Varlığın Metafizik Boyutu (Ruh, Melek, Cin, Şeytan
Metafizik Boyutu (Ruh, Melek, Cin, Şeytan)
RUH
1- RUH KELİMESİNİN ETİMOLOJİSİ
Ruh arapça bir kelimedir. "Ravh" ve "Rîh" kelimeleriyle aynı kökten gelir. Ravh, rahmet; rîh da rüzgar demektir. (İsfehani, Müfredat-ı Elfazı'l-Kur'an, R-V-H maddesi, s.369,371, Dâru'l-Kalem.)
Ruh kelimesine gelince, onun pek-çok manası vardır. Bunlardan bazıları ise şunlardır.
a) Vahiy;
"(Allah), emrinden olan ruhu kullarından dilediğini indirir." (Mü'minun 40/15)
"Melekleri, kullarından dilediğine, emrinden olan ruh ile indirir."(Nahl, 6/2) gibi ayetlerde İbn-i Abbas'ın görüşüne göre "ruh" vahiy manasında kullanılmıştır.
Vahiy, ruhtur. Hayatın ta kendisidir. İnsanlık hakiki hayata onunla ermiştir. Vahyin soluklarından mahrum kavim ve milletler ruhsuz cesed gibidir. Onun içindir ki Kur'an-ı Kerim'de "Ey iman edenler, hayat bulabilmeniz için Allah ve Rasulü'nün davetine icabet edin!" (Enfal, 8/24) denilmektedir.
b. Nübüvvet:
Yukarıda zikrettiğimiz ayetlerden nübüvvet manasını da anlayanlar olmuştur. Zaten nübüvvetle vahiy birbiriyle sebeb-netice münasebeti içindedir.
c. Kur'an:
Ruh'a, Kur'an manasını verenler de vardır. Çünkü o, bütün beşeriyete hayat kaynağıdır.
d. Ferah ve sürur:
Ruhi melekelerin çalıştığı ve rûhânîyatın hakim olduğu yerde daima manevi bir sevinç ve sürur vardır. Bu açıdandır ki, ruha bu mana da verilmiştir.
e. Cibril:
Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetlerinde er-Ruh, Cibril manasında kullanılmıştır. "Biz onu ruhu'l-kudüs ile teyid ettik." (Bakara, 2/87) ayetindeki ruhu'l-kudüs ittifakla Cibril (a.s)'dır.
f. Ruh:
Bu kelimenin bir manası da kendi adına izafe ile anılan bazı varlıklardır. Yani insan, cin, melek cinsi gibi bir de Cenab-ı Hakk'ın yarattığı bazı varlıklar mevcuddur ki onların adı da "Ruh" tur. İbn-i Abbas, "Ruh, yedinci kat semada bulunan bir melektir. Yüzü insanın yüzüne benzer. Ancak cesedi melek cesedidir." (İbn-i Kesir, Tefsir, 5/112,113) der.
g. Mesih:
Ruh kelimesi bazı ayetlerde Hz. İsa (a.s)'ya izafe edilmiştir. "Allah'tan bir ruh"(Nisa, 4/171) ayetinde ruh, Hz.İsa (a.s) manasınadır.
j. Nefıs, Can:
Ruh denilince akla ilk gelen mana cesede can veren, onu hayattar kılan güçtür. (Müfredat, Isfehani, s.369-371)
2- RUH EMİR ALEMİNDENDİR
Ayette: "(Ey Habibim!) Sana ruhun ne olduğunu soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrinden ibarettir. Bu hususta size pek az bilgi verilmiştir."(İsra, 17/85) denilerek bu hakikata işaret edilmektedir.
Ruh, Kudret, İrade ve Kıdem gibi sıfatlardan değil, doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk'ın zatından gelmekte ve O'nun Rubûbiyetine dayanmaktadır.
O, Emir Alemi'ndendir. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikatı ifade ederken "Ruh, zîhayat, zîşuur, nûrânî, vücud-u harici giydirilmiş; camî, hakikatdar, külliyet kesbetmeye müstaid bir kanun-u emrîdir." der.(Bediuzzaman, Sözler, 29.Söz s.231, Nesil Yayınları) Ruhun kendine göre nûrânî bir kılıfı vardır ki, buna "misâlî beden" denilmektedir. Adeta o, içinde bulunduğu bedenin dublesi gibidir.
Ruh maddeden mürekkeb değildir. Bunun manası, ruh, âlem-i halktan (Alem-i maddi veya alem-i şehadet de denilen şu gördüğümüz ve yaşadığımız alem) değildir, demektir. Ruh alem-i emirdendir. (Alem-i emir, maddi ölçülere girmeyen ve daha ziyade kanunların hakim olduğu bir alemdir. Bu alemde esas olan madde değil, ma'nadır.) Yani, o atomların biraraya gelmesiyle hasıl olan bir varlık değil; melâike gibi Allah'ın emriyle meydana gelen zîşuur, nûrânî kanunlardan ibarettir. Küreler ve atomlar, hatta çekirdekle elektronlar arasındaki çekme kanunu gibi, ruh da bir kanundur. Fakat ruh şuurludur. Diğer kanunların ise hayat ve şuuru yoktur.
Ruh maddeden mürekkeb olmadığı için basittir; sabit bir varlığı vardır.
Ruh, beden içinde bulunduğu sürece belli kayıtlar altındadır. Ancak o, beden ile münasebetini kesince, külliyet kazanır ve her türlü kayıttan kurtulmuş olur. Böyle olunca da görüş ve hissedişi apayrı bir buudda cereyan eder. Onun içindir ki, ölüm sekeratına girmiş bir insanın (daha önce iman etmemişse) imanı makbul değildir. Zira o, tabiat ötesi alemi görmüş ve gideceği yeri müşahede etmiştir. F'iravun böyle bir anda iman ettiği için imanı kabul olmamıştır. Halbuki Cenab-ı Hakk'ın rahmeti gazabına sebkat etmiştir. (Buhari, Tevhid 15, 22, 28, 55; Bed'ül-Halk 1; Müslim, Tevbe 14-16) Buna rağmen o insanın, imanı kabul edilmemektedir. Zira artık o, hakikatı apaçık görmüş ve imtihan sırrı ortadan kalkmıştır. Demek ki, ölüm anında ruhun gördüğü bir hakikat vardır. Ve yine demek ki, o hakikatı gören bir de ruh vardır. Çünkü cesed artık hiç birşey görmemektedir.
Arthur Hill diyor ki:
"Atomların veya elektronların varlıklarını göremediğim halde, reaksiyonlarına bakarak onların varlıklarına nasıl inanmış isem, ruhların varlıklarına da, gördüğüm olayları değerlendirerek aynı suretle inanıyorum."***
Vıctor Hugo, imansız şairler arasında sayılmaktadır. O sosyalistlerin istismarına müsaid, sefalet şiirinin şairidir. Ancak yine o, son anlarını yaşarken şöyle demiştir: "Artık çanları çalmayın. (Yani vasıtayla araya girmeyin.) Zira ben Allah'a inanıyorum."
Acaba, birkaç insanın beynini taşıyan bu muhteşem dimağ, hayatının son dakikasına kadar eşya ve hadiselerden ders almamışken o dakikada ne gördü ki, kilisenin aracılığını da elinin tersiyle iterek "Ben Allah'a inanıyorum" dedi. Belli ki, onun bu itirafı, ruhunun müşahade ettiklerinden ileri gelmişti.
Ruh ve Madde Dergisi şöyle bir hadiseyi naklediyor:
Meşhur mucid Edison, bedeni terkeden ruhun, ölümden sonra yaşadığına kuvvetle inanmakta idi. Ayrılık saati yaklaştığı sırada, doktoru, Edison'un birşeyler söylemek istediğini görmüş, hastanın üstüne doğru eğilmiş ve ölmek üzere olan büyük adamın şöyle dediğini duymuştur: "Ötesi gerçekten harikulade"
Kaynak :(Alıntılar)
Hz. Aişe Validemiz, Efendimizin vefatını anlatırken der ki: "Son anlarını yaşıyordu. Bazen rahatsızlandığında bana okuturdu. Ben de O'nun mübarek elini tutar, o eli şefaatçi yaparak yine O'nun ağrıyan uzvu üzerine koyar ve dua ederdim. O esnada da öyle yapmak istedim. Elini tutmak istediğimde şiddetle çekti. Ve: "Allah'ım! Yüce dostların yanını istiyorum"dedi. (Buhari, Megazi 83; Müslim, Selam 50, 51; Ebu Davut; Tıb 19; İbni Mace, Tıb 38) Belli ki artık öteleri özlüyor ve dünyada kalmak istemiyordu. Efendimiz veraların verasını müşahade ettiği bir anda öteleri talep ederken, söz konusu hususa da işaret ediyor, ruhun varlık ve bekasını dile getirmiş oluyordu.
Doktor William Hunter'in ölürken: "Kalem tutacak kadar kuvvetim olsaydı, ölümün ne kadar kolay ve zevkli olduğunu yazabilirdim." ***dediği nakledilir. Zira ki, ölüm anında insan, tabiatın ötesini seyretmektedir.
3- RUHUN VARLIK DELİLLERİ
Buraya kadar ruhtan ve ruhun yapısından çok kısa ve bir özet hüviyetinde bahsetmiş olduk. Şimdi de aynı usulle ruhun varlık delillerinden bahsetmek istiyoruz. Esasen bu deliller bizim takdim edeceğimiz miktarla sınırlı değildir. Fakat yine de bu miktarın dahi tezimizin isbatına yeterli geleceğine inanıyoruz.
A- Dedubleman
"Dedubleman" latince ''dublex" kelimesinden iştikak etmiş (türetilmiş)tir. Ruhî melekeleri ihtiva eden eş, ikiz, benzer manalarına gelir. Bizim literatürümüzde ona "Vücud-u mevhibe-i Hakkani veya Rabbani" denilmektedir. "Astral Beden" de aynı manaya kullanılır. Spirtualizmada, yaşayan insanların "fantom" larına bu isim verilmektedir.
Deduble, mekân ve zamana tabi değildir. Çünkü o nûrânî bir varlıktır. Etrafında "Aura" denilen ışıklı bir hâle vardır. Deduble bir yerden bir yere giderken engel ve mesafe tanımaz. O, rûhânîyata açık insanlar tarafından müşahade edilir.
