediklerimiz gibi” diyecekler. Cennet meyvelerinin dünya meyveleri cinsinden olması, insanların onları ilk gördüğünde meyletmeleri içindir. Çünkü insan tabiatı, ülfet ettiğine meyleder, böyle olmayandan ise uzak kalır.
Veya, onlar “bu yediklerimiz cennette daha önce yediklerimiz gibi” diyecekler. Çünkü İbnu Kesîrin Hasan-ı Basri’den naklen hikâye ettiği gibi, cennetin yiyecekleri sûrette birbirine benzerdir:
“Cennet ehlinden biri kendisine meyve dolu bir tabak getirildiğinde, o meyvelerden yer. Sonra bir başka tabak getirildiğinde, bunu da birincisi gibi görür ve “bu bize daha önce rızık olarak verilen şey” der. Melek ise şöyle hatırlatır: Sen ye, renk birdir, ama tat farklıdır.”
Veya Hz. Peygamberden rivayet edildiği üzere şöyle olabilir:
“Muhammedin nefsi elinde olan Allaha yemin ederim ki, cennet ehlinden biri, yemek için elini bir meyveye uzattığında, o meyve daha ağzına ulaşmadan Allah o meyveye bedel bir başkasını yaratır.”
Onların ilk hâl üzerine böyle demeleri daha kuvvetli bir ihtimaldir. Çünkü “her ne zaman” ifadesi, onların her rızıklandırılmada böyle dediklerine delalet eder. Onları böyle demeye sevkeden sebep, şeklen bu nimetlerin öncekilere benzemekle beraber lezzetlerinin çok farklı olmasından duydukları aşırı hayret ve ziyadesiyle memnuniyettir.
وَأُتُواْ بِهِ مُتَشَابِهاً “Rızıkları onlara benzer olarak verilmiştir.”
Eğer denilse: Ayette geçen teşabüh (birbirine benzerlik) sıfatta birbirine misil olmaktır. Bu ise, İbnu Abbasın “Dünya yiyeceklerinin cennette ancak isimleri vardır” ifadesinden anlaşıldığına göre, dünya ve ahiret meyvelerinin birbirine benzemesi söz konusu olamaz.
Elcevap: Ayette bildirilen teşabüh (birbirine benzerlik) sûrettedir, mikdar ve tatda değildir. Bu da teşabüh ifadesinin kullanılmasına kâfidir.
Bununla beraber ayet-i kerimenin şöyle bir manası da olabilir:
Dünyada rızıklandırıldıkları maarif ve taatler mukabilinde cennet ehlinin alacakları keyif ve lezzetler, bu maarif ve taatlerin birbirinden farklı olması gibi farklı farklı olacaktır.
Böylece “bu, daha önce rızıklandırıldığımız şey” ifadesinden murat, onun sevabı olması muhtemeldir.
Keza, bunların teşabühü; şeref, meziyet ve yüksek tabaka şeklinde de olabilir. Nitekim tehdid ifade ayetlerde de bunun bir benzerini görmekteyiz. Meselâ, şu ayete bakalım:
“O günde azap, onları hem üstlerinden, hem ayaklarının altından bürür. Der: Tadın yaptıklarınızın cezasını!” (Ankebut, 55)15
وَلَهُمْ فِيهَا أَزْوَاجٌ مُّطَهَّرَةٌ “Onlar için orada tertemiz eşler vardır.”
Cennet kadınları, dünyada iken kendilerine arız olan hayız, kir, mizaç bozukluğu, kötü ahlak gibi istenmeyen hallerden tertemiz olacaklardır. Çünkü “temizlemek” ifadesi maddi şeyler için kullanıldığı gibi, ahlak ve davranışlar için de kullanılır.
Onları tertemiz kılan ise, Aziz ve Celil olan Allahtır.
“Ezvac” kelimesi “zevc” yani “eş” kelimesinin çoğuludur. Zevc kelimesi, hem erkek hem de kadın için kullanılır.
Eğer denilse: Yemeğin faydası gıda almak ve açlığı yatıştırmaktır. Evliliğin faydası, yeni nesillerin gelmesini sağlamak ve neslin devamıdır. Hâlbuki bunlara cennette ihtiyaç yoktur.
Elcevap: Cennetin yemekleri, aile hayatı ve diğer halleri, dünyadaki emsallerine ancak bazı sıfat ve cihetlerle benzerler, istiare ve temsil yoluyla aynı isimlerle isimlendirilirler. Hakikatlarının tamamında benzemedikleri için onların bütün gereklerini gerektirmeleri ve aynı faydaları vermeleri lazım değildir.
وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ “Ve onlar orada daimî kalacaklardır.”
Onlar, o cennetlerde daimidirler. Ayette bu devam “Hâlidun” kelimesiyle ifade edilmiştir. Bu kelime, hulûd kökünden gelir.
