kayseri escort ankara escort izmir escort antalya escort bursa escort istanbul escort

Etiketlenen üyelerin listesi

Toplam 3 adet sonuctan sayfa basi 1 ile 3 arasi kadar sonuc gösteriliyor
  1. #1
    Nartaneside - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Uzak duя huzuя veя!
    Üyelik tarihi
    08.Ocak.2016
    Mesajlar
    19,824
    Mentioned
    1221 Post(s)
    Tagged
    27 Thread(s)

    Varlığın Metafizik Boyutu (Ruh, Melek, Cin, Şeytan

    Varlığın Metafizik Boyutu (Ruh, Melek, Cin, Şeytan


    Metafizik Boyutu (Ruh, Melek, Cin, Şeytan)




    RUH

    1- RUH KELİMESİNİN ETİMOLOJİSİ

    Ruh arapça bir kelimedir. "Ravh" ve "Rîh" kelimeleriyle aynı kökten gelir. Ravh, rahmet; rîh da rüzgar demektir. (İsfehani, Müfredat-ı Elfazı'l-Kur'an, R-V-H maddesi, s.369,371, Dâru'l-Kalem.)

    Ruh kelimesine gelince, onun pek-çok manası vardır. Bunlardan bazıları ise şunlardır.

    a) Vahiy;

    "(Allah), emrinden olan ruhu kullarından dilediğini indirir." (Mü'minun 40/15)

    "Melekleri, kullarından dilediğine, emrinden olan ruh ile indirir."(Nahl, 6/2) gibi ayetlerde İbn-i Abbas'ın görüşüne göre "ruh" vahiy manasında kullanılmıştır.

    Vahiy, ruhtur. Hayatın ta kendisidir. İnsanlık hakiki hayata onunla ermiştir. Vahyin soluklarından mahrum kavim ve milletler ruhsuz cesed gibidir. Onun içindir ki Kur'an-ı Kerim'de "Ey iman edenler, hayat bulabilmeniz için Allah ve Rasulü'nün davetine icabet edin!" (Enfal, 8/24) denilmektedir.

    b. Nübüvvet:

    Yukarıda zikrettiğimiz ayetlerden nübüvvet manasını da anlayanlar olmuştur. Zaten nübüvvetle vahiy birbiriyle sebeb-netice münasebeti içindedir.

    c. Kur'an:

    Ruh'a, Kur'an manasını verenler de vardır. Çünkü o, bütün beşeriyete hayat kaynağıdır.

    d. Ferah ve sürur:

    Ruhi melekelerin çalıştığı ve rûhânîyatın hakim olduğu yerde daima manevi bir sevinç ve sürur vardır. Bu açıdandır ki, ruha bu mana da verilmiştir.

    e. Cibril:

    Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetlerinde er-Ruh, Cibril manasında kullanılmıştır. "Biz onu ruhu'l-kudüs ile teyid ettik." (Bakara, 2/87) ayetindeki ruhu'l-kudüs ittifakla Cibril (a.s)'dır.

    f. Ruh:

    Bu kelimenin bir manası da kendi adına izafe ile anılan bazı varlıklardır. Yani insan, cin, melek cinsi gibi bir de Cenab-ı Hakk'ın yarattığı bazı varlıklar mevcuddur ki onların adı da "Ruh" tur. İbn-i Abbas, "Ruh, yedinci kat semada bulunan bir melektir. Yüzü insanın yüzüne benzer. Ancak cesedi melek cesedidir." (İbn-i Kesir, Tefsir, 5/112,113) der.

    g. Mesih:

    Ruh kelimesi bazı ayetlerde Hz. İsa (a.s)'ya izafe edilmiştir. "Allah'tan bir ruh"(Nisa, 4/171) ayetinde ruh, Hz.İsa (a.s) manasınadır.

    j. Nefıs, Can:

    Ruh denilince akla ilk gelen mana cesede can veren, onu hayattar kılan güçtür. (Müfredat, Isfehani, s.369-371)

    2- RUH EMİR ALEMİNDENDİR

    Ayette: "(Ey Habibim!) Sana ruhun ne olduğunu soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrinden ibarettir. Bu hususta size pek az bilgi verilmiştir."(İsra, 17/85) denilerek bu hakikata işaret edilmektedir.