Bir başka misali de, insanların en kutlularından verelim. İşte İbn-i Abbas! Allah Rasulü'nün "Allahım, o'nu dinde fakih kıl ve ona te'vili öğret" (Buhari, Vudû 10; Müslim, Fezailu's-Sahabe 138; İbni Mâce, Mukaddime 126) diye dua ettiği bu ilim okyanusu büyük sahabinin vefatını bize Meymun bin Mihran (r.a) şöyle anlatıyor:
İbn-i Abbas vefat ettiğinde ben oradaydım. Techiz ve tekfini yapılırken, kuş gibi bir şeyin kefeniyle cesedi arasına girdiğini gördüm. Daha sonra onu kabre koyarken gaibten bir ses duyuldu. Ses:
"Ey mutmainne olmuş nefis! Râzı edici ve râzı edilmiş olarak Rabbine dön. İyi kullarının arasına gir. Cennetime gir." (Fecr, 89/27-30) ayetini okuyordu. Herkes donup kalmış ve bu sesi dinlemişti. (Hilyetü'l-Evliya, 1/329)
Hz. Meymun'un gürdüğü ne idi? Evet o infisal etmiş bir ruhu, yani asıl bedenin dadublesini müşahade etmişti. Ve sanki Cenab-ı Hakk, bu sevgili kuluna "Hoşgeldin" diyor ve onu rûhânîlerle karşılıyordu. Hz. Meymun gördüğü hadiseye, binlerce insanı şahid tutuyor ve söylediğini öyle söylüyordu. Ve işte bu binlerce insan susmalarıyla O'nu tasdik ediyor ve hadisenin doğruluğuna şahitlik yapıyorlardı.
Sadece şu iki müşahade dahi, tabiat perdesini yırtıyor ve bize, madde cidarının verasında nurlu bir alemin bulunduğunu isbat ediyor. Bu öyle bir alem ki, dünya ile arasında sadece tenteneli ince bir perde vardır. Yani şehadet alemi, ***b alemi üzerine gerilmiş bir perdeden ibarettir. Hakikata aşina, hakikatlar hakikatına nigehban herkes dikkatle baksa, tabiat ve fiziğin ötesinde aradığı hakikatın berrak ve dupduru yüzünü görecektir.
B- Ruhî Degajman ve İmtisal
Her insanın bir dedublesi, bir beden-i misâlîsi vardır. Bu deduble mâi gibidir ve bedenin içine yerleşmiştir. Diğer cisimlerde ise biz bunu elektrik akımı şeklinde görürüz.
Mesela; şartlarına uygun şekilde bir yaprağın fotoğrafı çekildiğinde, onun etrafını saran bir yaprak daha görülür. Yine parmağımızın resmini aynı şartlar altında çeksek, parmağımızın çevresinde bir parmak daha müşahade ederiz. Materyalistler tarafından da bu, elektrik akımı olarak izah edilmeye çalışılsa bile ilmen sabittir ki parmağımızın etrafında görülen, esasen bütün vücudumuzu çevreleyen dedublemizin o uzva ait kısmıdır. Bu asla bir elektrik akımı değildir.
Deduble, perispri, ruhumuzun kılıfıdır. Bu varlık, ihtiyaç anında bizim cesedimizden ayrılır ve hiçbir engel tanımadan bizden uzaklaşır. Bu onun infisal, yani ruhî degajman halidir. Bir de dedublenin geriye dönüşü ve bedenle bütünleşmesi vardır ki, buna da "ruhi imtisal" denir. Ruhen terakki etmiş insanlarda bu durum çok sık olur. Onlar için ruhî degajman sıradan bir vak'a haline gelmiştir.
Ehlullahtan "Abdal" kısmı buna her zaman mazhar olurlar. Bu meseleye o kadar çok misal vardır ki, saymakla bitmez, anlatmakla tükenmez. Bir şahıs yirmi ayrı yerde görülür. Mesela, son Nakşi şeyhlerinden Aziz Efendi, Havran'da olduğu aynı anda Edremit'te de görülür. Ve bu nice defalar tekrar eder durur. Turgutlu'daki bir başka zatı da aynı zamanda Salihli'de görenler olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri hapishanede demir parmaklıklar arkasında tutsak bulunduğu aynı an ve zamanda, şehrin ortasındaki en büyük camide, Cuma vaktinde cemaat içinde namaz kılarken görülmüş; gardiyanlar hayret ve dehşetle hapishaneye döndüklerinde de onu hapishanede bulmuşlardır.
Abdülhamid Cennetmekan hiç hacca gitmemiştir. Halbuki o, her sene hacda görülmüştür.
İşte bütün bunlar ve bunlara benzer vak'alarda görülen o şahsın dedublesidir.
C- Yaşanmış Hadiselerle Ruhun Varlığı
a- Rahib Bertrand ve Şair Geothe
Ruh ve Madde Dergisinde şöyle bir vak'a anlatılır:
"İngiliz protestan rahibi L.J. Bertrand, İsviçre'ye, yüksek dağları ziyaret etmek isteyen bir çocuk grubunu götürmüştü. Lucerne civarında iki de rehber alarak dağa tırmanmaya başladılar.
Kayalıkları tırmandıktan sonra "Buzullar" mıntıkasına vardıklarında rahip kendini yorgun hissetti. Çocukları rehberlere emanet ve onlara takip edecekleri yolu da tarif ederek başka bir yere ayrılmamalarını tembihledi.
Çocuklar ayrıldıktan sonra dinlenmek üzere düzlük bir yere oturdu. Fakat az sonra, derin bir uyku üzerine çöktü. Birden, uyandığını sandı. Yavaş yavaş şuuru avdet ediyordu. Fakat dehşetle artık kendi vücudunda olmadığını anladı.
Şuuru bir balon gibi bu vücudun üzerinde dalgalanmaktaydı. Uyumuş hareketsiz vücudunu bir heykel gibi seyrediyordu. Kolunu bacağını oynatmak için gösterdiği bütün ***retler boşuna idi, yerdeki vücut kendine yabancı gibi duruyordu.
Bir kaç dakikalık telaş ve korkudan sonra bu yeni halinin hiç de fena bir durum olmadığını fark etti. Kendini çok hafif, yorgunluktan ve her türlü acıdan ve fiziki bağdan uzak hissediyordu.
Birkaç tecrübe ona ***ret sarfetmeksizin hareket edebileceğini gösterdi.
Dik yamaçlar boyunca uçuyor ve buzlu dağ havasında bir kuş gibi yükseliyor, göz açıp kapayıncaya kadar istediği yere gidiyordu.
Bu ona bir fikir verdi:
Acaba çocuklar ne yapıyorlardı? Bunu düşünür düşünmez kendini onların arasında buldu.
Ve hayretle kendi tarif ettiği yoldan gitmemiş olduklarını gördü.
Boş yere onların dikkatini çekmeğe çalıştığı halde kimse kendisini görmedi.
Hatta bir ara yemek molası veren gruptakilerin kendine ait yiyecekleri de afiyetle midelerine indirdiklerini seyretti.
Onların etrafında uzun zaman kalarak söylediklerine, hareketlerine dikkat etti, sonra da hâla derin bir uykuda olan vücudunun yanına döndü.
O zaman Lucerne'deki otelde karısının ne yaptığını görmek aklına geldi. Otelin antresini, garsonları, kalabalığı gördü.
Bir otomobil geldi ve içinden karısı indi. Yanında dört başka şahıs vardı.
dikkatini çekmeğe çalıştı; fakat evvelki teşebbüsü gibi bunda da muvaffak olamadı.
Ancak onların otomobilden indiklerini, karısının bavulları nasıl yerleştirdiğini, sonra karısının nasıl çay içtiğini gördü.
Fakat birden bir rahatsızlık hissetti. Lucerne'deki manzara kayboldu ve kendini vücudunun yanında buldu. Yol arkadaşları gelmişler ve onu donarak öldü zannetmişlerdi.
Fakat rehberler kalbini dinleyerek attığını görmüşler, şimdi onu kendine getirmeğe çalışıyorlardı.
Hadiseden daha sonra haberdar olan karısı da meseleye akıl erdiremedi.
Çünkü gerek çocuk grubu, gerek karısına ait geçen olayları en ufak teferruata varıncaya kadar doğruydu."
İnsanın dedublesi, cesed bir yerde dursa dahi, hayâtî bütün fonksiyonlarıyla beraber sayısız denebilecek kadar çok yerde bulunabilir. Bunun, "Zübdet'ül Hakayik" ***isimli eserde yüzlerce misali vardır. İslam tasavvufu adeta bu tür misallerin cümbüş yeridir.
Batıda tecrübe, ilimde bir esas halindedir. Onlar denemediği şeye inanmazlar.
Batılı, "Ruh var mı, yok mu?" bunu ya laboratuara getirmek ister veya en azından medyumun eliyle, ağzıyla, gözüyle kulağıyla bunu isbatlamaya çalışır.
Onun içindir ki, batıda dünya çapında pek çok medyum yetişmiştir.
Ancak, batıda da meselenin müşahidleri sadece medyumlardan ibaret değildir.
Goethe bir Alman şairidir. Başından şöyle bir hadise geçmiştir. "Yağmurlu bir akşam arkadaşı K.... ile Weimar'da, Belvedere'de geziniyordu.
Sanki karşısında bir hayal görmüş gibi birdenbire durdu ve yüksek sesle bağırarak şunları söyledi:
"Ya Rabbi ! Eğer dostum Frederic'in bu anda Frakfurt'da bulunduğundan iyice emin olmasaydım bunun o olduğuna yemin ederdim." Bunu müteakip de dehşetli bir kahkaha salıverdi. "Ama bu ta kendisi... Dostum Frederic..
Sen burada Weimar'dasın ha?.. Fakat Allah aşkına nasıl oldu da benim geceliklerimi, takkemi, terliklerimi giyip böyle koca bir caddenin ortasına çıktın?.." Goethe'nin gördüklerinden hiçbirisini görmeyen ve bundan hiç birşey anlamayan K.... şairin birden bire delirdiğini zannederek ürktü. Fakat yalnız kendi gördükleriyle meşgul olan Goethe elini uzatarak bağırdı:
Goethe evine geldi ve Frederic'i evde buldu. Saçları dimdik olmuştu. Bir ölü gibi sararmış halde geri çekildi. Ve "Hayalet devam ediyor" diye bağırdı.
Dostu cevap verdi. "Fakat azizim, insan sadık dostunu böyle mi karşılar?" Goethe hem ağlayıp hem gülerek: "Ah bu defaki bir ruh değil, et ve kemikten yapılmış bir varlık" diye bağırdı. Ve iki dost kucaklaştılar.
Hadise şöyle olmuştu: Frederic, Goethe'nin evine gelmiş fakat yağmurdan ıslanmış olduğundan elbiselerini çıkarıp şairin geceliklerini, takkesini ve terliklerini giymişti.
Bu halde iken koltuğa uzanıp uyumuştu. O da rüyasında Goethe'yi görmüştü ve Goethe ona şunları söylemişti: "Sen Weimar'dasın ha? Benim geceliklerimle.. takkemle, terliklerimle koca caddenin ortasına nasıl çıktın?"