Hulûd ise, asıl olarak, devam etsin veya etmesin uzun süren sebatı ifade eder. Şayet bu ifadeden daimilik kastedilirse, “ebeden” kelimesi ile te’kid edilir. Şu ayette olduğu gibi,
“(Allah onları) içinde ebedî kalacakları cehennem yoluna iletir.” (Nisa, 169)
Eğer denilse: Bedenler birbirine zıd keyfiyette cüzlerden terkip edilmiştir. Çözülme ve dağılmayı netice veren hallere maruzdurlar. Bunların cennetlerde daimi olmasını akıl nasıl kabul eder?
Elcevap: Allahu Teâlâ onları bir daha dağılma arız olmayacak şekilde iade eder. Mesela, onların cüzlerini keyfiyette birbiriyle mukavemet edecek şekilde bir araya getirir, o cüzleri kuvvette birbirine muhtaç olmayacak şekilde kuvvetli yapar, bazı madenlerde görüldüğü üzere, birbirine kenetlenmiş, birbirinden ayrılmaz bir durum verir.
Ayrıca, bulduğumuz ve gözlemlediğimiz şekliyle bu alemi ve hallerini cennete kıyas etmek, akıl noksanlığından ve basiret eksikliğindendir.
Bil ki: Duyulara hitap eden lezzetlerin çoğu, istikra ile (tüme varım yoluyla) bakıldığında görüleceği üzere, mesken, yiyecek ve aile hayatıdır. Bunlara da kıymet kazandıran, bunların devamlı olmalarıdır. Hangi büyük nimet olursa olsun, elden çıkma korkusu söz konusu olduğunda insana ızdırap verir, elem şaibelerinden safi kalamaz.
İşte, Allahu Telala mü’minlere bunları ve kendileriyle lezzet alacakları en güzel şeyleri müjde olarak haber verdi. Ayrıca, nimet ve sürurda kemâli göstermesi için, cennetin ebedi olduğunu da bildirerek kaybetme korkusunu onlardan izale etti.
26- إِنَّ اللَّهَ لاَ يَسْتَحْيِي أَن يَضْرِبَ مَثَلاً مَّا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا “Şüphesiz Allah, bir sivrisinekle hatta onun fevkinde olanla bir misal getirmekten hayâ etmez.”
Önceki ayetler çeşitli temsilleri ihtiva ettiği için, burada da bu şekilde temsil getirmenin güzelliğini ve temsilde hak ve şart olan şeyi beyan etti. O da, temsil hangi maksatla getirilmişse, temsil getirilen şeyin büyüklük ve küçüklük, düşüklük ve şerefte ona uygun olmasıdır. Çünkü temsil, hangi konuda getirilmişse o manayı açığa çıkarmak, ondaki perdeyi kaldırmak ve onu gözle görülür, elle tutulur bir şekilde ortaya koymak için getirilir, ta ki bu konuda vehim kuvveti akla yardım etsin ve onunla hemfikir olsun. Çünkü insan aklı soyut bir manayı tamamen vehimden uzak bir şekilde kavrayamaz. Zira vehmin tabiatında hissiliğe temayül ve taklide muhabbet meyli vardır. Bundan dolayı ilâhî kitaplarda temsiller çokça yer almış, beliğ zâtların ibarelerinde sıkça bulunmuştur. Bunun sonucu olarak, hakîr bir mana hakir bir temsille, azametli bir durum ona yaraşır bir temsille anlatılır olmuştur. Mesela İncilde kalplerin kini köpek ile, katı kalpler taş ile, seviyesiz insanlara muhatap olmak yabanî arıları ürkütmekle temsil olunmuştur.
Arab dilinde ise şöyle mesellerle karşılaşırız:
“Kelebekten daha telaşlı”
“Maymundan daha hassas kulaklı”
“Sivrisineğin beyninden daha kıymetli!”
Yoksa durum, cahil kâfirlerin “Allah neden münafıklarla alakalı, o ateş yakanların ve çölde yağmura tutulanların hâlini anlatan temsili getirdi? Putlara ibadet yapmanın zafiyetini niye örümceğin evine sığınmak misaliyle anlattı? Böyle bir ibadeti niye sinekten daha düşük ve kıymetsiz tarzında nazara verdi? Allahu Teâlâ, temsiller getirmekten, sinek ve örümceği anmaktan çok yüce ve münezzehtir” tarzındaki ifadelerindeki gibi değildir.
Bu ayetin öncesiyle irtibatına şu açıdan da bakılabilir:
Allahu Teâlâ, kendisiyle meydan okunan Kur’an’ın taraf-ı İlahiden indirilmiş bir vahiy olduğuna delil olan duruma irşat etti. Ve onun mu’cize olduğu ortaya çıktığında bunu inkar edene tehdid ve iman edene vaatte bulundu. Ardından da Kur’anı tenkit ettikleri durumlardan birini açıklamaya başladı. “Allah böyle misal getirmekten haya etmez, yani böyle misal getirmeyi terk etmez, sivrisineği küçük görerek onunla misal getirmekten haya eden kimse gibi yapmaz” dedi.
Hayâ, çirkin bir şeyden kınanma korkusuyla arız olan ruh darlığıdır. Bu, vekahat ve hacalet (utanmazlık ve utangaçlık) arasında bir denge halidir. Kişi, vekahat durumunda çirkin işleri yapmaya cür’et eder ve bunlardan dolayı duyacağı şeylere aldırmaz. Hacalet durumunda ise, mutlak olarak fiili yapmaktan kaçınır.
