Mani dini ya da Maniheizm, 3. yüzyılda Pers İmparatorluğu içinde, Mani (kuran kişi) tarafından kurulan ve kısa sürede hızla büyük bir coğrafyaya yayılan bir din. Kutsal kitapları Arzhang'dır. Mani dini en parlak dönemini 8. yüzyılda Uygur Devleti'nin milli dini olarak ilan edilmesi ile yaşamıştır. Mani kelimesi eski Türkçe "Mengü" ve Çağatay Türkçesinde "Tanrı" demektir.
Mani dininin dünyayı görüşünde tanrısal aydınlık ile karanlık iki rakip olarak karşı karşıya durur. Bu ikisinin birbirleri ile mücadelesinde aydınlığın bir kısmı karanlığın içinde (dünyanın içinde) tutsak kalmıştır. Herhangi bir canı söndürmek, hatta bir meyveyi dalından koparmak bile tanrısal maddeye zarar verip aydınlığın tutsaklığını daha da uzatır. Işığın (aydınlığın) tutsaklığına ancak "seçilmişler"in yardımı ile son verilebilir. Seçilmişler hiçbir canlıyı incitmezler ve asla cinsel ilişkide bulunmazlar. Bu yüzden kendi başlarına geçimlerini sağlayamazlar ve "dinleyenler" onların ihtiyaçlarını temin ederler. Seçilmişlerin sindiriminde ışık ile karanlığın birbirinden ayrıldığına, dua ve şarkı yardımı ile bu elde edilen ışığın tekrar Tanrı'ya geri döndüğüne inanılır. Ancak dinleyenler de günahlarını temizlemek için birçok enkarnasyonlardan geçmeleri gerekir. İnanca göre dünyanın sonunda ışık ile karanlık ebediyen ayrılacaklardır.
O güne dek bilinen tüm dinsel sistemlerin gerçek sentezi olduğu ileri sürülmüştür. Manicilik aslında Zerdüşt düalizmi, Babilonya folkloru, Budist ahlâk ilkeleri ve Hristiyan unsurların bir karışımından oluşmaktadır. Bu bileşimde önde gelen anlayış iki ezelî ilkenin, iyi ve kötünün, çatışmasıdır. Bu bakımdan din tarihi araştırmaları, Maniciliği bir tür dinsel düalizm (ikicilik) olarak sınıflandırmışlardır. Bu din hem Doğu'ya, hem de Batı'ya doğru olağanüstü bir hızla yayılmış; Kuzey Afrika, İspanya, Fransa, Kuzey İtalya ve Balkanlar'da bin yıl süre ile dağınık ve süreksiz biçimde varlığını devam ettirmiştir. Oysa, asıl gelişimini doğduğu topraklar olan Mezopotamya, Babilonya ile İran'da gerçekleştirmiş ve Doğu'da etkisini X. yüzyıldan sonralara kadar sürdürdüğü Türkistan, Kuzey Hindistan, Batı Çin ve Tibet'e kadar yayılmayı başarmıştır.
Tarih
Mani, 14 Nisan 216 [kaynak belirtilmeli] tarihinde Arşaklılar'a ait Tizpon kentinde dünyaya geldi. Fâtâk güçlü dinsel eğilimlere sahip bir kişi olmalıydı, zira bir süre sonra Ecbatana'yı terk ederek, Güney Babilonya'da bulunan "Menakkede" (Arapça Mugtasıla) adlı bir Mandeen tarîkatine katıldı ve küçük oğlunu bu inançlara göre yetiştirdi. Mani'nin babası da, din reformu taraftarı olarak önemli etkinliklerde bulunmuş ve adeta oğluna öncülük etmiştir. Mani dinsel eğitiminin yanı sıra gençlik yıllarını nakkaşlık öğrenerek geçirmiştir.
Mani'nin içinde büyüdüğü bu tarîkat hakkında pek ayrıntılı bir bilgi mevcut değildir. Bir tür su ile arınma yani "vaftiz" uygulamasına sadık oldukları biliniyor. Tarîkat üyeleri, günahlarından arınmak için her gün abdest alıyorlar ve yiyeceklerini de su ile temizliyorlardı. Ayrıca, et yemiyorlar ve şarap içmiyorlardı. Her üye kendine ayrılmış bulunan tarlada çalışmak zorundaydı. Tarîkat'in yerleşik ve tarımsal görünümü bir Yahudi tarîkati olan Esseneler'i andırıyor. Bu benzeşimi güçlendiren diğer bir öğe de, kendi dinsel inançlarını tıpkı Esseneler gibi "Yasa" (Nomos) olarak adlandırmalarıdır. Diğer önemli bir unsur da, bu tarîkatin, bir Yahudi uygulaması olan "Sabbat" gününe riayet etmesidir.
