HACI BAYRAM-I VELÎ HAZRETLERİ

Anadolu'yu aydınlatan ışıklardan biridir Hacı Bayram-ı Velî. Hakikat yolunun kılavuzu...Hak erenlerinin baş tâcı, kurtuluş

kervanının önderidir. İstanbul'un fethini müjdelemiş, bir ilim ve hikmet hazinesidir.

Hacı Bayram-ı Velî'nin asıl adı Numan'dı. İlim tahsiline doğduğu il olan Ankara'da başladı. İlim ve irfan yuvası Bursa'da Medrese ilimlerini bütünüyle ikmâl edip iyi derece ile mezun olduktan sonra, derhâl Ankara'da Melike Hatun'un yaptırdığı Kara Medrese'ye müderris olarak tâyin edildi.
Ankara Medresesi'nin başmüderrisi Numan, kendisine uzanan sevgi ve muhabbet iplikleriyle yumak yumak sarıldı, şan ve şöhreti günden güne etrafa yayıldı. Ne var ki bunların geçici ve aldatıcı şeyler olduğunu; ebedî olanı, Hakk rızasına erdireni, gönülleri nur deryası haline getireni araması gerektiğini o da biliyordu.
Kendi kendine:
- Ey Numan, şöhrette helâk vardır! Aklını başına devşir! diyordu.
Bu düşüncelerin ırmağında yüzdüğü bir gün Kara Medrese'ye yüzünde aydınlığın benekleri gezinen biri geldi. Bu pak yüzlü insan, ona Kayseri'den, Somuncu Baba'dan haber ve davet getirmişti. Bu daveti duyan Numan, derhâl Somuncu Baba'nın emrine boyun büktü ve yola koyuldu. Sonunda bir kurban bayramı günü Kayseri'ye vardı.
Somuncu Baba kendilerini bekliyordu. Yüksek huzura çıktı. Müderris Numan'ı karşısında gören Somuncu Baba ayağa fırladı ve haykırdı:
- Bilmem bu iki Bayram'ın hangisiyle sevineyim?
Ve bu andan sonradır ki, Numan adı unutuldu Bayram ismi dillerde gezinmeye başladı.
Müderris Numan, (yeni ismiyle Bayram) o Allah'tan kopmayan kulba yapıştı, ondan Allah'ın ilmini öğrendi ve yine mürşidiyle beraber hac farizasını eda etmek için mukaddes topraklara gitti. Artık o Müderis Numan değil, Hacı Bayram'dı. Mürşidinin öğretisinde, onun ayak izlerinden giderek Allah'a emanetleri teslim etmiş ve o da bir mürşid olmuştu. Bundan sonra Ankara'ya dönüp irşad halkasını Anadolu'nun tam merkezine kurdu.
Zaman ırmağı hikmet çağıltılarıyla akıp gidiyordu. Hacı Bayram-ı Velî vahdet deryasına dalmış, ilâhî aşkın şurubunu içmiş, Allah aşkıyla yanıp tutuşuyordu. Etrafı ise günden güne dervişlerle dolup taşıyordu.
Aşkın çilesini çekmek kolay değildi ve şimdi onu yeni bir çile bekliyordu. Etrafında safâ ve seyran süren dervişler çoğaldıkça, kara kalpli insanların huzursuzluğu da artıyordu ve Osmanlı Sultanı'na kara haberler uçuruyorlardı:
- Hacı Bayram cümleyi etrafına toplamış, dervişlerden bir ordu peyda etmiş de saltanat davası güdüyor!..
İkinci Sultan Murad, ilk zamanlar buna inanmadı. İnanmadı ama, iftiracıların zehirli nefeslerinin de arkası kesilmedi. Yeni bir kardeş kavgasına izin verilemezdi. Saltanatı tehlikeye sokacak her hareket anında bastırılmalıydı. Osmanlı hünkârı derhal iki çavuş görevlendirdi ve dedi ki:
- Kuşlar gibi uçup, Ankara'ya varın ve o Hacı Bayram denilen adamı alıp gelin! Karşı koyacak olursa zincire vurun!
