1940 yılının haziran ayına gelindiğinde Hitler ,Avrupa’da daha önce eşi benzeri görülmemiş büyüklükte bir alanı ele geçirmişti. Başta Polonya, Slovakya, Çek Cumhuriyeti, Norveç, Danimarka, Benelüks devletleri (Belçika,Hollanda, Lüksemburg) ve Fransa direkt olarak Nazi yönetimi altındaydı. İtalya, Macaristan ve Romanya ise Nazi Almanyası’nın askeri müttefikleriydi. Almanya bu dönemde, her ne kadar üstün bir güç elde etmiş olsa da, sonraki beş sene zarfında ‘’Üçüncü Reich’in’’ ve Alman askeri üstünlüğünün yıkılmasına karşı koyamayacaktır. Bu yazıda, Nazi Almanyası’nın yıkılışında, Hitler’in askeri ve stratejik hatalarından, karşısına aldığı büyük güçler ile arasındaki endüstriyel eşitsizliğin yol açacağı yenilgiye ve sonunda yıkılışa uzanan durumu ele alacağız.
İlk olarak, yürütülen savaşların tasarılarına baktığımızda, bu tasarıların Polonya ve Fransa için görkemli ve kesin zaferler getirmesine karşın, Britanya İmparatorluğu, Sovyetler Birliği ve Birleşik Devletler’e karşı ise, çok kötü sonuçlar doğurduğu bariz bir gerçektir. Başta, Hitler’in bu savaşları kötü ve yanlış bir biçimde yönetmesinin yanında, düşmanlarını ‘’ne olarak gördüğüne’’ de değinmek önemlidir. Hitler, Britanya’yı hiçbir zaman tam bir düşman olarak görmemişti. Britanya’dan ‘’Almanya’nın gerçek dostu’’ olarak söz ederdi. Sonuç olarak, her zaman için uzlaşmaya hazırdı. İlk başlarda Hitler’in stratejisi, Britanya’yı tarafsızlığa geri dönmeye zorlamaktı ve bu sebepten dolayı 1940 yılında, Almanya’nın askeri kapasitesini Britanya’yı işgal etmek üzerine seferber etmedi ve bu hatası ona pahalıya mal oldu. Britanya’yı ayakta kalması Üçüncü Reich’in çöküşünün ilk adımıydı. Britanya tek başına, Almanya’yı saf dışı bırakacak kapasiteye sahip olmadığının farkındaydı. Ayrıca kara kuvvetlerine nazaran deniz kuvvetlerinde daha güçlüydü. Hitler’in Britanya hakkındaki bu düşünceleri, Britanya’ya uzun süreli bir direnme kapasitesi vadetti. Bunun yanı sıra, Hitler döneminde deniz kuvvetlerinde görevli Amiral Reader, Britanya’nın imparatorluk ile bağlarının koparılması adına, Malta, Süveyş ve Kuzey Afrika’ya seferler düzenlenmesi fikrini ortaya atmış fakat bu Hitler tarafından ilgi ile karşılanmamıştı. Ayrıca Amiral Reader, batıdaki çarpışma için, doğuda yürütülen daha ileri düzeyde projelerin ertelenmesi fikrinin de Hitler tarafından reddedildiğini söylüyordu. Hitler’in umursamazlıklarına karşı, Britanya savaş boyunca, müttefiklerinin 1944’te Normandiya Çıkarması’nda üs işlevi görmesi gibi, Birleşik Devletler’in Almanya’ya karşı düzenlediği bombalamalar için de bir köprü oluşturmuştu.

Stalingrad Muharebesi

Rusya’nın işgali (1941), kuşkusuz Hitler’in en büyük hatasıydı. Bu hatanın başlangıcı, söz konusu ülkenin çetin coğrafi şartlarını ve iklimini ön plana çıkartan Genelkurmay’ın tavsiyelerine uymayarak karar alınmasıydı. Hitler’in gözü, halkına vereceği ‘’Lebensraum’’ dışında hiçbir şey görmüyordu, bunun yanı sıra Avrupa Yahudiliği ve Uluslararası Bolşevizm’in kökünü kurutacak olan planlarına kendini adamıştı. Hitler, tüm bunların yanında kendi düşüncelerinde çelişiyordu: 1939 yılında ‘’Rusya ile sadece batıda rahata çıktıktan sonra karşı karşıya gelebiliriz’’ derken, 1941 yılına gelindiğinde ‘’Rusya mahvedildiği zaman Britanya’nın son umudu suya düşecektir.’’ demişti. Bu anlayışla, Rusya’nın erken bir biçimde işgal edilmesi Nazi-Sovyet Saldırmazlık Paktı’nın (1939) da tüm avantajlarını ortadan kaldırmıştı. Barbarossa Harekatı (1941) ile başlayan bu savaş, Almanya’yı, kendisinden nüfus olarak üç kat, toprak olarak dokuz kat ve sanayi olarak çok daha büyük olan bir güç ile Doğu Cephesi’nde çarpışmak zorunda bıraktı. Almanya, artık iki cephede birden, büyük güçlerle mücadele etmek zorunda kalmıştı.
