KUR'ÂN-I KERİMİN ilk sûresi olan Fâtiha'nın 'Ümmü'l-Kur'ân', 'Ümmü'l-Kitab', 'Şifâ', 'Şükür' ve 'Namaz' gibi pekçok isimleri vardır. Her bir isim Fâtiha'nın taşıdığı mânâları ve faziletini ifade eder.
Sûreye Fâtiha isminin verilmesi, Kur'ân'ın tertibinde, yazılışında, okunuşunda ve namazdaki kıraatinde ilk sûre oluşu itibariyledir.
Fâtiha'nın diğer mühim bir özelliği, kulun Rabbine olan bir duası, bir münacâtı ve niyazı olmasıdır. Mü'min, Fâtiha'yı her okuyuşta bütün varlıkları ve kendisini yok-tan var eden Yaratıcısına umûmî ve yüce bir duâda bulunur.
Fâtihanın kısacık meâlini gözden geçirdiğimiz zaman bu mânâyı hep birden anlama imkânını buluruz:
1. Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.
2. Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.
3. O Rahmândır; rahmeti bütün varlıkları kuşatır ve bütün yarattıklarının her türlü rızkını merhametle yetiştirir. O Rahîmdir; yarattıklarına karşı pek şefkatli ve merhametlidir.
4. O hesap gününün sahibidir.
5. Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz.
6. Bizi doğru yola ilet.
7. Kendilerine nimet ve ihsanda bulunduğun peygamberlerinin ve onlara tabi olan sâlih kullarının yoluna ilet gazabına uğrayanların ve sapıtmış olanların yoluna değil Âmin.
Kulun bu yakarışı ve Cenâb-ı Hakkın kudsî cevabı en güzel bir şekilde şu hadis-i şerifte dile getirilir: (Bu hadiste verdiğimiz Fâtiha'nın âyet numaraları, yukarıdaki meâli takibe yardımcı olacaktır.)
Hz. Ebû Hüreyre Resul-i Ekrem Efendimizden (a.s.m.) şöyle işittiğini rivâyet eder:
'Allah Taâla buyurdu ki: Ben namaz sûresi olan Fâtiha'yı kendimle kulum arasında yarı yarıya taksim ettim. Yarısı Benim, yarısı da kuluma aittir. Bu vesile ile kulum bütün istediklerine kavuşacaktır.
'Kul, (2) ‘Elhamdü lillahi Rabbi'l-âlemîn' dediği zaman, Allah, ‘Kulum Bana hamdetti' buyurur.
'Kul, (3) ‘er-Rahmâni'er-Rahîm' dediği zaman, Allah, ‘Kulum Beni methetti' buyurur.
'Kul, (4) ‘Mâliki yevmiddîn' dediği zaman, Allah, ‘Ku-lum Beni tazim etti, işlerini Bana havale etti' buyurur.
'Kul, (5) ‘İyyâke nâbüdü ve iyyâke nestaîn' dediği zaman, Allah, ‘İşte bu kulumla kendi aramdadır ve kulumun dilediği de onundur' buyurur.
'Kul, (6-7) ‘İhdine's-sırâta'l-müstekîme sırâtallezîne en'amte aleyhim ğayri'l-mağdûbi aleyhim veleddâllîn' dediği zaman, Allah, ‘İşte bu kulumundur ve kulumun istediği de onun hakkıdır' buyurur.'
Fâtiha Kur'ân'ın esası, özü ve çekirdeği olması cihetiyle Kur'ân'ın dört maksadı olan tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet mânâlarını ihtiva eder. Bu mânâ sûrenin bütününde görüldüğü gibi, kelimelerin işaretinden de anlaşılmaktadır.
'Elhamdülillah' tevhide, 'Rabbi'l-âlemîn' adâletle nübüvvete, 'er-Rahmân' adalete, 'er-Rahîm' haşre, 'Mâ-liki yevmiddîn' ise açık bir şekilde 'hesap günü' mânâsında haşir ve kıyamete işaret etmektedir.
Hamd ve şükrün en geniş mânâsı, yedi âyetli Fâtiha'nın içinde öz ve mükemmel bir şekilde dercedilmiştir.
