Dört halife dönemi
DÖRT HALİFE DÖNEMİ (632-660)

Hz. Muhammed’in 632’deki vefatından sonra ‘Eshab’dan kişiler, onun halefi olarak başa geçtiler. Bu kişilere ‘Halîfe’ dendi. Zamanla yeni dini ikna yolu ile benimsetme ile beraber savunma amaçlı ve zorunlu ‘gazve’ler, yerini kılıçla, kan dökerek yayma eylemine dönüştü. Çünkü halifeler kendilerini sadece yeni dini yayan misyonerler olarak değil, aynı zamanda istilâcı bir devlet başkanı olarak görüyorlardı. Aslında konumuz, bu tip eylemleri anlatmak değildir. Ancak istilâlar sonucunda elde edilen ganimet ve toplanan vergilerle oluşan servet birikimi olmadan, yani devletin ekonomik durumu şu veya bu şekilde düzelmeden, ilk dönemlerde mimarlık değeri olan yapıları inşa etmenin olanaksızlığını hatırlatmak istiyorum.

İlk Halife Hz. Ebubekir (632-634)’den sonra Hz. Ömer’in halife olarak hüküm sürdüğü 10 yıllık dönemde (634-644) ‘devlet’ olma yolunda büyük adımlar atıldı. İlk Arap sikkesi Hz. Ömer tarafından bastırıldı. S’ad İbni Ebu Vakkas, Irak’ı ele geçirdikten sonra 638’de Kûfe kentini kurdu. Kûfe’de bir cami yaptırdı ise de bu yapı zamanımıza kadar gelemedi. Amr İbn-ül As, 639’da Mısır’ı aldı. Nil kıyısında Fustâd (Çadır) isimli bir yerleşim yeri kurarak burada da bir cami inşa ettirdi ise de bu cami de günümüze kadar gelemedi. Her iki caminin de mimarlık açısından değerleri var mı idi, yoksa basit birer mescit hüviyetinde mi idi bilmiyoruz.

638’de Halife Hz. Ömer, ordusu ile beraber kutsal kente, Kudüs’e girdi. Kudüs’ün fethi, diğer istilâlara nazaran farklılık gösterir. Çünkü kent, Museviliğin ve Hıristiyanlığın kutsal merkezi olduğu gibi Müslümanlarca da kutsallığı kabul edilmiş bir kentti. İlk Müslümanlar, namazlarını yıllar boyu Kudüs yönüne doğru kılmışlardı. İnsanoğlunun uygarlık tarihindeki antik kentlerinden biri ve de dinler tarihi açısından en önemlisi olan Kudüs (Yeruşalayim – Jerusalem) üzerinde biraz durmamız gerekiyor.

Bölge, M.Ö. XX. yüzyıllardan beri ‘Kenan Ülkesi’ olarak bilinirdi. M.Ö. 1450’lerde Mısır’dan çıkarılan Hz. Musa ve halkı bu bölgeye yerleştiler. İsrail kralı Hz. Davut döneminde Kudüs’ün Sion Dağı’nda bir çadır vardı. Museviliğin kutsal ‘Ahit Sandığı’ burada muhafaza edilirdi. Oğlu kral Hz. Süleyman (İbranice Şlomo – Salomon) M.Ö. 965 yıllarında burada ‘Tek Tanrı’ adına büyük bir mabedin inşasına başladı. İnşaat 7 yıl devam etti. Hiram Abif, kralın inşa ettirdiği ulu mabedin mimarı idi. Mabet, üstün bir estetik anlayışına sahipti ve döneminin en ileri inşaat teknolojisi ile kesme taş ve cilâlı mermerlerle inşa edilmişti. Mabede özel anlamları olan iki büyük sütun arasından girilirdi. Fakat ulu mabet, M.Ö. 586 yılında Babilliler tarafından yıkıldı. Museviler yılmadılar ve ikinci mabedi inşa ettiler. İkinci mabet, bu gün de Musevilerin kutsal mekânı ve de mabetten arta kalan orijinal parça olan ‘Ağlama Duvarı’ üzerindeki düzlükte yükseldi. (Duvarın solunda kalan ve zemin altında ilerleyen bir tünele ve sonundaki salona özel izinle girebilirsiniz. Çok ilginçtir.)