Mani Pers İmparatorluğununI. Şapur (242–273) egemenliği altındaki döneminde, öğretilerini çok başarılı olarak halk arasında yayabilmiştir. Ancak I. Şapur'in ardından tahta çıkan hükümdar I. Behram (ya da II. Behram) onu Mager'lerin bir şikayeti üzerine tutuklatıp idam ettirmiştir. Maniciler, Mani'nin bir haça çakılarak (İsa'daki gibi) idam edildiğini kayıt etmiş olsalarda, bunda bazı şüpheler vardır. Mani dini Antik Çağın sonlarında, 3. ve 4. yüzyıllarda Sasani İmparatorluğu ve çevresinde yayılmıştır. Kral I. Şapur'in bir kardeşi Mani dini'ni kabul etmiş; ancak Şapur'dan sonra gelen Fars kralları Manicilerin düşmanı olmuşlardır. 4. yüzyıldaRoma İmparatorluğunakadar yayılmış olan Mani dini, etkili misyoner uygulamaları sayesinde daha da ilerleyip Çin'e ve İspanya'ya kadar yayılmıştır. Mani dini en parlak dönemini Uygur hükümdarı Bögü Kağan'ın hüküm sürdüğü 762 yılında devlet dini olarak ilan etmesi ile yaşamıştır. Mani dini'nin misyoner uygulamalarının nasıl bu kadar başarılı olduğu sorusu günümüzün birçok tarihçilerini meşgul etmiştir: Dini yaymak için kullanılan dini ifadelerin doğuda Budizm'e ve batıda Hıristiyanlığa yaklaştırılmış olması; ama buna rağmen dinin yöresel olarak ana hatlarından sapmaması buna neden olarak görülmektedir. Mani dini 5. yüzyılda özellikle Roma İmparatorluğunda hızla yayılan Hıristiyanlığa ciddi bir rakip olmuş , bu yüzden Romalılar bu dinin yayılmasını önlemek için çaba göstermişlerdir. Mani dini Çin'de 14. yüzyılda ortadan kaybolmuş, ama Çin'in Ming döneminin kuruluşunda önemli bir rol oynamıştır (Ming aydınlık ya da ışık anlamına gelir). Mani dini sonunda Avrasyada birçok dinin içine işlenmiş ve böylece başka dinlerin yeni kollarının ve tarikatlarının doğmasını sağlamıştır.
Mâniler (Mani-chéens)
İran’ın Ortodoks dininin Mazdeizm olmasına rağmen “heterodoks” bütün inançlar İslâm’dan önce de sonra da mücadele etmekteydiler. Sasânîler’den sonra çok daha müsamahakâr olan İslâmîyet yönetimi altında Mâniler bir nebze özgürlük kazanmışlardı. Mâni dini vâsi bir edebiyâta sahiptir. Bizzât Mâni, eserlerinin büyük bir kısmını Siryanî dilinde yazmış ve hemen âkabinde bu eserler Pehlevî diline tercüme edilmişti. İkinci Hicrî asırda bu eserlerin Arapça’ya tercüme edilmeleriyse Mâniliğin yayılmasına büyük ölçüde hizmet etti.
Ayrıca bakınız: Mazdaizm, Sasânîler, Süryanice ve Pehlevice
“Yezdân-ı Baht” mezhebinin kurulması
“Hişam İbn-i Abd’ûl-Melik” devrinde Mâniler’in önderlerine Mihr adı verilmekteydi. Mâni reislerinden olan Zâd Hürmüzd ise ayrı bir Mâni tarikâtı kurmak amacıyla “Medain” şehrine gitti. Orada karşılaştığı Haccac’ın kâtibi Miklas’ı “Danaveryan” adı verilen tarikâtın başına geçirdi. Miklas’ın ölümünden sonra ise yerine Afrika’dan gelen “Ebû Hilâl’ûd-Deyhûrî” geçti. Me’mûn ve Mu’tâsım devirlerindeki reisleri “Ebû Ali Sâid” ve sonra da “Nâsır bin Hürmüz’ûs-Semerkandî” idi. Me’mûn devrinde Rey şehrinde ikâmet etmekte olan “Yezdân-ı Baht” Mâniler’den ayrılarak kendi mezhebini oluşturdu.
Ayrıca bakınız: Medain, Part İmparatorluğu, Sasani İmparatorluğu, Haccâc ve Memun (Abbasi)
Zandikler (Zenâdike)
Mâniler’e Sasânîler Devri’nde “Zandik” adı veriliyordu. “Mes’ûdî”, Zandikler’i Zerdüşt’ün kitabı Avesta’dan ayrılarak onun tefsiri olan “Zend” kitabına bağlanan topluluk olarak tanımlamaktadır. Yani tefsiri kabul ederek asıl metni reddedenler anlamında kendilerine “Zandik” adı verilmişti. İslâm devirlerinde önce Mâniler, daha sonra da Mezdekîler ayni şekilde “Zandik” (Zindik) olarak adlandırılmışlardı. Emevîler devrinde Zindik olarak adlandırılanlar nispeten azınlıktaydı. Me’mûn Horasan’a ilk geldiğinde “Mübid Mûbidân” halifenin veziri Fazl İbn-i Sehl’in yanında bulunmaktaydı. Me’mûnZındıklar’a ve Mübidler’e karşı son derece müsamahakâr davranan bir halife olarak tanınmaktaydı.
Ayrıca bakınız: Avesta, Avesta dili, Zentçe, Ahura mazda ve Zındık
Dünya görüşü
Mani, insanlığın dinsel kurtuluşunun tarihsel bir akış içinde en önemli aşamalarını sıralarken, kendi öncülleri arasında Enoch'u, Nuh'un oğlu Sam'ı, Buda'yı, Zerdüşt'ü ve İsa'yı saymıştır. Mani, bu yazılarda, İsa'nın yaşamının belli başlı olaylarını özetlemiş, Havariler'in çabalarını, Paul'un misyonunu, Hıristiyan Kilisesi'nin yaşadığı krizi ve dünyayı düzeltmek için uğraş vermiş olan Marcion ve Bardanes gibi gnostikleri anlatmıştır Nihayet, İsa'nın müjdelemiş olduğu "Paracletos"un, yani bizzat Mani'nin döneminin geldiğini ilân etmiştir.
