MEVLÂNA CELÂLEDDİN-İ RUMÎ HAZRETLERİ

O ki; irfan semâsının yıldızı, hakikat ufkunun batmaz güneşi...O ki; aşk denizinin en parlak incisi, muhabbet kervanının başı, Hak dostlarının gözünün nûru...
İç gözlerine ilâhî hikmet sürmesi çekilen ve bir ömür boyu okyanuslar gibi çağlayan eşsiz velî...
Belh şehrinde cihan toprağına bir çiğ tanesi gibi düştü...Onun doğumu her tarafta çiçek bayramları gibi karşılandı. Aşk incisi Mevlâna, Hüseyin Celâleddin-i Hatibî'nin oğlu, Sultânü'l Ulemâ Muhammed Bahâeddin Veled'in sülbünden dünyaya geldi... Sanki bir top inciden meydana gelmiş, her azasından nur ve ışık fışkıran, bakışı insanın içini yakan ay yüzlü bir çoçuktu...
Çok sevdiği babasının vefatından sonra Mevlâna Hazretleri, kendisini tamamen ilim yoluna verdi. Gece ve gündüzlerini ibadetle zikirle ihya eden Mevlâna, Halep ve Şam'a kadar uzanıp, nice mürşidlerden irfan incileri elde etti. Ciddî bir tahsilden sonra memleketine geri döndü.
Artık tefsir, hadîs, fıkıh, usûl ve kavaide tamamen vâkıf, yüksek bir âlim olmuştu. İsmi dillerden düşmüyordu. Gün geçtikçe etrafındaki halka genişliyor, ilme susayanlar onun pınarından kovalarını dolduruyorlardı.
Birgün....
Mevlâna Hazretleri, medresesinden çıkmış, geyik bacaklı bir ata binmiş evine gidiyordu. Ardından bir sürü talebe ve bağlıları... O ağır ağır yol alırken bir çift göz de uzaktan onu süzüyordu. Tabiî ki Mevlâna'nın bundan haberi yoktu. Ansızın hiç tanımadığı bir adam kendisini sokağın ortasına attı ve atının dizginlerine yapışıp haykırdı:
- Ey Müslümanların Efendisi! Söyle bana Allah'ın Resûlü mü daha büyüktür yoksa Bâyezid-i Bistâmî mi?
Mevlâna bu haykırışın ve bu sualin dehşetinden atın üstünden düşecek gibi oldu. Yüzünde hayret çizgileri şimşek gibi gezindi. Bu nasıl bir sualdi böyle? Birden rengi sapsarı kesildi, dudakları şiddetle büzüldü. Fakat çabuk toparlandı; gökler kadar mavi ve derin gözlerini bu garip adama çevirip:
- Ey adam, sen neler söylüyorsun? Bâyezid ümmetten bir kimsedir; Allah'ın Resûlü ise âlemlerin ve âdemlerin efendisi. O'nun yanında Bâyezid kim olabilir ki?
Şems-i Tebrizî'den başkası olmayan bu garip adam daha hiddetle bağırdı:
- Ya niçin peygamberler peygamberi her an: "Biz seni lâyıkıyla bilmedik Yâ Rabbî" dediği hâlde Bâyezid: "Ben noksandan beriyim ve şanım pek yücedir." diyor. Öyle biri, böyle bir sözü ne hikmetle söylemiş?
Mevlâna'nın dudakları bir yay gibi gerildi.
- Çünkü, Nebîler Nebîsinin mübarek kalbi sahili bulunmaz bir denizdir. Ona ne kadar aşk ve marifet ırmakları aksa hepsini ihata eder ve ziyadesini isterdi. Halbuki Bâyezid, susuzluğunu bir damlayla giderir ve daha fazlasına tahammül edemeyerek taşar ve bu coşkunlukla öyle söylerdi. Kâinatın Efendisin'nin kalbi fezâ kadar derin olduğu içindir ki, her an daha büyük tecellileri bekler, hiçbir derecede kalmaz, daima biraz daha yakınlık dilerdi. İşte bu sözlerdeki hikmet tamamıyla bundan ibarettir.