Hayâ ve hayat aynı kökten gelir. Çünkü hayâ, insandaki hayatî kuvveye arız olup, onu bazı fiillerden alıkoyan bir kırılma hâlidir. Haya kelimesi Allah hakkında kullanıldığında, hayâ’nın lazımı, yani fiili terk manası söz konusudur. Mesela şu hadislere bakalım:
“Şüphesiz Allah yaşlı Müslüman kimseye azap etmekten haya eder.”
“Şüphesiz Allah haya ve kerem sahibidir. Kul ellerini kaldırıp dua ettiğinde ona bir ikramda bulunmadan elleri boş döndürmekten haya eder.”
Benzeri bir durum Allahın rahmeti ve gadabında söz konusudur. O’nun rahmetinden murad, iyi şeyler ikramda bulunması, gadabından murat ise istenmeyen şeyleri musibet olarak vermesidir. Bunlar, rahmet ve gadap manalarının lazımıdırlar.
Ayette doğrudan “Allah terk etmez” denilmesi yerine, “hayâ etmez…” denilmesi, kendisinde temsil ve mübalağa olduğu içindir. Ayrıca “Allah böyle misal getirmekten haya etmez mi?” şeklinde kâfirlerin kelamında gelen bir cümle için özel olarak bu ifade seçilmiş olması da muhtemeldir.
Ayetin metninde geçen اَم “Ma” kelimesi mübhemlik ifade etmek içindir, elif – lamsız kelimedeki bilinmez oluşu daha ziyade yapar ve onu kayıtlayacak yolları seddeder.
Veya manayı te’kid için “Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın.” (Al-i İmran, 159) da olduğu gibi ziyade olarak gelir.16
Zâid Kelimesinin Anlamı
Biz “ziyade” (zâid) derken anlamsız, boş bir şey manasını kastetmiyoruz. Çünkü Kur’anın tamamı hidayet ve beyandır. Ancak bizim bununla kastettiğimiz “kendisinden murat olunan bir mana için vaz edilmemesidir.” Vaz edilmesi, başkasıyla beraber zikredilmek içindir. Bu durumda diğerine bağ ve kuvvet olur. Böyle olunca, bu zâid kelimeler de hidayette bir ziyadeliktir ve tenkide mahal olamaz.
Sivrisineğin fevkinde olan
“Onun fevkinde olanla misal getirmekten haya etmez” derken, bunun manası sinek ve örümcek gibi daha cüsseli olanlardır. Sanki bununla onların garip gördükleri şeyi reddetmek kastedilmiştir. Yani, “şüphesiz Allah sivrisinekle misal vermekten çekinmez, nerede kaldı ondan daha büyük olanla misal vermekten çekinsin?”
Veya “onun fevkinde olan”dan murat, küçüklük ve hakirlikte daha küçük ve hakir olanla misal getirilmesi de olabilir. Sivrisineğin kanadı gibi. Nitekim Hz. Peygamber (asm) onu dünya için bir misal olarak getirmiştir.17
“Fevkinde olan” kelâmı için bu tarz iki mana söz konusudur. Benzeri bir durumu şu rivayette görebiliriz:
“Minada bir adam çadırın ipine takılıp düştü ve bayıldı. Hz. Aişe, bu münasebetle şöyle dedi: Rasulullahın şöyle dediğini duydum: Kendisine bir diken veya bunun fevkinde bir şey batan hiçbir Müslüman yoktur ki, bu münasebetle kendisine bir derece yazılmasın ve bir hatası silinmesin.”
Hadisteki ifade, yere düşmek gibi dikene nisbetle daha ziyade elem vereni anlatabildiği gibi, karıncanın ısırması gibi azlıkta daha ziyade olanı da anlatabilir. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Mü’mine musibet olarak ne gelirse, onun hatalarına kefarettir, hatta karınca ısırması bile.”
فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُواْ فَيَعْلَمُونَ أَنَّهُ الْحَقُّ مِن رَّبِّهِمْ “İman edenler onun, Rablerinden bir hak olduğunu bilirler.”
Ayetteki اَّمَأ “Amma” tafsil harfidir, mücmel olanı tafsil eder, başında bulunduğu şeyi te’kid eder ve aynı zamanda şart manası taşır. Bundan dolayı “Amma”nın cevabında “fe” harfi gelir. Sibeveyh şöyle der: “Amma Zeyde gelince, O gidicidir” dediğimizde mana şöyledir: “Zeyd her hâl ü kârda gidicidir, bunda bir şüphe yoktur.”
Amma kelimesi getirilen temsillere karşı hem mü’minlerin, hem de kâfirlerin tavırlarını ifadede cümle başlarında yer almıştır. Bunda mü’minler için bir teskin ve onların ilminin kayda değer olduğunu bildirmek, kâfirler için ise, sözlerine karşılık beliğ bir zem (kınamak) vardır.
Ayetteki “hak” kelimesi, inkârı mümkün olmayan sabit şey için kullanılır. Sabit eşyaya, doğru fiillere ve sadık fiillere şümulü vardır.
