İNSAN, doğumundan ölümüne kadar maddî mânevi çeşitli hastalık ve musibetlerle yüz yüzedir. Vücut binası zaman zaman birtakım ârıza ve zaafiyetleri kendinde misafir eder, bir müddet içinde barındırır.

Allah'a olan imanımızın bir gereği olarak elimize batan bir dikenin Ondan geldiğini biliriz. Her şeyin Onun takdir ve dilemesi ile başımıza geldiğinin şuûru içinde oluruz. Her an, çeşitli vesilelerle imtihana tâbi olduğumuzun id-raki içinde bulunuruz. Fakat bir an önce de ondan kurtulmak, eski dinç halimize ve sağlığımıza kavuşmak için çeşitli çarelere başvururuz. Bu kendi sağlığımız için önemli olduğu gibi, aynı zamanda Allah'a olan tevekkülümüzün de bir icabıdır.

Bu gerçeği Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle ifade ederler:

'Ey Allah'ın kulları! Tedavi olun. Cenâb-ı Hak her dertle birlikte şifasını da yaratmıştır. Yalnız bir derdin devası yoktur; o da ihtiyarlıktır.'

Yine başka bir hadiste bu husus değişik bir ifade ile şöyle bildirilir:

'Cenâb-ı Hak verdiği her hastalık için bir de ilâç yaratmıştır.'

Peygamberimizin (a.s.m.) bu teşvik ve tavsiyesi dilimizde bir atasözü halinde ifade edilmiştir.

'Derdi veren Allah dermanı da verir.'

Evet, et ve kemikten meydana gelen vücudumuzun ârızasını gidermek için uğraşırken, şifa kaynağını da bil-memiz gerekir.

Mü'minin dünya ve âhiret hayatını düzenleyen ve onun bütün ihtiyaçlarının gerçek kaynağı olan İlâhî Kelâm, ruhî ve bedenî yaraları için en büyük bir şifa hazinesi ve nurlu bir eczanedir. Kur'ân'ın mü'minler için bir şifa ol-duğunu Yüce Rabbimiz şöyle bildirir:

'Biz Kur'ân'dan öyle âyetler indirmekteyiz ki, mü'minler için şifa ve rahmettir. Zalimlerin ise ancak sapıklı-ğını arttırır.'

Bu âyet-i kerîmenin tefsirinde Merhum Elmalılı, özetle şöyle der:

Burada dünya, çeşit çeşit dert, hastalık, belâ ve sıkıntılarla dolu bir hastaneye, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir tabibe, Kur'ân da şifa dağıtan bir devaya, âfiyet veren bir gıdaya benzetilmektedir.

Ruhî ve ahlâkî birer hastalık olan küfür, nifak, zulüm, isyan, düşmanlık, hırs, ümitsizlik, tembellik, cehalet, taklit, taassup ve kötü niyete karşı Kur'ân'ın bir şifa ve rahmet olduğu şüphesizdir. Bundan başka maddî tıbbın âciz kaldığı birçok bedenî hastalıklara karşı da Kur'ân'ın şifa veren özelliği herkesçe bilinmektedir.

Aynı âyetin izahında Fahri Râzi, Kur'ân'ın tamamen mü'minlere şifa olduğunu söyledikten sonra Kur'ân'ın hem ruhanî, hem de cismanî hastalıklara şifa olduğunu belirtir ve şu tasnifi yapar:

Ruhânî hastalık, sapık inanç ve kötü ahlâktır. Sapık inanç ve çirkin huyların akıl ve kalblere attığı şüphe ve kirleri Kur'ân temizler ve tedavi eder. Bedenî hastalıklara şifa olması da, Kur'ân'dan okunan bazı âyetler, başka yerlerde şifası bulunmayan pekçok hastalıklara deva olur. Şu hadis-i şerifte ifade buyurulduğu gibi, 'Bir kimse Kur'ân'ı vesile ederek Allah'tan şifa istesin de Allah ona şifasını vermesin; bu mümkün değildir.'

Bediüzzaman'ın da dediği gibi, 'Kur'ân hem zikirdir, hem fikirdir, hem hikmettir, hem ilimdir, hem hakikattır, hem şeriattır, hem sadırlara şifa, mü'minlere hüdâ ve rahmettir.'

Bu hakikatler ışığında mü'minin tek şifa ve rahmet kaynağının Kur'ân olduğu bir defa daha anlaşılır. İnsan İlâhî dergâha yönelirken muhakkak ki Kur'ân'ın şifa dağı-tan hazinesinden içecektir. Onunla aklını ve ruhunu tedavi ettiği gibi, kendisine bir emanet olarak verilen vücudunu da unutmayacaktır.

Çünkü Peygamberimiz (a.s.m.), 'En hayırlı ilâç Kur'ân'dır' buyurmuş ve mü'minleri bu İlâhî kevserden içmeye dâvet etmiştir.

Bu âb-ı hayat çeşmesinden Peygamberimiz (a.s.m.) içtiği gibi, Sahabiler de içmiştir. Nitekim hadis kitaplarında yer aldığına göre, Peygamberimiz (a.s.m.) bedenî hastalık-larla birlikte, cin çarpması, göz değmesi gibi birtakım ruhî hastalıklar için başta Fâtiha ve Kul Eûzü Sûreleri olmak üzere, Âyetülkürsî ve Âmenerresûlü gibi âyetleri okumuş ve okunmasını tavsiye ederek, bu çeşit hastalıklar için Allah'tan şifa istenmesini bildirmiştir.

Yine Buharî'de kaydedildiğine göre, Sahabe-i Kiramdan bazı zatlar tedavisinden ümit kesilen bir kabile reisine Fâtiha Sûresini okumuşlar, hasta Allah'ın izniyle şifa bulmuştur.

Bu arada tedavisi gereken, şifası aranması icap eden en büyük hastalığın, mânevî hastalık olduğu da unutulmamalıdır. Çünkü her zaman bu hastalıkla iç içeyiz. Bu derdi yok eden ilâcı ihmal ettiğimiz an, işte o zaman asıl felâket başlamış demektir. Mü'minin asıl derdinin ve derdi giderecek dermanın neden ibaret olduğunu Peygamber Efendimiz (a.s.m.) çok veciz bir şekilde şöyle dile getirir:

'Derdinizi ve o derdin dermanını göstereyim mi? Dik-kat ediniz, derdiniz günahlar, dermanı ise istiğfardır, Allah'tan af dilemektir.'

İşte, insanın bir an önce tedavisine koşması gereken rahatsızlığı; şüphe ve günahların kalb ve ruhta açtığı yaralardır. Bunlar tedavi edilmezse, zamanla mânevî küçük bir yılan olarak devamlı kalbi ısırır; insanı ıstırabın biri-sinden alıp öbürüne sürükler.

Bu çeşit kalbî hastalıklara devamlı şifa ve rahmet Kur'ân'dır. Yunus Sûresinde Kur'ân'ın bu özelliği şöyle belirtilir:

'Ey insanlar! Rabbinizden size bir öğüt ve kalblerde olanlara bir şifa, inananlara doğru yolu gösteren bir rehber ve rahmet gelmiştir.'

Bu şifa hazinesinden maddî, manevî yaralarımız, sosyal ve millî dertlerimiz için ne kadar ve ne nisbette 'ilâç' almaya devam edersek, asıl huzur ve mutluluğa adım atmış oluruz.