Müslüman hayatının yönlendiricisi ve mihenk noktası olan ulemanın mezarları nasıl ve neler yazıyor üzerlerinde? Hangi âlimler yatıyor İstanbul’da ve bir hafta sonu gidip görebileceğimiz mezarlardan henüz kaçını ziyaret ettik? Sadullah Yıldız yazdı.
Öleceğimiz düşüncesi ve bunun hayatımızdaki işaretleri bize şimdi ürkütücü gelebilir ama ecdadımız için iki çay yudumlama arasında birkaç defa lafı geçebilecek kadar doğal ve mübaşereten zikredilebilirdi bu söz ve türevleri.Ya da tam tersi: Ölüm onlar için hayatın öyle içinde ve hayata öyle dâhildi ki, belki de ölümün sözü bile geçmiyordu. Hangimiz evimizdeki buzdolabını oturup gündem yapıyoruz? Buzdolabı hayatımızın tam ortasında ve en sık başvurduğumuz bir parça ama onu konuşmayız; çünkü zaten konuşulmaya ihtiyaç bırakmayacak kadar ortada ve kesinlikle doğal bir kabuldür. Ölüm de belki böyleydi dedelerimiz için; çoktan kabullenilmiş ve zaten kavuşularak esas olanın gerçekleşeceği bir gereklilik.Ecdadımız öldüler ve ölürken öyle güzel mezar taşları yaptılar ki kabirlerine, ölümün korkunç veya kaçılması gerektiği ön kabulünü darmadağın ettiler. Taşların-kabirlerin güzelliği kadar kitabelerini de niyaz ve tazarru ile süslediler; çünkü bu da “yaptığınız işi en güzel şekilde yapın” emrinin bir icabıydı. Nihayetinde maksuda kavuşuyorlardı.Peki, Müslüman hayatının yönlendiricisi ve mihenk noktası olan ulemanın mezarları nasıl ve neler yazıyor üzerlerinde? Hangi âlimler yatıyor İstanbul’da ve bir hafta sonu gidip görebileceğimiz mezarlardan henüz kaçını ziyaret ettik?Başka birkaç yazının devamı olan bu derlemede, İstanbul’da medfun ulemadan bazısının mezarlarına gidelim ve ne hâlde olduklarına, neler söylediklerine bir bakalım istedik.Kıraat-i sebadan tefsir ve fıkha kadar İslam ilimlerinin birçoğunda söz sahibi idi İlk durağımız Fındıkzade tramvay durağı önündeki tepede, çevresinden soyutlanmış küçük bir ada (1). İstanbullular olarak farkında mıyız tam bilmiyorum ama bu şehrin gelmiş geçmiş en kıymetli zatlarından biri burada medfundur: Ebu’l-feth ve kayser-i Rum Fatih Sultan Mehmed Han’ın muhterem hocası, ulemay-ı benamdan Molla Güranî hazretleri.(2)Kitabesinde adı “Şeyhülislam Ahmed Güranî” olarak zikredilen bu mübarek zat, Müslüman İstanbul’un yedi yüz yıllık tarihinin temelindeki en mühim isimlerden biridir. Hakikî bir âlim karakteri taşıyan bu ilmiyle âmil insanın, İslam tarihinin en muazzam ilim depolarından İbni Hacer el-Askalanî’den icazetli olması, onun hakkında varabileceğimiz keskin kanaatleri kuvvetlendirir. Kıraat-i sebadan tefsir ve fıkha kadar İslam ilimlerinin birçoğunda söz sahibi olacak kadar sivrilen Molla Güranî, Kâmil Yaşaroğlu’nun naklettiğine göre İstanbul’da iki cami, iki mescit, birer darülhadis, darülkurra, hankâh, hamam ve mektep yaptırıp gelirlerini sağlayan akarları da temin edecek kadar eli bol ve dünyaya tenezzülsüz bir Müslümanmış.Sultan Mehmed ile arasında başkalarının kuramadığı orijinal ve serbest tavırlı bir bağ olduğu söylenen Molla Güranî, Arzu Tozduman Terzi’nin (Şehir ve Kültür dergisi, Eylül 2014) naklettiğine göre Konstantinopolis’i tarihe gömen haşmetli ve muktedir hükümdarının huzurunda eğilmez, selamını yüksek sesle verir, çağrılmadıkça-bayram günlerinden başka zamanlarda da saraya varmazmış.Böyle bir allameye verdiğimiz değeri ve şehri ona ne kadar mal ettiğimizi düşünmek için pek geç kalmışa benziyoruz. Ama zararın neresinden dönülse yine kârdır.