Hz. İsa’nın doğumu ile başlayan ‘Milat’tan sonra kent, ikinci semavi din olan Hıristiyan peygamberinin havarileri ile son yemeğine, acılar içinde kat ettiği yolun sonunda kendi taşıdığı ‘çarmıh’a gerilmesine tanık oldu. Esasen kentte M.Ö. 63 yılından beri Roma hâkimiyeti vardı. M.S. 70 yılında kent surlarını kuşatan Roma Prensi Titus, 6 aylık kuşatma sonunda surların 3’üncü kapısından kente girdi. Vandalizmin son kertesinde gözü dönmüş Titus, kenti yerle bir etti. Kutsal mabedi Eleazar Ben Simon yönetimindeki Zelotlar koruyordu. Mabet, aynı yılın ‘Tisa B’Av’ denilen uğursuz 29-30 Temmuz günü tahrip edildi. Kutsal mabet ikinci kez yıkıma uğramış oluyordu. Mabetteki hazine ve ‘Menorah’ (7 kollu şamdan) Roma’ya götürüldü. Bütün Roma, olayı ‘Titus Zafer Takı’ ile kutladı ve ebedileştirdi. Koruyucu Eleazar ve 960 Zelot efradı sarp tepe üzerindeki Masada Kalesi’ne sığınmıştı. Zapt edilemez sanılan istihkâma Roma ordusu aylarca süren çalışma ile toprak rampa yaparak ulaştı. İstihkâma giren askerler, Zelotların naaşları ile karşılaştı. Zelotlar, Romalıların eline geçmektense ölümü tercih etmişlerdi. (Bu gün de İsrail’e giderseniz Masada Kalesi’ni görme ve efsaneyi dinleme şansınız vardır.)

Roma İmparatorluğu, 395’te Doğu ve Batı Roma İmparatorlukları olarak ikiye bölündüğü zaman Kudüs, Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) toprakları içinde kaldı. Kent, İslâmiyet’in çıkış dönemlerine rastlayan 614’te Sasani istilası yaşamış, Hüsrev-i Perviz, Sion Dağı yamaçlarında yer alan Roma’nın pagan eserleri Herodes’in ve Hadrianus’un tapınaklarını yerle bir etmişti.

638’de Hz. Ömer kente girdi. Bu arada artık Harem-i Şerif adını almış bulunan Hz. Süleyman mabedi arazisi üzerine Kubbe-tüs Sahra’yı (Ömer Camii’ni) inşa ettirdi. Önemli mimarlık değerlerini içeren bu cami, İslâm mimarlık sanatının zamanımıza gelebilen ilk önemli eseridir. Cami, bu gün de mimarlık kurgusu açısından dünyanın en güzel eserlerinden biri sayılır. Planı, dış cephede 8’gen, iç cephede dairesel olup, orta aksında büyük ve yüksek bir kubbe yer almaktadır. Bu kubbe de İslâm mimarlığında bir ilktir. Kubbe örgüsünün, Mezopotamya ve İran etkili olduğu bilinmekte, kubbeyi taşıyan yeşil porfir orta sütunların ve sütun başlıklarının başka bir mabet yıkıntısından getirilmiş olabileceği düşünülmektedir. (Yakın zamana kadar yapılan mimarlık eserlerinde başka bir eser yıkıntısına ait malzemenin kullanılması adettendi.) Bu gün görülen altın mozaiklerle müzeyyen dekorasyonu, Emeviler döneminde, 691’de Halife Abdülmelik yaptırmıştır. Kubbe, bu gün de altın kaplaması ile dikkati çekmektedir. Caminin yapıldığı dönemde henüz mihrap ve minare yapılmıyordu. İç mekânda kubbe altına rastlayan orijinal ve doğal kayalık, Hz. Peygamber’in ‘Miraç’ gecesi göğe çıktığı yer olarak kabul edilmektedir. Bu kayalığın altında boşluk vardır. (Dar bir merdivenle inilen bu yere büyük izdihama rağmen girmeyi başarabilmiştim. Bir de Cami’nin içinde çeşitli yönlerde namaz kılanların yanında top oynayan çocukları, yere bağdaş kurup halı üzerinde yemek yiyenleri görünce çok üzülmüş ve şaşırmıştım.)