    Ruh, Kudret, İrade ve Kıdem gibi sıfatlardan değil, doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk'ın zatından gelmekte ve O'nun Rubûbiyetine dayanmaktadır.

    O, Emir Alemi'ndendir. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikatı ifade ederken "Ruh, zîhayat, zîşuur, nûrânî, vücud-u harici giydirilmiş; camî, hakikatdar, külliyet kesbetmeye müstaid bir kanun-u emrîdir." der.(Bediuzzaman, Sözler, 29.Söz s.231, Nesil Yayınları) Ruhun kendine göre nûrânî bir kılıfı vardır ki, buna "misâlî beden" denilmektedir. Adeta o, içinde bulunduğu bedenin dublesi gibidir.

    Ruh maddeden mürekkeb değildir. Bunun manası, ruh, âlem-i halktan (Alem-i maddi veya alem-i şehadet de denilen şu gördüğümüz ve yaşadığımız alem) değildir, demektir. Ruh alem-i emirdendir. (Alem-i emir, maddi ölçülere girmeyen ve daha ziyade kanunların hakim olduğu bir alemdir. Bu alemde esas olan madde değil, ma'nadır.) Yani, o atomların biraraya gelmesiyle hasıl olan bir varlık değil; melâike gibi Allah'ın emriyle meydana gelen zîşuur, nûrânî kanunlardan ibarettir. Küreler ve atomlar, hatta çekirdekle elektronlar arasındaki çekme kanunu gibi, ruh da bir kanundur. Fakat ruh şuurludur. Diğer kanunların ise hayat ve şuuru yoktur.

    Ruh maddeden mürekkeb olmadığı için basittir; sabit bir varlığı vardır.

    Ruh, beden içinde bulunduğu sürece belli kayıtlar altındadır. Ancak o, beden ile münasebetini kesince, külliyet kazanır ve her türlü kayıttan kurtulmuş olur. Böyle olunca da görüş ve hissedişi apayrı bir buudda cereyan eder. Onun içindir ki, ölüm sekeratına girmiş bir insanın (daha önce iman etmemişse) imanı makbul değildir. Zira o, tabiat ötesi alemi görmüş ve gideceği yeri müşahede etmiştir. F'iravun böyle bir anda iman ettiği için imanı kabul olmamıştır. Halbuki Cenab-ı Hakk'ın rahmeti gazabına sebkat etmiştir. (Buhari, Tevhid 15, 22, 28, 55; Bed'ül-Halk 1; Müslim, Tevbe 14-16) Buna rağmen o insanın, imanı kabul edilmemektedir. Zira artık o, hakikatı apaçık görmüş ve imtihan sırrı ortadan kalkmıştır. Demek ki, ölüm anında ruhun gördüğü bir hakikat vardır. Ve yine demek ki, o hakikatı gören bir de ruh vardır. Çünkü cesed artık hiç birşey görmemektedir.

    Arthur Hill diyor ki:


    "Atomların veya elektronların varlıklarını göremediğim halde, reaksiyonlarına bakarak onların varlıklarına nasıl inanmış isem, ruhların varlıklarına da, gördüğüm olayları değerlendirerek aynı suretle inanıyorum."***

    Vıctor Hugo, imansız şairler arasında sayılmaktadır. O sosyalistlerin istismarına müsaid, sefalet şiirinin şairidir. Ancak yine o, son anlarını yaşarken şöyle demiştir: "Artık çanları çalmayın. (Yani vasıtayla araya girmeyin.) Zira ben Allah'a inanıyorum."

    Acaba, birkaç insanın beynini taşıyan bu muhteşem dimağ, hayatının son dakikasına kadar eşya ve hadiselerden ders almamışken o dakikada ne gördü ki, kilisenin aracılığını da elinin tersiyle iterek "Ben Allah'a inanıyorum" dedi. Belli ki, onun bu itirafı, ruhunun müşahade ettiklerinden ileri gelmişti.

