SULTAN II.MAHMUD HANمحمود ثانى Mahmud-u sānī, محمود عدلى Mahmud-u Âdlî) (20 Temmuz 1808 – 1 Temmuz 1839), 30. Osmanlı padişahı ve 109. İslam halifesidir. Osman Gazi ve Sultan İbrahim'den sonra Osmanlı hanedanının üçüncü ve son soy atasıdır. Son altı Osmanlı padişahından ikisi onun oğlu dördü ise torunudur. Tahtta kaldığı 31 yıllık süreç Osmanlı tarihinin siyasi açıdan en bunalımlı dönemlerinden biridir. Balkanlarda imparatorluğun dağılma sürecini başlatan Sırp ve Yunan isyanları, Rus, İngiliz ve Fransız donanmalarınınNavarin'de Osmanlı donanmasını imha etmesi ve ardından Rusya ile savaşa girilmesi, Fransa'nın Cezayir'i işgal etmesi, asi ilan ettiği MısırValisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın ordularının Suriye ve Anadolu'yu geçerek Kütahya'ya kadar gelmeleri gibi hadiseler ile karşı karşıya kalan Sultan II. Mahmud bir diğer taraftan gerçekleştirdiği reformlarla imparatorluğun çehresini değiştirerek Osmanlı modernleşmesinin temellerini atmış, ölümünden dört ay sonra ilan edilen Tanzimat Fermanı'na giden yolun hazırlayıcısı olmuştur. Hükümdarlığı dönemindeki icraatları nedeniyle, bazıları kendisini devleti tekrar ihya etmek üzere her yüzyılda bir gelmesi beklenen müceddid olarak kabul edip büyük sıfatıyla yad etmiş, muhalifleri ise gavur padişah olarak nitelendirmişlerdir.



1826 yılında gerçekleştirdiği kıyafet inkılabından evvelki hali.Sultan II. Mahmud dönemi, Osmanlı tarihinde batılılaşma süreci içerisinde büyük öneme sahiptir. Sultan II. Mahmud, Osmanlı Devleti’ne yeniden bir düzen verilmesi amacıyla, bütün işlerinde batı teknik ve kültüründen faydalanma yolunu tuttu. Tarihlere Vaka-i Hayriye olarak geçen Yeniçeri Ocağı’nın kanlı bir şekilde kaldırılması hadisesinden sonra kurduğu Avrupai tarzda eğitim gören Asakir-i Mansure-i Muhammediyye (Türkçe: Muhammed'in zafer kazanmış orduları) ordusu ile modern Türk ordusunun temellerini attı. Yayınladığı Kıyafet Nizamnamesi ile sarık, kavuk ve biniş giyilmesini yasaklayıp, ceket, pantolon ve fes giyilmesi kuralını getirdi ve kendi de sakalını kısa keserek modern kıyafetler ile halkın içine çıktı. Portrelerini yaptırarak devlet dairelerine astırdı. Devlet ve saray teşkilatında geniş ölçüde değişiklik yaparak Divan-ı Hümayun ve Enderun’u lağvedip çeşitli bakanlıklar ve meclisler kurdu. Modern anlamda ilk nüfus sayımını gerçekleştirdi, ilk posta teşkilatını kurdurdu ve ilk resmi Türk gazetesi olan Takvim-i Vekayi (ilk Osmanlı Türk gazetesi) onun döneminde yayımlandı. Sultan II. Mahmud, yapmakta olduğu reformların kalıcılığını bunların manasını kavrayacak nesillerin yetiştirilmesi ile mümkün görüyordu. Bunun için de, eğitime çok önem verdi. İlköğretimi zorunlu hale getirerek bugünkü ilkokula denk rüşdiye okullarını kurdu. Avrupai tarzda eğitim vermek amacıyla İstanbul'da, Türkiye'nin ilk modern tıp okulu olan Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane ve modern anlamda ilk harp okulu olan Mekteb-i Harbiye'yi kurdu.
Sultan II. Mahmud 20 Temmuz 1785’te Topkapı Sarayı'nda dünyaya geldi. Babası Sultan I. Abdülhamid annesi ise Sultan I. Abdülhamid'in sekizinci kadını olan Nakşidil Sultan'dır. Bütün hayatı boyunca kullanacağı Adli mahlası kendisine doğduğu zaman verilmiştir. Şehzade Mahmut, babası öldüğünde 4 yaşındaydı. 1789 yılında Sultan I. Abdülhamit’in ölümü üzerine tahta çıkan Sultan III. Selim kısır olduğu için Şehzade Mahmut ile çocuğu gibi ilgilenmişti. Şehzade Mahmut’un kendisinden 6 yaş büyük olan ağabeyi Şehzade Mustafa ile birlikte ikisinin de eğitimlerine önem vermiş hatta onlara dönemin koşullarının elverdiği ölçüde özgürlük de tanımıştır. Şehzade Mahmud, Topkapı Sarayı'nda Şehzadegan Mektebi'ne devam edip geleneksel tarzda bir eğitim alırken diğer taraftan Sultan Selim onu sık sık yanına çağırıp, siyasal ve diplomatik sorunlar üzerine sohbetler ederdi. Şehzade Mahmut reformların gerekliliği ile Sultan Selim’in bir dizi reform çabası içerisinde geçen saltanatı esnasında tanışmıştır.

haremağaları arasında iyi süvariler vardı. Spor takımı kurup aralarında cirit veya çevgen oynayıp müsabaka yaparlardı. Haremağalarının takımına lahanacı, akağaların takımına bamyacı denirdi. Bir defasında Çinili Meydan’da oynanan cirit oyunu saatlerce kıyasıya sürmüş; akağalar galip gelince de oyunu seyreden padişah Sultan II. Mahmud “Akağaların yüzü ak oldu!” diye latife etmişti.
Sultan II. Mahmud Han'ın huzurunda Darüssaade Ağası (solda), Silahtar Ağa (sağda) ve Başçuhadar (en sağda)
Büyük bir müzisyen olan Sultan III. Selim dönemin musikî üstatlarını toplayarak, Topkapı Sarayı'nda küme fasılları düzenletirdi. Sultan II. Mahmud'un şehzadeliğinde bu musiki ortamından etkilendiği çok açıktır ki oda tambur çalar ve ney üflerdi. Musiki sevgisi onunda tüm hayatına damgasını vurmuştur ve kuzenine yakın seviyede büyük bir bestekar olmuştur. Sultan III. Selim, Mevlevîliğe muhabbeti olduğundan sık sık Galata Mevlevihanesi'ne giderek Şeyh Galib'i ziyaret edip, burada ney üfleyip, sema ayinlerine katılır, şiir sohbetleri yapardı. Bu müzikli, edepli toplantılar çoğu kez Saray'da da tekrarlanırdı. Sultan II. Mahmud'un saltanatı boyunca Mevleviliğe gösterdiği yakınlığın kökü bu günlere dayanmaktadır. Sultan II. Mahmud'un hat sanatı ile olan ilgisi de şehzadelik yıllarda başlamış ve iyi bir hattat olarak yetiştirilmişti. Sarayın hat hocalarından Kebecizade Mehmet Vasfi Efendi’den sülüs, nesih dersleri almış, şehzadeliğinin son yıllarında 1807’de bir hilye yazarak icazet almaya hak kazanmıştı. Sultan Mahmut şehzadeliği esnasında Topçuluk alanında kendini geliştirerek Topçulukla ilgili bir risale de yazmıştı. Sultan III. Selim, gerçekleştirmek istediği reformlara karşı meydana gelen Kabakçı Mustafa İsyanı ile tahttan indirilince Şehzade Mahmut ağabeyi Sultan IV. Mustafa'nın 14 aylık saltanatı boyunca korku dolu günler geçirdi. Bu esnada saraydaki dairesinde tutuklu olan III. Selim ise gelecek için tek umut gördüğü kuzeni Şehzade Mahmut’a fırsat düştükçe hükümet ve saltanat işleri ile ilgili öğütler veriyor Nizam-ı Cedid’in yeniden ihyası hakkında uzun uzun konuşmalar yapıyordu
.