وَأَمَّا الَّذِينَ كَفَرُواْ فَيَقُولُونَ مَاذَا أَرَادَ اللَّهُ بِهَذَا مَثَلاً “İnkar edenler ise, “Allah, mesel olarak bununla neyi kastetmiştir?” derler.”
Bundan önceki cümlede “İman edenler onun, Rablerinden bir hak olduğunu bilirler” denilmişti. Buna mukabil kelamın hakkı “inkâr edenler ise bunun Rab’lerinden bir hak olduğunu bilmezler” denilmesiydi. Lakin “Allah bununla ne murat etti?” demeleri cehaletlerinin kemâlini gösterdiği için, buna delil olmak üzere kinaye yoluyla bu cümle tercih edildi.
İrade, nefsin teşebbüsü netice verecek şekilde bir fiile yönelmesi ve meyletmesidir.
Yönelmenin başlangıcı olan kuvve için de kulanılır. Birinci tarifte irade fiille beraberdir, ikincide ise fiilden öncedir.
“Allahın iradesi” dediğimizde, iradenin üstte belirtilen her iki mana ile de tasavvuru uygun değildir. Bundan dolayı O’nun iradesi hakkında ihtilaf edildi.
Denildi ki: Allahın kendi fiilleri için iradesi, bir sehivde bulunmaması ve o fiillere bir zorlama olmamasıdır. Başkalarının fiilleri için iradesi, onlara emretmesidir.
Buna göre, masiyetler (günah fiiller) O’nun iradesi ile değildir.
İlahî irade ile ilgili şöyle de denildi: Onun iradesi, işin şümulünü en mükemmel nizam ve en uygun vecih üzere bilmesidir.
Elhak, Allahın iradesi yapabileceği iki şeyden birini diğerine tercihi ve onu başka vecihle değil, belli bir vecihle tahsisidir, veya bu tercihi gerektiren bir manadır.
İrade, ihtiyar’dan daha geneldir. Çünkü ihtiyarda hayırlı olanı diğer şekle üstün kılmak vardır, iradede ise hakîr ve rezil kılmayı istemek de söz konusudur.
يُضِلُّ بِهِ كَثِيراً “(Allah) onunla birçoğunu saptırır.”
وَيَهْدِي بِهِ كَثِيراً “Birçoğuna da hidayet eder.”
Ayetin bu kısmı “Allah, mesel olarak bununla neyi kastetmiştir?” demelerine cevaptır. Cevapta geniş zaman kipiyle “saptırır – hidayet eder” denilmesi yeniden yeniye bu fiillerin tezahürünü hissettirmek içindir.
Ayette “Allah onunla birçoğunu saptırır. Birçoğuna da hidayet eder.” denilirken her iki taraf için de “çoğunu” denilmesi onların kendi nefislerine nazarladır, yoksa mukabiline göre değildir. Çünkü dalalette olanlara nisbetle hidayette olan, Cenab-ı Hakkın ayetlerde bildirdiği gibi daha azdır.
-“…Ancak iman edip salih ameller işleyenler başka. Onlar da pek azdır.” (Sad, 24)
- “Ama kullarım içinde çok şükredenler, azdır.” (Sebe, 13)
Dalalette olanların çokluğu sayı itibarıyla, hidayette olanların çokluğu ise fazilet ve şeref itibarıyla olması da muhtemeldir. Şair şöyle der:
“Onlar, sayıldıklarında azdırlar, ama harp meydanında çokturlar.”
“Beldelerde seçkin insanlar sayıca az da olsalar çok sayılırlar. Başkaları ise, çok da olsa azdırlar.”
وَمَا يُضِلُّ بِهِ إِلاَّ الْفَاسِقِينَ “Onunla saptırdıkları, ancak fasıklardır.”
Allahu Teâlâ’nın “Şüphesiz münafıklar, fasıkların ta kendileridir.” (Tevbe, 67) kavli gibi, fasık olanlar iman hududundan çıkan kimselerdir.
Fısk ve Dereceleri
Fıskın aslı, dengeli halden çıkıştır.
Şeriatta fasık, büyük günahları işlemek sûretiyle Allahın emrinden çıkan kimsedir.
Fıskın üç derecesi vardır:
1- Teğabî. Kişinin zaman zaman o günahları çirkin görmesine rağmen işlemesi.
2-İnhimak. Yani, onlara hiç aldırmadan işlemeyi âdet edinmesi.
3-Cuhud. Yani onları tasvip ederek (günah olduğunu inkâr ile) işlemesidir. Kişi bu hâle gelince iman bağını boynundan çıkarır, küfür libasını giyer. Teğabî veya inhimak derecesinde kaldığı sürece imanın hakikatı olan tasdikle muttasıf olduğundan, mü’min ismi kendisinden alınmaz. Çünkü Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
“Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse, doğruluğunu araştırın.” (Hucurat, 9)
Mu’tezile mezhebinden olanlar “iman tasdik, ikrar ve amelin mecmuundan ibarettir” dediklerinden ve küfrü hakkı yalanlamak ve inkâr şeklinde değerlendirdiklerinden fasıkı üçüncü kısımdaki tarif çerçevesinde ele aldılar. Ancak “el menzile – beyne’l-menzileteyn” diyerek mü’min– kâfir ortasında bir konuma yerleştirdiler. Çünkü fasık kimsenin bazı hükümlerde hem mü’mine, hem de kâfire benzer ortak yönleri bulunmaktadır.