    Ruh ve Madde Dergisi şöyle bir hadiseyi naklediyor:

    Meşhur mucid Edison, bedeni terkeden ruhun, ölümden sonra yaşadığına kuvvetle inanmakta idi. Ayrılık saati yaklaştığı sırada, doktoru, Edison'un birşeyler söylemek istediğini görmüş, hastanın üstüne doğru eğilmiş ve ölmek üzere olan büyük adamın şöyle dediğini duymuştur: "Ötesi gerçekten harikulade"


    Kaynak :(Alıntılar)

    Hz. Aişe Validemiz, Efendimizin vefatını anlatırken der ki: "Son anlarını yaşıyordu. Bazen rahatsızlandığında bana okuturdu. Ben de O'nun mübarek elini tutar, o eli şefaatçi yaparak yine O'nun ağrıyan uzvu üzerine koyar ve dua ederdim. O esnada da öyle yapmak istedim. Elini tutmak istediğimde şiddetle çekti. Ve: "Allah'ım! Yüce dostların yanını istiyorum"dedi. (Buhari, Megazi 83; Müslim, Selam 50, 51; Ebu Davut; Tıb 19; İbni Mace, Tıb 38) Belli ki artık öteleri özlüyor ve dünyada kalmak istemiyordu. Efendimiz veraların verasını müşahade ettiği bir anda öteleri talep ederken, söz konusu hususa da işaret ediyor, ruhun varlık ve bekasını dile getirmiş oluyordu.

    Doktor William Hunter'in ölürken: "Kalem tutacak kadar kuvvetim olsaydı, ölümün ne kadar kolay ve zevkli olduğunu yazabilirdim." ***dediği nakledilir. Zira ki, ölüm anında insan, tabiatın ötesini seyretmektedir.

    3- RUHUN VARLIK DELİLLERİ

    Buraya kadar ruhtan ve ruhun yapısından çok kısa ve bir özet hüviyetinde bahsetmiş olduk. Şimdi de aynı usulle ruhun varlık delillerinden bahsetmek istiyoruz. Esasen bu deliller bizim takdim edeceğimiz miktarla sınırlı değildir. Fakat yine de bu miktarın dahi tezimizin isbatına yeterli geleceğine inanıyoruz.

    A- Dedubleman

    "Dedubleman" latince ''dublex" kelimesinden iştikak etmiş (türetilmiş)tir. Ruhî melekeleri ihtiva eden eş, ikiz, benzer manalarına gelir. Bizim literatürümüzde ona "Vücud-u mevhibe-i Hakkani veya Rabbani" denilmektedir. "Astral Beden" de aynı manaya kullanılır. Spirtualizmada, yaşayan insanların "fantom" larına bu isim verilmektedir.

    Deduble, mekân ve zamana tabi değildir. Çünkü o nûrânî bir varlıktır. Etrafında "Aura" denilen ışıklı bir hâle vardır. Deduble bir yerden bir yere giderken engel ve mesafe tanımaz. O, rûhânîyata açık insanlar tarafından müşahade edilir.

    Bir başka misali de, insanların en kutlularından verelim. İşte İbn-i Abbas! Allah Rasulü'nün "Allahım, o'nu dinde fakih kıl ve ona te'vili öğret" (Buhari, Vudû 10; Müslim, Fezailu's-Sahabe 138; İbni Mâce, Mukaddime 126) diye dua ettiği bu ilim okyanusu büyük sahabinin vefatını bize Meymun bin Mihran (r.a) şöyle anlatıyor:

    İbn-i Abbas vefat ettiğinde ben oradaydım. Techiz ve tekfini yapılırken, kuş gibi bir şeyin kefeniyle cesedi arasına girdiğini gördüm. Daha sonra onu kabre koyarken gaibten bir ses duyuldu. Ses:

    "Ey mutmainne olmuş nefis! Râzı edici ve râzı edilmiş olarak Rabbine dön. İyi kullarının arasına gir. Cennetime gir." (Fecr, 89/27-30) ayetini okuyordu. Herkes donup kalmış ve bu sesi dinlemişti. (Hilyetü'l-Evliya, 1/329)

    Hz. Meymun'un gürdüğü ne idi? Evet o infisal etmiş bir ruhu, yani asıl bedenin dadublesini müşahade etmişti. Ve sanki Cenab-ı Hakk, bu sevgili kuluna "Hoşgeldin" diyor ve onu rûhânîlerle karşılıyordu. Hz. Meymun gördüğü hadiseye, binlerce insanı şahid tutuyor ve söylediğini öyle söylüyordu. Ve işte bu binlerce insan susmalarıyla O'nu tasdik ediyor ve hadisenin doğruluğuna şahitlik yapıyorlardı.