"Paracletos" sözcüğü, Ruhulkudüs'e verilen bir isim olarak Yuhanna İncili'nde geçmektedir. "Paracletos"un din dışı anlamı "şefaat eden, aracı, arabulucu" biçimindedir. Özellikle, İsa'nın veda konuşmalarında "Avutucu, Gerçek Ruh ve Kutsal Ruh" adı altında sıkça yer almaktadır. (Yuhanna XIV/16,26 - XV/26 - XVI/7)
Manicilik'te gerçek gizem, köktenci ve evrensel Düalizmdir. Manici inanca göre bu gizem, Mani'nin ruhsal ikizi olan Paracletos tarafından Mani'ye aktarılmış ve Mani de bu gizemi öğretmekle görevlendirilmiştir. Mani, on iki yaşındayken ilk kez göksel bir ziyarete tanık olduğunu ve ilk ilâhi açıklamaları aldığını ileri sürer. Arap tarihçisi en-Nedîm'e göre bu ziyareti yapan "et-Taum" (ikiz anlamına gelen Nebatîce bir sözcük) adlı bir melektir. Bu melek Mani'nin ikizi ya da ruhsal eşi olup, onu eğitip görevine hazırlayacak olan Paracletos'tur.
Mani'ye göre Zerdüşt, Buddha ve hatta İsa'nın başarılı olamamalarının nedeni, kendi öğretilerini yazıya geçirmemiş olmalarında aranmalıdır. Bu düşünce ile Mani, herkesçe anlaşılabilen basit bir dil kullanarak kendi öğretisini yazıya dökmüştür. Manici yazıların halktan gördüğü yoğun ilgi, Maniciliğin karşısında olanların ve özellikle Hıristiyan Kilisesi'nin neden bu yazıları yok etmeye çalıştıklarını açıklamaktadır. 279 Yılında, Roma İmparatoru Diocletianus, İskenderiye kentinde tüm Manici yazıların yakılmasını buyurmuştur. Buna benzer yok etme çabaları yüzyıllarca sürdürülmüştür. Halbuki, İsa'dan sonra II. yüzyılın ortalarında İran'da doğan Manicilik inancı, henüz ilk yüzyılını tamamlamadan Doğu ve Batı'ya yayılmayı başarmıştı ve doğal olarak karşısındaki en büyük rakip Hıristiyanlıktı. Manicilik ile Hıristiyanlık arasında uzun ve sert bir kavga cereyan etti. Hıristiyanlık bu kez karşısında, akılcı yöntemleri ve başarılı diyalektik çözümlemeleri olan, Hıristiyan Kilisesi modeline uygun örgütlenen ciddi bir hasım bulmuştu. Her geçen gün, Manicilik karşıtı kilise kuralları, devlet buyrukları ve düalist öğretileri kötüleyen yapıtlar çoğalıyordu. Hıristiyan Kilisesi, Manicilik karşısında geçirdiği korkuyu bir daha asla unutamayacak, yüzyıllar boyunca karşılaştığı her düalist hareketi Maniciliğin bir devamı ya da hortlaması olarak kabul edecekti. Aradan uzun yıllar geçmiş olmasına karşın Vaudois'lar, Kathar'lar, Tampliye'ler Manicilik ile suçlanacaktı. Artık, Hıristiyan Kilisesi'nin gözünde her sapkın inanç Manicilik olarak yaftalanacaktır. Bu suçlamadan ne Luther, ne de Calvin kendini kurtaramayacaktır. Oysa, Luther kendi yandaşları tarafından Kilise'nin Maniciliğe karşı son savunucusu olarak gösterilmiştir.
Batı'daki Reformasyon hareketinden sonra, her ne kadar Kilise'nin dogmatik tutumunda önemli bir değişim olmadıysa da, Maniciliğin araştırılması ve daha iyi anlaşılması çabaları başladı. Manici belgelerinin incelenmesi, Doğu ile Batı'yı Zerdüşt ile İsa'yı birleştirmeye uğraşmış bir bilgenin varlığını gösteriyordu. Zamanla, eski İran ve Hint inançlarının daha iyi anlaşılmasıyla, Maniciliğin kaynaklarına dair yeni açıklamalar elde edildi. Maniciliğin temel öğretisi olan gnostik düalizmin eski Zerdüşt inançlarının yanı sıra, Hint öğretilerinde kök bulduğu ortaya çıkarıldı. Böylece Manicilik; köktenci düalizm, Doğu pagan inançları ve doğacı dinlerden kaynaklanan, Zerdüşt'ten yola çıkarak düzenlenmiş ve İncil kalıbına dökülmüş bir gnostik Asya inancı olarak tanımlandı.
Assyrioloji'nin gelişimi Manicilikte yeni nitelikler bulunmasını sağladı. Böylece, Maniciliğin en eski köklerinin Kalde ve Babilonya'nın eski inançlarında yer aldığı anlaşıldı. Sonuçta Mani dininin, Mezopotamya-İran düalizmi üzerine temellenen ve evrensel bir din niteliğine ulaşabilmek amacıyla Buddhizm ve Hıristiyanlıktan aktarmalar yapan bir "syncretist" (bağdaştırmacı) inanç olarak Doğu'ya ve Batı'ya doğru genişlediği belirlendi. Bu genişleme, Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında tam anlamıyla etkindi ve ancak İslâm tarafından kesin olarak durdurulacaktı. Kısacası Mani, Zerdüşt inancının da kaynağı olan Kalde-Babilonya potasında, Buddhist ahlâk ilkelerini ve Hıristiyan öğretisini harmanlayan bir bilgeydi.
