Arapça ‘aşaka’ kökünden gelir “aşk” kelimesi. Günümüzde uygunlu uygunsuz her hâlin aşk olarak adlandırıldığına bakmayın siz. ‘Aşaka’ sarmaşık demektir. Bir şeyin bir şeyi sarması ve bu sarılmanın hemhâllikle son bulmasıdır aşk. Bir şeyin bir şeyi sarmasıyla ikilik nihai olarak zahirde ehadiyet, bâtında ise vahidiyetle son bulur ve ikilik tamamen ortadan kalkar. Tıpkı bir sarmaşığın bir ağacı sarması ve ağacın öz suyunu emmek suretiyle gelişip boy atması ve bir müddet sonra ağaç ve sarmaşığın yekpare olması gibi…
Yalnızca âşık ve maşuk arasında yaşanan bu türlü ilişkilere, bu dinamik bağa ‘aşk’ der büyükler. Bunun tezahürüyse, “Küntü kenzen mahfiyyen Fe ahbebtü en u’refa fe halaktü’l-halka Li ya’rifânî” (Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi murâd ettim ve yarattım.) hadis-i kutsisinde âyân olur bizlere. Allah’u zü’l-Celâl’in bilinmekteki murâdı aynı zamanda sevilme murâdıdır. Bu muradâ işaretle varlığın kaynağının sevgi, muhabbet, aşk olduğu söylenir.
Hz. İnsan’a ruhundan ruh üfleyen Allah’u zü’l-Celâl, Hz. İnsan’a yaratıcısını arayıp bulma ve yaratıcısını sevme cevherini de üflemiştir. Bütün yaradılışın yegâne kaynağı olan “levlake levlak lema halaktul eflak” (Sen'i yaratmasaydım âlemleri yaratmazdım) kelâmının mazharı Fahr-i Kâinat Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa (s.a.v.) olduğundan, aşkın sübje olarak odak noktası da Sebeb-i Hilkat-i Âlem Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz’dir. Yaratılmanın bir gerekliliği olarak, aşkın bir tezahürü olan muhabbet de “Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl / Muhammedsiz muhabbetten ne hâsıl” düsturu gereği Rasûlullah Efendimiz odaklıdır. Bu yüzden hem aşkın hem muhabbetin odak noktası olan Mergub-u Hudâ, Şef-i-Rûz-i-ceza, Melce-i-fukara, Serdar-ı Enbiya, Resûl-i Kibriya Hazret-i Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz’in kokusunu alabilmektir tüm mesele. Çünkü ancak onun kokusu bizi ‘aşk’ın kendi olan Cenab-ı Hakk’a vardırır. Bu yolculuk da ‘sevmek’ ile başlar. Öyle ya ne buyurmuştur zât-ı devletleri: “Canım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız...” (Müslim, îman 93-94. Ayrıca bk.Tirmizî, Et'ime 45, Kıyamet 56; İbni Mace, Mukaddime 9, Edeb 11)
Aşka ulaş ***riden gönlünü kes”
İmanın dahi ilk şartını ‘sevmek’ olarak bildiren, her fiili ve her sözüyle insanlığa yol gösterici olan Habibi Kibriya (s.a.v.) Efendimiz, bizi sevgiye, sevgi yoluna teşvik ederken şu telkinde bulunur: “Birbirinizi sevmedikçe îman etmiş olmazsınız. Beni her şeyinizden ziyâde sevmedikçe îmanınız kemâle gelmez.” O vakit kemâle ermek için aşk-ı Rasul ile boyanmalıyız. Çünkü ancak her şeyimizden ziyade Rasulullah’ı sevdiğimiz vakit, ‘sevmek’ fiilinin nemenem birşey olduğunu hakkıyla kavrayıp imanımızı kemâle erdirebiliriz. O kemâlde ancak Cenab-ı Hakk’ın ‘aşk’ını bulabiliriz. Öyle olmasa hiç buyurur mu Cenab-ı Hakk, Ahzab sûresinin 56. âyetinde: “İnnallâhe ve melâiketehu yusallûne ale"n-nebiy yâ eyyühellezine âmenü sallû aleyhi ve sellimû teslîmâ” yani “Muhakkak ki Allah melekleri ile beraber nebîsine salâvat eder, öyle ise, ey iman edenler siz de sâlat edin O'na ve selâm verin hem de tam bir teslimiyetle.”
Allah-u Azümmüşşan’ın bu emrini yerine getirdiğimiz vakit, Rasulullah’ı her şeyimizden ziyade sevmeye doğru yol almaya başlarız. Çünkü iki gönül arasındaki ilişki olan aşk, hakikatte elbette o gönlü bize verene aittir, yöneliktir. “Vasıl-ı hak olmaya eylersen heves / Aşka ulaş ***riden gönlünü kes.” düsturu üzere o gönlü bize verene doğru Rasulullah’sız gidebilir miyiz hiç? O yolda ancak “anam, babam sana feda olsun ya Rasulullah” diyerek yaşamış mü’minler yol almıştır. Onlar en yüce âşıklardır. Onlar için Cenâb-ı Hakk, Bakara sûresinin 165. ayetinde “Vellezine âmenü eşeddü hübben lillah” (Mü"minlerin Allah’a muhabbetleri çok şiddetlidir) buyurur. İşte çok şiddetli bu muhabbete ‘aşk’ denir.