    Sadece şu iki müşahade dahi, tabiat perdesini yırtıyor ve bize, madde cidarının verasında nurlu bir alemin bulunduğunu isbat ediyor. Bu öyle bir alem ki, dünya ile arasında sadece tenteneli ince bir perde vardır. Yani şehadet alemi, ***b alemi üzerine gerilmiş bir perdeden ibarettir. Hakikata aşina, hakikatlar hakikatına nigehban herkes dikkatle baksa, tabiat ve fiziğin ötesinde aradığı hakikatın berrak ve dupduru yüzünü görecektir.

    B- Ruhî Degajman ve İmtisal

    Her insanın bir dedublesi, bir beden-i misâlîsi vardır. Bu deduble mâi gibidir ve bedenin içine yerleşmiştir. Diğer cisimlerde ise biz bunu elektrik akımı şeklinde görürüz.

    Mesela; şartlarına uygun şekilde bir yaprağın fotoğrafı çekildiğinde, onun etrafını saran bir yaprak daha görülür. Yine parmağımızın resmini aynı şartlar altında çeksek, parmağımızın çevresinde bir parmak daha müşahade ederiz. Materyalistler tarafından da bu, elektrik akımı olarak izah edilmeye çalışılsa bile ilmen sabittir ki parmağımızın etrafında görülen, esasen bütün vücudumuzu çevreleyen dedublemizin o uzva ait kısmıdır. Bu asla bir elektrik akımı değildir.

    Deduble, perispri, ruhumuzun kılıfıdır. Bu varlık, ihtiyaç anında bizim cesedimizden ayrılır ve hiçbir engel tanımadan bizden uzaklaşır. Bu onun infisal, yani ruhî degajman halidir. Bir de dedublenin geriye dönüşü ve bedenle bütünleşmesi vardır ki, buna da "ruhi imtisal" denir. Ruhen terakki etmiş insanlarda bu durum çok sık olur. Onlar için ruhî degajman sıradan bir vak'a haline gelmiştir.

    Ehlullahtan "Abdal" kısmı buna her zaman mazhar olurlar. Bu meseleye o kadar çok misal vardır ki, saymakla bitmez, anlatmakla tükenmez. Bir şahıs yirmi ayrı yerde görülür. Mesela, son Nakşi şeyhlerinden Aziz Efendi, Havran'da olduğu aynı anda Edremit'te de görülür. Ve bu nice defalar tekrar eder durur. Turgutlu'daki bir başka zatı da aynı zamanda Salihli'de görenler olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri hapishanede demir parmaklıklar arkasında tutsak bulunduğu aynı an ve zamanda, şehrin ortasındaki en büyük camide, Cuma vaktinde cemaat içinde namaz kılarken görülmüş; gardiyanlar hayret ve dehşetle hapishaneye döndüklerinde de onu hapishanede bulmuşlardır.

    Abdülhamid Cennetmekan hiç hacca gitmemiştir. Halbuki o, her sene hacda görülmüştür.

    İşte bütün bunlar ve bunlara benzer vak'alarda görülen o şahsın dedublesidir.