Ortaya çıkarılan son bulguların ışığında, Manicilik bir büyük din olarak değerlendirilebilir. Üstelik "kitaplı" bir din, bir misyoner dini, örgütlenmiş bir din, tüm büyük dinleri kendinde eritmek isteyen evrensel ve nihaî bir din. Ancak tüm bu niteliklerden daha önemlisi, her şeyin başına iki ezelî ve karşıt iki ilkeyi, Işık ve Karanlığı yerleştirmiş olan ve İsa'nın gelişini müjdelediği "Paracletos" tarafından gizemleri açıklanan köktenci bir "gnosis"tir Manicilik. Tüm yaşamı ve tüm bilgileri içerdiğini ileri süren bir toptancı gizem dinidir. İsa başarısız olmuş, Aziz Paul ile Marcion'un çabaları boşa gitmiştir. Gerçek Kilise'yi yeniden düzenlemekle görevlendirilmiş olan Paracletos-Mani zuhur etmiştir.
Maniheizmin Şî’îlik üzerine olan tesirleri, Mu'tezile ve Mazdeizm ile mücadelesi
Emevîler devrinde ve Abbâsî Halifeliği’nin başlangıcında Mâniler’e gösterilmekte olan hoşgörü zamanla ZerdüştMûbidleri’nin de tesirleri neticesinde şiddete dönüşmeye başlamıştı. Emevîler’in dinî tesamühünü terk eden Abbâsîler eski İran hükümdarlarının tahtlarına oturmak suretiyle onların rolünü üstlenerek öteki mezheplere karşı eski Zerdüştîliğin uygulamış olduğu şiddetin aynını göstermeye başlamışlardı.
Maniheizmin Abbâsîler Devri’nde İslâm ile giriştiği mücadele
Abbâsîliğin en önemli niteliklerinden biri, Arap unsurlardan ziyâde İranlılar’ın rolüyle Devlet ile Eglise’nin “Ehl-i Sünnet vel Cemaat” adını alan tam bir İslâm Ortadoksluğu çatısı altında birleştirilmesi olmuştu. Zenâdika’nın ittihamı rejim aleyhtarlarına karşı devletin en mükemmel silahını oluşturmaktaydı. Örneğin, İbn’ûl-Mukaffa’ “Süfyan bin Muaviye” tarafından Zindiklik bahanesiyle i’dam edilmişti. “Şair Beşşar İbn-i Bürd” Hâlife Mehdî’nin sarayında uzun yıllar geçirdikten sonra veziri Yakup İbn-i Davud’un aleyhinde hicviyeler yazması nedeniyle kırbaçlanarak, şair “Ebû Nüvâs” ise Halife Emîn’e telmihan yazdığı şiirler nedeniyle zehirletilerek öldürülmüşlerdi. Her ikiside Zindiklik ile itham edilmişlerdi.
Abbâsî HâlifesiEbû Câʿfer "el-Mansûr" devrinde “Mâniler” iyi muamele gördü. Hâlifenin tâbibi “Hasib” kendisinin Hristiyan olduğunu açıkça söyleyen bir “Zindik” idi. Ayni halifenin kâtibi “Yezid bin El-Feyz” de Mâni idi. “Mâniler” ve kendilerine “Dehrîler” adı verilen hür düşünceli ve materyalist feylesoflar, Hâlife Muhammed "el-Mehdî bi’l-Lâh"zamanında ise Zindiklik töhmetiyle i’dama, hapse ve i’tisafa uğradılar. “İbn-i Râvendî” yandaşı olan “Salih bin Abd’ûl-Kuddus” de H. 166 / M. 783 yılında Hâlife Mehdî tarafından i’dam ettirilmişti.
Ayrıca bakınız: Ebû Câʿfer "el-Mansûr", Ebû `Abd Allâh "el-Mehdî bi’l-Lâh" ve Abbâsîler devrinde Alevîler
Maniheizmin Mu'tezile ile mücadelesi ve Şî’îlik üzerine tesirleri
Mâniler’in dinî eğitimlerinin İslâmiyet’in dinî âkideleri üzerine de bir hâyli tesirleri olmuştu. Bazı İslâm mezhepleri Mâniler ile mücadelelerini sürdürürlerken onlarla kaynaşarak, ya doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak Maniheizmin tesirine tâbi oldular. İslâm âleminde Maniheizmnin gelişme devri tam olarak öncelikle Mu'tezile’nin en güçlendiği zamana ve ikinci derecede de Şî’îliğin en kudretli olduğu döneme tekabül etmektedir. Mu'tezile reislerinin birçoğu Mâniler ile dinî ve metafizik mes’elelerle alâkalı münazaralar yapmak suretiyle mücadele ediyorlardı. Bu karşılıklı yapılan münazaralar esnasında Mâni i’tikadlarının Şî’îliküzerine önemli tesirleri olmuştu. Hâlife Mehdî zamanında, “Ebû Muhammed Hişâm bin El-Hakem”, “Ebû Ali Muhammed İbn-i Abd’ûl-Vahhab El-Cübbaî”, Yahya bin Halid’in kâtibi ve Zindiklik ile de itham edilmiş olan “Ebû Muhammed Hasan bin Mûsâ El-Nevbahtî”, “Ahmed bin Muhammed bin Hanbel”, “Ebû Muhammed bin Zekeriya Er-Râzî” ve İbrahim’ün-Nazzam’ın tilmizlerinden “Ebû Affan Er-Rakî” gibi İslâm âlim, ve kelâmcılarının "Maniheizm" ve onun âkideleri aleyhine yazmış oldukları kitaplarda heterodoks nitelik taşıyan ve hususiyle de Mâniliğe ait bilumum mezhepleri reddetmeğe başlamışlardı. Diğer taraftan ise “İbn-i Tâlut”, “Ebû Şâkir’ûd-Deysânî”, İbn’il-A’da El-Harizî”, “Abd’ûl-Kerîm bin Ebî’l-Evcâ”, “Salih bin Abd’ûl-Kuddus”, “Hammad-ı Acered”, “Yahya bin Ziyâd” ve “Muti bin İlyâs” gibi müellifler "Maniheizm" âkidelerini müdaafa eden eserler yazmışlardı.
Maniheizmin Abbâsîler Devri’nde Zerdüştlük ile mücadelesi
Mâniler, Zedüştîler ile de münazara ve mücadelelerini sürdürmektelerdi. Bu konuda yazılmış “Chikand Guomânîgu Vîgıâr” adındaki Zedüştî eser, Maniheizmi ret ve cerh etmektedir.
Ayrıca bakınız: Abbâsîler, Şiîlik, Mu'tezile, Zerdüştlük ve Yezdânizm’in Ghulat-i Şîʿa ve Kürt Alevîliği ile etkileşimi
Gnosis
Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında, Kilise Babaları çoğu zaman pek dikkatli ve titiz olmalarına karşın, temel teolojik konularda kararsız duruma düşmüşlerdi. Çabalarını "Günahtan Arınma" konusuna yöneltmişler, ancak Günahın asıl nedeni konusunda yetersiz kalmışlardı.
Oysa, o çağlarda Hıristiyanlar için en önemli sorun günahtı. İçinde yaşadıkları, Roma İmparatorluğu'nun acımasız, sefih ve belirsiz dünyası, hiç kuşkusuz günah dolu bir dünyaydı. Öyleyse, her şeye kadir olan, iyi Tanrı tüm bu kötülüklere ve günahlara nasıl oluyor da izin veriyordu?
Gnostisizm'in temelinde bu kötülük ve günah sorununu çözme arzusu yatar. Kilise bu konuda tatmin edici yanıtlar üretemeyince, düşünürler kendi öz çözümlerini aramak zorunda kaldılar ve bu arayışın sonunda Hıristiyan Düalizmi oluştu. II. yüzyılın ortalarında, Gnostik düşünce, birbirinden alabildiğine farklı ancak özde birleşen Marcion, Valentinus ve Basilides gibi düşünürlerin önderliğinde Roma dünyasını sarstı.
Gnostiklerin çözümü, görünen ve bilinen, zalim ve günah dolu evreni yaratmış olma sorumluluğunu Tanrı'dan almak biçiminde ortaya çıktı. Marcion'a göre evreni yaratan Ahd-i Atik'teki merhametsiz Jehova (Demiurgos) idi. Platon, Timaeus isimli diyalogunda evreni Demiurgos'un yarattığını söyler. Bu Yunanca sözcük "zanaatkâr" anlamını taşımaktadır. Gnostikler, Demiurgos'u evreni tüm kusurları ile yaratan, kötü, cahil ve kıskanç, ikincil bir tanrı olarak değerlendirmişlerdir. Gnostizmin ilkelerine göre, sıradan insanlar, yalnızca Gnostiklerin kavrayıp taptığı gerçek Tanrı'ya değil, bilinçsizce Demiurgos'a tapmaktadırlar.
Çeşitli Gnostik tarîkatlerin birbirinden ne ölçüde farklı olduklarını bugün tam olarak bilemiyoruz. Ancak, bunların tümünde bir inisiyasyon töreninin, bir "gizeme ulaşma" ritüelinin uygulandığı biliniyor. Tüm bu tarîkatler, insanları içlerinde bulunan "Tanrısal Öz"ün ölçüsüne göre üç sınıfa ayırmışlar. Valentinus'a göre bu sınıflar şu biçimde sıralanıyor: önce "Pneumatikoi" (Ruhanîler) geliyor; bu kişiler Tanrı ateşi ile dolu olup kurtuluşları için yalnızca gnosis'in açıklanmasına gereksinim duyarlar. İkinci kategoride "Psikhikoi" (Psişikler) bulunur; bu kişilerin ruhlarında Tanrısal öz az da olsa bulunur ama kurtuluşları kesin değildir; kurtulmak için iyilikler yapmaları gereklidir. Sonuncu kategoriyi "Glikoi" (Maddîler) oluşturur; bunlar içlerinde hiç Tanrı kıvılcımı olmayan kişilerdir ve kaçınılmaz olarak geldikleri toza geri dönecekler.
Gnostik düşünce böylesine kesin çizgilerle belirlenmiş bir Düalizmi içerdiği için, yalnızca iyilik ile kötülüğü değil, tüm erdemlerin karşıtını da içeriyordu. Mademki, yaratılmış evren günah doluydu, o zaman ondan kaçınmak gerekliydi. Öncelikle, her şeyden elini eteğini çekmek gerekliydi. Dünya zevk ve nimetlerinde aşırıya kaçmak acınacak bir durumdu, evlenmek ve çocuk yapmaktan uzak durulmalıydı.
Ancak, Gnostik Düalizm giderek daha keskinleşecek, Işık ve Karanlık, İyi Tanrı ile Demiurgos arasındaki karşıtlık daha sertleşecekti. Demiurgos artık açıkça şeytanın ta kendisi olarak düşünülüyor ve evreni yaratanın doğrudan şeytan olduğu kabul ediliyordu.
Marcion'un temellerini attığı bu inanç zamanla ilk büyük Hıristiyan Düalist kilisesini oluşturdu. Marcion'un düşünceleri o denli etkili olmuştu ki, daha sonraları ortodoks Hıristiyanlık, karşısında bulduğu her türlü sapkın inanca "Marcionist" ya da "Manihaeist" sıfatını yapıştırdı.
Ancak, Marcion'un temelde Hıristiyan olmasına karşın, Mani Hıristiyanlık sınırlarının dışında kabul ediliyordu. Mani, bilinen yaşam öyküsüne göre, bir sapkın Hıristiyandan çok, bir Zerdüştî olmalıdır. Mani'nin kendi yazdıklarına göre, tüm din önderleri; Hermes, Buddha, Zerdüşt, İsa ve hatta Platon onun öncülleridir, ancak İsa'nın yeri hepsinin üzerindedir ve panteistik bir konuma ulaşmıştır. Mani'nin inancına göre, İsa bedenleşmiş bir tanrısal varlıktır, yalnızca yayılan bir ışık değildir, o her yerde vardır; İsa, insanlık için acı çekerek insanların kurtuluşunu sağlamıştır.
Örgüt ve Ritüel
Maniciliğin örgütlenmesinde de Marcion örnek olarak alınmıştır. Maniciler iki sınıfa ayrılmışlardır: gizeme ulaşmış olanlar ile sıradan inananlar ya da Mani'nin adlandırdığı gibi "Seçkinler" (ya da Yetkinler) ile "Dinleyenler". Manicilik'te kadınlar da seçkinlerin arasına kabul edilirdi. Bir tür ruhban sınıfı olan seçkinler, çok zorlu hazırlık dönemlerinden ve çetin inisiyasyon törenlerinden geçirilirlerdi. "Consolamentum" (Teselli) adı verilen inisiyasyon törenine pek önem verilirdi. Bu aşamadan sonra, seçkinler "Tanrısal Işık" ile dolarlar ve artık bu ışığı dünyevî nesnelerle kirletecek eylemlerden kaçınırlardı. Evlenmezler, mülk sahibi olamazlar, et yemezler, şarap içmezlerdi. Tarım işlerinde çalışmamalı, hatta ekmeği bile doğramamalıydılar. Günlük yiyecekleri ve yalın giysileri ile gezgin bir yaşam sürmeliydi seçkinler.
Seçkinlerin ilkeleri, Buddhist keşişlerin disiplinine şaşırtıcı ölçüde yakındı. Arada bulunan tek fark, Manici seçkinlere yerleşik yaşamın yasak olmasıydı. Seçkinlerin yaşamı oldukça zordu. Yaşamları üç mühürle bağlıydı: ağız, el ve gönül mühürleri...İlk mühür, tüm kötü yiyecekleri ve kötü sözleri yasaklardı. İkinci mühür, canlı varlıkların içinde saklı bulunan ışığa verilebilecek her türlü zararı engellemek içindi; adam öldürmek, hayvan öldürmek, hatta meyve koparmak bile yasaktı. Üçüncü mühür, Manicilik inancına ve temizliğine karşı çıkan her türlü düşünceyi yasaklamaktaydı.
Doğal olarak, seçkinlerin sayısı pek azdı. Tarihte ün kazanmış seçkinlerin son derece az sayıda olması da garipsenebilir. Maniciliğe bağlı olanların büyük çoğunluğu "Dinleyiciler"den oluşuyordu. Bunlar yalnızca Mani'nin "On Emri" ile bağlıydılar. Bu on emir sırasıyla puta tapmayı, namussuzluğu, cimriliği, her türlü öldürme eylemini, zina yapmayı, hırsızlığı, yalancılığı, büyücülüğü, ikiyüzlülüğü ve Maniciliğe ihaneti yasaklıyordu. Sıradan inananların ilk görevi seçkinlere neredeyse tapınma derecesine varan bir saygı beslemekti. Dinleyiciler sık sık seçkinlerin önünde diz çökerek kutsanma talep ederler, buna karşılık sebze ve meyve verirlerdi. Herkes için geçerli olan diğer dinsel görevler dua ve oruçtu.
Dua öğle, akşamüstü, gün batımında ve güneş battıktan üç saat sonra olmak üzere günde dört kez zorunluydu. Gündüz duaları güneşe dönerek yapılır, geceleri ise aya bakarak dua edilirdi. Ne güneşin, ne de ayın görünmediği günlerde dua yönü kuzeydi. Dua etmeden önce uygulanması kesin koşul olan bir arınma riti vardı. Arınma işlemi su ile ya da su bulunmazsa toprak ile yapılırdı. Oruç zamanlaması da tıpkı dua gibi doğrudan astronomik olgulara bağlıydı. Haftanın ilk günü güneşin onuruna (Sunday?) herkes oruç tutardı. Seçkinler, haftanın ikinci günü de ay onuruna oruç tutmakla sorumluydular. Ayrıca her yeni ayda, herkes ik gün oruç tutardı.
Maniciliğin diğer rit ve törenleri hakkında bilinenler pek az. Mani'nin ölüm yıl dönümünde gerçekleştirilen "Bema" töreni Maniciliğin en büyük kutlaması olarak biliniyor. Bu törende sürekli dua edilir ve kutsal yazılar okunurdu. Beş basamakla çıkılan bir platformun üzerine boş bir taht yerleştirilirdi. "Bema" töreninin diğer ayrıntıları ise bilinmiyor.
Ayrıca, Manicilikte vaftiz uygulamasının da bulunduğu,[kaynak belirtilmeli] fakat bu konuyu içeren kutsal yazılar kayıp olduğundan, Manici vaftiz töreninin hiçbir ayrıntısı bugün bilinememektedir.
Doğu'daki Etkileri
Hem Roma İmparatorluğu'nun, hem de İran'da Sasanîler'in baskısına karşın, Manicilik hızla yayıldı. İran'ın Doğusunda bulunan ülkelerde çok başarılı oldu. X. yüzyılın başlarında, Arap tarihçi El-Birunî "Doğu Türklerinin büyük çoğunluğu, Çin ve Tibet'te yaşayanlar ve Hindistan'ın bir bölümü Mani dinine bağlıdırlar" diye yazmıştı. Son zamanlarda Turfan kazılarında ortaya çıkarılan Manici resim ve edebiyat bulguları bu açıklamayı kanıtlamıştır. Mani'nin ölümünden bir yüzyıl sonra, Manicilik Malabar kıyılarına kadar yerleşti. Kara Balgasun'da bulunan ve bir zamanlar Nesturîler'e ait olduğu zannedilen Çince yazıtların, aslında Manici oldukları kuşku duyulmayacak biçimde belirlenmiştir.
Doğu'da Manicilik, IV. yüzyılın sonlarından başlayarak, Doğu İran'da sağlam bir sıçrama tahtası edinmiş ve buradan hareketle İpek Yolu boyunca Afganistan'dan Tarım Havzasına kadar yayılabilmişti. Manicilik 762 yılında Uygurlar'da devlet dini olarak kabul edilmiş ve böylelikle Çin'e doğru genişleme olanağına da kavuşmuştu. IX. yüzyılda Uygur devletinin yok olmasından sonra, Cengiz Han'a kadar Tarım havzasında varlığını sürdürmüştü. Çin içinde ise, Güney kıyılarına kadar inerek, buralarda varlığını gizli bir din olarak devam ettirmeyi başarmıştı. Çin'in Fukien eyaletinde XVI. yüzyılda bile Maniciliğe rastlanmıştı.
Manicilik İran ve Babilonya'da hiçbir zaman egemen din düzeyine yükselemedi, ancak Emevîlerin yönetimi altında geniş bir hoşgörü ve refaha ulaşabildi. Maniciler kimi Emevî halifelerinden müsamaha gördüler, başkent Bağdat'ta az sayıda olmalarına karşın, Irak'ın birçok köyüne yayıldılar. Ancak, Emevîlere oranla çok daha az dinsel hoşgörü sahibi olan Abbasîler döneminde, Maniciler "zındık" olarak değerlendirilip baskı görmüşler, çeşitli suçlamalar nedeniyle cezalandırılmışlardır. Bu suçlamalar arasında Düalizm, zina, akraba arası cinsel ilişki ve homo****üellik önde geliyordu. Uygulanan baskılara karşın, özellikle Irak'ta bulunan Manici topluluk etkinliğini IX. yüzyıla kadar sürdürmüştü. Ancak, devam eden Abbasî zulmü, Maniciler'in toplu halde önce Horasan'a ve daha sonra, Maniciliğin bir devlet dini olduğu Uygur ülkesine göç etmelerine yol açmıştı.
Maniciliğin, "Thomas İncili", "Addas Öğretileri" ve "Hermas'ın Çobanı" gibi Hıristiyan "apocrypha"larını (Kilise tarafından kabul görmeyen İncil metinleri) benimsemesinden dolayı, Thomas, Addas ve Hermas'ın Mani dininin ilk büyük havarileri oldukları söylentisi doğdu. Addas'ın Doğu'da, Thomas'ın Suriye'de ve Hermas'ın da Mısır'da havarilik ettikleri varsayıldı.
Manicilik, Mani'nin ölümünden önce bile, Filistin'de biliniyordu. St. Ephrem 378 yılında, hiçbir başka ülkenin Mezopotamya kadar Manicilik'ten etkilenmediğinden yakınmaktaydı. Edessa'da (Urfa) 450 yılında güçlü bir Manici cemaat mevcuttu. Emesus'lu Eusebius'un, Laodicea'lı George'un, Tarsus'lu Diodorus'un, Antakya'lı Chrysostomus'un, Salamis'li Epiphanus'un ve Bostra'lı Titus'un Maniciliğe karşı mücadele ettikleri biliniyor. Tüm bunlar, Maniciliğin Batı Asya'da Hıristiyanlık için ne denli büyük bir tehlike olduğunu göstermektedir. Ancak, Maniciliğin Hıristiyanlığa en fazla zarar verdiği ülke Mısır oldu. İmparator Konstantin zamanında, Maniciliği benimsemiş olan İskenderiye valisi tüm Hıristiyan rahiplere görülmemiş bir sertlikle davrandı.
Doğu Roma toprakları üzerinde, Manicilik en etkin olduğu düzeye 375-400 yılları arasında ulaştı ve sonra hızla geriledi. VI. yüzyılda bir süre için yeniden önem kazandı ve toplumun yüksek sınıfları arasında kabul gördü. Bu dönemde İmparator Justinianus Manicilikle ciddi bir mücadeleye girdi ve kısa sürede Maniciliğin bu canlanma çabası da bastırıldı. Ancak, bu çabalar Maniciliği tümüyle yok edemedi. Bir süre sonra Manicilik, yeniden canlanarak, Paulician'lar ve Bogomil'ler adı altında Bizans İmparatorluğu'nu istilâ etti.