Çavuşlar kartopu alınlı atlar üzerinde rüzgâr gibi uçarak tâ Edirne'den Ankara'ya geldiler. Yolda nur yüzlü, aydın bakışlı birine rastladılar. Selâm verdiler, hâl hatır sordular ve muhabbete başladılar.
- Ey çavuşlar, nereden gelip nereye gidersiniz? diye sordu nur yüzlü adam.
- Hacı Bayram derler, biri varmış. Kötülüklerini Hünkâra arzettiler. Osmanlı Sultanı ferman çıkardı; onu alıp sultanın katına götüreceğiz!
Nur yüzlü ve aydın bakışlı yolcu gülümseyerek;
- Ol dedikleri işte bu fakirdir!
Çavuşlar yaralı serçeler gibi titremeye başladı. Çünkü bu yüzde bir başka ışık pırıldıyordu. Bu adam mübarek bir adamdı. İftiracıların dediği gibi biri olsaydı kendisini tanıtmazdı. Çaresiz kalıp Hacı Bayram-ı Velî'nin yüzüne nazar ettiler. Bu yüzde elmaslar oynaşıyor, bu gözlerin içinde okyanuslar dalgalanıyordu. Oldukları yerde durup haykırdılar:
- Biz sizi derdest edip nice götürürüz? Gam seline değirmen olamayız!
Hacı Bayram:
- Ey iyi yürekli gaziler, sitem şişine kebap olacak benim! Ben bunun için yola çıktım, sizi bekler dururdum. Padişah fermanı yerine gelse gerekir. Yanınızda bulunan zincirleri bend kılın, gidelim!
Padişah fermanıyla buralara kadar gelen çavuşlar büsbütün hayrete düştüler. Gözleri bulutlar gibi yaş dökmede, gönülleri güvercin kanadı gibi çırpınmadaydı; ama elden ne gelirdi? Yine Hacı Bayram Hazretleri'nin emriyle yola revan oldular ve sonunda Edirne'ye vardılar.
Çavuşlar önde Hacı Bayram arkada padişah huzuruna yürüdüler. Asıl hayret etmek sırası Sultan Murad'da idi. O, karşısında devletin selâmetine ve tahtına kasdetmiş bir celali bekliyordu. Ne var ki, getirilen adam sanki bir güzellik Yusuf'uydu. Yüzünde güneş bir ışık vardı. Şimdi utansın mıydı, ağlasın mıydı, dövünsün müydü? Ne yapsındı Sultan Murad?
Beynini akrep kıskacı gibi sıkıyordu bu düşünceler. Çaresizdi, utanmıştı. Hacı Bayram Velî Hazretleri, onun düşünce zincirine bir ışık halkası takmak istedi ve dedi:
-
Hiç gerekmez sultanım! Madem ki birbirimizi bildik ve bulduk!..

İkinci Murad gönlünden bir "oh!" çekti. Bütün sıkıntılar ve ızdıraplar rüzgâra katılmış tüy misali uçup gidivermişti. Şimdi Hacı Bayram Velî'nin gönlünü nasıl alacağının telaşı içindeydi. O kadar ihsanlarda ve ikramlarda bulundu ki, saray da şaştı bu işe, âlem de...
Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri'nin dünya malında ve varlığında gözü yoktu elbette; ama Sultan II. Murad mahcubiyetin yanı sıra; atalarından öğrendiği Allah dostlarına duyduğu saygı sebebiyle çırpınıyordu Hacı Bayram Hazretleri'nin gönlünü almak için.
Osmanlı Sultanları, her devrede Allah dostlarına danışmışlar ve böylece Allah'ın yardımını almışlardır. İşte Sultan II. Murad'ın mürşidi de Hacı Bayram-ı Velî'ydi. Nitekim kendisine İstanbul'un fethinin, oğlu Mehmed'e nasip olacağını müjdeleyen yine Hacı Bayram-ı Velî Hazretleriydi.