Aşkı yok kişiyi hayvân sayalar”
“Aşk gelecek, cümle noksanlıklar tamam olur” diyen Yunus Emre ile Molla Cami’nin, Hazreti Mevlâna Celaleddin-i Rûmi’nin türbe kapısına yazdırdığı “Burası âşıklar kıblesidir, noksan gelenler burada tamam olurlar.” mealli beyiti, cümle eksikliklerimizin ‘aşk’ ile tamam olacağını söyler bizlere.
Fuzûli Hazretleri söyler: “Âşık odur ki; kılar cânın fedâ canânına / Meyli canân etmesin her kim ki kıymaz canânına / Cânını, canâna vermektir kemâli âşıkın / Vermeden can îtiraf etmek gerek noksanına”.
Yunus Emre ünler bize: “Aşksızlara verme öğüt öğüdünden alır değil / Aşksız adam hayvan olur, hayvan öğüt bilir değil.”
Eroğlu Nûrî ünler: “Bu yola döymez azıksız yayalar / Aşkı yok kişiyi hayvân sayalar / Bizi genden gören Mecnûn diyeler / Aşk ile dönelim Hû deyü deyü”
Doğru Ali ama bu cevap biraz Fatıma kokuyor...”

Son olarak kıymetli büyüğümüz Ömer Tuğrul İnançer’den dinlediğimiz şu güzel hadiseyi aktaralım.

Cenab-ı Ali (r.a.) bir akşam evine biraz düşünceli bir yüzle girince aralarında şu konuşma geçmiş.
Hz. Fatıma: “Hayırdır inşallah, bir rahatsızlığın mı var?”
Hz. Ali (r.a.): “Rasulullah Efendimiz bir soru sordular bugün bana. Onun cevabını veremedim.”
Hz. Fatıma: “Hayırdır inşallah, ne sordu Rasulullah pederim?”
Hz. Ali (r.a.): “Bana dedi ki: 'Allah’ı mı çok seversin, beni mi çok seversin, Fatıma’yı mı çok seversin, Hasan, Hüseyin’i mi çok seversin?' Ben buna cevap bulamadım. Efendimiz’e bir kanaat belirterek birşey söylemek noksan geldiği için kendisinden izin niyaz ettim, bana biraz müsade buyurur musunuz, biraz düşüneyim, arz edeyim size. Efendimiz de hay hay buyurdular.”
Hz. Fatıma tebessüm ederek: “Ne var bunda bilemeyecek. Allah’ı kulluğumla, sizi ümmetliğimle, Fatıma’yı kocalığımla, Hasan ve Hüseyin’i babalığımla çok severim dersin olur biter.”
Hz. Ali (r.a.): “Beş dakika bana müsaade et. Efendimiz’e gidip söyleyim.”
Hz. Ali hemencecik Efendimiz (s.a.v)’e gidip bu şekilde arz etmiş. Efendimiz, tebessümle: “Doğru Ali ama bu cevap biraz Fatıma kokuyor.” buyurmuşlar.
Bu güzel hadiseyi aktardıktan sonra şunları aktarır Ömer Tuğrul İnançer: “Burada mühim olan nokta şudur. Muhabbet ki bunun cünûn şubesi olan aşk bir tanedir. Zuhuru değişir. Biz ne yazık ki birçok kavramlarımızı ucuzlattığımız için aşk ile, meyli, arzuyu, hevesi karıştırdığımız için ve aşkın iki gönül arasında değil de iki beden arasında olduğunu zannettiğimiz için karıştırıyoruz. Karıştırdığımız için de ayırıyoruz. Efendimiz Hazretleri validelerimizi sevmiyorlar mıydı, torunlarını, arkadaşlarını, ümmetini sevmiyorlar mıydı? Peki bunlar Rabbi’ni sevmesine mani miydi? İki beden arasında değil, iki gönül arasındaki ilişki olan aşk, elbette o gönlü bize verene aittir, yöneliktir hakikatte.
Biz hep kendi cinsimizden olan alakaları daha rahat algılıyoruz. Ve zannediyoruz algılama yolları 5 duyudan ibarettir. Halbuki 5 duyu bedene ait algılamalardır. Sezgi nerede, doğuş nerede? Öyleyse bizim sorumuz yanlış. İlahi aşk, beşeri aşk diye bir ayrım olmaz!”
Zât-ı âlileri, Hz. Ali (r.a.) Efendimiz ile Hz. Fatıma annemiz arasında yaşanan bu güzel hadiseyi, şu linkte anlatırlar: