Tarihin başından beri masamızda olan, kuruyemiş tabaklarının rağbet gören yemişi fıstığın Adem'le Havva'ya uzanan yolculuğunu bir de böyle okuyun isteriz. Kahvenin, ayranın, avakadonun hatta patatesin ardından fıstığın yaratıcı öyküsüne davet ediyoruz.






İnsan olarak bizi diğer canlı türlerinden ayıran pek çok yönümüz var. Aristo bize insanın düşünen hayvan olduğunu söyler mesela. Elbette tek farkımız düşünebilmek değil. Alet yapmakta ve kullanabilmekteki becerimiz, geniş topluluklar halinde organize olmaktaki maharetimiz yabana atılamaz. Sanat yapmak, kullandığımız kelimelerle hikâyeler, şiirler ve dâhi yalanlar oluşturmak da bizlere özgü. Beslenmek dışında zevk için yemek yiyen tek hayvan türü de bilebildiğimiz kadarı ile insan.

Beslenmek insan için ne zaman ihtiyaç olmak dışında bir zevk alma aracına dönüştü bilemiyoruz. Tarımla birlikte yiyeceğin bollaşması, ateşin pişirme için kullanılmaya başlaması gibi etkenler yemek pişirmeyi zamanla bir sanata, yemek yemeyi ise vazgeçilmez bir zevke dönüştürmüş olmalı. Bazı yiyecekler yaşamımız için çok da gerekli olmamakla birlikte bizlere verdikleri mutlulukla vazgeçilmezlerimiz olmaya devam ediyor. Ülkemizin dünyadaki en önemli üreticilerinden biri olduğu Antep fıstığı da işte tam böyle.

Antep fıstığı ağacının kökeninin Orta Asya olduğu biliniyor. Afrika savanlarından dünyaya yayılan atalarımız Orta Asya’ya gelip fıstık ağaçlarıyla karşılaştıklarında bayram yapmış olmalılar. Bazı bilim adamları 700.000 yıl önceye ait buluntuların fıstıkla tanışıklığımıza işaret ettiğini söylüyorlar. Daha kesin kanıtlar da bulunmuş: M.Ö. 6750 yılına ait kalıntılarda fıstığın bizzat kendisine rastlanmış. Tarihin başından beri fıstık yanımızdaydı desek yanlış olmaz doğrusu.




Fıstık, Kitab-ı Mukaddes’te de yer bulmuş; Hz. Yusuf’un hikâyesinin anlatıldığı bölümde, Kenan diyarından Mısır’a hediye olarak gönderilen en özel meyvelerden biri olarak. Fıstık ağaçlarının Babil’in asma bahçelerini süslediği de söylenegelmiş. Bir efsaneye göre Saba Melikesi Belkıs fıstığı o kadar çok severmiş ki sıradan halkın böyle güzel bir yiyeceği tüketmesine gönlü razı olmamış ve fıstığın saray dışında tüketilmesini yasaklamış.

Fıstığın en çok sevildiği coğrafya olan ülkemizde bununla ilgili bir efsane olmaması elbette düşünülemezdi. Nitekim, geçtiğimiz yıl Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi’nde bulunan bir risale ile fıstığın kökenine dair bir efsane gün ışığına çıktı. 1800’lerin sonunda Halep’te mutasarrıflık yapan Fıstıkçızade Şahap Efendi tarafından bölgedeki saraya gönderilen ve fıstık üretiminin islahına yönelik risaledeki efsane şöyle:

“Piste yahut fıstık nam bu zahireyi adeta zebercedi (fıstık yeşili) altun saymak iktiza eder (lazımdır), çünkü menşei (kaynağı) cennettir. Esatirin (efsane) demesiyle Âdem Babamız ile Havva Validemiz zahire-i memnu’yu (yasak meyve) taam edip (tadıp) icla-yı cennet (cenneten sürülmek) edildikte, alem-i arza düşüp türlü cefaya maruz kalmışlar. Evvela iaşe (yiyecek) bulmaları lazım geldiğinde cennet mahsulünün hiçbirini bulamayıp zelil (zavallı) olmuşlarsa da, zaman içre dünyanın nebatatına (bitki) aşinalık kesbedip (kazanıp), nefis köreltmişler. Adem Babamız umum vaktini etrafı keşfe verirken, Havva Anamız da hane yakınında ziraatle iştigal edermiş.”






“Gel zaman git zaman Havva Anamız ilk evladına hamile kalmış. Alametlerden, Allah’ın kendilerine bir evlat vereceğine hükmeden Adem ile Havva pek mesut olmuşlar. Lakin, gecelerden birinde Havva Anamız rüyasında cennet meyvelerinden mamul et’ime-i lezize (lezzetli yemekler) bir sofra görüp, tadına bakamadan istikaz etmiş (uyanmış). Adem Efendimize dönüp girye-künan (gözyaşı dökerek) cennet taamına iştiyakını (özlemini) arz etmiş. Zevcesini nalan gören Adem Aleyh-i Selam hicrana gark olup Havva Anamıza akdedmiş (söz vermiş), kendini yola atmış ki lezzetli bir rızık bulsun. Mütehayyir (şaşkın), heveskar ve dahi ***retkeş imiş ondan kim avradı bundan evvel kendisinden hiçbir talepte bulunmamış tek bir taş bile istememiş imiş. Saatlerce tenkib ( araştırmak) ve dahi tahkik etmiş fakat ne mümkün, arzın zevahiri ile cennetinki müsavi (denk) olur mu? Akşam olurken mahcup eve dönecekken elini yaradan Mevla’ya açıp yardım dilemiş. Ol dakika gökteki bulutlar aralanıp bir ziya huzmesi karşısındaki ağaca düşmesin mi? Anda ağacın yanına varıp meyvesini koparmış, ağzına atmış. Evvela dışarıdaki mülayim kabuğun kekre lezzeti, ahiren de içindeki haceri zarfın sertliği pek fena gelince yeise (umutsuzluğa) kapılmış. Lakin ağzından çıkaramadan pistenin hoş kokusu ile nihan (saklı) lezzetini tahattur etmiş (hatırlamış). Çün esasen cennette taam ettikleri fıstıklar kabuksuz imiş ve dahi cennetin zahiresini dünyada bulsan bile önce zahmet çekip ayıklamak, emek edip hazırlamak iktiza etmekteymiş.”

“Adem Aleyh-i Selam hasat ettiği pistelerin kabuklarını ayıklayıp Havva Anamıza verdikte, Havva Anamızın yüzüne nur gelmiş, adeta kendini yeniden cennette zannetmiş. Çünki Adem Babamız anın için olmazı mümkün kılmış. Ol dakika zevcinin hem kendine hem batınındaki yavruya verdiği kıymet-i kübrayı (büyük değeri) idrak etmiş. Havva Validemizin yüzünde o gün zuhur eden nur o günden beru her velid olanın (doğanın) yüzüne aksetmekteymiş. Andan kelli, cins-i latif hamile kaldıklarında aşererler ki esasında Havva Anamızın cennet taamına ve dahi zevcinin hassas alakasına mazhar olma iştiyakının tekrarıdır.”