B- Astral Bedeni Müşahede
"Ruh ve Kâinat" da yine şöyle bir hadise nakledilir. Bu hadise Dr.Burgess tarafından dostu Dr.Hodgson'a yazılan mektupla anlatılmıştır. Mektupta şöyle denmektedir:
"Eşim 1902 senesi Mayıs ayının 23. Cuma günü saat 11.45'de ölmüştü. O gün öğleden sonra saat dörtte hasta ağırlaşmış ve bütün ümitler kesilmişti. Ben ölmekte olan hastanın yanında oturmuş elimle sağ elini tutuyordum. Saat 6.45'de odanın eşiği üzerinde ve havada paralel vaziyette duran, birbirinden ayrı üç küçük bulut gördüm.
Boyları takriben dörder kadem uzunluğunda, hacimleri (oylumları) ise 6-8 parmak kadardı.
Bu sırada ne odada, ne de dışarıda koridorda kimse yoktu. Bulutlar ağır ağır yatağa yaklaşıyorlardı. Biraz sonra yatağı tamamıyla sardılar.
O anda hastanın yanında ve ayakta takriben üç kadem boyunda bir kadın şekli belirdi. Bu şekil saydamdı ve altın renginde parlak bir ziya neşrediyordu.
Görünüşü fevkalade ihtişamlı idi.
Üzerinde, eski Yunan tarzında, kolları geniş ve uzun bir elbise bulunuyordu. Başında bir çelenk taşıyordu.
Ellerini eşimin başına uzatmış olduğu halde ayakta duruyordu. Bir misafiri sevinçle fakat aynı zamanda ciddiyetle karşılayan bir hali vardı.
Etrafında kısmen görülebilen diğer bazı şekiller de dalgalanmakta idi.
Eşimin üzerinde de düz durumda uzanmış, çıplak beyaz bir şekil belirmişti. Bu şekil, ölmekte olan hastanın sol gözüne bir kordonla bağlanmış bulunuyordu.
Bu, onun astral bedeni idi. Asılı gibi duran bu şekil bazan tamamıyla hareketsiz kalıyor, bazan da büzülerek 15 pusa kadar iniyordu.
Şeklin bütün organları tam ve mükemmeldi. (Astral) bedenin her büzülüşünde şiddetli bir kurtuluş mücadelesi başlıyor ve bu sırada fizik bedende çırpınmalar görülüyordu. Sükunete kavuşunca Astral beden de tekrar eski halini alıyordu.
Eşimin son beş saatlik hayatı sırasında beni sersemleten bu vizyonu kesintisiz olarak gördüm. Bu vizyon, ancak gözlerimi kapadığım veya başka tarafa baktığım zaman kayboluyordu; fakat gözlerimi tekrar yatağa çevirdiğim zaman aynı vizyonu yine görüyordum.
Bütün bu zaman içinde başımda kol ve bacaklarımda acaip bir ağırlık duyuyordum. Ve sanki uyuklar gibi gözlerimin kapandığını hissediyordum.
Nihayet meş'um an geldi. Son bir titremeden sonra hastanın nefesi kesildi. Bu sırada astral bedenin kendisini kurtarmak için ***retini arttırdığını gördüm.
Son nefes ve çabalama ile birlikte astral bedeni fizik bedene bağlayan kordon koptu ve derhal astral beden diğer ruhi varlıklar ve bulutlarla birlikte kayboldu. O andan itibaren hissettiğim ağırlık da üzerimden kalktı."
c- Ölüm Anındaki Ruhî Müşahadeler
Madam Florance Marryant anlatıyor: "Dostlarımın arasında medyumluk melekeleri üstün olan yüksek sosyeteye mensub genç bir bayan tanırım ki, bu kabiliyetini ancak birkaç yakını bilmektedir. Kendisi, bir sene evvel 20 yaşında, bulunan plöreziden hasta kızkardeşini kaybetmiş bulunuyordu. Edith (medyumun ismi) bu sırada bir dakika bile kızkardeşinin başı ucundan ayrılmamıştı. Duru görü (Clairvoyance) (Clairvoyance; başkalarının görmediği, gözle görülmeyen şeyleri görme kudreti) halinde ruhun bedenden yavaş yavaş ayrıldığını görmüştü.
Anlattığına göre zavallı hasta, hayatının son günü, son derece hassas, geveze ve heyecanlı bir hal almıştı. Sırt üstü yatağa uzanmış mütemadiyen anlaşılmayan sözler ve cümleler söylüyordu. Edith bu esnada, akıcı bir bulut şeklinde, hafif dumana benzeyen bir şeyin, hastanın başı ucunda toplanmakta olduğunu gördü.
Bulut yavaş yavaş yoğunlaşarak hastanın şeklini aldı. Rengi müstesna, her hususta tamamiyle kız kardeşine benziyor ve hastanın biraz üstünde, yüzü yere çevrilmiş olarak, havada dalgalanıyordu. Akşama doğru hasta sakinleşmeye başladı. Güneş battığı sıralarda hasta artık tamamiyle bitkin bir hal almış, son dakikalarını yaşıyordu.
Edith, o an titreyerek kızkardeşine baktı. Yüzü morarmış, bakışları bulanmıştı. Buna mukabil üst kısımdaki hayal, bu sırada, bedenden kendisini kurtararak tamamiyle teşekkül etmiş ve canlılık kazanmıştı. Hasta, hareketsiz ve şuursuz bir halde, yatağında serili yatarken üstünde dalgalanan hayal fluoresan ışığına benzeyen parlak kordonlarla onun kalbine, beynine ve hayati organlarına bağlı canlı bir hal almıştı.
Nihayet mühim an geldi; hayal hareket etmeğe başladı. Bu hareket hafif olmakla beraber, vücutta canlılık doğuruyordu. Edith, bu esnada, bu meraklı sahneyi seyre dalmıştı. Bu sırada, parlak iki şekil daha belirdi. Bunlar, büyük annesi ile büyük babası idi. Bu evde ölmüşlerdi. Her ikisi de, cesetten ayrı duran hayale doğru yaklaştılar. Onu şefkatle kucakladılar. O da, başını büyükbabasının omuzu üzerine bıraktı. Hastanın nefesi kesilinceye kadar bu halde kaldılar ve sonra hayal, kendisini cesede bağlayan parlak bağları kopararak ötekilerin kucaklarında, hep birlikte pencereden uçup gittiler."
Madam Joe Suell anlatıyor: "20 sene devam eden hasta bakıcılığım sırasında, bir çok ölüm vak'alarında, ölenlerin başları ucunda bulundum. Ölümü müteakip daima insan şeklinde ruhi bir varlık, cesedin üzerinde yükseliyor ve sonra gözden kayboluyordu."
Anlattığı vak'alardan birini aşağıda aktarıyoruz: "Maggie'nin annesi, ağır hasta olan kız kardeşinin yanına gitmiş ve yokluğu sırasında kızının yanında kalmamı benden rica etmişti. Kızı üç gün sonra, birdenbire ağırlaştı ve doktor yetişmeden kollarımın arasında son nefesini verdi. Bir ölümle ilk defa karşılaşıyordum. Kalbin durmasını müteakip, su buharına benzeyen bir şeyin cesetten ayrıldığını gördüm. Vücuttan çıkan bu buhar, yavaş yavaş yükselerek kendisine benzer şekilde yoğunlaşıyordu. Hatları evvela belirgin değilken, sonra yavaş yavaş beyaz sedef elbiseli bir insan şeklini aldı. Yüzü değişmemiş, ancak parlak bir şekil almıştı ve artık ızdıraplı çırpınmanın hatlarını taşımıyordu."
Meşhur medyumlardan A.J.Davis bir kadının vefatı esnasındaki müşahadelerini şöyle naklediyor: "Kadında canın çıkışı sırasında bedenin beyin kısmında vukua gelen ve her an artmakta olan kuvvetli bir yoğunlaşma beliriyordu. Yoğunlaşan bu şey, çırpınmalar azaldıkça ve vücuttaki sarılık arttıkça parlak ve ziya saçan bir hal alıyordu. Can çekişme sırasında görülen bu çırpınışların çekilen acı ile herhangi bir alakası olmayıp, ruh tarafından hissedilmezler. Bunlar tamamiyle organik olan bir takım hareketlerdir. Ölüm anı yaklaştıkça bedenin organları, boşalan torbalar gibi birer birer yatağa seriliyor, buna karşılık hastadan ayrı olarak, ruhî bir bedenin teşekkülü tamamlanıyordu. Can çekişen hastadan ilk kurtulan, ruhî bedenin baş kısmı oldu ve yavaş yavaş diğer kısımları da ayrılarak tam ruhi bir beden olarak kadının başı ucunda ayakta durdu. Bu iki vücudu birbirine, göbeklerinden, hayat bağı dediğimiz, parlak bir kordon bağlıyordu. Bu kordon kopunca bir parçası cesette kaldı. Herhalde cesedin derhal bozulmasına mani olan budur. Kadının ruhi bedeni serbestliğe yavaş yavaş alıştı ve birdenbire ne yapacağını kestirmiş gibi harekete geçerek evden çıktı."
Dr.F.A.Kraft anlatıyor: "Birinci Dünya savaşında hudutta çarpışan bir nefer 1920 yılında hastahanede ölmüştü. Son nefesini vermeden iki dakika kadar evvel şöyle bağırıyordu: "Hanri, Şarl, demek sizler oradasınız... Artık, etrafa hep birlikte tırpan atarız. Ben iki seneden beri hastayım... ah... evet bekleyin.."
Ölenler, hemen bütün hallerde kendilerinden evvel ölmüş olan akraba ve arkadaşlarını görürler ve onlara isimleriyle seslenirler.
Bu konuda ilgi çekici bir başka vaka ise şudur: "Amerika iç harbi kalıntılarından, uyanık ve serbest fikirli eski bir savaşçı, yatağına uzanmış son saatini bekliyordu.
Bir çarşamba günü hasta, adetinin aksine, bir acelecilik göstererek muhtelif ricacılarla beni ısrarla istetti. Saat sekize doğru koğuşa girdiğim zaman elini kaldırarak yaklaşmam için bana işaret etti. Tasalı yüzü, sevinçli bir hal almıştı. Bana dedi ki: "Bu sabah saat üçte uyanmıştım. Gözlerim açık, hareketsiz yatıyordum. Birdenbire karyolamın ayak ucunda bir varlığın mevcudiyetini hissettim. Hiç bir korkum yoktu. Bilakis istirahat edebilmem için, ölümü istiyordum. Bu görünüş, bana bunu daha iyi anlamak imkanını vermiş oldu. Yavaş yavaş kardeşim James'in yüzünü tanıdım. Canlılığı açık şekilde belli idi. Bana doğru eğildi ve tarif edilemeyecek kadar kolay bir tesirle bana söylemek istediği şeyleri anlattı. Derhal evvelce biricik iyi dostum olan kardeşimle birlikte geçirdiğimiz hayatı bütün tafsilatı ile hatırladım. Konuşmaya başlayınca da sesini iyice tanıdım. Bana: "Maxvelle, önümüzdeki pazar günü sabah 11' de benimle birlikte geleceksin." dedi ve sonra kayboldu. İtiraf ederim ki, kendimi hakikaten bahtiyar hissediyorum. Bunun bir hayal veya aldığım ilaçların tesirinden mütevellid olmadığına katiyyen eminim.