İstanbul’dan sağ kurtulup kaçabilen Nizam-ı Cedidciler Rumelide yenilikçi ve III. Selim yanlısı olan Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa’nın yanına sığınmışlardı. Tarihe Rusçuk yaranı diye geçen bu kişiler III. Selim’i tekrar tahta çıkarmaya karar vermişlerdi. Alemdar Mustafa Paşa 28 Temmuz 1808'de 15.000 kişilik ordusu ile Sultan III. Selim'i tahta çıkarmak için Topkapı Sarayına dayandığında tahtta bulunan Sultan IV. Mustafa, Sultan III. Selim ve kardeşi Şehzade Mahmud'un ölüm emrini verdi. Haremdeki dairesinde feci şekilde öldürülen Sultan Selim'in cesedi Arz Odası'nın önünde bırakıldı ve Alemdar Mustafa Paşa sarayın Babüssade Kapısını kırdığında tahta çıkarmak için geldiği Sultan III. Selim'in cesedi ile karşılaştı. Bunun üzerine Şehzade Mahmud'un derhal bulunup getirilmesini emretti. O esnada haremde Şehzade Mahmut'u katletmek için cellatlar ile Şehzadenin hizmetkarları arasında çatışmalar yaşanıyordu. Şehzadenin maiyetindeki cariyelerden Cevri Kalfa hamam külhanından aldığı bir kase külü katillerin yüzüne avuç avuç atınca kazanılan zamanla birlikte ağalar bunu fırsat bilip Şehzade Mahmut’u damdan kaçırmayı akıl ettiler. Dama çıkarken katillerden birinin fırlattığı hançer Şehzade Mahmut’un koluna saplandı ve derince bir yara açtı. Şehzade Mahmut dama çıkarken, telaş ve heyecandan başını da çatı kapısına çarpmış, sağ kaşının üstünde bir yara açılmıştı. Ancak katillerin tüm çabalarına rağmen Şehzade Mahmut, sarayın kubbelerine çıkmayı başardı. Haremden kuşhane’nin damına geçen şehzade, kuşaklarla birbirine bağlanan iki merdivenle Baş İmam Hafız Ahmet Efendi ve arkadaşları tarafından Enderun avlusuna indirildi. Çıplak ayaklarına acele ile koğuşuna kaçan Enderunlulardan birinin kapı önünde bıraktığı pabuçlar geçirildi ve Alemdarın bulunduğu yere getirildi. Oradan Hırka-i Saadet dairesine geçilerek Sultan II. Mahmud'a biat edildi. Sultan II. Mahmud tahtı borçlu olduğu Alemdar Mustafa Paşa'yı sadrazamlığa getirdi. Tahta çıktığı ilk gün Sultan III. Selim'in ölümüne sebep olanlar birer birer idam edildi ve o gün sarayın kapısında 33 kesik baş sergilendi. Ancak Sultan II. Mahmud, Alemdar Mustafa Paşa'nın ısrarına rağmen ağabeyi Sultan IV. Mustafa'yı öldürtmedi. Sultan II. Mahmut hayatının kurtulmasına sebep olan Cevri kalfayı ise Hazinedarbaşılığına getirdi ve ona Çamlıca'da geniş arazi vererek, bir de köşk yaptırdı.

Dört Osmanlı padişahı kartpostalı

Sol üstten sağ alta: Sultan Abdülmecid, Sultan Abdülaziz, Sultan II.Abdülhamid, Sultan II. Mahmud.İstanbul’daki karışıklıklar ve güvensizlik nedeniyle Sultan Mahmut’un kılıç alayı uzun bir gecikmeden sonra 13 Eylül 1808’de yapıldı. O gün Topkapı Sarayı’ndan çıkılarak Seyf-i Nebevi’yi Silahdar Ağa alayın önünde taşırken Enderun müezzinleri tekbir getiriyor; Alemdarın seğmenleri de muhafızlık ediyordu. Sultan Mahmut, Eyüp Sultan’da Hz Muhammed’in halifesi olduğu için ona izafe edilen kılıcı sağ tarafına atası Osman Gazi’nin kılıcını ise Osmanoğullarının soy atası olması umut edildiği için sol tarafına kuşandı.

Sultan II. Mahmud'un tahta çıktığı günlerde Osmanlı Devleti’nin merkezî otoritesi taşrada büyük ölçüde etkisizdi. Rumeli, Anadolu ve Mısır gibi eyaletlerde âyanlar âdeta bağımsız idareler kurmuşlardı. Özellikle 18. yüzyılın başından beri zenginleşen Rumeli topraklarında çok güçlü toprak beyleri ortaya çıkmıştı. Bu şartlarda, Alemdar Mustafa Paşa, Sultan II. Mahmud'un ve merkezi devletin otoritesini sağlamak için güçlü ayanlarla bir anlaşma yapmayı ilk çare olarak görüyordu.Alemdar Mustafa Paşa, bu amaçla, Anadolu ve Rumeli’ndeki tüm âyanları İstanbul’da Kâğıthane’deki Çağlayan Köşkü’nde toplantıya çağırdı. Ayanlara bir dizi yükümlülük getiren Sened-i İttifaka göre; âyanlar padişaha sadık kalacak ve yenilik hareketlerini destekleyecekti. Yeniçeri isyanlarının bastırılması, orduya asker sağlama ve devletin mali taleplerini karşılaması gibi hususları kabul ettiler. Buna karşılık ayanlara mülklerini ebediyen haleflerine miras bırakma hakkı tanındı. Sened-i İttifak açıkça ayanların İstanbul'dan bağımsızlığının resmileştirilmesiydi. Sultan II. Mahmud'un karşı gelecek durumu yoktu; imparatorluk hala Ruslar ile savaş halinde idi. Sultan II. Mahmud vesikanın yukarısına hatt-ı hümayunu ile imzasını attıysa da o günden itibaren ayanlara kin beslemeye başladı. Belgenin imzalı orijinal nüshası günümüze kalmamıştır. Sultan II. Mahmud'un bunu ilk fırsatta yok ettiği anlaşılmaktadır.