    C- Yaşanmış Hadiselerle Ruhun Varlığı

    a- Rahib Bertrand ve Şair Geothe

    Ruh ve Madde Dergisinde şöyle bir vak'a anlatılır:

    "İngiliz protestan rahibi L.J. Bertrand, İsviçre'ye, yüksek dağları ziyaret etmek isteyen bir çocuk grubunu götürmüştü. Lucerne civarında iki de rehber alarak dağa tırmanmaya başladılar.
    Kayalıkları tırmandıktan sonra "Buzullar" mıntıkasına vardıklarında rahip kendini yorgun hissetti. Çocukları rehberlere emanet ve onlara takip edecekleri yolu da tarif ederek başka bir yere ayrılmamalarını tembihledi.
    Çocuklar ayrıldıktan sonra dinlenmek üzere düzlük bir yere oturdu. Fakat az sonra, derin bir uyku üzerine çöktü. Birden, uyandığını sandı. Yavaş yavaş şuuru avdet ediyordu. Fakat dehşetle artık kendi vücudunda olmadığını anladı.
    Şuuru bir balon gibi bu vücudun üzerinde dalgalanmaktaydı. Uyumuş hareketsiz vücudunu bir heykel gibi seyrediyordu. Kolunu bacağını oynatmak için gösterdiği bütün ***retler boşuna idi, yerdeki vücut kendine yabancı gibi duruyordu.

    Bir kaç dakikalık telaş ve korkudan sonra bu yeni halinin hiç de fena bir durum olmadığını fark etti. Kendini çok hafif, yorgunluktan ve her türlü acıdan ve fiziki bağdan uzak hissediyordu.
    Birkaç tecrübe ona ***ret sarfetmeksizin hareket edebileceğini gösterdi.
    Dik yamaçlar boyunca uçuyor ve buzlu dağ havasında bir kuş gibi yükseliyor, göz açıp kapayıncaya kadar istediği yere gidiyordu.

    Bu ona bir fikir verdi:

    Acaba çocuklar ne yapıyorlardı? Bunu düşünür düşünmez kendini onların arasında buldu.
    Ve hayretle kendi tarif ettiği yoldan gitmemiş olduklarını gördü.
    Boş yere onların dikkatini çekmeğe çalıştığı halde kimse kendisini görmedi.
    Hatta bir ara yemek molası veren gruptakilerin kendine ait yiyecekleri de afiyetle midelerine indirdiklerini seyretti.
    Onların etrafında uzun zaman kalarak söylediklerine, hareketlerine dikkat etti, sonra da hâla derin bir uykuda olan vücudunun yanına döndü.

    O zaman Lucerne'deki otelde karısının ne yaptığını görmek aklına geldi. Otelin antresini, garsonları, kalabalığı gördü.
    Bir otomobil geldi ve içinden karısı indi. Yanında dört başka şahıs vardı.
    dikkatini çekmeğe çalıştı; fakat evvelki teşebbüsü gibi bunda da muvaffak olamadı.
    Ancak onların otomobilden indiklerini, karısının bavulları nasıl yerleştirdiğini, sonra karısının nasıl çay içtiğini gördü.

    Fakat birden bir rahatsızlık hissetti. Lucerne'deki manzara kayboldu ve kendini vücudunun yanında buldu. Yol arkadaşları gelmişler ve onu donarak öldü zannetmişlerdi.
    Fakat rehberler kalbini dinleyerek attığını görmüşler, şimdi onu kendine getirmeğe çalışıyorlardı.
    Hadiseden daha sonra haberdar olan karısı da meseleye akıl erdiremedi.
    Çünkü gerek çocuk grubu, gerek karısına ait geçen olayları en ufak teferruata varıncaya kadar doğruydu."

    İnsanın dedublesi, cesed bir yerde dursa dahi, hayâtî bütün fonksiyonlarıyla beraber sayısız denebilecek kadar çok yerde bulunabilir. Bunun, "Zübdet'ül Hakayik" ***isimli eserde yüzlerce misali vardır. İslam tasavvufu adeta bu tür misallerin cümbüş yeridir.

    Batıda tecrübe, ilimde bir esas halindedir. Onlar denemediği şeye inanmazlar.
    Batılı, "Ruh var mı, yok mu?" bunu ya laboratuara getirmek ister veya en azından medyumun eliyle, ağzıyla, gözüyle kulağıyla bunu isbatlamaya çalışır.
    Onun içindir ki, batıda dünya çapında pek çok medyum yetişmiştir.
    Ancak, batıda da meselenin müşahidleri sadece medyumlardan ibaret değildir.