Mevlâna Celâleddin-î Rûmî'yi can kulaklarıyla dinleyen Şems, birden yıldırım çarpmış gibi titredi. Bu sözler ruhuna şimşek şimşek inince bir acayip oldu ve müthiş bir ceryana kapıldı. Gönlünün derinliklerinden gelen bir hisle müthiş bir nâra attı: "Allah!" diye haykırdı ve oracıkta yerlere serilip kaldı.
Mevlâna derhâl atından inip Şems'in başını kucağına aldı. Ne var ki; Şems bir türlü kendine gelemiyordu. Şems'in başı dakikalarca Mevlâna'nın kucağında kaldı. Ve sonra usul usul gözlerini açtı. Gözlerinin içinde okyanuslar kaynıyordu. Bir tutam aşk kıvılcımını Mevlâna'nın gönül ocağına attı. Mevlâna, eğilip onu alnından öptü ve elinden tutup doğruca evine götürdü.
Şimdi ikisi de çırpınan alev gibi dalgalanıyorlardı. Mevlâna'da coşkun bir zevk ve çağlayan bir aşk başlamıştı. Kendisini Allah'a daha çok yaklaştıracak irfan ehlini, hikmet denizinden nice damlalar alacağı mürşidini bulmuştu. Uçan güneş gelip koynuna girivermişti. Artık bir ömür boyu aşk ve îmânla çağlayıp duracaktı.
Hazretî Mevlâna'nın havuz kenarında oturduğu bir gündü...
Yanında birtakım kitaplar vardı. Derin düşüncelerin denizinde akıl gemisini yürüttüğü bir andı ki, birden Şems göründü ve sordu:
- A yol eri, bunlar ne cins kitaplar?
Mevlâna cevap verdi:
- Bunlara dedi-kodu derler!
Şems-i Tebrizî'nin gözlerinde müthiş bir ışık belirdi. Pençesini bu kitaplara taktı ve kavradığı gibi havuza, suların ıslak tenine atıverdi.
Mevlâna Hazretleri, tarifi imkânsız bir telaşa düştü, yüzü ıstırap çizgileriyle damar damar gerildi ve ***r-i ihtiyari bağırdı:
- Ey benim güneşim, ne yaptın? Bunlar bana atalarımdan kalmış şeylerdi. İçlerinde çok faydalandıklarım da vardı. Vah ki, vah bana!
Şems Hazretlerinin dudaklarında çiçek çiçek bir tebessüm belirdi. Sadef parmaklarını havuza doğru çevirdi ve oynatıverdi. Kitaplar birden kanatlanmış kuş gibi gelip Şems'in avucunda eski hâlini aldı. Hiçbirinde en ufak bir eksiklik ve ıslaklık eseri yoktu.
Mevlâna hayran hayran baktı ve haykırdı:
- Ey hayat ışığım, bu ne hâldir?
Şems deniz deniz çağlayarak anlattı:
- Buna da zevk ve halet derler; ya sende bundan eser var mı?
Mevlâna boynunu büküp mırıldandı:
- Ne gezer!...
O andan itibaren Mevlâna'nın gönlüne bir başka ateş düşüverdi... Şems'in etrafında bir pervane gibi dönmeye başladı. Aşk denizinin dalgaları Mevlâna'yı sahili bulunmaz bir okyanusa itmişlerdi. Onda artık dur durak yoktu.
Bir gün, Hazret-i Mevlâna aşıklarından birine dedi ki:
- Hazır ol bu gece sana geleceğim!
O da gönül gönül çırpınarak:
"Ah yüce sultanım, beni ihya edersiniz!" dedi. Ve bu müjdenin verdiği sevinçle elde avuçta nesi varsa hepsini dağıttı. Gönüller sultanı gelecek, belki bir an dinlenmek ister diye güzel bir yatak hazır etti. Çünkü Mevlâna gece gündüz ak çiçekli bir gül dalı gibi titriyordu. Kâbe mumu gibi yanıyor, ney'ler gibi inliyordu. Mübarek vücudu incele incele gümüş tellerine dönmüştü.
Akşam oldu. Mevlâna, Siraceddin'in evine vardı, içeri girdi ve dedi:
- Siraceddin, sen bana bakma git yat!