II. MahmudSened-i İttifak’ın imzasından on beş gün kadar sonra, başta Yeniçeri Ocağı olmak üzere, yedi ocaktan bir muvafakatname alınıp, sekizinci bir ocak kurulmaya başlandı. Oluşturulan ocağın karakteri III. Selim devrindeki Nizam-ı Cedit ordusuyla aynıydı. Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa halka yakın mazinin korkunç olaylarını hatırlatan “Nizam-ı Cedit” terimini bir tarafa bırakarak, yeni kurulan asker ocağına Sekban-ı Cedid adını verdi. Böylece 14 Ekim 1808’de eski bir kapıkulu ocağı olan sekbanların adı benimsenerek Sekban-ı Cedit ocağı kuruldu. Ocak, Levent Çiftliği ile Selimiye kışlalarında genç askerin Avrupa usulünde eğitim görmesiyle gelişmeye başladı. Sekban-ı Cedit’in kuruluşuna paralel olarak Yeniçeri Ocağı’nda da düzenlemelere gidildi. Yeniçeri Ocağı’nın düzenlenmesine temel olarak Kanunî Sultan Süleyman kanunnameleri kabul edildi. Buna göre fiilen askerlik yapmayan rençper ve esnaf gibi kimselerin ellerindeki yeniçerilik kağıtları alınacaktı. Askerlik yapana verilen bu esameleri, zamanla, askerlik yerine esnaflık yapan ocaklılar tahvil senedi gibi herkese satmaya başlamışlardı. Ölen yeniçerilerin cüzdanları iade edilmediği için, binlercesi çeşitli kimselerin elindeydi. Bunlar, yeniçeri hayatta gibi maaş alıyorlardı.Islahattan memnun olmayanlar, hükümete karşı gizliden gizliye çalışmaya başladılar. Sekban-ı Cedid’in kurulmasından bir ay, Alemdar’ın iş başına gelmesinden 3,5 ay sonra, 14 Kasım 1808 gecesi yeniçeri isyanı patlak verdi. Bâb-ı âli’ye hücum eden asilere karşı sekbanlar dağınık ve komutansız kaldıkları için sadrazama yardım edemediler. Tersanede ve Üsküdar kışlasında toplu kuvvetler olduğu halde padişahın etrafındaki paşalar Bâb-ı âli yangınını uzaktan seyrettiler. Sadrazamı kurtarmaya gitmediler. Bu hareketleri birçok tarihçi tarafından II. Mahmut’tan yerlerinden kıpırdamamak için emir almış olabilecekleri şeklinde yorumlanmıştır ve hatta yeniçeri isyanının Sultan Mahmut'un desteği ile gerçekleştiğine dair yorumlar bile yapılmıştır. Sultan Mahmud, Sened-i İttifak nedeniyle ve Alemdar'ın başına buyruk yönetiminden ötürü ondan çekiniyordu ancak Alemdar'ın konağı kuşatıldığında Sultan Mahmut'un elinde Topkapı Sarayı'nı bile savunmaya yetecek sayıda kuvvet bulunmuyordu. Alemdar'ın direnişi sekiz-dokuz saat kadar sürdükten sonra yeniçeriler, sadrazamın içinde bulunduğu mahzenin kubbesini delmeye başladıklarından Alemdar hemen, yakınında bulunan cephaneliği ateşledi. Patlayan cephanelik 300 kadar yeniçeriyi havaya uçurdu. Bu arada kendisi de hayatını kaybetti. Yeniçeriler, Alemdar’ı öldürdükten sonra Topkapı Sarayına hücum ettiler ve II. Mahmut’u istemediklerini, IV. Mustafa’yı tahta çıkarmaya karar verdiklerini ilan ettiler. II. Mahmut ağabeyini öldürmekte tereddüt ediyordu. Ancak eski padişahın asilerle işbirliği ettiği kesin şekilde anlaşılmıştı. Sultan Mahmut ayaklanmacıların yeniden tahta çıkarmak istediği Mustafa’nın durumu hakkında görüş isteyince, Şeyhülislam Salihefendizade Esad Efendi, Paşalarla bazı ulema Mustafa’nın idamının uygun olacağı kararına vardılar. Şeyhülislam hemen fetva verdi. Sultan Mahmut biraz tereddüt ettikten sonra, kararın ve fetvanın gereğinin yapılmasını buyurdu. Bunun üzerine 14/15 Kasım gecesi Sultan Mustafa’yı boğdular. Artık Osmanlı hanedanından Sultan Mahmut dışında başka erkek kalmamıştı. Asiler, IV. Mustafa’nın öldürüldüğünü öğrenince Sultan Mahmut’a emniyetleri kalmadığını söylemeye başladılar. Padişahtan başka hanedanın hiçbir erkek üyesi bulunmamasına rağmen, saraya hücum ettiler ve Padişahı öldüreceklerdi. İsyancılara hanedandan kimsenin kalmadığı ve Sultan Mahmut’a itaat etmeleri bildirildiğinde o güne kadar işitilmedik uğultular yükseldi. “Padişah bir insan değil midir? Kim olursa olur. Esma Sultan olsun, Konyada’ki şeyh padişah olsun…. Kırım Tatar hanzadelerinden padişah olsun.” Yeniçeriler için artık hanedanın hiçbir kutsallığı kalmamıştı. İki taraftan yüzlerce kişi ölmesine rağmen, asiler sarayı ele geçiremediler. Sarayda yiyecek kalmadığı gibi ayaklanmacıların su yollarını kesmesi nedeniyle su sıkıntısı da baş göstermişti. Bu durum da göz önüne alınarak savunmadan vazgeçilip yeniçerilerin püskürtülmesi kararı alındı. Sekban-ı Cedid ocağı ağası Süleyman Ağa buyruğundaki dört bin asker dört topla saraydan çıkıp saldırıya geçti. Bu ani hareketin yarattığı şaşkınlıkla ayaklanmacılar püskürtüldü. Sultan Mahmut, Unkapanı önünde demirli savaş gemilerine ayaklanmacıların karargahı olan Paşa Kapısı’nın topa tutulması buyruğunu verip de top atışı başlayınca, yeniçeri ocağı ağaları padişahı alt edemeyeceklerini anlayıp ulemayı Sultan Mahmut’a gönderip atışlara son verilmesini isteme kararı aldılar. Toplananları dağıtacaklarını bildiriyorlardı. Atışlar sırasında bazı evler de isabet aldığından halk ta telaşa kapılmıştı. Sultan Mahmut, bundan böyle benzeri olaylar çıkarmamaları şartıyla yeniçerileri affettiğini bildirdi. İş bitti sanılırken, ertesi günü 17 Kasım sabahı yeniçeri ileri gelenlerinden, Kandıralı diye tanınan birisi isyan bayrağını kaldırarak, Sultan’ın kendini öldürtmesi korkusundan dolayı saklananları bir araya topladı. Sultan Mahmut bu duruma bir son vermek için yeniçeri önderlerine ulema aracılığıyla isteklerini sordu. İstekleri Sekban-ı Cedit ocağının kaldırılması, Rusçuk yaranının iktidardan uzaklaştırılmasıydı. Padişah bu isteği yerine getirerek Sekban ocağının kaldırıldığını bildirdi. Ortaya çıkan Rus tehlikesine karşı ordunun bütünlük içinde olması için bu kararı vermek zorundaydı. II. Mahmut 18 Kasım 1808’de Sekban-ı Cedit’i ilga edince ihtilalciler, zaten ortada tahta çıkaracak şehzade kalmadığı için, II. Mahmut’un padişahlığına razı oldular. Sultan II. Mahmud'un ilk askeri reform girişimi başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
II. Mahmud TuğrasıAyanlarla mücadele

Sultan II. Mahmud, Bükreş Anlaşmasının getirdiği barış ortamını fırsat bilerek tahta geçer geçmez imzalamak zorunda kaldığı Sened-i İttifak’ı, devlete başkaldıran ayanları ortadan kaldırmak için bir delil kabul etti. Alemdar’ın öldürülmesinden sonra Rumeli’de ve Anadolu’da ayanlar, başkenti hiçe sayarak hareketlerine devam ettiler. Sultan Mahmud Otoritesini imparatorluğun her tarafında geçirmek için bu ayanlara karşı esaslı bir harekete geçti. Bu doğrultuda yapılan çalışmalarla Bulgar Tuna boylarında ayanların rejimi sona erdi. Silistre Valisi Pehlivanoğlu İstanbul'a çağrıldı. Aynı şekilde Goşancalı [Halil Ağa> ve her yere korku salan Gavur Hasan da tarihten silindiler. Yılıkoğlu, 1812 yılı sonunda Boğdan'da tutuklandı. 1816 yılında ayaklanan Razgradlı Hasan Ağa, uzun süre tutunamadı. Şumnu Valisi tarafından takip edilerek öldürüldü. Kırcali eşkiyalarının kalıntıları olan ve köylerde her yeri yakıp yıkan siyah başlıklı delibaşlar da tarih sahnesinden silindiler.
Sultan Mahmud, Anadolu'da ise İstanbul'a karşı itaatkar görünen Bozok mutasarrafı Çapanoğlu Süleyman Bey'i, diğer ayanlara karşı yaptığı gibi ortadan kaldırmayı düşünmedi. Onun nüfuzunu kıracak bir takım tedbirler almakla yetindi ve yaşı oldukça ilerlemiş bulunan Süleyman Bey'in ölümünü beklemeyi tercih etti. Çapanoğlu Süleyman Bey 1813 yılında öldü. Sultan II. Mahmud, Bozok Sancağını Çapanoğullarını mensup bir kimseye vermedi. Karaosmanoğlu Hüseyin Ağa ise 1815'te görevinden azledildikten sonra 1816'daki ölümünü takiben aileye bir süre Saruhan mutasarraflığı verilmedi.
Bunların dışında Bilecik Ayanı Ali Ağa, Divriğili Veliyeddin Paşa, Adanalı Hasanpaşazade Mehmet Bey, Doğu Karadeniz'de türeyen eşkıya ve daha niceleri, eyalet paşaları görevlendirerek ya da bir birlerine düşürülerek kökleri kazındı. Ayanlardan bir kısmı öldürüldü. Bazıları da sürüldü. Bütün bu ayaklanmalara ve iç harplere rağmen Rumeli’de ve Anadolu’da devlet otoritesini kurmak mümkün oldu.
Mekke ve Medine'nin Vehhabilerden kurtarılması