İnsan akıl, kalb, hayal, düşünce gibi mânevi uzuvlarını; göz, kulak, dil, el ve ayak gibi maddî uzuvlarını Yaratıcısının emrettiği şekilde kullanmakla hamdin birer şubesi olan şükrü hakkıyla yapmış olur ki, böylece kendisine birer emanet olarak verilen bu nimetler, dünyasını aydınlatan, âlemini parlatan birer pencereye dönüverir.
İnsana verilen duygular ve bu duyguların ihtiyacı göz önüne alınarak başta dünya olmak üzere kâinat türlü türlü nimetlerle doldurulmuştur. Bütün bu nimetler, nimeti verene karşı büyük bir şükür ve minnet edilmesini iste-mektedir. Fâtiha'daki 'hamd' kelimesi, bu mânâları hatırlatır. Var olan herşeyin kendi dili ile yapmış oldukları hamd ve şükürler nimetin gerçek sahibinin varlık ve birliğini açıkça gösterir.
'Âlemlerin Rabbi' mânâsına gelen diğer bir cümle, binlerce âlemin bir tek sahibini gösterir. Bizi de içinde misafir eden kâinat, binlerce âlemi içinde bulunduran muhteşem bir âlemdir. Atomlardan yıldızlara, bir hücreli canlıdan bütün hayat sahiplerine, bitkilerden denizlere, göklere, cinlere ve meleklere kadar on sekiz bin âlem mükemmel bir nizam ve intizam içinde yaşayıp gider.
İşte 'bütün kâinat, bir sahife gibi her an nazarında ve bütün âlemler birer satır gibi kalem-i kudret ve kaderiyle yazılır, tazelenir, değişir.'
Fâtiha'nın üçüncü âyetindeki Rahmân ve Rahîm isimleri, Cenâb-ı Hakkın nimet ve merhametinin bütün bir kâinatı nasıl içine aldığını gösterir.
Şöyle ki: Bütün varlıkların her an birbirinden farklı nimetlere ve rızıklara ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçların tamamı mükemmel olarak karşılanır. Bilhassa hayvan ve insan yavrularının ihtimamla ve son derece merhametli bir şekilde beslenmesi ve annelerinin onların hizmetine koşturulması, bu gerçeğin en parlak bir misâlidir.
Bütün bu âlemlerde hükmünü icra eden yaratma, rızık verme, besleme, büyütme, tedbir ve idare hakikatleri ile herşeyin yardımına koşan bir şefkat ve merhamet ap açık görülür.
'Hesap gününün sahibi' olan O Yüce Kudretin bu âlemde her şeyi yerli yerinde yaratması, her varlığa lâzım olan cihaz ve organları vermesi, rızık ve ihtiyaçlarını nok-sansız olarak ihsan etmesi, Onun mutlak adaletini göste-rir. Hesap gününde ise adaletini tam olarak tecelli ettirecektir. Bu kâinatı yoktan vücuda getiren o sonsuz Kudret Sahibine, insanları öldürdükten sonra yeniden diriltmek zor gelmez. Madem kitapları ve peygamberleri ile ebedî âlemi getireceğini vaad etmiş, öyle ise, sözünü yerine getirecek, herkesin iyilik ve kötülüğünün karşılığını vere-cektir.
Fâtiha'yı her okuyuşunda bütün bu mânâları hatırla-yan insan sonunda Rabbinin huzuruna çıkar ve şöyle der:
'Allahım, ancak Sana kulluk ederiz ve ancak Senden yardım isteriz.'
Bu ifadeler ihlâsın ve ibadetin özü mahiyetindedir. Bu itirafı ile insan tam bir kul olduğunu dile getirmiş, âcizliğini, fakirliğini Rabbine arz etmiş olur. Bu sırada insan yalnız değildir. 'Ederiz, isteriz' derken, kendi vücudumuz içindeki âlemlerin, âza ve hücrelerimizin temsilcisi ve tercümanı olarak onların ibadet ve tesbihlerini; her vakit namazda bizimle beraber Kâbe etrafında saf tutmuş olan milyonlarca mü'minin ibadetini; kâinat içindeki sayı-sız âlemlerin, canlı ve cansız varlıkların tesbih ve dualarını Âlemlerin Rabbine takdim ederiz.