Siraceddin ne yapabilirdi ki? Baş kesip "eyvallah" dedi. Hazreti Mevlâna namaza durdu. Yüce Rabbin huzurunda adeta kendinden geçti. Sabah ezanları gök kubbeyi çınlatmaya başladı. Siraceddin bütün gece yatağında dönüp durdu. Belki şimdi bitirir diye düşünüyordu. Ne var ki, Mevlâna hâlâ Yüce Rabbinin huzurundaydı. Başı kesik bir mum gibi geceler boyu yanmıştı. Artık Siraceddin dayanacak gücü kendinde bulamadı ve dedi:
- Sultanım, sabahlar oldu; bir nefes olsun dinlenin!
Mevlâna, îmân aynası berrak yüzünü Siraceddin'e döndürdü, elini uzatıp sırtını okşadı:
- İyi ama, eğer biz de uyursak bu kadar uyuyana kim deva eder?
Aşk sultanı Mevlâna, çocukların bile gönlünde taht kurmuştu. Çocukları ve fakirleri çok severdi. Sokaktan geçecek olsa bütün çocuklar peşine takılır, elini öpmek için sıraya girerlerdi.
Bir gün yine bir sokaktan geçiyordu. Onu gören çocuklar ceylanlar gibi sıçradılar. Koştular, elini eteğini öpmeye koyuldular. Oyun oynayan çocuklardan biri ona seslendi:
- Dur ey Hüdavendigâr! İşte oyunum bitiyor. Bitsin de ben de elini öpeyim!
Hazret-î Mevlâna olduğu yerde çakılıp kaldı. Dakikalarca orada bekledi. Nihayet çocuk oyununu bitirdi, bir kuş gibi uçup Mevlâna'nın huzuruna geldi ve ellerine sarıldı, öptü, öptü, öptü... Mevlâna da o güzel yavrunun saçlarını tel tel okşayıp sordu:
- Artık gidebilir miyim, ey çocuğum?
Çocuk başını salladı:
- Gidebilirsin!
Ve Mevlâna tatlı tatlı gülümseyerek oradan uzaklaştı.
Peygamberler Peygamberinin yüksek ahlâkından bir numune göstermiş bulunuyordu Mevlâna. Çünkü Allah'ın Sevgilisi de yolda rastladığı çocuklara selâm verir, gönüllerini alır, başlarını okşar ve hatta onlarla şakalaşır, neşelendirirdi.
Bir bahar sabahıydı...
Çemenin fezasında kuşlar uçuşuyor, altın başaklı lâleler yakut gibi parlıyordu. Bülbülle gül dalların koynunda cilveleşiyorlardı. Bir tatlı bahar ki, gönülleri yakıyordu. Aşk pervanesi Hazret-î Mevlâna, seher vakti kendisini sokağa attı, gidiyordu. Aksaray kapısına kadar vardı. Bu kapının önünde gözleri kör bir fakir vardı. Sabahtan akşama kadar oturur, gelip geçenlere el açardı. Adamın kafa gözleri kördü ama gönül gözlerinde bir pencere açılmıştı. İç gözlerinin aydınlığıyla Mevlâna'nın kutlu makamını gördü.
İşe bakınız ki; Yüce Sultan'ın önünde bir çoban yürüyordu. Tam Aksaray kapısından çıkıyordu ki; âmâ:
- Ey adam, Mevlâna'nın aşkına bana biraz ekmek ver!
Bu sözü Mevlâna da işitmişti. Hiç ses çıkarmadı, belindeki kemerini çözüp adamın önüne bıraktı ve yürüdü. O kapıyı geçer geçmez çoban dönüp âmâya:
- Ey kör, al şu dinarı da elindeki kemeri bana ver!
Âmâ, başını bir aslan gibi dik tutarak haykırdı:
- Bin dinar da versen yine onu sana vermem! Ben onu boynuma bağlayıp birlikte mezara götüreceğim!
Ahi çoban beynine yıldırım düşmüş gibi çarpıldı. Hayretle âmâ'nın yüzüne baktı. Kendi gafletinden utandı, yürüyüp gitti. Âmâ'nın gönül ocağında bir ateş yanıyordu. O gece sabaha kadar uyumadı. Ağladı, inledi, feryad kopardı, Allah'a yalvardı, gözünü bir çeşme misali akıttı:
- Rabbim, Rabbim! Bu kemerin sahibi hakkı için beni bu bel kaydından kurtar. Canımı al da ben bu dünyanın ötesine sefer edeyim.