II. Mahmud
Vehhabiler 1790'dan itibaren Arabistan'ı ve civarını tehdit etmeye başlamışlardı. Mekke ve Medine'yi ele geçirdiklerinden dolayı Hac'da yapılamıyordu. Bu mühim mesele, iç ve dış bazı sorunlar sebebiyle 1811'e kader bertaraf edilememişti. 1811'de Vahhabilere karşı başlatılan seferin sorumluluğu Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa'ya verildi. Mehmet Ali Paşa'nın oğlu Tosun Paşa, 1813'de Vehhabi isyanını bastırmak için babası Mehmed Ali Paşa tarafından bir ordu ile Hicaz'a gönderildi. Tosun Paşa'nın emri altında Fransızların yetiştirdiği muazzam bir piyade ordusu bulunuyordu. Tosun Paşa önce Cidde'ye girdi. Sevk ettiği kuvvetlerle Mekke'yi ve Medine'yi Vahhabiler'den geri aldı. Kavalalı Tosun Paşa Medine kalesinin anahtarını Mısır’a babasına gönderdi Mehmet Ali Paşa da bu anahtarı İstanbul’a gönderdi. Vahhabilerin yenilmesi ve Medine’nin kurtarılması haberi İstanbul’a ulaşınca anahtarın karşılanması için büyük bir alay tertip edildi. Şeyhülislam, Sadaret Kaymakamı, Kaptan-ı Derya, Kazaskerler ve devlet büyükleri Eyüp Sultan’a gidip anahtarı karşıladılar. Anahtarı Harem Ağası aldı ve hürmetle saraya getirerek Sultan II. Mahmut’a teslim etti. Vehhabiler'den temizlediği Hicaz'ı yeniden güvenli bir hale getiren Tosun Paşa'nın bu başarısı İstanbul'da büyük bir sevinç yarattı. Tosun Paşa 1816'da bir salgın hastalığa yakalanarak yaşamını yitirince Hicaz'daki kuvvetlerin komutanlığına Mehmet Ali Paşa'nın diğer oğlu İbrahim Paşa getirildi. İbrahim Paşa, 1818'de Suudilerin başkenti Riyad'ın bir dış mahallesi olan Deriyye'yi aldı. Yakalanan Suuudi Emiri Abdullah bin Suud İstanbul'a gönderilerek idam edildi. İbrahim Paşa ödül olarak Hicaz'a vali atandı.

Mahmudiye, Osmanlı Donanması'na ait kalyon tipi savaş gemisidir.
1829'da, II. Mahmud zamanında mühendis Mehmet Efendi ile mimar Mehmet Kalfa tarafından İstanbul tersanesinde inşa edilmiştir. Padişah II. Abdülhamid zamanında, kızağa çekilerek sökülmüştür. Üç ambarlı 128 toplu kalyon olarak yapıldığı dönemde dünyanın en büyük savaş gemisi olan Mahmudiye Kalyonu, çok büyük bir savaş gemisidir. Okyanuslara hükmeden İngiliz ve Fransız gemilerinden bile daha büyük olan bu gemi Kırım Savaşı'na katılmış ve çok büyük yararlılıklar göstermiştir.
Mahmudiye Kalyonu'nun 1:33 ölçekli modeli İstanbul Deniz Müzesi'nde sergilenmektedir.Askeri alanda reformlar

Yeniçerilerin bozguna uğratılmasından sonra 17 Haziran 1826 günü yayınlanan fermanda Avrupalı devletlerin ordularına benzer yeni bir ordu kurulacağı ilan edildi. Yeniçeri Ocağı’nın yerine kurulan bu orduya Hz. Peygamber’in ismine izafetle “Asakir-i Mansure-i Muhammediyye” adı verildi. Yeni ordu kurulduğu sırada yeniçerilikle ilgili her türlü isim, ünvan ve işaretler kaldırılırken Ağa Kapısı’nın adı da Serasker Kapısı olarak değiştirilmiş ve Serasker sıfatıyla Mansure Askerinin başına getirilen ilk kişi Ağa Hüseyin Paşa olmuştu. Bu suretle seraskerlik (Milli Savunma Bakanlığı) makamı da kurulmuştu. Şimdiki İstanbul Üniversitesi merkez binası Serasker Kapısı olarak belirlendi.Yeni ordunun tüzüğü, Nizam-ı Cedit örnek alınarak hazırlanmıştı. Yeni ordunun iç tüzüğü ulemayı rahatsız etmeyecek yönde hazırlanmasına karşın getirilen bir yığın yenilik gavur icatları olarak algılanıp hoş karşılanmıyordu. Bunun için her kışlaya din eğitimi veren bir imam atanması yoluyla sızlanmanın önüne geçilmeye çalışıldı. İlk teşkilat kanununa göre, Mansure ordusunun mevcudu, 12. 000 olarak tespit edilmişti. Bunlar “tertip” denilen sekiz alaya ayrılacaklardı. Yüz askerden meydana gelen topluluğa “saf” denilecekti. Saf kumandanı “yüzbaşı”, tertip kumandanı “binbaşı” idi. Yüzbaşılar “Başbinbaşı”ya, o da “Serasker”e, yani başkumandana bağlı bulunacaktı. Alaylardan ikisi, şimdiki İstanbul Üniversitesi merkez binasının bulunduğu yerdeki Serasker Kapısı’nda, üçü Davutpaşa, üçü de Üsküdar kışlasında bulunacak, şehrin asayişiyle meşgul olacaklardı. Daha sonra yapılan değişiklikle, tertip yerine alay, kol yerine tabur, saf yerine bölük tabirleri getirildi Alay komutanlarına miralay, tabur komutanlarına binbaşı dendi ki günümüzde dahi TSK da ordusunda bu tabirler kullanılmaktadır.