Pazar günü hastanın başı ucunda idim. Sakin bir hali vardı. Saat 10'a doğru, hareketsiz yatıyor, hiçbir kelime söylememekle beraber, zaman zaman bana tanıdığını hissettirecek şekilde bakıyordu. Onbire çeyrek kala sağ elini kaldırdı ve sol tarafındaki köşeyi göstererek tamamiyle anlaşılan bir sesle: "Kardeşim James" dedi. Tam saat onbirde, daha evvel söylemiş olduğu gibi ruhu öteki aleme gitmek üzere cesedini terketti."
d- Allah Rasulü'nün "Ebherim Koptu" Dediği An
İlim adamları, üzerinde durduğumuz mesele ile ilgili daha birçok vak'a anlatıyor. Biz yeri geldikçe bu anlatılanları nakletmeye devam edeceğiz. Ancak sözün burasında anlayış bakımından size de enteresan gelecek bir hususu arzetmek istiyoruz:
Efendimiz son anlarını yaşarken bir ara "Ebherim koptu" buyuruyor. Ebher, damar manasına da gelir. (Buhari, Megazi 83; Darimi, Mukaddime 11; Müsned, 6/18.) Bu hadisi şerhedenler ekseriyetle, meseleyi Allah Rasulü'nün Hayber'de zehirlenmesiyle irtibatlandırmışlar ve Efendimizin ifadesine böyle bir izah getirmeye çalışmışlardır. Ancak vücuda giren zehirin seneler sonra şahdamarına tesir etmesi bize çok uzak bir ihtimal gibi gözükmektedir. Kanaatımızca Allah Rasulü'nün sözünden şu mânâyı anlamak daha uygundur:
Efendimiz, o esnada kendi vizyonunda, dedublesinin kendisinden yani mübarek cesedinden ayrıldığını haber vermektedir.
"Ebherim koptu" demek, "Dedublem benden ayrıldı." demektir. Ve işte o esnadadır ki Allah Rasulü, "Refik-i A'lâ"yı istemektedir..
D- Herşey Gördüğümüz Maddeden İbaret Değil
Daha önce aktarmış olduğumuz misaller bize, maddenin ve fiziğin ötesinde başka bir varlığın mevcudiyetini haber verirler. Herşey gördüğümüz maddeden ibaret değildir. Ve herşeyi laboratuar tecrübesi altına alamazsınız. Böyle yapmak isteyenler büyük bir yanılgı içindedirler. Ve bunlar ilmin ancak onda biriyle iştigal ediyorlar demektir. Beşeri topyekün ele almayı düşünenler, onun maddesine, ****onomisine baktıkları gibi ruhuna, manasına, dedublesine de bakmalıdırlar. Ancak o zaman, insan hakkında sağlam bir hüküm verme imkanına sahip olurlar. Ve o zaman insan bir meçhul olmadan çıkar. İnsanı tek yönü ile ele alıp tahlil edenlerin nazarında ise, o, Alexis Carrel'in ifadesiyle, hep bir meçhul olarak kalır. Halbuki mevcud-u meçhul, varlığını bildiğimiz tek varlık Hz. Allah (c.c.)'dır. O'nu idrak ve ihata etmek mümkün değildir. O'nu idrakın en güzel ve doğru ifadesi, idrakinden aciz kalındığını itiraf olacaktır. Nebilerden sonra beşerin en muhteşem dimağı Hz. Ebu Bekir (r.a) "Seni idrak edememe, idraktir" demektedir. Efendiler Efendisi de "Ey bilinen (herşeyden ayan olan) seni hakkıyla bilemedik" der ve bu ifadesiyle marifetin zirvesine taht kurar.
İşte, hakkında bilemedik hükmünü vereceğimiz, ihatasızlık ve idraksızlığımızı ifade edeceğimiz tek varlık Allah'dır. Bunun dışında Cenab-ı Hakk'ın bildirmesiyle, bildirdiği kadar ve bildirmek istediği şeyleri bilebiliriz. Buna insan da dahildir. Ama insanı bilmenin bir yolu vardır.
O da insanı bütün yönleriyle ele almaktır. İnşaallah yakın bir istikbalde maarif yuvalarımız, meseleye bu türlü yaklaşan ilim adamlarıyla dolup taşacak, hadiseler ve bu arada insan yeni bir bakış tarzıyla tahlile tabi tutulacaktır. İşte o zamandır ki, tek gözle bakıldığında muzlim ve karanlık görülen her yer ve her yöre aydınlığa kavuşacak; ilim, fen ve teknik ile ilgili yeni buluş ve keşifler insanımızın hizmetine nurlu bir kadro tarafından takdim edilecektir.
Burada şu hususu da arzetmeden geçemeyeceğim: Her ilim dalının kendisine göre belli ölçü ve kıstasları vardır.
Bunlar o sahaya ait hakikatı bulmada sabit hakikatlar olsa dahi, bir başka sahada geçersizdirler.
Mesela, matematiğin, fiziğin, kimyanın ve tıbbi ilimlerin sahaları ayrı ayrıdır. Siz, fiziğin kanunlarını tıbba veya tıbbın kanunlarını fiziğe tatbik ederseniz, işi karıştırırsınız.
Birbirine çok yakın ilim dallarında dahi bu nüansa dikkat etmek bir zarurettir.
Bunlar gibi, maddeye ait, maddeyi ölçen ve tartan kıstaslarla, mânâya ait ve mânâyı ölçen ve tartan kıstaslar tamamen birbirinden farklıdır.
Binaenaleyh, elinde sadece maddi kıstaslar bulunan, yani cesedin altında kalıp ezilmiş, midesine esir düşmüş, ten cenderesinden bir türlü kurtulamamış insanlar elbette ruha ait hakikatları müşahade altına alamayacaktır. Zira bu ayrı bir meleke ve ayrı bir mazhariyet gerektirmektedir.
Ruhunu inkişaf ettirenlerdir ki, bu sahada söz sahibi onlardır. Zira manayı ölçecek tartı ancak onlarda vardır. Onlar, dedubleyi, perispriyi veya bizim dilimizdeki ifadesiyle, "Vücud-u mevhibe-i hakkani" yi görmekte ve bize böyle bir varlıktan haber vermektedirler. Bu meselede kendi müşahade ufku, o seviyeye ulaşamayanlara düşen vazife ise, bu sahanın söz sahiplerine itimad edip teslim olmaktır. Aksi her davranış sadece bir inad ve yobazlık sayılır. Bu da ilimle, ilim adamlığı ile bağdaşmaz bir davranıştır.
Soralım böylelerine: Acaba rüyaları ne ile izah edecekler? Kabul gören dualar hakkında ne diyecekler? Altı ay kabirde yatan ve ölmeyen yoginin bu hareketine nasıl bir te'vil getirecekler? Rufai tarikatına mensub olanlarda görülen harikulade hadiseleri nasıl yorumlayacaklar? Ya mucizeleri? Mesih'in nefesiyle dirilenleri... Hz. Musa'nın Asa'sını ve Yed-i Beyza harikasını... Hz.İbrahim'in ateşte yanmayışını ve Hz. İsmail'i kesmeyen bıçağını... Allah Rasûlü'nün işaretiyle iki parça olan ayı... Parmaklarından su akmasını... Dağların ağaçların ve hayvanların dile gelip O'na selam durmalarını...
Evet, daha binlerce mucizeyi nasıl izah edecek ve nasıl anlatacaklar? Akılları almayan herşeyi inkara mı kalkacaklar? Bu kaçış onlara ne fayda getirecek? Ve soralım onlara: İnkarları ne zamana kadar sürecek? Firavun'a fayda vermeyen iman mıdır yoksa onların da nasip payları? Ebu Cehil perdesine mi büründü yoksa akılları? Heyhat, can gırtlağa gelince hakikatı görecekler. Bizim bugün dediklerimizi onlar o zaman söyleyecekler.. söyleyecekler ve fakat fayda getirmeyen bir hasarete gömülecekler.
E- Dünden Bugüne Kirlian Fotoğrafçılığı
Kirlian fotoğrafları da madde ötesi varlıkların mevcudiyetine önemli bir delildir.
"Kirlian Fotoğrafçılığı ismini, 1939'dan beri bu mevzularda araştırma yapan ve Sovyet olduğu söylenen bir karı-kocadan almıştır. Bir elektronik mühendisi olan Samyon Kirlian, insan eli, böcek veya bir bitki yaprağını, fotoğraf plağı üzerine koyup bunu da bir elektrodun üzerine yerleştirip, sırayla cismi, yüksek voltajlı elektrik akımına ve alçak amperli elektrik akımına maruz bıraktı. Neticede cismin "aura" (Ruh gölgesi, enerji beden; bazı kimselerin gördüklerini ileri sürdükleri bir bedene sarınmış gibi görünen parlak bir gölge anlamlarına gelir. Burada biz bu kelimeyi ruhun dedublesi, kılıfı manasında kullanıyoruz.) ile çevrili olduğu görüldü. Kirlianların çalışması, daha önce bu mevzuda çalışan ve çoğunun ismi, ilim çevrelerinde ve umumi terimlerde geçen Avrupalı ilim adamlarının çalışmalarının izinden gider. Mesela, kas spazmlarının galvanik faaliyetini keşfeden Galvani, bir hayat gücünden bahsetmişti. Ona göre, bu hayat gücü bütün hayvanlarda devr-i daim eden manyetik elektriğin bir şekliydi. l9.asırda yüksek frekans bobininin kâşifi Nikola Tesla, fotoğrafik görüntüler meydana getirmek üzere frekansı yüksek voltajı kullanan ilk şahıstır. Onun çalışması X şuaı kaşifi Wilhelm Roentgen'e ve insanın aurasını (enerji bedeni) insanoğlunun görme sınırları çerçevesine renkli "kilner ekranları" vasıtasıyla getirmeyi ***e edinmiş Walter J. Kilner gibi araştırmacılara önayak oldu. Bu renkli kilner ekranları, bir gözleyicinin normalden daha kısa dalga boylarını görebilmesine imkan verecek şekilde planlanmıştır. Zira Kilner, dışarıya yayılan enerjinin ultraviyole (morötesi) frekanslarından oluştuğuna inanmıştı. Bu teori daha sonraki araştırmalarla da desteklenmiştir. Aynı zamanda Kilner, auranın, cismin sağlıklı olup olmamasına göre renk ve boyut yönünden (bedenin) değişik göründüğüne dikkati çekti.