Hâle bakınız ki; Ahi çobanı da o gece uyku tutmamıştı. Yatağının içinde dönüp dururken kulağının dibinde bir ses çınladı:
- Aksaray kapısındaki kör dünyadan el yudu, gerçek hayata geçti!
Ahi çoban, birden yatağından fırladı. Aksaray kapısındaki âmâ'nın evine koştu. Olanca kuvvetiyle kapıyı yumrukladı. Gerçekten âmâ ölmüştü. Bütün hizmetlerini üzerine aldı, onu kefenledi. Mevlâna'nın kemerini de boynuna bağladı ve onu öylece kara toprağın koynuna verdi.
Allah'ın sevgililerinin eteğine sarılanlara ne mutlu!...
Gece ile gündüz, tatlı ile acı, soğuk ile sıcak, kuru ile yaş, iyi ile kötü nasıl birbirinin zıddı ise, bazı insanlar da hidayet ışığının zıddı olmuşlardır.
Şemseddin Mardinî isimli kişi de böyle bir bahtsızlığa düşmüştü. Bir türlü Mevlâna'nın yüce şahsiyetini ve faziletini kabul edemiyordu, hatta aleyhinde bile konuşuyordu.
Bir gece yatağına uzanmış yatıyordu. Derken kendisini derin bir uyku bastırdı. Daha sonra rüyaların denizinde yüzmeye başladı. Rüyasında âlemlere rahmet olan Hazreti Peygamber'i görmüştü. Allah'ın Sevgilisi topyekün zaman ve mekânın ve bütün mahlûkatın peygamberi yüksek bir yere oturmuştu.
Mardinî huzura varıp selâm verdi. Ne var ki Kâinatın Efendisi mübarek yüzünü ondan çevirdi. Bu sefer, Mardinî onun yüzünü çevirdiği tarafa koştu. O ışıklar saçan güzel ve mübarek yüz, yine aksi tarafa döndü. Şemseddin Mardinî aklını yitirecek gibi oldu. Çırpınan alevler gibi döndü:
- Ey kokusu güzel Peygamber! Ey eşi bulunmaz tek inci! Senin şefaatine nail olmak için nice zamandır çalışmaktayım. Nice zahmetler çektim, nice üstadların önünde diz çöktüm. Şimdi bu mahrumiyete sebep nedir?
Nihayetsiz olan Mülkün Seyyidi ve Kevser havuzunun sahibi olan Cenab-ı Mustafa (S.A.V):
- Dediklerin doğrudur. Ne var ki, senin yaptığın bizim hoşumuza gitmiyor. Bu günahın bütün günahlarına bedeldir. Çünkü sen Mevlâna'ya inkâr gözüyle bakıyorsun.
Şemseddin ölüm terleri dökmeye başladı. Bu rüyanın tesiriyle yatağından fırladı. Sabah olur olmaz Hakk dostu Mevlâna'nın kapısına koştu ve kapıyı tıkırdattı. İçeriden bir ses çağladı:
- Kim o?
Şemseddin Mardinî inledi:
- Günahına tevbe etmek isteyen biri.
Kapı derhâl açıldı. Şemseddin kendini yerlere attı, olanı biteni bir bir anlattı ve dedi:
- Ey Hûdâ'nın has kulu! Beni affedebilecek misin?
Gönül Sultanı Cenab-ı Mevlâna gülüyordu. Şemseddin yüce mürşidin önünde tövbe etti, affa uğradı, Mevlâna'nın pınarında yıkanarak kurtuluşa ermişdi. Artık mutlu ve mesuttu. Saadetinden uçacak gibi olmuştu. Nefsin ve gururun zincirlerini bir hamlede koparmış, erenlerin denizine dalmıştı.
Şimdi Mevlâna'nın dizinin dibinden ayrılmıyordu. Mevlâna coşkun pınarlar gibi çağlıyordu ve diyordu ki:
"Ey heva ve hevesi derununda tazeleyen kimse! Îmânını tazele. Fakat yalnız dilin söylemesiyle değil! Heva ve şehvet taze bulundukça, îmân taze değildir. Çünkü bu heva, hakikat kapısının kilididir. Rüzgârın esişine tâbî olan, ot gibi nefis ve hevanın zevkine uyma! Zira arşın gölgesi bir kulübeden evlâdır!"