Himmet-i Mahmud Han bu dergâhı
Eyledi abâd şevketle heman
Saye-i adlinde ma’ mur olmada
Su-be-su heb cilvegâh-ı âşıkân
Hak Teâla eylesün ol dâverî
Böyle çok hayra muvaffak her zaman
Bir hesabda düşdi ma’na lafz ile
Beyt-i tarihin Lebib etti beyân
Yapdı bu dergâh-ı zibâ-yı cedid
Bin iki yüz eli de Mahmud Han
Sene 1250
Ketebehu Yesârizade Mustafa İzzet gufira lehû ma
TUĞRA: Mahmud Han bin Abdulhamid el-muzaffer daima (Adli)
GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİYLE :
Mahmud Han’ın yardımıyla , onun ululuğuyla
Bu dergah imar edildi hemen
Himayesiyle, adaletiyle bayındır hale geldi
Her daim aşıkların yurdu oldu
Hak Teâla o padişahı birçok hayra muvaffak eylesin
Sözün mana hesabı düştü , Lebib’de etti beyan
Yaptı bu dergahı yeni ve güzel
Bin iki yüz elli yılında Mahmud Han
Yazan Yesârizade Mustafa İzzetSultan Mahmut, yeni askerî talim, yürüyüş ve kıyafetler için mehter müziğinin uygun olmadığını bu musiki ile muharebe edilmez diyerek asırlarca milletin kahramanlık duygularını ve ordunun motivasyonunu kamçılamış olan Mehterhane yerine batılı düzen ve kıyafette yeni bir askeri muzika gereğine inanıyordu. Serasker Hüsrev Paşa, ordunun süvari ve piyade eğitimini Avrupalı subaylar aracılığı ile modernleştirme ***retlerini sürdürürken, modern Avrupa ordularının vazgeçilmez unsurlarından olan bando meselesine de el atmıştı. Onun seraskerliği zamanında Topkapı Sarayı’nda Enderun’da içoğlanlarının kıyafetleri, ekipmanları, ders ve maaşları Harbiye Nazırlığınca karşılanmak üzere Muzıka-i Hümayun kuruldu. Muzıka-i Hümayun için gerekli kadronun yetiştirilmesi adına müzik alanında devrin en önde olan ülkesi İtalya’dan yeni bir şef istenmesi kararlaştırıldı. Sardunya Krallığının İstanbul temsilcisi Marki Groppalo’dan şöhretli bir maestro talep edildi. Sultan Mahmut, İtalyan makamlarının seçtiği Guiseppe Donizetti, ülkesinde görev yaptığı Casele Alayı’ndan üç yıl için izin alarak enstrumanalarıyla birlikte 8.000 Fransız frankı vererek İstanbulla getirtti. Donizetti 17 Eylül 1828’de İstanbul’a geldi. Donizetti’ye kendisinden önce hiçbir Avrupalı uzmanın sahip olmadığı geniş yetkiler verildi. Donizetti, Topkapı Sarayı’da Enderunda kabiliyetli ve istekli olanlardan bir bando kurup eğitime başladı. Donizetti İstanbul’a gelişinden 1 sene sonra yeni askeri bando 19 Nisan 1829’da Rami kışlasında yapılan bayramlaşma törenine de katılarak ilk kez bir bayram töreninde yer aldı. Donizetti törende 11 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun resmi marşı olacak olan “Mahmudiye Marşını” Sultan Mahmut’un huzurunda icra etti. Hizmetleri özellikle sıcak kanlılığı sebebiyle bazı kimseler onu Müslüman gibi değerlendirerek şaka yollu olarak Don İzzet Paşa olarak adlandırmıştı. Donizetti Paşa bando eğitmenliği yanında, hanedan mensuplarına, haremdeki hanımlara ve şehzadelere klasik müzik dersi veriyordu.
Sultan Mahmut hassa mimarı Kirkor Balyan’a şehrin değişik yerlerine neo-klasik uslupta taş kışlalar yaptırmıştı. Sultan’ın ziyaretleri sırasında kullanılmak üzere hepsinde özel bir hünkar kasrı inşa edilmişti. Üsküdar’da 1794-1799 yılları arasında Sultan III. Selim’in yaptırdığı ve 1808 olaylarında hasar gören ahşap Selimiye kışlası taş kullanılarak yeniden inşa edilip ve 1 Şubat 1829’da hizmete girdi. Yapı günümüzde Birinci Ordu Karargahı olarak kullanılmaktadır. Kirkor Balyan ayrıca Heybeliada’da Deniz Harp okulu, bu gün Taksim Meydanı’nın bulunduğu yerde bir başka kışla ve Davut Paşa kışlalarını inşa etti.
Kılık kıyafet alanındaki reformlar


7 Temmuz 1826 tarihli Asakir-i Mansure Kanunnamesinde neferlerin ve zabitlerin giyecekleri kıyafetler de belirlenmişti. Sultan III. Selim’inNizam-ı Cedid’i gibi Sultan II. Mahmut’un Asakir-i Mansure-i Muhammediyye’sinde de neferlere mavi bere, kırmızı pantolon ve kırmızı ceketten oluşan Fransız tarzı bir üniforma giydirilmesi kararlaştırılmıştı. Binbaşılar; üzerlerine sırma çap rastlı kadife ve sıkma başa şubara giyip üzerine lahor şalı saracaklardı. Yüzbaşı ve Sancakdar Çavuşlar çukadan sıkma ve telli şubara, neferler ise sade şubara giyeceklerdi. Ancak bu sefer sadece askerler değil Sultan Mahmut’un kendisi de halkın önüne benzer bir kıyafet ile çıktı. Yeni ordunun giyeceği elbise konusunda halktan gelecek tepkilerden çekinen Sultan II. Mahmud muhtemel tepkileri ortadan kaldırmak için Batılı tarzda talim yapan Mısır ordusunun başlığı olan şalı Asakir-i Mansure’nin başlığı olarak kabul etmişti. Aynı başlık kalite ve renk farklı olmak üzere diğer devlet memurları için de söz konusuydu.
Kaptan-ı Derya Koca Hüsrev Paşa,Yunan isyanını bastırmak için gittiği askeri harekattan tam da bu günlerde İstanbul’a dönmüştü. Hüsrev Paşa, Müslüman olarak Hurşid adını alan bir Fransız subayın tavsiyesi ile Fas, Tunus ve Mısır’da kullanılan fesleri kalyoncu birliklerine başlık olarak giydirmişti. 1827 yılında serasker olan Koca Hüsrev Paşa bu fesli birlikleri de genel kurmay karargahına nakletmişti. Şubaralara göre daha pratik olan bu yeni başlıkları giydirdiği askeriyle Sultan II. Mahmut’u bir Cuma selamlığından sonra selamlayan Hüsrev Paşa’nın birlikleri ve özellikle fesleri Sultan Mahmut tarafından çok beğenilmişti. Ancak fesin ordunun başlığı olmasına karar verilmeden önce bunun İslam hukukuna uygunluğu görüşülmüş ve fesin İslam'a ters düşmediği Mısır ve Mağrip'te askerlerin tümünün fes giydiği hatta Mekke-i Mükerreme Şerifi askerlerinin dahi giymesinde bir sakınca olmadığı belirtilmiştir. Bunun üzerine Kaptan Hüseyin Paşa'nın desteğiyle tüfenkçi namıyla bir takım fesli istihdam olmuştur. Şer'an ve aklen fes kullanılmasına bir şey söylenemeyeceği vurgulanmıştır. Yapılan bu girişimlere karşın herhangi bir şekilde muhalif söylentilerin önüne geçmek içinde sert tedbirler alınacağı bildirilmiştir. Bunlarla beraber camilerde Cuma günleri yapılan vaazlarda bu konuların gündeme getirilerek bilinçlendirme çalışmalarının yapılması uygun bulunmuştur. Sultan Mahmut, bu meselenin meclis tarafından ittifakla kararlaştırmasını memnuniyetle karşılayarak bu konuya gerekli ehemmiyetin gösterilmesini emri ferman buyurmuş ve bir Hatt-ı Hümayun yazarak kararı tasvip etmiştir . Alınan kararın hemen akabinde Tunus’tan 50.000 fes sipariş edilmişti.
Bu dönemden itibaren şehirdeki merasim alanlarında sıkça rastlanan manzara halkın şaşkın bakışları içerisinde sırtında lacivert pelerini, pantolonu, başında sorguçlı ve püsküllü fesi ile ayaklarında çizmeleriyle Sultan Mahmut’un askerlerine talim yaptırmasıydı. Sultan Mahmut sakalını da kısaltarak kıyafetleriyle birlikte modern görünümü ile yeni bir modaya öncülük ediyordu. Sultan Mahmut giyim ve davranışlarıyla nazırlara örnek olup belirlenen şekilde giyinmeye yanaşmayan devlet adamları bizzat azarlıyordu. 7 Şubat 1829 tarihinde Rami’de Kışla Camii’nde düzenlenen Cuma selâmlığı esnasında padişahın baş imama hitap ederek bundan sonra başına sarık şeklinde sarılmış şal yerine fes, sırtına ise askeriyeye ve mülkiyeye mahsus harvanî giymesini emretmesi etrafta bulunanlar tarafından şaşkınlıkla karşılanmıştı. Geleneksel giyim tarzı konusunda ısrarcı olan ulema ve din görevlileri ise bu durumdan oldukça rahatsız olmuşlar, II. Mahmud ta gerek Vak’a-i Hayriye’de gerekse reformlar konusunda büyük destek gördüğü bu kesimin üzerine fazla gitmemişti. İki aylık uygulamadan sonra ulema ve din görevlileri için fes ve harvani giyme zorunluluğundan vazgeçilmişti. Değişiklik konusunda kararlı olan II. Mahmud’un da isteği yerine getirilerek bu meselede bir orta yol bulunmuştu. Geleneksel uygulamayı andıracak şekilde başlık olarak imame ve tülbent sarmak, üstlük olarak ferace giymek ulemanın yeni dönemdeki kıyafeti olmuştu.
Sultan Mahmut’un 3 Mart 1829’da yayınladığı Kıyafet Nizamnamesi ile kavuk ve sarık giyilmesini resmen yasaklanırken. Asakir-i Mansure’nin deniz askerlerinden ayırt edilebilmesi için feslerine eğri bir sarık sarılması kararlaştırıldı. Memur sınıfı ve halk kitlesinin de dal fes yani sade fes giymeleri kararlaştırıldı. Nizamname ile ulema da dahil olmak üzere tüm devlet memurlarının ve ordu mensuplarının harvani, setre-pantolon ve ceket giyecekleri duyuruldu. Bu değişikliğin zamanlaması ve yeri hayli ilginçti. 1828 yılında Rusya ile başlayan savaş sebebiyle Rami Kışlası’na yerleşen Sultan II. Mahmud, kıyafet inkılâbını burada bulunduğu iki sene içinde gerçekleştirmişti. Tasarladığı değişiklikler için Rami Kışlası’nı bir laboratuar olarak kullanan padişah, bu değişikliklere duyulacak tepkilerin savaş ortamında asgari seviyede kalacağını düşünmüş olması muhtemeldir.
İdari alandaki reformlar