Bundan sonra Rabbimizden bizi doğru yola iletmesini isteriz. Bize ihsan ettiği nimet ve kabiliyetleri, aşırılığa kaçmadan ve sapıklığa düşmeden yerli yerinde kullanmayı nasip etmesi için duada bulunuruz.
Çünkü iman ve tevhid yolu gâyet kısa, doğru, müstakim ve kolaydır. Küfür ve inkâr yolu ise gâyet uzun, müşkülâtlı ve tehlikelidir. İnsan için en rahat, en faydalı, en kısa, en selâmetli yol sırat-ı müstakim olan doğru yoldur ve istikamettir; doğruyu ve doğruluğu muhafazadır.
Meselâ insan, aklî gücün vasat mertebesi olan hikmeti, kolay ve faydalı istikameti kaybetse doğru yolu muhafaza edemeyip aşırılıklara varmakla zararlı bir cerbezeye; hak-kı batıl, batılı hak gösterecek bir hâle veya belâlı bir ah-maklığa; kâr ve zararını hesap edemeyecek bir vaziyete düşer.
Yine gâdâbî gücün vasat mertebesi olan cesaret ve şecaat gibi doğru yolu kaybeden insan aşırılıklara varmakla, çeşitli zulüm ve haksızlıklara veya bunun tam tersi olan ürkekliğe ve korkaklığa düşer. Bu hatasının cezasını de-vamlı olarak bir vicdan azabı şeklinde çeker durur.
Şehevî gücün vasat mertebesi olan iffet gibi doğru yolu kaybeden insan bu duygunun aşırılıklarına kaçarak fuhuş yollarına sapar veya bunun tam tersi olan cinsî nimetten mahrum kalma gibi bir hastalığın azabını devamlı olarak çeker.
İşte bütün bu mânâ ve neticeler, Fâtiha'da işaret edilen 'sırat-ı müstakim'i muhafaza edip edememenin birer işaretidir.
Bu duanın devamında, doğru yolda devam etmelerin-den dolayı iki cihan saâdetine erişen peygamberlerin ve onlara uyan sâlih kulların yoluna bizi ulaştırması için Rabbimize niyazda bulunuruz.
Sonunda da, hak ve hidâyet yolunu terk ettikleri için akıl nimetini bir azap âleti haline çeviren, kâinata inkâr gözüyle bakarak ruhunu ıstıraplara sokan, varlıkları başı-boş ve mânâsız bir tesadüf oyuncağı haline getirerek Cehennem azabını dünyada iken çekmeye başlayan, zulümleri ile Cenâb-ı Hakkın gazabını hak eden sapıtmış kimse-ler gibi olmamayı Allah'tan isteriz.
Fâtiha'nın sonunda söylediğimiz 'Âmin' ise, bütün mü'minlerin ettiği duaya iştirak ve kabul olunması için Allah'a niyaz mânâsını taşımaktadır.
Fâtiha-i Şerifenin faziletini ve mânevî ecrini ise İbni Abbas'ın rivâyet ettiği şu hadis-i şeriften öğreniyoruz:
Cebrail (a.s.), Resul-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.) yanında oturduğu bir sırada üst taraftan kapı sesine benzer bir ses işitti. Başını yukarı kaldırdı.
Cebrail, ‘Bu, şimdiye kadar açılmayıp, yalnız bugün açılan gök kapısıdır' dedi. Sonra bir melek indi. Cebrail, ‘Bu, yeryüzüne ancak şimdi inen bir melektir.'
Bugüne kadar hiç yeryüzüne inmemiştir' dedi. Melek selâm verdi ve Resulullah'a (a.s.m.) şöyle dedi:
'Müjde! Sana, senden önce hiçbir peygambere verilmeyen iki nur verildi. Birisi Fâtiha, diğeri de Bakara Sûresinin son âyetleri (Âmenerresûlü). Bunlardan okuyacağın herbir harfe karşılık, mutlaka istediğin sana verilecektir.'
Başka bir hadis-i şerifte ise Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Fâtiha'nın faziletini şöyle dile getirirler:
'Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, Allah ne Tevrat'ta, ne İncil'de, ne Zebûr'da, ne de Kur'ân'da benzeri olmayan bir sûreyi bana indirmiştir. Bu sûre Fâtiha'dır.'