    Goethe bir Alman şairidir. Başından şöyle bir hadise geçmiştir. "Yağmurlu bir akşam arkadaşı K.... ile Weimar'da, Belvedere'de geziniyordu.
    Sanki karşısında bir hayal görmüş gibi birdenbire durdu ve yüksek sesle bağırarak şunları söyledi:

    "Ya Rabbi ! Eğer dostum Frederic'in bu anda Frakfurt'da bulunduğundan iyice emin olmasaydım bunun o olduğuna yemin ederdim." Bunu müteakip de dehşetli bir kahkaha salıverdi. "Ama bu ta kendisi... Dostum Frederic..
    Sen burada Weimar'dasın ha?.. Fakat Allah aşkına nasıl oldu da benim geceliklerimi, takkemi, terliklerimi giyip böyle koca bir caddenin ortasına çıktın?.." Goethe'nin gördüklerinden hiçbirisini görmeyen ve bundan hiç birşey anlamayan K.... şairin birden bire delirdiğini zannederek ürktü. Fakat yalnız kendi gördükleriyle meşgul olan Goethe elini uzatarak bağırdı:

    Goethe evine geldi ve Frederic'i evde buldu. Saçları dimdik olmuştu. Bir ölü gibi sararmış halde geri çekildi. Ve "Hayalet devam ediyor" diye bağırdı.
    Dostu cevap verdi. "Fakat azizim, insan sadık dostunu böyle mi karşılar?" Goethe hem ağlayıp hem gülerek: "Ah bu defaki bir ruh değil, et ve kemikten yapılmış bir varlık" diye bağırdı. Ve iki dost kucaklaştılar.

    Hadise şöyle olmuştu: Frederic, Goethe'nin evine gelmiş fakat yağmurdan ıslanmış olduğundan elbiselerini çıkarıp şairin geceliklerini, takkesini ve terliklerini giymişti.
    Bu halde iken koltuğa uzanıp uyumuştu. O da rüyasında Goethe'yi görmüştü ve Goethe ona şunları söylemişti: "Sen Weimar'dasın ha? Benim geceliklerimle.. takkemle, terliklerimle koca caddenin ortasına nasıl çıktın?"

    B- Astral Bedeni Müşahede

    "Ruh ve Kâinat" da yine şöyle bir hadise nakledilir. Bu hadise Dr.Burgess tarafından dostu Dr.Hodgson'a yazılan mektupla anlatılmıştır. Mektupta şöyle denmektedir:

    "Eşim 1902 senesi Mayıs ayının 23. Cuma günü saat 11.45'de ölmüştü. O gün öğleden sonra saat dörtte hasta ağırlaşmış ve bütün ümitler kesilmişti. Ben ölmekte olan hastanın yanında oturmuş elimle sağ elini tutuyordum. Saat 6.45'de odanın eşiği üzerinde ve havada paralel vaziyette duran, birbirinden ayrı üç küçük bulut gördüm.
    Boyları takriben dörder kadem uzunluğunda, hacimleri (oylumları) ise 6-8 parmak kadardı.
    Bu sırada ne odada, ne de dışarıda koridorda kimse yoktu. Bulutlar ağır ağır yatağa yaklaşıyorlardı. Biraz sonra yatağı tamamıyla sardılar.
    O anda hastanın yanında ve ayakta takriben üç kadem boyunda bir kadın şekli belirdi. Bu şekil saydamdı ve altın renginde parlak bir ziya neşrediyordu.
    Görünüşü fevkalade ihtişamlı idi.
    Üzerinde, eski Yunan tarzında, kolları geniş ve uzun bir elbise bulunuyordu. Başında bir çelenk taşıyordu.
    Ellerini eşimin başına uzatmış olduğu halde ayakta duruyordu. Bir misafiri sevinçle fakat aynı zamanda ciddiyetle karşılayan bir hali vardı.
    Etrafında kısmen görülebilen diğer bazı şekiller de dalgalanmakta idi.