Sultan Mahmut’tan önce yapılan yeni düzen çalışmaları daha çok orduda ve cemiyetin bazı müesseselerinde yapılmış, fakat hükümet kurumlarının yapısına ve şekillerine dokunulmamıştı. Bu itibarla Sultan Mahmut’un hükümet kurumlarında yaptığı düzen, batılılaşma yolunda yapılan çalışmaların önemli bir merhalesidir. Sultan Mahmut, devletin içte ve dışta karşılaştığı son derece ciddî ve hayatî tehlikelerle karşı karşıya gelmesine rağmen, giriştiği ıslahat etkinliklerinde yılmadan, usanmadan, cesaretle büyük çabalar gösterdi. Özellikle 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kapattıktan sonra kendini daha güçlü hisseden Sultan Mahmut ömrünün son yılarında merkezî idare ve hükümet teşkilatında büyük düzenlemelere giderek “modern” bir devlet teşkilatı ve bürokrasisi kurmaya çalıştı. Bu doğrultudaki çalışmalarıyla Avrupa tarzında bir hükümet teşkilinin ilk örneklerini verdi
Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra Topkapı Sarayı’nda Yeniçerilerin maaşlarının verildiği 3 ayda bir gerçekleşen ulufe merasimleri de tarihe karışmıştı.Ulufe merasimlerinde ve elçilerin kabulünde Divan-ı Hümayun’un toplanması geleneklerininde tarihe karışmasının ardından Sultan II. Mahmut 1834 yılında Divan-ı Hümayu’u lağvetti. Onun yerine Meclis-i Vala ve Meclis-i Vükela’yı kurdu ve birçok bakanlıklar teşkil edildi. Sadaret kethüdağlığı dahiliye nezaretine, reisülküttaplık hariciye nezaretine, defterdarlık maliye nezaretine çevrildi. Sadrazamlık unvanı başvekile çevrildi. Sadrazam, padişahın mutlak vekili olmaktan çıktı. Bu sıfatla yetkiler nazırlara (bakanlara) geçti. Başvekilliğe ilk defa olarak Rauf Paşa getirildi. Modern manada bakanlıkların kurulmasındaki amaç Avrupadaki gibi kabine sistemine geçişin alt yapısını hazırlamaktı. Şeyhülislamlık hükümet yönetimi ve planlama kurullarının dışında bırakılmıştır. Sultan Mahmud, şeyhülislamlığı, Müslüman olmayan halkların millet örgütlerinin din başkanlığı anlamına benzer bir şekilde bir çeşit islam milletinin din görevlisi haline getirdi. Sadrazamlık kaldırılınca eskiden iki kazasker aracılığı ile o makama bağlı olan kadılıklar ve şeriat mahkemeleri de şeyhülislamlığa bağlandı. Böylece şeyhülislamlık dinsel hukuk genel direktörlüğü diyebileceğimiz bir niteliğe girdi. Eski totaliter din-devlet bileşiminde ilk çatlama ilk ikilenme bu şekilde başladı.
Meclis-i Vâlâ, adalet işlerinden yüksek düzeyde sorumlu bir meclisti. 24 Mart 1838’de Gülhane’de kurulmuştur. Memurların muhakemesi, hükümet ile halk arasındaki davaların görüşülmesi gibi mühim meseleler ile ilgilenen bu meclis, Danıştay ve Yargıtay yetkilerine sahip en önemli organ olarak kuruldu. Başkanlığına eski seraskerler Koca Hüsrev Paşa’nın getirildiği meclis beş üyeden oluşmaktaydı. Başkan ve üyeleri, vezirler ve yüksek rütbe sahipleri arasından seçilirlerdi. Kararlar çoğunluğa göre verilirdi. Oyların eşitliği halinde son söz padişahın olurdu.II. Mahmut devrinin sonlarında, 1838’de bakanlıkların teşkil edilmesiyle modern anlamda bir hükümet şekline doğru yönelme olmuştu. Divan-ı Hümayun’un yerini bakanların teşkil ettiği Meclis-i Vükela veya diğer adı ile Meclis-i Has almaya başlamıştı. Bu meclise Sultan’ın Bakanlar Meclisi anlamında “Meclis-i Has-ı Vükela” da denir. Nazırların toplandığı padişahın hususi danışma kurulu olarak faaliyet gösteren meclistir. Meclis-i Vükela, başvekilin başkanlığında toplanıp önemli devlet işlerini görüşür ve icra işlerinde nezaretler arasında koordinasyonu sağlardı. Nazırların her biri nezaretlerinin görev alanına giren işlerden sorumluydu. Meclis, gerekli gördüğü veya alt kademedeki diğer meclislerin hazırladığı tasarıları ve meseleleri tartışıp gerekli düzeltmeleri yapar, daha sonra sadrazam bunları bir tezkireyle padişahın onayına sunardı.
Eğitim alanında reformlar