20.asrın araştırmacıları, insanlar tarafından dışarı çıkarılan kısa dalgalı radyasyonun, ruhi faaliyetleri değiştirilebileceğini ve aynı zamanda kafein ve tütün gibi uyarıcılar tarafından da tesir edilebileceğini buldular.
Biyologlar ve psikiyatristler, insanın manyetik sahaları ile sağlığının hissî ve fizikî durumları arasında bir alakanın olduğunu ortaya koydular. Dış çevredeki manyetik sahalara bağlı olarak da değişebilen ruhî faaliyet ve rahatsızlıklar ayrıca her ferdin kendine has aurasında da tesirini gösterir. Mesela, ayın dönüşündeki ve güneşin hareketindeki çeşitli safhalar insan davranışlarına tesir edebilmektedir. İnsan vücudunun elektromanyetik sahası, oksijen ve azot gibi havada mevcut mikroskobik gaz habbeciklerini, tutucu bir tuzak olarak iş görür. Derinin hemen üzerindeki hava yüksek bir enerji sahasıyla elektriklendirildiğinde, derhal kızarmaya ve ışık saçmaya başlar. Bu da Kirlian fotoğrafının tesbit ettiği enerji halesidir. Mühendisler de metalürijistler de buna çok benzer bir metod olan "korona boşalması fotoğrafçılığı"nı, metallerdeki yarık ve çatlakları keşfetmek için kullanırlar. Metaldeki yarık ve çatlaklar, metalin korona kalıbında düzensizlikler şeklinde görülür.
Samyon Kirlian ve karısı tarafından yürütülen ilk çalışmalardan biri de, bitkilerin fotoğrafını çekmektir. Onlar, kullandıkları tekniğin basit bir yapraktaki akılları hayrette bırakıcı kompleks reaksiyonları gösterebildiğini keşfettiler. Dıştan bakıldığında her yönüyle aynı görülen iki yaprakta, şayet birinde hastalık varsa, değişik fotoğrafik görüntüler elde ediliyordu. Hastalıklı yaprağın enerji kalıbında hastalığın meydana geldiği kısımlarda bazı pürüzlü boşluklar görülürken, sağlıklı yaprakta koyu ve kompleks bir enerji kalıbı görünüyordu. Bu yolla kazanılan bilgileri kullanarak, kirlian fotoğrafçılığını bahçecilikte, gözle görülebilen hastalık alametleri çıkmazdan evvel bitki hastalıklarını teşhis etmede kullanabilmek mümkün olacaktır. ABD'de yürütülen daha teferruatlı çalışmalar, bitkilerdeki ani değişikliklerin de kaydedilebileceğini gösterdi. Mesela, bir yaprağın dış yüzünü bir iğne ile çizdiğinizde, bu çizik kirlian fotoğrafında kırmızı bir leke olarak görülecektir.
Nöro-psikiyatri Enstitüsünde vazifeli Dr.Thelma Moss, Kirlianlar tarafından yürütülen çalışmaları araştırmak üzere Sovyet Rusya'ya giden ilk batılı ilim adamlarından biridir. O, insan elektromanyetizmasının bitkiler üzerinde sahip olduğu tesirleri kaydetti. Bazı insanların ellerini, zarar görmüş yaprakların üzerinden geçirerek tedavi ettiklerini müşahade etti. Bu şöyle oluyordu: Kirlian fotoğrafında zararı gösteren leke, daha sonraki görüntülerde göze çarpmıyordu. Bazı insanlar ise bunun tam aksi bir tesire sahipti; bunlar ellerini yapraklar üzerinden geçirdiklerinde onların ölümüne sebep oluyorlardı. Birbirine zıt bu iki hadise sırasıyla "Green Thumb (Yeşertici Temas)" ve "Brown Tuhmb (Soldurucu Temas)" tesiri olarak bilinmektedir. Hayali (fantom) yaprak ise, kirlian tekniklerinin tesbit ettiği başka bir garip tesirdi. Tecrübeyi yürüten şahıs, yaprağın bir kısmını kesip uzaklaştırdıktan hemen sonra, geri kalan kısmın fotoğrafını çekiyor. Takriben 200-300 tecrübeden sonra yaprak, kesilmeden önceki haliyle Kirlian fotoğrafında görülüyordu.
Kirlian fotoğrafçılığı, vücudun dış yüzündeki ve daha sonraları keşfedilen vücud içindeki elektrikî alanları ve akımları kaydetmek için bir vasıtadır. Romen bir doktor olan İon Dumitrecsu, Kirlian tekniğini; vücut içindeki elektromanyetik sahalarda meydana gelen değişmeleri ektroğrafik olarak kayıt edebilen ve ektronoğrafi olarak bilinen bir şekle dönüştürdü.
Thelma Moss'un tecrübeleri Kirlian ile tesbit edilen rahatsızlık sebeblerinin ruhi ve fertler arasındaki alâkalara dayandığını gösterir. Mesela, insanın derin ruhi rahatsızlıktan kurtulup sükûnete doğru ilerlemesi esnasında hasıl olan değişiklikler başarılı bir şekilde çekilmiş Kirlian fotoğraflarında açık bir şekilde görülebilir. Beraber fotoğrafları çekilmiş iki ferdin his ve tavırlarını gösteren auraları birbirine kıyas edilerek onların karakter ve his haritaları çizilebilir.
İnsanların psikolojik durumları ve diğer insanlarla olan münasebetleri Kirlian fotoğraflarına aynen akseder. Mesela, iki kişi birbirlerine karşı sıcak, samimi hisler duyduklarında neşrettikleri dalgalar birbirine doğru uzanır ve bazen tek bir desen halinde iç içe geçer. Tersine, iki kişi birbirlerine karşı düşmanca duygular içinde olduklarında alevler aniden kesilerek parmakları arasında bir boşluk hasıl olur. Bu boşluk umumiyetle öylesine keskin ve net bir halde müşahede edilir ki "saç traşı etkisi" (haircut effect) adıyla tanınmıştır. Aşırı öfkelenmelerde mavi-beyaz koronanın içinde kırmızı bir leke meydana geldiği keşfedilmiştir. Ölüm halindeki sujelerde, dışa kıvılcımlar ve alevler fırlatıldığı; tam ölüm anında ise bunların tükenerek dindiği ve belli bir müddet sonra da kaybolduğu Kirlian fotoğraflarıyla tesbit edilmiştir. Ayrıca güsul icab ettiği durumlarda koronanın sertleşip garip renk değişiklikleri gösterdiği müşahede edildi. İslam'daki, güsul gibi bütün bedene su değdikten sonra Kirlian fotoğrafı çekildiğinde ise bu garip değişikliklerin kaybolup koronanın normal hale döndüğü tesbit edilmiştir.
F- Ruh Fotoğrafçılığı
Madde ötesi varlıkların, varlık delillerinden bir diğeri de "Ruh Fotoğrafçılığı"dır. Günümüzde ruh fotoğrafçılığı en ileri seviyeye ulaşmış durumdadır. Öyle ki, ruh artık aynen maddî cesed gibi görüntülenmekte ve böylece madde ötesi varlıkları inkar edenlerin ne derece büyük yanılgı içinde oldukları gözler önüne serilmektedir. Biz bu meseleye de yine üzerinde durduğumuz mevzua delil olması bakımından temas edecek ve bu sahada söz sahibi Tom Patterson'dan bazı nakiller yapacağız. Ancak, asıl ***emiz, ruh fotoğrafçılığının tahlili olmadığı için, bir-iki misalle yetineceğiz.
Tom Patterson, "Yüzyıl Boyunca Ruh Fotoğrafçılığı'' adlı eserinde diyor ki:
"Psişik ilim, ruhî olayların bir neticesidir ve umumi nizama aykırı değildir. Yıldızlarla bezenmiş bir gökyüzü, Astronomi ilmini gerektirmiş ve onu bugünkü seviyesine yükseltmiştir. İnsandaki zihnî ve bedenî arızalar tıbbın pek çok branşlarının doğmasına vesile olduğu gibi, ruhî olayların farkedilmesi de insanı bu yönde bir araştırmaya sevk etmiş ve onların anlaşılır olmalarına yol açmıştır.
Ruh fotoğrafçılığı olarak bilinen konu bir medyumluk çeşididir, fotoğrafı çekende de, çektirende de bu medyumluk melekesi geliştirilebilir. 1862'de, Amerika'da, Boston'lu bir hakkak olan Mr. Mumler arkadaşlarının fotoğraflarını çekmişti; negatiflerinde, arkadaşlarının yanısıra başka kimseler de bulunuyordu. Bundan dolayı bu tipteki olaylara "Ruhî Fotoğrafçılık" ismi verildi. Mumler bu fotoğrafçılardan ilki olarak tanınır. O zamandan bu yana, buna benzer pek çok ruhî fotoğraf elde edilmiştir.
Bizlerin, spiritüalistler olarak (Ruhbilim felsefesi ile uğraşanlar), ruhun varlığına sarsılmaz bir inancımız var. Biz, ruhun, tıpça ölüm diye bilinen şartın ötesinde yaşamağa devam ettiğine de inanıyoruz.
Uzun araştırmalarım neticesinde şu sonuca vardım: Bedensiz ruhlardan çıkan ışık radyasyonları, fotoğraf filmi yüzeyine birtakım izler kaydedebiliyorlar. Tıpkı gün ışığı ve diğer ışınların film üzerinde husule getirdikleri şekiller gibi... Burada, takdim edeceğim deliller, bu ön kabulü fazlasıyla destekleyecek ve inkarcıların inançsızlığını dahi giderecek niteliktedir.
Fotoğrafçılığın 1839'da keşfolunmasından 23 sene sonra, ruhların bu metoddan faydalanmaları çok düşündürücü. O zamandan bu yana binlerce ruh fotoğrafı, tanınmış veya tanınmamış medyumlar aracılığı ile çekilmiştir. Yalnız benim elimde binden fazla belge mevcuttur ve her birinin de ayrı bir hikayesi vardır. Faaliyette olan bu kudreti, ölümden sonra hayatın devam etmekte olduğu inancı dışında başka bir şeyle izah etmeye imkan yoktur."