Hitler bir başka büyük hatayı, 1941’de savaş ilan ettiği Birleşik Devletler’e karşı yaptı. Etnik ve ırksal karışıklığın, Amerika’yı yozlaşmış bir güç haline getirdiği ve ‘’sürekli devrimin eşiğinde’’ olduğu kanaatinden asla vazgeçmedi. Ayrıca, Birleşik Devletler’in savaş kapasitesinin, Japonya’nın her koşulda üstün olacağı bir Pasifik Savaşı ile sınırlı olduğu düşüncesindeydi. Oysa ki Ocak 1942’de, ABD, Britanya’ya Almanya’nın mağlup edileceğine öncelik vereceği konusunda güvence verdi çünkü eğer ABD, Japonya üzerinde yoğunlaşacak olursa bu, Almanya’nın Rusya ve Britanya üzerindeki galibiyeti anlamına gelebilirdi. Bunun yanı sıra batılı müttefikler, işbirliği ve strateji konusunda anlaşmışlardı. Gerçekten tek bir güç olarak savaşarak bunu gösterdiler. Birleşik Devletler’in 1943’te savaşa girmesi, batıdaki savaşı hareketlendirdi ve akabinde gelen İtalya’nın işgali, bunun en büyük göstergesi oldu. Almanya’nın 1943 ve 1944 yıllarında bombardımana maruz kalması, Roosevelt’in, Hitler’in ‘’Avrupa kalesinin’’ çatısız bir kale olduğunu gösterdi. Batı Cephesi’ne, 1944 yılında Fransa’nın da katılmasıyla, müttefikler, bir Rus çekicinin örsü olmaktansa, kendi taraflarında bir çekiç olmuşlardır.
Hitler’in, 1940 yılından sonra kendine duyduğu aşırı güven, Alman General Johl’ün ifadeleriyle, ‘’Ulusun ve savaşın lideri olarak kendi yanılmazlığına dair neredeyse mistik bir inanç’ ’ortaya kondu. Reich’in kaderinin, kendisine bağlı olduğunu iddia ederek, 1941’de Wehrmacht (Savunma Gücü) üzerindeki tüm kontrolü kendi bünyesine alarak, komutanlarına serbest alan bırakmadı. Ayrıca hiçbir askeri komuta deneyimi yoktu, cephedeki generallerin sorunlarını hiçbir zaman anlamadı ve insiyatiflerini kullanmalarını engelledi. Hitler’in askeri hatalarına örnek olarak, 1940 ve 1941’de, Britanya’ya karşı düzenlene hava saldırılarında, Britanya hava savunmasının dört gün içinde yıkılacağını ve işgale hazır hale geleceğini düşünmesi verilebilir. Britanya uçaklarının iyi manevra kabiliyetlerinin olması ve radarın uyarı sistemi olarak kullanılması, Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin ayakta kalmasını sağlamıştı. Bunun üzerine Hitler, hava savaşına olan ilgisini kaybederek tekrar kara taktiklerine döndü.​


Barbarossa Harekatı



Rusya seferi Hitler’in askeri idaresinin ne denli yanlış olduğunu gösterdi. Kendinden emin bir biçimde başlattığı Barbarossa Operasyonu hakkında, ‘’Karşımızda kapısı sağlam, gövdesi çürük bir bina var. Biz yalnızca kapıyı tekmeleyeceğiz ve bina kendiliğinden çökecek.’’ diyordu. Ancak harekata başlamadan önce, Balkanlar’daki karışıklığın geçmesini bekleyerek, harekatın geç başlamasına sebep olmuştu. Üstelik Alman askerleri, kışlık üniformaya bile sahip değillerdi. Hitler, bunca ayrıntının yanı sıra, ulaşmak istediği hedefler hakkındaki fikirlerini dahi çabucak değiştiriyordu. Kurmayları, Moskova üzerine topyekün bir saldırıyı savunurken, Hitler, Leningrad konusunda ısrarcıydı. Sonrasında, gözünü Ukrayna’ya dikmesi, Rusya’yı savaş dışı bırakabilme fırsatını da elinden kaçırmasına neden oldu. Sovyet yönetimi ise, Moskova’nın yıkımının Hitler tarafından tercih edilmemesiyle rahat bir nefes almıştı ve güç toplamaya koyulmuştu. Stalingrad Savaşı’nda bile Hitler asla geri çekilmedi. Bu hamle onun, 1943 yılının ocak ayında teslim olmasına neden olacaktı.
