Felsefeye Giriş
Bir şeyin ne olduğunu söylemenin eski çağlardan beri kabul edilen en iyi yolu, o şeyi tanımlamaktır. Çünkü iyi ve doğru bir tanım, tanımlanan şeyin ayırt edici özelliğini gözler önüne sererek ne olduğunu ortaya koyar. Bununla birlikte, bunu felsefe için yapmak ne kolay ne de doğru bir şeydir. Felsefeyi tanımlamanın kolay bir iş olmamasının nedeni, öncelikle onu tanımlayacak kişilerin ve bu arada farklı tarihsel ve sosyal koşullardan etkilenen filozofların ilgilerinin, dünyaya bakış tarzlarının farklılık gösterebilmesidir. Söz konusu farklılık doğal olarak filozofların felsefe anlayışlarına ve felsefeyi tanımlama tarzlarına da yansımıştır. Örneğin pek çok filozof felsefeyi belli özellikleri olan bir düşünme tarzı üzerinden dünyayı anlama ve yorumlama faaliyeti olarak tanımlarken Karl Marx (1818-1883) “filozofların şimdiye kadar dünyayı sadece anlamaya çalıştıklarını oysa önemli olanın dünyayı anlamaktan ziyade onu değiştirmek olduğunu” öne sürmüştür. Felsefenin tanımı ve anlamı, sadece filozoflar arasında değil, kültürden kültüre de değişiklik göstermiştir. Örneğin felsefenin en eski merkezlerinden biri olan antik Yunan’da, felsefe, milattan önce altıncı yüzyıldan başlayarak varlığa, neyin gerçekten var olduğuna ilişkin teorik bir araştırma olarak başlamıştı. Oysa yaklaşık olarak aynı dönemlerde, Doğu’da, düşünürlerin ilgileri daha farklı bir nitelik arz etti. Bu dönemde, örneğin Çinlilerin felsefelerinin daha somut ve pratik olduğu söylenebilir. Nitekim Çinli düşünürler felsefeden, sosyal çevre içinde ahenkli ilişkiler geliştirmenin yolları üzerine düşünmeyi anladılar. Söz gelimi ünlü Konfüçyüs’ün felsefesi, hemen hemen sadece toplumsal ve politik meselelerle, doğru ve âdil yönetim gibi konularla, aile ve cemaat değerleriyle ilgili olmuştu. Gerçekten de o, hep uyumlu ilişkiler, önderlik ve devlet adamlığı üzerine konuşmuş, kişinin kendisini sorgulamasından, dönüştürmesinden, başkalarına ilham vermesinden ve erdemli biri olmak için sergilemesi gereken çabalardan söz etmişti. Bu açıdan bakıldığında, Konfüçyüs’ün kendisinin ve bu arada temsil ettiği Doğu felsefesinin, Batı’daki filozof ya da bilgelerden, Yunan tarzı felsefe anlayışından farklı olarak doğayla veya şeylerin özüyle hiç ilgilenmediği rahatlıkla öne sürülebilir. İnsani olmayan gerçekliğin veya bir bütün olarak realitenin nihai doğası konusuna hemen hiç eğilmeyen Konfüçyüs’ün aklından, insanların gerçek olduğunu bildikleri veya düşündükleri şeyin salt bir görünüş ya da yanılsama olabileceği düşüncesi hiç geçmemişti.
Felsefeyi belli bir tanım üzerinden anlamaya çalışmanın doğru olmamasının nedeni ise hiç kuşku yok ki onu belli bir tanımla karakterize etmenin felsefenin imkânlarını sınırlaması, felsefeyi belli bir faaliyet ya da kemikleşmiş bir disipline indirgeyerek insanları yanlış yönlendirebilmesi olgusunda yatar. Hem kabul etmek gerekir ki felsefenin özünü ortaya koyacak sınırlayıcı tanımlardan, mutlak ve kesin açıklamalardan kaçınmak, felsefenin ruhuna çok daha uygun düşer. Zira felsefe olmuş bitmiş düşüncelerin, nihayete erdirilmiş fikirlerin toplamından ibaret bir şey değildir. Nitekim felsefeyi esas itibarıyla bir eleştiri ve sorgulama, karşılıklı bir tartışma faaliyeti olarak anlayan Sokrates (469-399), bu yüzden insan zihnini tembelleştirdiğine inandığı yazılı söze değer vermemiş ve fikirlerini ortaya koyduğu yazılı hiçbir şey bırakmamıştır. Onun öğrencisi Platon (427-347) da bu gelenek içinde yer alır çünkü o, zamanının seçkin felsefeci ve matematikçilerini bir araya getirdiği Akademi’sinde, dışarıya hemen tamamen kapalı bir biçimde felsefe yaparken sadece ortalama okuyucular için birtakım diyaloglar kaleme almıştır. Bu yüzden, önemli ölçüde Sokrates ve Platon’a dayanan bir geleneğe göre, hakiki felsefe kitaplarda veya yazılı metinlerde bulunmaz. Fakat bu, hiç kuşku yok ki filozoflar tarafından kaleme alınan eserlerin değersiz veya önemsiz olduğu anlamına gelmez. Çünkü bu eserler, düşünce dünyamızı zenginleştirecek üzerlerine kendi fikirlerimizi inşa etmemizi mümkün kılacak felsefi problem ve fikirlerle doludur. Nitekim ünlü Alman şair ve düşünürü Johann Wolfgang von Goethe (1749-1832) “Üç bin yılın hesabını göremeyen karanlıkta yolunu bulamaz, günü gününe yaşar ancak” derken muhtemelen bunu anlatmak istiyordu. Fakat felsefe de filozoflar ile onların düşüncelerinin resmi geçidinden ibaret bir şey değildir. Felsefe, Sokrates’in yaptığına benzer bir biçimde, düşünmeye ve sorgulamaya istekli insanların hayata geçirdikleri ve entelektüel bir alış-veriş süreci içinde, karşılıklı muhabbet ya da tartışmalarla ortaya çıkabilen bir şey olmak durumundadır. Gerçekten de felsefeyi felsefe yapan şey, felsefi problemlere filozoflar tarafından getirilmiş olan çözümleri okumaktan veya felsefe bilmekten ziyade, tefekkür, sorgulama ve tartışmadır. O, özünde düşünen, sorgulayan, araştıran, felsefi soru ve problemlere kendi yanıtlarını vermeye çalışan insanların düşünce alışverişiyle yaşayan bir araştırma türüdür.