Tom Patterson, elindeki ruhî fotoğraflarla ilgili olarak şöyle devam ediyor:
"İngiltere'de, Sheffield'den Mr. E..., 5 Haziran 1961'de bana bir fotoğraf gönderdi. Zarfın içinden bir de şu mektup çıktı:
"Bu fotoğrafı çektiğim zaman film rulosundaki rakam 8'i gösteriyordu niyetim, yeni dekore ettiğim mutfağımın resmini çekmekti. Akşam kameramı mutfağa, uygun bir yere yerleştirmiş ve objektifi bir müddet açık bırakmıştım; önünden geçmemeye özellikle dikkat ettim. Daha sonra, filmi, banyosu ve baskısı için fotoğrafçıya gönderdim. Netice bu fotoğraf oldu. Fotoğrafın karıma ait olduğuna eminim. Onun, ölümünden beri yine burada bizimle beraber olduğuna dair daimi bir his içindeydim. Fotoğrafta karım, eskiden yaptığı gibi masaya eğilmiş, oğlumuz David'in dört yaşında iken çekilmiş bir fotoğrafına bakarken görülüyor.
Ruhî konular üzerinde şimdiye kadar hiç uğraşmamış ve duyduğum bazı şeyler üzerinde de hiç durmamıştım."
Mr. E.... emekli bir polis memuru olup halen sorumlu bir görevde bulunmaktadır. Gönderdiği, ruh ilmini ilgilendiren bir fotoğraftı.
Mr. Mumler de, kendisinden sonra ün yapmış diğer ruhî fotoğraf medyumları gibi her kademeden mütehassıslar tarafından amansız bir şekilde tetkik ve kontrole tabil tutulmuştur. Bu sıkı kontroller sonunda kamera medyumluğunun bir gerçek olduğu ortaya konmuştur. Ve yine bu kanalla bugün Washington'da "Aquarian Foundation of Seattle"in televizyon programlarını takip eden milyonlarca seyirci, ölümden sonra hayatın devam etmekte olduğunu bizzat görebilmektedirler. Ruhî fotoğrafların elde edilmesinde, insan müdahalesi sözkonusu değildir.
Bize ruhanî şahsiyetin delillerini verenler, insana benzer tabiatta olağanüstü nitelikte olan bir başka girişimin olduğunu mantıken de kabule zorlamaktadırlar.
Ruhî fotoğrafçılık hakkında edindiğim tecrübelere göre, bir fotoğraf elde etmek için yüz sene evvel, nasıl bir seans odasına lüzum olmuşsa, bugün de aynı metodun geçerli olduğuna inanıyorum.
Modern fotoğrafçılık, ruhların bu tür tezahürlerine daha da kıymet kazandırmıştır." (Yüzyıl Boyunca Ruh Fotoğrafçılığı, Tom Petterson, s: 7-19)
G- Duyu Organları Aracılığı Olmadan Gören, İşiten ve Koku Alanlar
Duyu organlarının aracılığı olmadan görme, işitme, koku alma gibi hadiseler de yine madde ve fizik ötesi varlıkların ve bilhassa ruhun mevcudiyetine bir delildir.
Mevlana bir beytinde şöyle der:
"Zerreha didem dehenşan cümle baz,
Gerbu guyam hordeşan gerged duraz."
"Cümlesinin ağızları açık zerreler gördüm,
Onların yediklerini de eğer söylesem söz çok uzar. "
Mevlâna 7 asır önce yaşamış bir İslâm mutasavvıfıdır. Onun devrinde kimsenin ne mikroptan ne de mikroskoptan haberi vardı.
Fakat Mevlâna, mikropları ve onların neler yediklerini, nasıl beslendiklerini gördüğünü söylüyordu.
Mevlâna bütün bunları nasıl görmüştü? Bu görmeyi maddi gözle izah mümkün müdür? Elbette Mevlâna, gördüklerini, maddenin ötesinde bir ruhî gözle görüyor ve müşahede ediyordu. Meseleyi başka türlü izah etmek de imkânsızdır.
Ancak bu çeşit müşahedeler elbette herkese mahsus değildir. Bunun için insanın ruhen duruluğa ermesi ve o işe hazır hale gelmesi gerekir.
Ayrıca müşahede de şahsın, o anda elde ettiği durum ve kazandığı pozisyon da çok mühimdir.
Onun içindir ki, aynı mecliste birinin gördüğünü diğerleri göremeyebilir. Çünki göremeyenler o anda görme pozisyonuna girememişlerdir.
Ahmed b. Hanbel ve Taberani'nin ortaklaşa anlattıkları bir vak'a, dediğimiz hususu daha da net isbat eder mahiyettedir. Vak'a şudur:
Hz. Abbas yanına oğlu Abdullah'ı da alır ve beraberce Allah Rasûlü'nü ziyaret maksadıyla mescide gelirler. O esnada Allah Rasûlü, yanında oturan bir başka kişiyle ciddi bir meseleyi müzakere etmektedir.
Onun için de Hz. Abbas ve oğluyla ilgilenemez.
Bunun üzerine Hz. Abbas belki de biraz buruk olarak oğluyla dışarıya çıkar. İbn-i Abbas (r.a.), babasına: "Baba! Allah Rasulü'nün yanında bulunan adamı görmedin mi? Şimdiye kadar o kadar güzel yüzlü birini görmedim." der. Hz. Abbas: "O mu, Allah Rasulü mü güzel?" der. İbn-i Abbas: "O" deyince, "Hadi gidelim, soralım" derler ve beraberce geriye döner, mescide girerler. Olan hadiseyi aynen Efendimize naklederler.
Allah Rasûlü, İbn-i Abbas'a sorar: "Sen benim yanımdaki şahsı gördün mü?"
O, "Evet ya Rasulallah, gördüm" der. Ve Allah Rasûlü biraz evvel yanında bulunan şahsın Cibril olduğunu ve kendisi hakkında söylediği müsbet şeylerden bahseder. (Ali el-Müttaki, Kenz, 13/458)
Hz. Abbas o esnada görme pozisyonunda, kuşağında olmadığı için Cibril'i (a.s) görmemiştir.
Halbuki yanında bulunan oğlu Abdullah b. Abbas (r.a.) onu müşahede etmiştir.
Demek ki, görmek için, görme durumunu kazanmak şarttır. Sözün burasında, hemen şu noktaya intikal edelim:
İnsan Allah'ı görme durumuna ulaştığı zaman O'nu da görecektir. Bu da insanın Rahmet ve Uluhiyet alemiyle rezonans olmasıyla alakalıdır. Dünyada iken hiç kimse Allah'ı göremez.
Görenler hayal görmüşlerdir.
Gördüm diyenler hata içindedirler, Nâmütenahi (sonsuz) olan, sınır tanımaz ki, mütenahi (sonlu) olanlar tarafından görülsün.
Ama mesele bir hüviyet kazanma ve varlığımızla orada zuhur etme meselesidir. Muhbir-i sadıkın ifadesiyle: "Biz Cennette Allah'ı görecek ve her görüşle değişeceğiz.
Cenab-ı Hakk'ı müşahede ederken apayrı alemlere gireceğiz. O'nu Cennetten göreceğiz; ama ne Allah Cennet içinde muhat ne de O'nun tecellisi sadece Cennet'e münhasırdır.
Biz Cennete girdiğimiz zaman -inşaallah- bu âlemin buudlarından çıkmış olacağız. Ne üç buudlu mekan ne de tek buudlu zaman artık bizi hapsedemeyecektir. Yukarılarda uçuyor gibi bir atmosfere girecek ve işte o zaman Cenab-ı Hakk'ı müşahede edeceğiz.
Mü'min olarak bizler, en az fiziğe inandığımız kadar, fizik ötesine de inanırız. Katiyyen biliriz ki, eşyada hakikat adına seyrettiğimiz şeyler, esasen onların arkalarındaki gölgelerinden ibarettir.
Ne var ki, nazarı sathî, kalbi kapalı ve duyguları körelmiş kimseler, daha çok bu gölgeler üzerine konar kalkarlar.
Vicdan, eşyanın özüne uyandığı, onun dış yüzüne bağlı kalmayıp perde arkasına nüfuz ettiği nispette, insanın kalbi, ruhu, beyni, hisleri ve bütün melekeleri daha bir derinliğe ulaşırlar.
Bu durumu kazanan bir insan ise artık gözünü kullanmadan da görebilir, kulağını kullanmadan da işitebilir ve burnunu kullanmadan da koku alabilir.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.) "Saflarınızı düzgün tutunuz. Şeytanın aranızda gezdiğini görüyorum. Ben önümü gördüğüm gibi arkamı da görürüm" (Ebu Davut, Salat 93,98; Nesei, İmame 28; Müsned, 5/262; 3/154,260,283) buyurarak bu hakikate işaret etmiştir. Yine bu meyanda, Hz.Yakub (a.s), Hz.Yusuf (a.s)'ın kokusunu çok uzak mesafeden hissetmiştir. (Yusuf, 12/94) Hz.Ömer, on günlük mesafedeki ordularının baş komutanına, savaş esnasında taktik vererek "Ey Sâriye! Dağ tarafına, dağ tarafına" (Keşfü'l-Hafa, 2/380) demiştir. Ve sesini bu uzun mesafeden Hz.Sâriye'ye duyurmuştur.
Bu mevzuda günümüzden de yüzlerce misal getirmek mümkündür.
Burnu ile duyup, topuğu ile koku alanlar, parmak uçlarıyla veya ayaklarıyla görenler çoktur.
Bu v.b... tecrübeler göstermiştir ki insan, belli bir ruh haletini kesbedince, fiziki bedene ait fonksiyonların hepsini, fiziki uzuvlara ihtiyaç duymadan da eda edebilecektir.
Nedir bütün bunlar? Neyi isbat etmektedir? Allah, görmek için gözü, konuşmak için ağzı, koklamak için burnu, duymak için de kulağı yaratmıştır.
Ama bunların hiçbiri, ruhu bağlamamaktadır.
Gerektiğinde ruh, rüyalarda olduğu gibi kendi dilini ve kendi alfabesini kullanır. Bunlarla duyup, bunlarla görür ve konuşur.
Günümüzde "telestezi" başlıbaşına bir araştırma sahasıdır.
Ve bu sahada elde edilen tecrübeler, her kuvveti maddeye bağlı ve maddeden doğmuş, maddenin bir buudu kabul eden maddeci zihniyeti biraz daha çıkmaza sokmaktadır.
Zira bu vaka'ların hiçbirini madde ile izah etmek mümkün değildir.
Ğ- Radyastezi
Günümüzde, fizik ve madde ötesi varlıkların mevcudiyetine delil olan "Radyastezi" ilmi de telestezi'nin bir buudunu teşkil etmektedir. "Radyastezi" isminden de anlaşıldığı gibi radyasyon ilmi, radyasyonlarla ilgili anlamlarına gelmektedir. Dünyada ve hatta kâinatta mevcud olan her cisim (canlı veya cansız) etrafına bir takım radyasyonlar, yani göze görünmeyen tesirler yayarlar.