Stalingrad Savaşı, kuşkusuz savaşın dönüm noktasıydı. 1943 yılına gelindiğinde, Hitler, giderek daha fazla savunmaya çekilmişti. Bu, Hitler’in bulunmaktan utanç duyduğu bir konumdu. Alman birlikleri tüm Avrupa’ya yayılmıştı. Reich artık Sovyet, İngiliz ve Amerikan birliklerine karşı savunmadaydı. Aslında Hitler’in beklentisi, bulduğu ilk uygun fırsatta taarruza geçmekti. Kendisini, tıpkı 1761’deki Büyük Fredrich gibi görüyordu ve karşısındaki ittifakı dağıtacağını düşündüğü hamle için fırsat bekliyordu. 1944’te, generallerine, ’’Tarihteki tüm koalisyonlar er ya da geç dağıldılar. Tek şey, doğru an için beklemektir.’’diyordu. Hitler’in amacı, aslında düşmanlarını zaman içinde yıpratacak bir ‘’oyalama savaşı’’ sürdürmekti. Ancak bu düşünce, savunmadakilere, işgalcilerden daha fazla zarar verdi.
İkinci Dünya Savaşı, her şeyden önce, mekanize bir savaştı. 1939 ve 1940 yıllarında, bu savaşı en iyi mekanize eden Hitler olmasına rağmen, 1941 yılından itibaren Almanya, tarihin en büyük iki sanayi gücü ile karşı karşıya gelerek bu üstünlüğünü yitirdi. Sovyetler Birliği, 1941’de ‘’Barbarosa Operasyonu’’ ile adete sarsılmıştı, beklenmeyen bir harekattı. Ancak hemen sonrasında gelen toparlanma sürecinin asıl mimarı Stalin ve onun 1929 yılından itibaren uygulamakta olduğu iktisadi planlardı. Beş yıllık planlar, Sovyet ekonomisini inanılmaz biçimde dönüştürmüştü ve savaş iktisadına olağanüstü bir geçiş sağlanmıştı. Urallara, Kazakistan’a, Batı Sibirya’ya ve Orta Asya’ya kurulan fabrikalar, 1942 sonrasında, Kızıl Ordu’nun savaş gereçlerinin eksiksiz bir biçimde tamamlanmasını sağlamıştı. Kursk Savaşı’nda, Guderian, Rus KV, T-34 gibi Sovyet tankları, Hitler’in en çok güvendiği kara operasyonlarında, Alman tanklarına karşı kesin bir üstünlük sağladı. Bunlara, Berlin’in kuşatılmasında kullanılan meşhur ‘’Katyusha’’ füzeleri de dahildir. Sonuç olarak, totaliter ideolojilerden biri olan Komünizm, tüm iktisadi sektörleri kontrol ederek, bu sektörleri askeri hedefler için muazzam bir biçimde kullanarak, bu konuda Nasyonal Sosyalizm’den daha yetenekli olduğunu kanıtlamıştır.
Aynı dönemde, Amerika’nın iktisadi yapısına bakacak olursak, diğer devletlerden farklı bir model izlediğini görürüz. 1941’e kadar Amerikan sanayisi, askeri teçhizat üretiminde söz sahibi olacak kadar bir üretimde bulunmuyordu. 1941 yılından itibaren, Roosvelt’in Borçlanma-Kiralama Sistemi ile ABD, büyük bir dönüşüm geçirerek, savaş öncesi adeta ‘’demokrasinin cephanesi’’ olmuştu. Kısa süre içerinde diğer tüm devletleri de bu alanda geride bırakmıştı. 1942 yılı itibariyle Almanya’nın uçak üretimi, ABD’nin otuzda biri kadardı. Tüm bunların sonucunda, Almanya’nın iktisadi ve siyasi bütünlüğü giderek artan zorluklarla baş başa kalmıştı. Artık Nazi bürokrasisi, hala savaşabilecek üç milyon erkeğin ve cephanelerde çalışabilecek kadınları ikna edemeyecek hale gelmişti. Artık Almanya, ‘’Lebensraum’’hayalinden yoksun kalarak, sınırları sürekli geriye doğru çekilen ve iki sanayi devinin altında kalmış bir devlet haline gelmişti.