Batı'daki Etkileri
Batı'da Maniciliğin esas yurdu Kuzey Afrika'ydı. Mani'den sonra gelen ve ikinci Paracletos olarak adlandırılan Adimantus da Afrika'da etkin olmuşdu. Maniliğin Afrika'daki en büyük önderlerinden biri de, IV. yüzyılın sonlarında yaşayan Mileve'li Faustus'tur. Mileve'de yoksul bir ailenin oğlu olarak doğan Faustus, gençliğinde Roma'ya yerleşmiş ve orada Maniciliğe girmişti. Derin bilgi sahibi değildi, ama etkileyici bir konuşmacıydı. Manici çevrelerde ünü çok yaygındı. 383 Yılında Kartaca'ya göç ettikten kısa süre sonra Hıristiyanlar tarafından tutuklandı, fakat herhangi bir ceza görmeden salıverildi. 400 Yılında, Maniciliği öven ve Hıristiyanlığı, özellikle Eski Ahid'i yeren bir kitap yazdı. Hıristiyan Pederlerinden ve Maniciliğin en önemli düşmanı olan St. Augustinus bu kitaba tam otuz üç ciltlik bir yapıtla yanıt verdi. Faustus'un daha sonraki yaşamı hakkında bilgi mevcut değil. Ancak, St. Augustinus'un yirmi yıl boyunca kaleme aldığı sonraki yapıtlarında Manicilik'ten hiç söz etmemesi, bu süre içinde Maniciliğin etkisini giderek yitirdiğini gösteren bir kanıttır. Vandallar'ın Afrika'yı ele geçirmesi üzerine, Maniciler son bir girişimle, Arius mezhebine bağlı Vandallar'ı Maniciliğe çekmeye çalıştılar. 477-484 Yılları arasında hüküm süren Vandal Kralı Huneric'in bu girişime karşı tepkisi çok sert oldu ve Kuzey Afrika'daki tüm Maniciler ya sürgüne gönderildiler ya da yakıldılar.
Maniciliğin Batı'daki merkezlerinden biri de Roma kentiydi. 311-314 Yılları arasında Papalık yapan Miltiades, "Liber Pontificalis" isimli eserinde, Roma'daki Manicilerden söz etmekteydi. İmparator Valentianus'un 372 yılında çıkardığı bir ferman, Roma'daki Manicilerin kovuşturulmasını buyurmaktaydı. 384-388 Yılları arasında da, Roma'da "Martari" adında yeni bir Manici tarîkat ortaya çıktı. Bu tarîkat, özgün Mani öğretisini değiştirmeyi amaçlıyarak, seçkinlerin gezgin yaşamı terk etmesini ve bir tür manastır düzenine girmesini öngörmekteydi. Martari'ler en büyük direnci Maniciler'den gördüler.
VI. yüzyıldan başlayarak, Manicilik Batı'da neredeyse tümüyle yok oldu. Her ne kadar sağda solda, kimi gizli topluluklar ve düalist tarîkatlar varlığını sürdürdüyse de, bunların Babilonya'lı peygamber Mani ile doğrudan ya da bilinçli bir ilintisi mevcut değildi. Ancak tam beş yüzyıl sonra, XI. yüzyılda Doğu'dan, Bizans ve Bulgaristan yolu ile gelen Paulician'lar ve Bogomil'ler Batı'yı etkilediler. Bunların düalist öğretileri, Kuzey İtalya ve Güney Fransa'da tohumlanabilecek verimli alanlar buldular ve böylece tarihte ilk kez Hıristiyan topraklarına yönelik Haçlı Seferlerine yol açmış olan Kathar hareketinin temellerini attılar. Et yemezler ve savaşmak yasaktır.Bu nedenle savaşma yetenekleri azalır.
Sonuç
Bu denli sıradışı bir teoloji ve insanın yazgısından çok "Işık" için ilgi besleyen bir dinsel inancın, böylesine hızla yayılıp itibar görmesi oldukça yadırgatıcı bulunabilir. Ancak, gnostik efsanelerin bolluğu, ne denli akıldışı olursa olsun, bu tür yaratılış öykülerine inanmaya hazır geniş halk kitlelerinin varlığını göstermektedir. Ayrıca, III. yüzyılda Roma'nın baskıcı ve mutsuz dünyasında, tıpkı Hristiyanlık gibi, herkese kurtuluş vaat eden bir inancın yayılma olasılığının ne ölçüde yüksek olduğu Manicilik örneğinden açıkça anlaşılmaktadır.
Maniciliğin kısa sürede yayılması, ne ondan önceki, ne de sonraki dinsel inançların yayılmasına benzemez. Zira Manicilik, diğer dinlerin aksine, kabul edildiği ülke ve topluluklarda hiçbir temel politik ve sosyal değişim yaratmayı öngörmemiştir. Bu durum Manici misyonerlerin görevlerini zorlaştırmış, zaten bir bileşim olarak doğan dinlerini, diğer ulusların kültürel ve toplumsal koşullarına adaptasyon gereğini yaratmıştır.
Maniciliğin tümüyle entelektüel düzeyde kalması ve toplumsal-politik değişimler yaratmakta iddiasız olması en zayıf özelliğiydi. Kısacası Manicilik anti-sosyal olması yüzünden başarısızlığa uğradı. Bu sert ve savaşçı çağlarda, uygarlıklarını barbar saldırılarına karşı koruma endişesindeki yöneticiler, bu denli edilgen bir inancı onaylayamazlardı. Toplumsal kuralları hiçe sayan, yandaşlarına başıboş dolaşıp çalışmayı reddetmelerini ve sadaka ile geçinmelerini buyuran, hayvanların öldürülmesine bile karşı çıkan barışçı bir inancın baskı ve zulüm görmesi kaçınılmazdı. Örgütsel yapıları da, ağır baskılardan sonra yaşamını sürdüremeyecek kadar dayanıksız ve edilgendi.