Bunlar, fizik aletleri ile tesbit edebildiğimiz vibrasyonlardan (titreşim) farklıdır. Bilinen en ince vibrasyonlar, kozmik şualardır.
Bunların dalga boyları o kadar küçüktür ki, kalın kurşun levhalardan bile rahatlıkla geçebilmektedirler.
Asrımızda her cisim ve her canlıdan, kendi hususiyetlerini ve o andaki hallerini belirten, çeşit çeşit radyasyonların intişar ettiği bilim adamlarınca isbat edilmiştir. "Radyastezist" olan bazı kimseler, yer altındaki bir suyun veya bir madenin neşrettiği tesirleri, herhangi bir emare ve işaret olmadan, tam ve doğru olarak alabilmektedirler.
Bunlar, ellerinde bir çubuk tutmak suretiyle arazi üzerinde gezmekte ve su bulunan yere geldiklerinde, bu çubuklar kendiliğinden istikamet değiştirerek, suyun bulunduğu tarafa eğilmektedirler.
Radyastezi'nin tarihi insanlık tarihi kadar eskidir.
Tarih öncesi zamanlardan bu yana, bu tür kabiliyetler kullanılmış, ancak belki de bu faaliyetlere, ilmî bir isim verilememişti.
Şu vak'a, tarihi bir vak'a olarak bu mevzuda oldukça ilgi çekicidir:
"Birinci dünya savaşı sırasında Gelibolu yarımadasına çıkartma yapmış olan İngiliz Kuvvetleri, adaya ayak bastıkları günden itibaren, etrafta içecek su olmadığından, şiddetli susuzluk çekiyorlardı.
Su ikmali ancak Malta'dan gemilerle yapılıyordu.
Bu da hem çok zaman alıyor, hem de külfetli idi.
Ayrıca bu taşıma su, oradaki değirmeni döndüremiyor ve oradakilere kifayet etmiyordu.
Bu esnada General'e, orduda Saffer Kelly isminde radyastezi kabiliyeti olan birinin var olduğu haberi geldi.
General derhal Kelly'nin çağrılmasını emretti. Kelly gelip, ertesi sabah tetkikata başlayacağını söyledi.
Radyastezist Kelly ertesi sabah işe koyuldu. Elinde sadece basit bir bakır çubuk bulunduruyordu.
Kelly bu bakır çubuk sayesinde otuzdan fazla yeraltı su kaynağını tesbit edebildi.
Hatta bu çubuğa bakarak, suyun ne kadar derinde ve ne miktarda olduğunu da haber veriyordu.
Halbuki aynı bölgede daha önce bir çok mühendis tarama yapmış, ancak muvaffak olamamışlardı."
Radyastezi üzerine en ciddî ilmî çalışmalar Rusya'da yapılmıştır.
Üstelik bu çalışmalar, madde ötesi varlıkların toptan inkara uğradığı bir döneme rastlamaktadır.
Mesele bu yönüyle de ilgi çekicidir.
Bir yandan bu nevi araştırmalar inkar edilirken, diğer taraftan da kullanma mecburiyeti hasıl oluyordu.
Dolayısıyla Rus ateist bilim adamları, mistik sihir olarak nitelenen bu nevi ilmî araştırmalara bir isim bulmada zorluk çekiyorlardı.
Bu inkarcı yaklaşıma rağmen Rus jeologları, cesaretle meselenin üzerine eğildiler.
Nihayet Dr. Bodomolow isminde bir su jeoloğunun eline aldığı bakır çubuklar, aniden titreşim yaparak, bulunduğu yerde büyük bir yeraltı su deposu olduğunu gösterince herkes dehşete düşüverdi.
Zira artık elindeki çubuk ve bedenindeki radyastezi şuaları ile yer altındaki derelerin derinliğini ve su damarlarının çapını bile anlayabiliyordu.
Dr. Bodomolow, nihayet radyastezi çubuklarının maharetini kabul etmiş ve bu mistik hadiseye inanmayı kendine telkin etmeye başlamıştı.
Böylece Rusya'da arka arkaya yapılan testler, insanın, toprağın derinliklerindeki maddelere karşı, tuhaf bir duyarlık istidadının olduğunu göstermiştir.
Bu duyarlık bilim için oldukça hayatîdir.
İlim adamları bunun da mutlaka kullanılıp geliştirilmesi gerektiğine inandılar.
O kadar ki, aynı akademiye mensub birkaç bilim adamı, bizzat Stalin'in şahsi arazisi üzerinde araştırma yaparak, buldukları neticeyi bilimsel bir dergi olan "The Journal of Electricitiy" (Ocak 1944) de yayınlamak cesaretini de göstermişlerdir.
Bu hadise o gün Rus bilim adamları arasında bir hayli yaygınlaşmıştı.
Bunun üzerine 100'den fazla bilim adamı (bir kısmı kızıl ordudan) geniş çapta bir radyastezi araştırma yapmaları için görevlendirildi.
Belli bir arazi tayin edildi.
Herbirinin elinde normal yaş ağaçtan (Y) şeklinde kesilmiş çubuklar bulunuyordu.
Bu çubuklar su olan bölgeye gelindiğinde esrarengiz bir şekilde duyarlık gösteriyorlardı.
Sonunda "Bilimsel Komisyon" radyastezi çalışmalarına "evet" diyerek, çubuklara da "Büyücü değneği" ismini verdiler. İşin ilgi çekici bir yanı da bu radyastezi çubuklarının duyarlılığına hiçbir maddi kuvvet mani olamıyordu.
Kauçuk eldiven takıyorlar, değişik maddelerden mamul zırh giyiyorlar yine de bu çubuklar harıl harıl çalışıyor ve insandaki esrarengiz istidatlarla alakaya devam ediyorlardı...
Bugün artık Sovyet bilimine radyastezi iyice yerleşmiş ve geliştirilerek bilimsel olarak da "The Biophysical Effects Method" kısaca "BPE" olarak adlandırılmıştır. Fakat aynı zamanda "Niçin ve nasıl?" sorularını da beraberinde getirmiştir.
Su, insan ve basit bir çubuk arasında nasıl bir ilişki söz konusu idi? elektromağnetizm gibi bilmediğimiz bir enerji ya da insanın henüz keşfedilmemiş bir duyum organı mıydı? Hep beraber göreceğiz...
H- Önsezi (Hiss-i Kable'l-vuku)
Bilindiği gibi asrımıza gelinceye kadar, madde ötesi varlıklar hakkında ilmî seviyedeki araştırmalar bugünkü buudlarıyla henüz gerçekleştirilmemişti.
beraber ilmî bir kariyer ifade etmese de, insanoğlu madde ötesi âlemlerle yakından alakadar oluyordu.
Bu da bize, herşeyin maddeye bağlı ve bağımlı olmadığını gösterme bakımından önemli bir referanstı.
Önceleri bir kısım insanlar, o günlerde izahı yapılamayan bir takım gizli kabiliyetler ve maharetler göstermişlerdir.
Ne var ki bunlar sadece maden ve su arayıcılığında, bir kısım hastalıkların teşhisinde, cinayet suçlularının tesbit edilişinde, çalınan eşyaların saklandığı yerlerinin tayininde, hırsızların izlerinin takibinde ve kaybolmuş insanların ortaya çıkarılması gibi hususlarda kullanılıyordu.
Bugünkü yaklaşım tamamen farklı ve fizik ötesi hadiselerin hayatımızla ne kadar içli-dışlı olmasıyla alakalı. Hemen herkes farkında olsun veya olmasın başından geçmiş bir hayli esrarengiz hadise vardır.
Mesela, herhangi bir hadiseyi önceden hissetme veya zikredilen bir şahsın, üç-beş dakika sonra çıkıp-gelmesi, ilk defa karşılaştığı şahsı veya manzarayı önceden görmüş olma hissi.. birinin içinden geçenleri okuma, bir düşüncenin bir-kaç insan tarafından birden ifade edilmesi, olduğu gibi zuhur eden ilhamlar.. hepimizin başından geçen dünya kadar hadise vardır ki, bunların hiçbiri üzerinde ne düşünmüş ne konuşmuş ne de imâl-i fikretmişizdir.
Buna rağmen bu sırlı hususlar ve bu esrarengiz alaka bizlere daima bir takım gizli mesajlar sunmakta, hayatı ve kâinatı daha şuurlu bir şekilde duyup yaşamaya davet etmektedir.
Hayatı duyarak yaşayan ve bir kısım garip hadiselere maruz kalan insanın, belki de en çok karşılaştığı ve telestezinin bir buudu olan hiss-i kable'l-vukû (önsezi, hadiseleri önceden hissetme) mevzuu da yine rûhî duyularla ilgili ve madde ötesi varlıkların mevcudiyetine ayrı bir delil teşkil eder.
Önsezi ile ilgili yüzlerce, binlerce hatta yüzbinlerce misal bulmak mümkündür.
Biz burada sadece kendi dünyamıza ait birkaç misal ile yetineceğiz:
İncelerden ince büyük bir kadın Hz. Fatıma anamız, Efendimizin vefatından sonra, her günü bin ölümden daha ağır bir hicran ve ayrılığa ancak altı ay kadar dayanabildi.
Babasını kaybedince, âdeta semasının bütün yıldızları sönmüş ve onun için dünya, zindandan farksız bir hale gelmişti.
Son bir iki ayı da hep yatakta geçirmişti. Ayağa kalkamayacak, hatta doğrulamayacak derecede hasta idi.
Ümmü Seleme validemiz (Efendimizin zevcât-ı tâhiresinden) ise başucundan ayrılmıyor, Allah Rasulü'nden (s.a.s.) geri kalan bu tek ve biricik emaneti gözü gibi koruyordu.
Saçlarını okşuyor, yüzünü, gözünü öpüyor ve her türlü hizmetinde bulunuyordu. Belki o da bu yaptıklarıyla Allah Rasulü'nün rûhâniyatını hoşnud ve memnun etmeye çalışıyordu. Şimdi hadiseyi, nurlu validemiz Ümmü Seleme'den dinleyelim:
"Son günüydü. Gözleri eskisi gibi pırıl pırıl yanıyor, her tarafından neşeli olduğu belli oluyordu. Bir ara 'Artık ben kalkmayacağım, bana bir gusül abdesti aldırın' dedi. Denileni yaptım. Bana tekrar baktı ve neşe dolu bir eda ile 'Ben biraz sonra vefat edeceğim ve Sevgili Babama kavuşacağım. Artık beni ikinci bir defa daha yıkamayın' dedi. Aradan birkaç dakika ya geçmiş ya geçmemişti ki nur kadın vefat etti." (İbni Hacer, el-İsabe, 8/57,58; Ebu Nuaym, Hılye, 2/42,43)
İşte Hz. Fatıma (r.anha) vefat edeceği haberini verirken henüz ölümün manyetik alanına girmiş değildi. Hatta sekerâta bile maruz kalmamıştı; acaba ölüm nasıl bir tebessüm ile kendisine görünmüştü ki, biraz sonra vefat edeceğini söylemişti.