Allahu Teâlânın ancak fasık olanları saptıracağını fısk sıfatına dayandırarak söylemesi onları idlal için hazırlayan ve onları dalalete sevk edenin fısk olduğuna delalet eder. Çünkü, onların küfrü, haktan yüz çevirmeleri ve batılda ısrarları, onların fikirlerinin yüzlerini meselin hikmetinden temsil getirilen şeyin hakir oluşuna çevirdi. Böylece cehaletleri kökleşti ve dalaletleri ziyadeleşti, bunun sonucu olarak o meseleyi inkâr ettiler ve onunla dalga geçtiler.
27- الَّذِينَ يَنقُضُونَ عَهْدَ اللَّهِ مِن بَعْدِ مِيثَاقِهِ “Onlar, kuvvetli söz alınmasından sonra, Allahın ahdini bozarlar.”
Ayetin bu kısmı zem için fasıkların bir sıfatıdır ve fıskın takriridir.
Ayet metninde geçen nakz, terkibi bozmaktır. Bu kelimenin aslı ipin bükümlerini çözmek manasını ifade eder. Ahdi bozmakta bunun kullanılması bir istiaredir. Birbirine ahid ipiyle bağlı iki kimse vardır ve bunlardan biri o bağı çözmektedir.
Ahd, sözleşmedir. Vasiyet ve yemin gibi gözetilmesi gereken durumlar için kullanılır.
Ayette bahsedilen ahd, ya akılla alınan ahddir. O da kendisinin bir olduğuna, vücub-u vücuduna ve rasullerinin doğruluğuna delalet eden Allahın kulları üzerindeki hüccetidir. Şu ayet bu manada yorumlanmıştır:
“Hani Rabbin Âdemoğullarından bellerindeki zürriyetlerini aldı. Onları kendi nefislerine şahit yaptı “Ben Rabbiniz değil miyim?” Onlar da “Evet, Rabbimizsin, buna şahid olduk” dediler.” (A’raf, 172)
Veya bu ahd, ümmetlerden peygamberlerle alınan ahddir. Çünkü o ümmetler kendilerine mu’cizelerle musaddak bir elçi geldiğinde onu tasdik ettiler ve ona tabi oldular. Onun davasını gizlemediler, hükmüne muhalefet etmediler. Cenab-ı Hak şu ayet ve emsali ile buna işarette bulundu:
“Hani Allah, kendilerine kitap verilenlerden, “Onu (Kitabı) mutlaka insanlara açıklayacaksınız ve onu gizlemeyeceksiniz” diye sağlam söz almıştı.” (Âl-i İmran, 187)
Denildi ki: Allahın ahitleri üçtür:
1-Âdemin bütün nesillerine rububiyetini (Rab olduğunu) ikrar ettirerek almış olduğu ahd.
2-Dini kaim kılmaları ve onda ihtilaf etmemeleri üzere peygamberlerden almış olduğu ahd.
3-Hakkı açıklamaları ve gizlememeleri üzere âlimlerden almış olduğu ahd.18
Misak, bağlamak, sağlam bağlanan şeydir. Bundan murat, Allahın ayetler ve kitaplarla ahdini bağlamasıdır. Veya, insanların iltizam ve kabulle kendilerini bağladıkları şeydir.
وَيَقْطَعُونَ مَا أَمَرَ اللَّهُ بِهِ أَن يُوصَلَ “Allah’ın emrettiği bağları keserler.”
Bundan murat, Allahın razı olmayacağı şekilde her türlü ilişkiyi kesmek olabilir. Mesela,
-Yakınlar arasında sıla-i rahmi kesmek,
-Mü’minlere dostluktan yüz çevirmek,
-Peygamberler ve kitaplar arasında ayırım yapmak,
-Cemaatle beraber olmayı terk etmek
-Ve diğer bütün hayrı terk ve şerri alıp –vermek tarzındaki durumlar.
Çünkü bunların hepsi her türlü vasıl ve fasılda (bir araya getirme ve ayırmada) maksud-u bizzat olan Allahla kul arasındaki bağı kesmek hükmündedir.
وَيُفْسِدُونَ فِي الأَرْضِ “Ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar.”
Arzda imandan men ederek ve hakla dalga geçerek ve nizam-ı âlemi meydana getiren şeyleri keserek arzda fesat çıkarırlar.
أُولَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ “İşte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.”
Onlar,
-Aklı tefekkürde kullanmayarak ve ebedi hayatta kendilerine lazım şeyleri elde etmeyerek
-Ayetlere iman etmek ve onların hakikatlerini düşünmek, nurlarından feyiz almak yerine onları inkâr ve onları tenkide çalışarak,
-Ahde vefa yerine onu bozmak, salah yerine fesadı almak, sevaba bedel ikabı seçmekle hüsranda kaldılar, zarar ettiler.
28- كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللَّهِ “Nasıl Allah’ı inkâr edersiniz?”
Ayette onların küfrüne inkâr ve hayret vardır. Bu üslûb, küfrün inkârında “yoksa siz inkâr mı ediyorsunuz” demekten daha baliğ ve daha kuvvetlidir ve sonrasında hal olarak gelen kısma daha muvafıktır. Hitap, inkâr edenleredir. Önceki ayette onların küfürle vasfı, kötü sözleri ve çirkin fiilleri nazara verildikten sonra, burada ***btan hitaba iltifat yoluyla Cenab-ı Hak onlara hitap etti ve küfürleri sebebiyle onları kınadı.
وَكُنتُمْ أَمْوَاتاً فَأَحْيَاكُمْ “Hâlbuki siz ölüler idiniz de O size hayat verdi.”
Sizler bir zamanlar kendisinde hayat olmayan cisimler, bir takım unsurlar, gıda maddeleri, karışık maddeler, nutfeler, mudğalar idiniz.
O, ruhları yaratarak ve size üfleyerek size hayat verdi.
Burada atıf diğerlerinin hilafına olarak ف “fe” harfiyle yapıldı. Çünkü arada bir süre olmaksızın, atfedildiği şeye muttasıldır.
ثُمَّ يُمِيتُكُمْ “Sonra sizi öldürecek.”
ثُمَّ يُحْيِيكُمْ “Sonra diriltecek.”
Allahın insanları diriltmesi, sura üfürülecek günde onları neşridir. Kabirde sual için diriltmeye de ayrıca işaret edebilir.
ثُمَّ إِلَيْهِ تُرْجَعُون “Sonra da Ona döndürüleceksiniz.”
Haşirden sonra O’na döndürüleceksiniz. O da yaptıklarınızın karşılığını size verecek.
Veya hesap için kabirlerinizden O’na sevk edileceksiniz.
İşte bu halinizi bilmekle beraber Allahı inkârınız ne kadar da hayret vericidir?
Eğer denilse: Eğer onlar bir zamanlar ölü iken Allahın kendilerine hayat verdiğini ve sonra öldüreceğini bilseler bile, Allahın yeniden onları dirilteceğini ve O’na döneceklerini bilemezler!?
Elcevap: Kendileri için nasbedilen delillerle o ikisini bilmek, onların özürlerini kaldırmak noktasında diğerlerini de bilir bir konum imkanı verir.
Kaldı ki, ayette her ikisinin de sıhhatine delalet eden bir uyarı vardır. Şöyle ki: Allahu Teâlâ başlangıçta onları ihyaya kadir olduğu gibi, ikinci defa onlara hayat vermeye de elbette kâdirdir. Çünkü bidayeten yaratmak, O’na iadeden daha kolay değildir.
Veya hitap Allahı kabul edenleredir. Allahu Teâlâ önce tevhid ve nübüvvet delillerini beyan etti, iman edenlere vaatte, inkâr edenlere tehditte bulundu, onlara olan genel ve özel nimetleri kendilerine sayarak bunu te’kid etti, onlardan küfrün sudurunu çirkin buldu, bu kadar büyük nimetler varken inkâr etmelerini akıldan uzak gördü. Çünkü, nimetler büyük olduğunda, o nimetlere karşı işlenecek günahlar da büyük olur.
Eğer denilse: Ölümün de şükrü gerektiren nimetlerden sayılması nasıl olur?
Elcevap: “Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur.” (Ankebut, 64) ayetinde Allahu Telalanın bildirdiği üzere, hakiki hayat ahiret hayatıdır. Buna ulaşmak da ölümle olduğundan o da büyük nimetlerden sayılmıştır. Ayrıca, onlara sayılan nimet, kıssanın tümünden ortaya çıkan bir nimettir.
Ayet, hassaten mü’minlere yönelik düşünüldüğünde, onlara olan nimeti ikrar ettirmek ve küfrü de onlardan uzak kılmak için şöyle bir mana ifade eder:
“Sizden nasıl küfür tasavvur olunabilir, hâlbuki siz bir zamanlar cehalet içinde ölüler idiniz, Allah size ilim ve imanla hayat verdi. Sonra, malum ölüm ile sizi öldürecek, sonra size hakiki hayatla daimi hayat verecek, sonra O’na döndürüleceksiniz. O size, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı, hiçbir insanın kalbine gelmeyen şeylerle mükafat verecek.
Bitkilerde hayatın öncüleri ve mukaddemeleri vardır. İnsanda ise; akıl, ilim, iman gibi hasletlerle hayat kemâlini bulur. Ölüm ise, hayata mukabil olarak kullanılır. Mesela şu ayetlere bakalım:
“De ki: “Allah sizi yaşatıyor. Sonra sizi öldürecek, sonra da kendisinde şüphe olmayan Kıyamet gününde sizi bir araya getirecek.” (Casiye, 26)
“Bilin ki Allah, yeryüzünü ölümünden sonra diriltir.” (Hadîd, 17)
“Ölü iken hayat verdiğimiz ve kendisine, insanlar içinde yürüyeceği bir nur ihsan ettiğimiz kimsenin durumu, karanlıklar içinde kalmış ve bir türlü ondan çıkamayan kimsenin durumu gibi midir?” (En’am, 122)
Hayat, aynı zamanda Allahın sıfatlarındandır. Allahın hayat sahibi olması, bizde ilim ve kudret olması için hayatın lüzumu kabilindendir. Veya istiare yoluyla, bunu gerektiren Zatıyla kaim bir manadır.