Medreselerin tamamen kaldırılması mümkün olmadığından padişah, medrese dışında Avrupa usulünde bir eğitim sistemi kurulmasına teşebbüs etti. Batıda, 18. yüzyıldan itibaren yaygın düşünce halk kitlelerinin kalkındırılması için ilköğretimin mecburî oluşu idi. Bu doğrultuda Sultan II. Mahmut, 1824 yılında bir ferman yayınlatmak suretiyle “ilköğretimin her yurttaş için zorunlu hale getirildiğini, okuma ve yazma öğrenimiyle birlikte dinî bilgilerin de öğretilmesi gerektiğini” halka ilan etti. İfade biçiminden yalnızca İstanbul için ilköğretimi zorunlu gördüğü anlaşılan bu ferman eğitim tarihinde büyük önem taşır. İlköğretimin zorunlu hale gelmesinden sonra bu kurumlar çok sıkı bir örgütlenme altına alındı. Mekteb-i Sıbyan adı altında okullar açıldı. Yüksek okullara öğrenci yetiştirmek üzere İstanbul’un bazı taraflarında bugünkü ilkokula denk rüşdiye okulları kuruldu. Sıbyan mektepleri ile askerî okullar arasında yer alan rüşdiye’nin açılmasıyla bugünkü ilk mekteplerin temeli atılmış oldu. Çocukların rüşt yaşına kadar bu yeni okullarda okumaları düşünüldüğü için bunlara rüştiye adını II. Mahmut vermiştir. Bu ad 1923 yılına kadar kullanılmış ancak o tarihten sonra ilk mektebe çevrilmiştir. Daha önce açılan Sıbyan mekteplerini bitirenlerin gidebileceği, Rüşdiye düzeyinde olan ve gerek halk gerek memur olacaklara yanlışsız yazı yazabilme, bir konuyu kaleme alabilme öğretimi yapmak amacıyla “Mekteb-i Ulum-i Edebiyye” kuruldu. İlk açılan ve kendine özgü yönleri bulunan rüştiye mektepleri, Mekteb-i Maarif ve Mekteb-i Ulum-i Edebiye’dir. Devlet memurlarının yetiştirilmesi için bir de “Mekteb-i Maarif-i Adlî” kuruldu. Adlî kelimesi, okulun Mahmud-u Adlî zamanında kurulduğunu anlatmak için verilmiştir ve hukukî bilgilerle ilişkisi yoktur.
Sultan II. Mahmud, yeni kurduğu ordusu için hekim gereksinimini karşılamak amacıyla batılı anlamda bir tıp okulu açılmasını istemekteydi. Tıp okulu da bu gereklilik nedeni ile Hekimbaşı Behçet Mustafa Efendi’nin, Asakir-i Mansure’ye hizmet edecek tabip ve cerrahların yetiştirilmesi için II. Mahmut nezdinde yaptığı girişim sonucunda kuruldu. Bu mektebin ilk programını hazırlayan Behçet Efendi, Türkiye’de modern tıp mektebinin de kurucusu oldu. Bu mektebin belgelerde adı Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Mamure şeklinde geçer. Tıp okulu Günümüzde tıp bayramı olarak kutlanan 14 Mart 1827’de Behçet Mustafa Efendi’nin nazırlığında Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağı’nda öğretime başladı. Tıphane-i Amire’de öğretim Fransızca, Cerrahhane’de Türkçe yapılması kararlaştırılmıştı. 1838 yılında bu iki mektep birleştirildi ve adı II. Mahmut’un adlî mahlasına nisbetle “Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane” olarak değiştirildi.
Avrupa usulünde eğitime başlanmış olan yeni orduda en büyük problem, Avrupa tarzı eğitimden anlayan subayların yetersiz oluşuydu. Sultan Mahmut bunun için, batı metodlarına uygun olarak Osmanlı askerlerini yetiştiremeyeceğini anlayıp yeni ve modern bir ordu kurmuş olan Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’dan yetişmiş subaylar istedi. Ancak yeteri kadar ilgi görmeyince, Avrupa’nın değişik ülkelerinden yabancı uzmanlar getirtme kararı aldı. Serasker Koca Hüsrev Paşa, Avrupa’nın en güçlü ordularından birine sahip olan Prusya’dan Osmanlı ordusunun modernleşmesinde görev almak üzere askeri uzmanlar getirilmesini sağladı. Asakir-i Mansure için çok sayıda subaya ihtiyaç vardı. Bu subayların hepsini Avrupa’dan getirtmeye imkan yoktu. Bu itibarla Avrupa’da subayların yetiştirilmesinden faydalanılan okullar gibi bir okulun İstanbul’da açılmasından başka çare yoktu.
Koca Hüsrev Paşa, Sultan II. Mahmut’a yazdığı bir tezkirede Fransa’daki Ecole Militaire tarzında bir askerî mektebin açılmasının ve Avrupa’dan askerî öğretmen getirilmesinin lüzumunu dile getiriyordu. Birkaç defa elçilik ile Avrupa’ya gidip oradaki harp okullarını gören Namık Paşa Harp Okulu’nun açılması çalışmalarıyla görevlendirildi. Mehmet Namık Paşa’nın yanına Ahmet Fevzi Paşa yardımcı olarak verildi. Selimiye Kışlası’ndaki sıbyan bölükleri okul haline getirilen Maçka Kışlası’na nakledildi. Bunlara daha ciddi bir program uygulanmaya başlandı. Eğitime başladıktan sekiz ay sonra II. Mahmut mektebi ziyaret etti bu ziyaret, okulun resmen açılış tarihi olarak kabul edildiği gibi adı da Mekteb-i Harbiye olarak tescil edildi. Başarılı öğrencilerin bazıları, Avrupa başkentlerine, batı usulü eğitim yapmaya gönderildiler. Mektep için batıdan ve en çok Prusya’dan öğretmenler getirildi. Bunlar Türkçe bilmedikleri için tercüman vasıtasıyla ders verdiler. Harbiye Mektebi, batı tarzında yetiştirilen subayların da ana kaynağı oldu. Yeni müesseselerin ihtiyacı olan kalifiye elemanların yetiştirilmesi için Avrupaya öğrenci gönderilmesi kararlaştırıldığında Serasker Koca Hüsrev Paşa öğrencilerin birçoğunun masrafını kendi cebinden karşıladı.
Ölümü