Çelebizadeler ailesinin birçok ferdi bu sofada medfunBu adada Molla Güranî’den başka mühim zatlar da medfundur. Mezar taşlarının biçim ve heybetlerinin kabir sahiplerine dair fikir verebileceğini bilenler, bu küçük kabristana girdiklerinde burada istirahat eden kimselerin mühim zevattan olduğunu anlayacaktır. Çünkü mezar taşları müheykel ve kocamandır.Molla Güranî’nin sırasınca defnedilen üç kabirdekiler, taşların büyüklüğü ve kitabelerden anlaşılabileceği üzere “rütbetü’l-ilmi a’le’r-rütebi” fehvası mucibince ulemadan kimselerdir (3). Sahibu’l-mekâna yakın olan en soldaki pek süslü mezarda, Sultan III. Mustafa devri şeyhülislamlarından Çelebizade İsmail Asım Efendi’nin torunu, Seyyid Mehmed Zeynelabidin Efendi dinlenmektedir. Yine bu sofadaki başka mezar kitabelerinden de örneğinin görülebileceği üzere bu efendiye, ismini taksir ile ‘Zeynî’ de denmektedir.Zeynelabidin Efendi, Süleymaniye Darülhadisi’nde reisü’l-müderrisinlik ve Anadolu kazaskerliği vazifelerinde bulunmasından başka, burada daha evvel kabristanlarını tanıtmaya çalıştığımız (şurada) Dürrîzade ailesinden Şeyhülislam Dürrîzade Abdullah Efendi’nin görevi esnasında onunla anlaşamaması ve aralarında çekişme vukua geldiği bilgisiyle de okuyucuya tanıdık gelebilir.Şeyhülislam Zeynelabidin Efendi’nin yanında dedesi Şeyhülislam Çelebizade İsmail Asım Efendi var. Babadan dedeye uzun yıllar boyunca Devlet-i Âliye’ye hizmet etmiş bu ailede âlim bolmuş anlaşılan. Devletin birçok kademesinde başı çeken vazifeler almış bu mübarek zat, Abdülkadir Özcan’ın İslam Ansiklopedisi’nde naklettiğine göre, çağdaşları tarafından dürüst, iyiliksever ve hoşsohbet biri olarak anlatılırmış.İsmail Asım Efendi’nin yanında ise “allame-i benam” diye anılan Dağıstanlı İbrahim Efendi, heybet ve vakarını ölümünden sonra da devam ettiren devasa sarığıyla duruyor. Rumeli kazaskeri payesi taşıyan bu zat-ı muhterem de yanı başındaki diğer âlim-i rabbanîlerle birlikte kıyamet sabahını bekliyor.Aslına bakarsanız Molla Güranî ile meşhur olmuş bu adada Çelebizadeler ailesinin epey bir ferdi defnedilmiştir. Bu bakımdan adaya Çelebizadeler sofası da dense yanlış olmaz. Aileden bazılarının kabir taşları kırılmış (4) ve kenara atılmış, bazısı ortadan kaldırılmış ve kiminin de yeri kaybolmak üzereyse yahut parke taşına gömülmüşse de (5) tamamıyla ilgisiz bırakılmış olmasını göz önüne alarak, kabristandaki mezarların nispeten o kadar da vahim durumda oldukları söylenemez. Ekserisi yine de bir şekilde bugüne kadar gelebilmişler.