29- هُوَ الَّذِي خَلَقَ لَكُم مَّا فِي الأَرْضِ جَمِيعاً “O, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı.”
Ayet, birinciye terettüp eden başka bir nimeti beyan etmektedir. Birinci nimet onların hayat sahibi olarak yaratılmaları idi, bu ayet ise hayatlarının devamını sağlayan ve geçimlerini temin eden nimetlerin yaratılmasıdır.
Ayette “sizin için yarattı” denilmesi “sizden dolayı” manasınadır. Bu nimetler, insanların hem dünyaları, hem de dinleri için gereken şeylerdir. İnsanlar, doğrudan veya dolaylı olarak her şeyden maişetleri için istifade ederler. Ayrıca, yaratılanları tefekkür ile dinin bildirdiği meselelere istidlalde bulunurlar, ibret alırlar. Dünyada yaratılanlardan yola çıkarak, ahirete uygun lezzet ve elemleri bir derece anlarlar.
İşte, arzda olanların hepsinin insan için olması bu açıdandır. Yoksa, hepsinden maksad sadece insan olarak anlaşılmamalıdır.
ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاء “Sonra semaya yöneldi.”
Yani, iradesiyle semaya müteveccih oldu.
Ayet metninde geçen istiva, atılan okun belli bir hedefe yönelik olması misali, başka bir şeye iltifat etmeden bir hedefe doğru yönelmektir.
Bu kelime, “hükmetmek, mâlik olmak” anlamında da kullanılır.
Semadan murat, yukarı âlemdeki ecramdır veya yukarı cihetlerdir.
Ayette arzın yaratılışı nazara verildikten sonra, “sonra semaya yöneldi” cümlesinde yer alan “sonra”, “…Sonra da iman edip sabrı tavsiye eden ve merhamet tavsiye edenlerden olmaktır.” (Beled, 17) ayetinde olduğu gibi vakitte tertip tarzında değil, gök ve yerin yaratılışındaki farklılık ve semanın yaratılışının arzın yaratılışına üstünlüğünü ifade içindir.
“Sonra” ifadesini zahirine göre anlamak, “Arzı da bundan sonra düzenleyip döşedi.” (Naziat, 30) ayetinin zâhirine muhalif düşer. Çünkü bu ayet arzın üzerinde olanların yaratılışına tekaddüm eder, yuvarlak hâle getirilişi, semanın yaratılışı ve tanziminden sonra olduğuna delâlet eder.
فَسَوَّاهُنَّ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ “Onları yedi sema hâlinde tanzim etti.”
Semayı ta’dil etti, eğrilik ve kusurlardan korunmuş bir şekilde yarattı.
Eğer denilse: Rasat ehli dokuz felek şeklinde tesbit etmediler mi?
Elcevap: Onların zikrettiklerinde çok tereddütlü şeyler vardır. Faraza doğru da olsa, ayette daha ziyadesini reddetmek yoktur. Bununla beraber arş ve kürsi’yi de bu yediye ilave ettiğimizde, herhangi bir ihtilaf kalmaz.
وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ “O, her şeyi hakkıyla bilendir.”
Ayette, illet beyan etmek vardır. Şöyle ki: Sanki şöyle demiştir: Allah, her şeyin künhünü bildiği için, yarattığı her şeyi en mükemmel ve en faydalı bir şekilde yarattı.
Ayrıca, ayette öncesiyle de bir istidlal vardır. Yani, fiili bu tarzda ***et acip ve zarif bir tertip üzere olan Zât, elbette her şeyi bilendir. Çünkü, fiillerdeki mükemmellik ve sağlamlık, en güzel ve en faydalı cihet seçilerek yapılması, ancak Âlîm, Hakîm, Rahîm olan bir zattan tasavvur edilebilir.
Ayette, aynı zamanda onların şöyle bir şüpheyi izale etmek vardır: “Bedenler çözülüp onları meydana getiren cüzler dağılacak. Dağılan bu cüzler, benzeri başka elementlerle birleşecek. Bu durumda her bedenin cüzleri, ondan olanlardan hiçbir şey hariç kalmadan ve kendi dışlarından hiçbir şey onlara katılmadan aynen olduğu gibi ikinci defa nasıl bir araya getirilir?”