Halife Hz. Osman (644-656), batıda Mısır ve Kuzey Afrika’ya, kuzeyde Kıbrıs’a ve Ermenistan’a kadar uzanan fetihler yaptı. İran’da 2. Pers (Sasani) İmparatorluğu, 224 yılından beri hüküm sürüyor, mimarlık alanında ileri durumda bulunuyordu. Doğal yollarla zemine çıkan petrol, Zerdüşt tapınaklarındaki meşalelerde kullanılıyordu. Son Sasani İmparatoru III. Yezdigird, Hz. Osman askerleri karşısında mağlup oldu (651). Bu işgal sonucunda İran uygarlığının sanat ve mimarlık değerleri, ileride oluşacak Arap mimarlık sanatına büyük değerler katacaktır.

Dördüncü Halife Hz. Ali (656-660), 656’da başkent Medine’yi Irak’taki Kûfe kentine taşıdı ise de Muaviye ile olan iktidar kavgası sırasında namaz kılarken şehit edilmiş, çıkan olaylarla İslâm dininde oluşan ayrılıkçılık, zamanımıza kadar gelmiştir. (ABD işgalindeki Irak’ta, yönetim boşluğu ile su yüzüne çıkan Şiî - Sünnî çatışmalarına tanık oluyoruz. Keza yurdumuzda da tüm demokrasi çabalarımıza rağmen Sünnî – Alevî ayrımcılıkları sürüyor.)

Bu yazı serisinin I. ve ilk tanıtım bölümünde Arapların kendilerine özel mimarlıklarının bulunmadığını, fetihlerle ele geçirdikleri kentlerdeki binaları camiye çevirerek kullandıklarını, yeni inşaatlarını mahalli mimar, usta ve kalfalara yaptırdıklarını anlatmıştım. Daha VI. Yüzyılın başında İstanbul’da inşa edilmiş Ayasofya gibi dünya çapında bir mimarlık şaheseri, Suriye’de, Antakya, Urfa (Edessa) gibi önemli Hıristiyanlık merkezlerinde Bizans üslûbu ile yapılmış kiliseler, İran ve Irak’ta dört yüzyıldan fazla hüküm süren Sasanilere ait anıtlar, yeni düzendeki yeni Arap mimarlığını doğuran etkenler olmuştur. Mezopotamya’da ve Horasan’da gelişmiş tuğla ve sırlı tuğla inşaat teknolojisi, kubbe, tonoz gibi örtü elemanlarının inşasını kolaylaştırmıştır. Bütün bu mimarlık üslûpları ve inşaat elemanları, İslâm’ın sosyolojik ve kültürel özellikleri ile kaynaşmış, yeni bir Arap mimarlık üslûbunun gelişmesine ön ayak olmuşlardır. Sütunlu revak sistemlerinde, sütun başlıklarında, pencere, kapı elemanlarındaki ayrıntılarda, küresel veya soğan kubbelerde, at nalı veya sivri kemerlerde Bizans ve Sasani mimarlıklarının etkileri görülse de, mimarlık kurgusunda Arap orijinalliğini yakalayabilmişlerdir.

Dört halife döneminin Kubbe-tüs Sahra’daki mimarlık başarısından sonra, Emeviler döneminde daha da gelişen başarılı mimarlık eserlerine bundan sonraki yazımda değineceğim.

YILMAZ ERGÜVENÇ