Yine bunun benzeri bir hadiseyi de Tâhirü'l-Mevlevi anlatıyor: "İskilipli Atıf Hoca ile aynı kağuştaydık. Hocanın ertesi gün mahkemesi vardı. Bu yüzden durmadan müdafaa hazırlıyordu. Derken sabah vakti yaklaşmış idi ki, yataktan kalktı ve gece geç vakitlere kadar hazırladığı müdâfaaları yırtıp atıverdi. Niye böyle yaptığını sordum. Şöyle cevap verdi: "Bu gece Peygamber Efendimizle (s.a.s.) müşerref oldum. Bana: 'Atıf! Hala bize gelmek istemiyor musun?' dedi. Ben de: 'İstiyorum Ya Rasulallah!' karşılığını verdim. Artık kendimi müdafaa etmemin bir manası kalmadığı kanaatindeyim. Zira bana ***ri, sefer göründü, Rasulullaha kavuşacağım' dedi. Hakikaten dediği gibi oldu. O gün Atıf Hoca son duruşmasında hüküm giydi ve birkaç gün sonra da idam edildi."
Şimdi İskilipli Atıf Hoca acaba, Efendimizle (s.a.s.) nasıl bir irtibat kurmuştur ve Allah Rasulü (s.a.s.) ***bî ifadesinde ona öleceğini ne şekilde bildirmişti ki o da müdâfaadan vazgeçivermişti? İşte bunların hiçbirini maddi sebebler ile izah kabil değildir.
Hz. Fatih, iştiyakla Hz. Ebu Eyyûb el-Ensâri (r.a.)'in mübarek merkad (kabri)inin bulunmasını ister. Zira bu, onda bir aşk, bir iştiyak haline gelmiştir. ***esinin tahakkuku için Akşemseddin'e müracaatta bulunur. Akşemseddin murakebeye varır. Ve o büyük sahabinin merkadini bu yolla tesbit eder.
Hz. Ebu Eyyûb el-Ensârî hazretleri ile ilgili benim de bir hatıram var müsadenizle onu burada arzetmek istiyorum:
Senelerce önce, Ebu Eyyub el-Ensari hazretlerini ziyaretlerimden birinde ve tâm ziyaret esnasında içime -ihtimal onun oradaki huzuruyla alakalı- bazı şeyler geçmiş olacak ki, tam benim içimden bu duygular geçerken birden burnuma Cennet kokusu gibi bir koku geldi. Uzun süre de kokunun tesiri geçmedi. Sanki bu büyük sahabi bana, "Evet buradayım" der gibiydi. Akşemseddin Hazretleri onu tam yerinde keşfetmişti. Şimdi, ne Akşemseddin Hazretleri'nin keşfini ne de benim duyduğum o enfes güzel kokuyu madde ile izah etmek mümkün değildir. Fakat bütün bunlar birer vak'a ve birer realitedir.
İ- ***bı Bilmenin Manası
Görüldüğü gibi insanın malumatı, maddi-manevi çok farklı bir buud arzetmektedir. Evet, Allah'ın bildirmesi ile insanlar, "***b" dediğimiz ve insan ilmine perdeli olan malumatları da bilebilmektedir.
İnsan ilminin muttali olamayacağı kadar uzak mazi ve istikbale ait hadiseler ''***b" kabul edilmektedir. ***bı da Allah'tan başka hiç kimse bilemez. Ancak bu ifadeyi çok iyi anlamak gerek. "***bı sadece Allah bilir" demek Cenab-ı Hakk, ***bı kimseye bildirmez demek değildir. Nitekim ayette bu husus açık ifade edilerek, istisna yapılmıştır. "***bı bilen O'dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez. Ancak razı olduğu elçiye gösterir. O elçinin önüne ve arkasına gözetleyiciler koyar." (Cin, 72/25,26) denilmiştir. Peygamber böylece Allah adına konuştuğunu ispat etmiş olacak ve bu da onun hesabına mu'cize sayılacaktır.
Diğer taraftan seviye farkı çok değişik olmakla beraber, Cenab-ı Hakk bazı veli kullarının da gözlerini açar, onlara, başkalarının göremedikleri noktaları gösterir. Yani bazı kimseler fıtratlarında bu duyuya ait meleke mevcuttur. Hatta bazı medyumlar da böyle bir ruhî melekeye sahip olarak yaratılmışlardır. Onlar, da kendi cehd ve ***retleriyle, Cenab-ı Hakk'ın fıtratlarına yerleştirdiği bu melekeyi çalıştırır ve istikbale ait çok meseleleri hissedebilirler. Ancak bunların hiçbiri, mutlak ***bı bilmek değildir. Mutlak ***bı bilmek, Allah'a mahsustur. Peygamberlerin, velilerin ve medyumların bildikleri ise, mutlak ***ba göre oldukça sınırlı ve mahduddur. Ve yine bu da ancak Allâmü'l-Guyûb'un bildirmesiyledir. Yoksa normal şartlarda ve beşeri ölçüler dahilinde, ***bı bilmek, maziyi ve istikbali, hadiseleriyle ihata etmek imkansızdır.
Kur'ân-ı Kerim, ***be ait verdiği haberler ile beşerin dikkatlerini üzerine celbetmiş mû'ciz bir kitaptır. Ne bir velinin ne de herhangi bir medyumun ***btan haber verme hususunda Kur'ân'la boy ölçüşmesi imkansızdır. Zira Kur'ân, Ezel ve Ebed Sultanı olan Cenâb-ı Hakk'ın kelâmıdır ve verdiği haberler de ezel ve ebed kaynaklıdır. Bu meyanda Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de zaman zaman, ilm-i ***be mazhar olmuştur. Ve mazhar olduğu bu lütuflar, O'nun nübüvvetinin birer mu'cizesi olarak addedilmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.)'in dünya mihrabından, mazi ve müstakbelle alakalı bazı mu'cizevi haberlerinden birkaç misal arzedeceğiz.
a- Peygamberimizin ***bı Bilmesi
Kur'ân, Peygamberimize (s.a.s.) verilen bir mu'cize kitap olması hasebiyle, Efendimizin Kur'ân diliyle anlattığı bütün ***bî haberler, aynı zamanda O'nun peygamberliğini de te'yid eder. Fakat bir de Efendimiz (s.a.s.)'in, doğrudan doğruya kendi diliyle verdiği ***bi haberler vardır ki, biz daha ziyade burada ondan söz edeceğiz. Zira şimdilerde telestezi diye anlaşılan hususlar ile alakalı en mühim vak'alar, önce bin bu kadar sene evvel, Efendimizden sadır olmuş ifadelerdir. Bunlar elbette birer mu'cizedirler. Ancak Peygamber Efendimiz (s.a.s.), bütün bunları söylerken kendinden söylemiş değildir. O'nun bir beşer olarak bu ***bi ufuklara ulaşması söz konusu olamaz. Halbuki öte yandan 14 asır önce söyledikleri bir bir vaki olmuştur. Bütün bu hâdiseleri ve mucize olarak cereyan eden hadiseleri maddi şeylerle izah etmeye imkan yoktur. Öyleyse, Allah Rasulü'nün verdiği ***bi haberlerin aynen zûhuru, bir bakıma madde ötesi varlıkların isbatına da bir delil teşkil eder.
Peygamber Efendimizin (s.a.s.) ***bi haberlerini iki ana grubta toplamak mümkündür. Bunlardan birincisi kendi devrine ait verdiği ***bi haberler ve vakti gelince bunların tahakkuk etmesi, ikincisi ise yakın ve uzak istikbale dair verdiği haberler ve bunların günü geldikçe zuhurudur. Efendimiz'in bu tarzda ***bi haberleri oldukça fazladır..
1) Peygamberimizin Kendi Devrine Ait Verdiği ***bi Haberler.
a- Senin baban Hüzafe'dir
Başta Buhari ve Müslim olmak üzere bütün hadis kitapları ittifakla şu hususu kaydediyorlar: Birgün Allah Rasulü minbere çıkmışlardı. ***bî aleme ait bir kısım haberler veriyorlardı. Bu esnada bir hayli de celalli görünüyorlardı. Bir ara "Bugün bana istediğinizi sorun" buyurdular. Herkes birşeyler soruyor, o da cevap veriyordu. Tam o esnada bir genç ayağa kalktı, "Benim babam kim ya Rasulallah!" diye sordu. Hakkında dedikodu ediliyordu. Babası olmadığı yolundaki bu dedikodular burnunu kızartıyordu ve insanların yüzlerine rahatça bakamıyordu. Bugün bir fırsat bulmuştu.. ve işte onu soracak ve bundan sonra o ezici bakışlardan kurtulacaktı. Efendimiz şöyle cevap verdi: "Senin baban Hüzafe'dir." Genç artık müsterihtir. Aldığı cevap onu memnun etmişti. Bundan böyle o da bir babaya nisbet edilerek çağrılacaktı. "Abdullah b. Hüzafet'üs-Sehmi (r.a)" şanlı ve samimi bir sahabi...
Allah Rasûlü (s.a.s.) minber üzerinde celalli bir vaziyette ve herkese birşeyler anlatıyor. Bu arada, sorulan sorulara da, ***bâşina bir üslupla cevaplar veriyordu. Rasûlullah'ın neden celallendiğini bilemiyoruz ama, Hz. Ömer birden ayağa kalkıp, Allah Rasûlü'ne hitaben sanki O ***bi bilmese de O'na inandıklarını dile getirir bir eda ile: "Biz rab olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan ve peygamberimiz olarak da Hz. Muhammed (s.a.s.)'den razıyız" (Buhari, İlim 28,29; Mevakit 11; Tefsir 5,12; Fiten, 15; İ'tisam, 3; Müslim, Fezail, 134-138) dediğine şahit oluyoruz ki, onun bu ince ve manidar sözleri, Efendimiz (s.a.s.)'i yatıştırmıştır.
Peygamber Efendimiz'in (s.a.s.) mesciddeki istikbale ve ***ba ait bir kısım haberler vermesi, mescidi dolduran binlerce sahabî huzurunda meydana geliyordu. Ve bütün sahabî Allah Rasûlü (s.a.s.)'nün dediklerini aynen tasdik ediyor ve adeta sükûtlarıyla da "sadakte" (el-Hak, doğru söyledin ey Allah'ın Rasûlü) diyorlardı.