Bu mananın bir benzeri şu ayettir:
“De ki: İlk defa yaratan onları diriltecek.” (Yasin, 79)
Bil ki: Haşrin sıhhati üç mukaddeme üzere bina edilir, ilki bunlara bu iki ayetle delil getirilmiştir:
Birinci Mukaddeme
Bedenin maddeleri bir araya gelmeye ve hayata kâbildir. Buna “Hâlbuki siz ölüler idiniz de O size hayat verdi. Sonra sizi öldürecek” ifadesiyle delil getirildi. Çünkü ayrılma ve birleşme, ölüm ve hayatın peşpeşe gelmesi, bedenlerin zâtı itibarıyla buna kâbil olduğuna delalet eder. Zatî olan bir özellik ise, zeval ve ta***yürü kabul etmez.19
İkinci ve üçüncü mukaddemeler ise, Allahu Teâlânın onları ve onların yerlerini bilmesi, onları bir araya getirmeye ve hayatlandırmaya kâdir olmasıdır.
Bunları isbata şöyle işarette bulundu:
Allahu Teâlâ hem onları, hem de onlardan yaratılışca daha büyük, sanatça daha hayret verici olanları bidayeten yaratmaya kâdir olduğuna göre, elbette iade ve ihyaya da kâdirdir.
Allahu Teâlâ, yarattıklarını herhangi bir kusur ve ayıp olmaksızın düzgün ve sağlam olarak yarattı. Bu yaratılışta insanların maslahatları nazara alındı, ihtiyaçları karşılandı. Bu ise, O’nun sonsuz ilmine, mükemmel hikmetine bir delildir.
Dipnotlar:
1 Yani, ibadet emri sadece henüz ibadet etmeyenlere yönelik bir emir değildir; zaten ibadet yapanlara da ibadette devam etmek, gittikçe daha kaliteli ibadet yapmak gibi hükümleri beraberinde getirir. Böyle olunca, ayetin muhatabı belli bir kesim değil, kıyamete kadar bütün insanlardır.
2 “Bir şey sabit olduğunda, levazımatıyla sabit olur.”
3 Yani, Rab kabul ettiğiniz putlara değil, sizi yaratan Rabbinize ibadet ediniz.
4 Yani, arzın aslı su olmakla beraber Allah onun bir kısmını insanların yaşamasına uygun hâle getirdi. Kaya gibi çok sert ve su gibi çok yumuşak yapmayıp beşiğin çocuk için hazırlanması gibi, arzı insanlara bir beşik tarzında müheyya kıldı.
5 Avrupa’da ilim adamları 16. yüzyıla kadar dünyayı düz kabul ederlerken, Beydavi’nin onun küre oluşunu anlatması gerçekten dikkat çekicidir.
6 Yani, “bilirseniz Allaha emsal kılmayın, bilmezseniz kılabilirsiniz” denilmez.
7 Yani İlahî kelam nice sırlarla doludur. Onda zahir mananın ötesinde nice işarî manalar vardır.
8 Yani, tamamının benzerini getirmelerini istemek yerine, bir defada indirilen herhangi bir sûrenin nazirini getirmeleri onlardan istenmiştir.
9 Diğer meydan okuma ayetleri için bkz: İsra 88, Hud 13, Tur 33-34.
10 Bkz. Münafikun, 1
11 Bu yorum, Tevbe sûresinin 34 ve 35. ayetlerinden mülhem görülmektedir.
12 Tehekküm: Görünüşte ciddi, gerçekte alaydan ibaret olan eğlenmektir. Ta’rizin acı ve ağır kısmıdır. Cimri insana, “Maşallah, Hâtem-i Tâi gibi...”; korkak insana, “Ne kadar da arslana benziyor!”; kötü ahlâklı birisi hakkında, ”Rezalette onunla yarışılmaz” şeklinde ifadeler, birer tehekküm örneğidir.
13 Müşakele, aynı ifadenin birbirinden farklı anlamda kullanılmasıdır. Mesela ayette “kötülüğün karşılığı benzeri bir kötülüktür” denilir (Şura, 40). Buradaki ikinci “kötülük” kelimesinin birincisi gibi olmadığı aşikârdır.
14Yani, kıyamet koptuğunda, yeryüzü içinde ne varsa dışarı atacaktır. Ama bu, kendisinden bir irade ve kudretle değil, Allahın emriyle ve kudretiyle gerçekleşecektir. “Nehirler akar” derken de benzeri bir mecaz vardır. Şu alemde her şey Allahın izniyle olduğu gibi, nehirlerin akması da Onun izniyledir.
15 Yani, ehl-i iman olanlar yaptıkları güzel amellerin karşılığı olarak cennette en güzel bir hayatı yaşarken, ehl- küfür ve ehl-i isyan, kötü amellerinin karşılığı olarak ***et kötü bir azapla cezalandırılacaklardır.
16 Ayet metninde geçen اَم “ma” kelimesi te’kid içindir. Hz. Peygamberin savaş sonrası onlara yumuşak davranmasının ancak Allahtan bir rahmetle olduğuna tenbih ve delalette bulunur.
17 İlgili rivayette şöyle bildirilir: “Şayet Allah nezdinde dünyanın sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfire ondan bir yudum su içirmezdi.”
18 Bu üç ahit, sırasıyla şu ayetlerde nazara verilmektedir: A’raf 172, Şûra 13 ve Âl-i İmran 187.
19Yani, madem ki bedenlerde böyle bir özellik var ve bu özellik zâtî bir özelliktir. Öyleyse, bu özellikte bir son bulma veya değişiklik olması düşünülemez.