Çelebizadelerden bu sofada olanlar büyük dede İsmail Asım Efendi’nin civarına tıpış tıpış sıralanmışlardır. İsmail Asım Efendi’nin iki oğlu Mehmed Arif ve Mehmed Ataullah efendiler (6), kız kardeşi Hadice Hanım (7), Zeynelabidin Efendi’nin kızı Şerife Emetullah ve Şerife Hibetullah(?) hanımlar (8) buradadır.Biraz daha arkada uzun bir mezar taşıyla dünyevî mevkiinin farklılığını kendince vurgulayan ise Şeyhülislam Zeynelabidin Efendi’nin oğlu es-seyyid Mehmed Arif Molla Efendi’dir (9). Burada ilave bir bilgi notu geçmekte fayda var: Zeynelabidin Efendi’nin namı yürürken lakabıyla ismi aynı anda anılır olmuş. Bu zata dedesi Çelebizade İsmail Asım Efendi’yi ima ile “Çelebizade hafidi (torunu)” denirmiş ki, bu sofadaki kitabelerde Zeynelabidin Efendi’yle ilintili kişilerde de bazen öyle geçmektedir. Mesela Mehmed Arif Molla Efendi’nin kitabesinde, “Çelebizade hafidi merhum es-seyyid Mehmed Zeynelabidin Efendi’nin mahdum-ı mükerremleri” diye zikrediliyor.Mehmed Arif Molla Efendi valilik görevinde bulunmuş. Üsküdar kadılığı yapmasından da Çelebizadeler’in ilim geleneğini devam ettirdiği anlaşılıyor.Şeyhülislamlara bile merhamet etmeyen vefasızlığımızMolla Güranî kabristanında Çelebizadeler haricinde mühim isimler de defnedilmiştir. Mehmet İpşirli, Şeyhülislam Aşir Efendi’nin naaşının 1804’te vefatından sonra Eminönü-Bahçekapı’da kendi adıyla inşa edilen kütüphanesinin haziresine defnedildiğini ama daha sonra buraya, Molla Güranî’nin civarına taşındığını DİA’da haber veriyor. Fakat mezar burada yok. Belki kenara atılmış olanlardan bir tanesidir… (10) Şeyhülislamlara bile merhamet etmeyen vefasızlığımız sıra onun ailesine gelince yumuşayacak değildi tabii; Aşir Efendi’nin torununun mezar taşı da bir ağaç kovuğunda ortadan ikiye ayrılmış ve bir kısmı toprağa gömülmüş hâlde duruyor (11). 1136’da vefat eden, birçok hayır ve hasenatı bulunan, aynı zamanda hekimbaşılık ve Rumeli kazaskerliği vazifelerini yürütmüş Ömer Efendi de bu mezarlığın sakinlerinden. (12)Çıkış kapısının hemen üzerinde, 13 numaralı fotoğrafta sağdaki kafesî sarıklı zat yine Çelebizadeler’den Ali Efendi’dir. 1187’de vefat eden Ali Efendi, ailenin birçok ferdi gibi bürokrasinin üst rütbelerinden birinde yer almış: Anadolu muhasebecisi. Bu makamın vazifesi maliye işlerinde önemli bir yer tutup padişahlar ve vezirlere ait Anadolu’da bulunan vakıfların hesap işlerine bakmaktı.Ali Efendi’nin solundaki mezarda ise Nesibe Hanım yatmaktadır ama ne yatmak… İnsanın bu kitabeyi okuduktan sonra kabrin yanına kıvrılıp “demek öyle Nesibe Hanım…” diye dertlenesi gelir. Cennet meyveleri ve çiçeklerle müzeyyen mezar taşı, sanki aynı zamanda Nesibe Hanım’ın zarafetine dair fikir vermesi için böyle incelikle işlenmiş ve şahidesindeki uzunca servi de yitip giden endamını düşündükçe elem ziyadeleşsin diye hakkedilmiştir.Şeyhülislam Zeynelabidin Efendi’nin kızı olan Nesibe Hanım, berhayat iken herhâlde hastalıktan pek çok acı çekmiş ve dermanı bir türlü bulunamamıştı ki kitabesinde bu “nazenin duhter” için “emr-i hakka yüz bin tabip ve hoca kâr etmez” denmiş ve “tedbir-i illet ile geçti benim zamanım” diye meyyitenin ağzından yakınılmış.Nesibe Hanım’ın olanca nezaketiyle bir de ricası var buralara uğrayanlardan: “Bir gün olur geçersün sen de bu rehgüzardan” diyor sevenlerine, “bir Fatiha’yla şad et bakup da geçme canım.”