Türbesi

Vereme yakalanmış olan Sultan Mahmut, 1839 yazında rahatsızlığı iyicene artınca sıcak yaz günlerinde Çamlıca havasının kendisine iyi geleceğini ümit ederek bunaltıcı bir yaz gününde Beşiktaş Sarayı’ndan birkaç yakınının eşliğinde saltanat kayığına binerek Üsküdar’a geçti oradan Çamlıca’ya geçerek eşi Bezmialem Sultan ve oğlu Abdülmecit ile birlikte, kardeşi Esma Sultan'ın buradaki köşküne yerleşti. Sultan Mahmut’un ağırlaştığı günlerde, Meclis-i Vala Reisi Koca Hüsrev Paşa, güvendiği saray adamları aracılığıyla padişahın durumunun dışarıdan duyulmaması için önlemler aldırmış kendisi de hasta padişahın yattığı Çamlıca Kasrının bir odasına yerleşmişti. Amacı ölümden, herkesten önce haberdar olmak ve padişahlık müjdesini de yine herkesten önce Şehzade Abdülmecit’e ulaştırarak, bulunduğu görevden sadrazamlığa atanmak idi. Şehzade Abdülmecit ve annesi Bezmialem Sultan da ölüm haberini bekliyorlardı.
Sultan Mahmut’tan umut kesildiği sırada sözde devleti ve milleti düşünen kimi devlet adamları ve Hüsrev Paşa, koma halindeki padişahın tahttan indirilmesine fetva alıp oğlu Şehzade Abdülmecit’i bir an evvel tahta oturtmak düşüncesindeydiler. Buna karşılık Sultan Mahmut’a çok bağlı bir grup saray erkanı ise hekimlerin padişahı kasten tedavi etmedikleri, şayet oğlu Şehzade Abdülmecit ortadan kaldırılırsa mecbur kalıp iyileştirecekleri inancıyla daha korkunç, tehlikeli ve duygusal çareler peşindeydiler. Bunların başında da Hüsrev Paşa’nın siyasi rakibi Kaptan-ı Derya Müşir Ahmet Fevzi Paşa vardı. Hüsrev Paşa olasılıkla kendi uydurması olan bu suikast ihtimalinden genç şehzadeyi ve annesi Bezmialem Sultan’ı gizlice bilgilendirerek onları kendisine minnettar kalmayı gözetmişti. Bu gizli hesapları komadaki padişah sezmiş ya da ona acımayarak kulağına fısıldayanlar olmuş olmalı ki, ölümün beklendiği o günlerde Sultan Mahmut oğlu Şehzade Abdülmecit’e ve annesi Bezmialem Sultan’a küskündü. Ölüm döşeğindeyken Şehzade Abdülmecit babasını son kez görmek isteğiyle gizlice odasına girmiş ayaklarına yüzünü sürüp ağlarken, durumu fark eden Sultan Mahmut son takatini sarf edip oğlunun yüzünü tekmelemişti. Sultan Mahmut 2 Temmuz 1839 pazartesi günü sabaha karşı hayatını kaybetti. Hüsrev Paşa Sultan Mahmut’un öldüğünü öğrenir öğrenmez yanından ayırmadığı Serasker Said Paşa’yı güvenlik önlemleri ve cülus hazırlıklarıyla görevlendirdi ve Bezmialem Sultan’a oğlunu cülus merasimine hazırlaması için haber gönderdi.
Sultan II. Mahmut’un cenazesini oğlu Şehzade Abdülmecit gördükten sonra seher vakti Harem iskelesine indirilip oradan yedi çifte kayıkla Topkapı Sarayı’na getirilip Hırka-i Saadet Dairesinin şadırvanı önünde yıkanıp kefenlenmişti. Sultan Abdülmecit’in Topkapı Sarayı’ndaki cülus merasiminden sonra Sultan II. Mahmut’un cenaze namazı kılınıp cenaze alayı düzenlenerek birden bastıran yağmur altında kız kardeşi Esma Sultan’ın isteğiyle naaşı Esma Sultan’ın Cağaloğlu’ndaki köşküne defnedildi. Projesi Hassa Mimarı Garabet Amira Balyan'a ait olan ve Abdülhalim Efendi'nin nezaretinde yapılan Sultan II. Mahmut’un Cağaloğlu’ndaki türbesi bir yılda tamamlandı.
Mimari çalışmalar

Sultan II. Mahmud döneminde, mimari alanda da yeni bir gelişmenin başladığı görülür. İmparatorluğun değişik bölgelerinde birbirinden güzel yapılar inşa edildi. Sultan II. Mahmud'un yaptırdığı eserlerden bazıları şunlardır; Rodos Süleymaniye Camii, İzmir Bıyıklıoğlu Mahmud Camii, hayatını kurtaran Cevri Kalfa'nın adını verdiği mektep, Tophane Nusretiyye Camii, Arnavutköy Tevfikiye Camii, Asariye Camii, Hidayet Camii İstanbul Kocamustafapaşa Küçük Efendi Camii, Külliyesi, İstanbul Başakşehir Şamlar köyü tarihi camii ve bendi, Taş Kışla, Gülhane Parkı girişindeki Alay Köşkü.
Sultan II. Mahmud ayrıca, İstanbul'daki bütün büyük camilerin tamirini de yaptırdı. Unkapanı köprüsü yine onun zamanında yapıldı. Mekke-i Mükerreme'de bir medrese yaptırdı ve Mescid-i Aksa'yı tamir ettirdi. Aynı zamanda hattat, bestekâr ve şair olan Sultan II. Mahmud yazdığı şiirlerde Adlî mahlasını kullandı.
Ailesi

Evlendiği Kadınlar



  1. Bezmialem Valide Sultan (d.1807 - ö.1853)
  2. Pertevniyal Valide Sultan (d.1812 - ö.1883)
  3. Haciye Pertev-Piyale Nev-fidan Kadın Efendi (d.1793 - ö.1855)
  4. Ali-cenab Kadın Efendi (ö.1839)
  5. Fatma Kadın Efendi (ö.1809)
  6. Kamarı Kadın Efendi (ö.1825)
  7. Aşub-i Can Kadın Efendi (d.1793 - ö.1870)
  8. Haciye Hoşyar Kadın Efendi (ö.1859)
  9. Hüsn-i Melek Kadın Efendi (d.1812 - ö.1856)
  10. Nurtab Kadın Efendi (d.1810 - ö.1886)
  11. Misl-i Na-yab Kadın Efendi (ö.1825)
  12. Perviz-felek Kadın Efendi (ö.1863)
  13. Zeyin-i Felek Kadın Efendi (ö.1842)
  14. Vuzlat Kadın Efendi (ö.1830)
  15. Zer-Nigar Kadın Efendi (ö.1832)
  16. Ebr-i Reftar Kadın Efendi (ö.1825)
  17. Lebriz Felek Kadın Efendi (d.1810 - ö.1865)
  18. Tiryal Kadın Efendi (d.1810 - ö.1883)

Erkek çocukları



  1. Abdülmecid (d.1823 - ö.1861)
  2. Abdülaziz (d.1830 - ö.1876)
  3. Şehzade Ahmed (d.1814 - ö.1815)
  4. Şehzade Ahmed (d.1819 - ö.1819)
  5. Şehzade Ahmed (d.1819 - ö.1819)
  6. Şehzade Ahmed (d.1822 - ö.1823)
  7. Şehzade Ahmed (d.1823 - ö.1824)
  8. Şehzade Bayezid (d.1812 - ö.1812)
  9. Şehzade Abdülhamit (d.1811 - ö.1815)
  10. Şehzade Abdülhamit (d.1813 - ö.1825)
  11. Şehzade Abdülhamit (d.1827 - ö.1828)
  12. Şehzade Süleyman (d.1817 - ö.1819)
  13. Şehzade Mehmet (d.1814 - ö.1814)
  14. Şehzade Mehmet (d.1816 - ö.1816)
  15. Şehzade Mehmed (d.1822 - ö.1822)
  16. Şehzade Murat (d.1827 - ö.1828)
  17. Şehzade Hafiz (d.1836 - ö.1839)
  18. Şehzade Nizameddin (d.1835 - ö.1838)
  19. Şehzade Osman (d.1813 - ö.1814)
  20. Şehzade Kemalüddin (d.1813 - ö.1814)
  21. Şehzade Abdullah (d.1820 - ö.1820)
  22. Şehzade Mahmud (d.1822 - ö.1822)

Kız çocukları



  1. Emine Sultan (d.1813 - ö.1814)
  2. Hamide Sultan (d.1817 - ö.1818)
  3. Hayriye Sultan (d.1831 - ö.1832)
  4. Şah Sultan (d.1812 - ö.1814)
  5. Saliha Sultan (d.1811 - ö.1843)
  6. Ayşe Sultan (d.1809 - ö.1810)
  7. Atiye Sultan (d.1824 - ö.1850)
  8. Fatma Sultan (d.1828 - ö.1830)
  9. Munire Sultan (d.1824 -ö.1825)
  10. Fatıma Sultan (d.1809 - ö.1809)
  11. Mihrimah Sultan (d.1812 - ö.1838)
  12. Adile Sultan (d.1826 - ö.1899)
  13. Fatma Sultan (d.1810 - ö.1825)
  14. Emine Sultan (d.1814 - ö.1814)
  15. Şah Sultan (d.1814 - ö.1817)
  16. Emine Sultan (d.1815 - ö.1816)
  17. Zeyneb Sultan (d.1815 - ö.1816)
  18. Cemile Sultan (d.1818 - ö.1818)
  19. Hamide Sultan (d.1818 - ö.1819)
  20. Hatice Sultan (d.1825 - ö.1842)
  21. Hayrie Sultan (d.1832 - ö.1833)
  22. Rafia Sultan (d.1836 - ö.1839