Vural Bahadır Bayrıl Biyografi'si ve Şiirleri
Vural Bahadır Bayrıl, 1962'de Manisa'da doğdu. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Temel Sanat ve Bilimler Bölümü'nü bitirdi. 1986'da arkadaşlarıyla birlikte Şiir Atı Yayıncılık'ı kurdu. Şiir Atı Ortak Kitap'larını ve çeşitli şairlerin şiir kitaplarını yayınladı. Resim, edebiyat, şiir üzerine yazı ve röportajları; Üç Çiçek, Gösteri, İmge/Ayrım, Düşler, Şiir Atı, Yönelişler, Sombahar, İpekdili, Kaşgar, Sanat Çevresi, Bürde, İnsan, Est & Non dergilerinde ve Cumhuriyet, Güneş, Özgür Gündem, Hürriyet, Milliyet, Zaman gazetelerinde yayınlandı. 1983'te Yarın dergisi Genç Eleştirmenler Yarışması'nda Mansiyon, 1986'da Enka Sanat Vakfı Şiir Yarışması'nda (Melih Cevdet Anday, Necati Cumalı, Hulki Aktunç, Şavkar Altınel ile birlikte) mansiyon, 1992 yılında Melek Geçti adlı yapıtıyla Behçet Necatigil Şiir Ödülü'nü, 2000 yılında ise Şer Cisimler kitabıyla Türkiye Yazarlar Birliği'nin Yılın Şiir Kitabı ödülü aldı. İstanbul'da yaşıyor.




Karanlık sözlerin balkonunda gül saatleri!

Tango, ut
ve ağır mücevherleriyle konuşma, aktı
yıldızların soluduğu bahçeye, saman
yolundan bir kemeriyede oturmuştuk.
İki insan, hanımeli salıncak gidip
gelince, iki çocuktuk.

Ve geniş ağzıyla gramafon, yeşil
bir papağandı aramızda, iğne kıvrılır:
ta..kıl..ma.. sürüp giderdi sıkıntı
ve aşınma vakitleri...

Saatler tükendi. Kıvrılıp devrildi
eski bahçeye, içinde mücevherlerin
eridiği asbest.

Zamanın dışında
iki hayalet gibi gezinen seslerimiz,
buluştu. Koptu birbirinden...

Issızlıksa hala ince bir kadın tadı
ve karanlık sözlerin balkonuna akan
yorgun gül saatleri...

Şair :




Yaz sarışındır, biraz da ecnebi.
Ten uyarır bizi kabaran hevesten.
Başlar kalbimde alıngan bir bulut
mesaisi.
Vaktin meçhul emaneti: İmâ!
Zar içinde hâlâ... Harfler kilitli.
Açılmasın ne çıkar? Ruh, kâfi!
Ey sese vuran kırağı. Aşk, bir
kalkışmadır!.. Topyekun ve marazi.
Taşınır insandan, bastırılmazsa,
arzunun o yaman müttefiki!


Şair :




Camda çıkan güzel yangın
kağıda indi. Mevsim kızıl
bir tilki, sürtüyor tüylerini
bahçeye dalgınlıkla.

Ah esrarlı ışık oyunları ikindinin!

Çocuk, çilleri güneş lekesi,
eğilmiş kuyuya bakıyor.
Serin girdabına bakıyor
geçmişin.

Bal rengi saçların kederi
çırpınır nikelajda. Parmağında
suya bıraktığı alyansın pembe
izi. Kabuk tumaz ki, mazi açık
bir yara. Anne, eteklerinde kesik
saç yığını, bakar ve ağlar ufka.

Ne tuhaf, yıllar sonra yine bir ikindi,
işte aralanıyor ağır kuyu kapağı
usulca kağıtta. Yazık geç anladım,
o müphem saatler boyunca
kuyu da benmişim meğer su da!

Şair :





Göl, uyanınca ıslanır
harfler. Kuğu, mevsime teğet
geçer...

Teselli bulmaz balkonlarda,
şaire asırlar süren bir lanet
gibi devredilen emanet: Yarasa
Kelimeler!

Ney sesleri... Mekansız sesler!

Söyleyin, neden hep gökyüzünü
işaret eder, içimdeki bu şehri
yırtan minareler?

Hiçlik - yanık yaseminler! - öylece durur
aramızda... Der: Anla! .. Sendeki Aşk'a
bir ima olarak gönderildim ben!

Ey nasipsiz mevsim, ey tenha keder!

Alnım ki süreğen bir fesleğen
serinliği, nicedir, gülün asri
hallerinden yorgun,
derbeder.

O kuğu, akşamla
dağılan ney, üflenince... gövdem
usulca hilkate değer.


Şair :





Kış temrinleri: Elhan-ı şita! Ruha
şifa veren sesler. Anlarız yıllar
sonra. Hiçbir kar, değmezmiş
bu alkışa

İşaretlerin tesadüfi sükuneti.
Kırılgan mimari. Dünya eksik
bir söyleşi. Varolalı beri. Aşina
şuara kargışa.

Kelimelerden, geçici harf heykelleri
yapan beceri. Zamirlerin hevesi,
ah bilinseydi, ne taşınmaz bir eza!

Eldivenler giyse de kirlidir oysa
karın şeffaf elleri. Tutun, mani olun,
dönelim yaza.

Kış temrinlerin, yüzleştirir çünkü,
babaları yas, çocukları beyazla.


Şair :





Eylül tüylerini serdi şehre. Altın
tüy sağnağı... Korunamaz ki bundan
hiç kimse? Kasvetli pervaz, ölü
yaz ışıklarıyla yıkanıyor. Eriyor lehim,
yorgun cam ateşleriyle meyus
ikindinin. Hatırlamak - hah - nafile!

Zaim koleksiyonu zamanın. Bir otel
de teyellenebilir oraya, kuruttuğu
böcekler gibi keskin eczanın. Tene
sürdükçe daha derine işleyen ayna
tozları. Mürekkeple sevişen melekler, ah

dağıldılar fecirle. Saatler iri gül
yapraklarını soyundu. Ne yapsak işte
akıyor ağır madde, kanlı bir iğne
ucunda çırpınıp duran ömrümüze.