    Eşimin üzerinde de düz durumda uzanmış, çıplak beyaz bir şekil belirmişti. Bu şekil, ölmekte olan hastanın sol gözüne bir kordonla bağlanmış bulunuyordu.
    Bu, onun astral bedeni idi. Asılı gibi duran bu şekil bazan tamamıyla hareketsiz kalıyor, bazan da büzülerek 15 pusa kadar iniyordu.
    Şeklin bütün organları tam ve mükemmeldi. (Astral) bedenin her büzülüşünde şiddetli bir kurtuluş mücadelesi başlıyor ve bu sırada fizik bedende çırpınmalar görülüyordu. Sükunete kavuşunca Astral beden de tekrar eski halini alıyordu.

    Eşimin son beş saatlik hayatı sırasında beni sersemleten bu vizyonu kesintisiz olarak gördüm. Bu vizyon, ancak gözlerimi kapadığım veya başka tarafa baktığım zaman kayboluyordu; fakat gözlerimi tekrar yatağa çevirdiğim zaman aynı vizyonu yine görüyordum.
    Bütün bu zaman içinde başımda kol ve bacaklarımda acaip bir ağırlık duyuyordum. Ve sanki uyuklar gibi gözlerimin kapandığını hissediyordum.
    Nihayet meş'um an geldi. Son bir titremeden sonra hastanın nefesi kesildi. Bu sırada astral bedenin kendisini kurtarmak için ***retini arttırdığını gördüm.

    Son nefes ve çabalama ile birlikte astral bedeni fizik bedene bağlayan kordon koptu ve derhal astral beden diğer ruhi varlıklar ve bulutlarla birlikte kayboldu. O andan itibaren hissettiğim ağırlık da üzerimden kalktı."

    c- Ölüm Anındaki Ruhî Müşahadeler

    Madam Florance Marryant anlatıyor: "Dostlarımın arasında medyumluk melekeleri üstün olan yüksek sosyeteye mensub genç bir bayan tanırım ki, bu kabiliyetini ancak birkaç yakını bilmektedir. Kendisi, bir sene evvel 20 yaşında, bulunan plöreziden hasta kızkardeşini kaybetmiş bulunuyordu. Edith (medyumun ismi) bu sırada bir dakika bile kızkardeşinin başı ucundan ayrılmamıştı. Duru görü (Clairvoyance) (Clairvoyance; başkalarının görmediği, gözle görülmeyen şeyleri görme kudreti) halinde ruhun bedenden yavaş yavaş ayrıldığını görmüştü.

    Anlattığına göre zavallı hasta, hayatının son günü, son derece hassas, geveze ve heyecanlı bir hal almıştı. Sırt üstü yatağa uzanmış mütemadiyen anlaşılmayan sözler ve cümleler söylüyordu. Edith bu esnada, akıcı bir bulut şeklinde, hafif dumana benzeyen bir şeyin, hastanın başı ucunda toplanmakta olduğunu gördü.

    Bulut yavaş yavaş yoğunlaşarak hastanın şeklini aldı. Rengi müstesna, her hususta tamamiyle kız kardeşine benziyor ve hastanın biraz üstünde, yüzü yere çevrilmiş olarak, havada dalgalanıyordu. Akşama doğru hasta sakinleşmeye başladı. Güneş battığı sıralarda hasta artık tamamiyle bitkin bir hal almış, son dakikalarını yaşıyordu.

    Edith, o an titreyerek kızkardeşine baktı. Yüzü morarmış, bakışları bulanmıştı. Buna mukabil üst kısımdaki hayal, bu sırada, bedenden kendisini kurtararak tamamiyle teşekkül etmiş ve canlılık kazanmıştı. Hasta, hareketsiz ve şuursuz bir halde, yatağında serili yatarken üstünde dalgalanan hayal fluoresan ışığına benzeyen parlak kordonlarla onun kalbine, beynine ve hayati organlarına bağlı canlı bir hal almıştı.

    Nihayet mühim an geldi; hayal hareket etmeğe başladı. Bu hareket hafif olmakla beraber, vücutta canlılık doğuruyordu. Edith, bu esnada, bu meraklı sahneyi seyre dalmıştı. Bu sırada, parlak iki şekil daha belirdi. Bunlar, büyük annesi ile büyük babası idi. Bu evde ölmüşlerdi. Her ikisi de, cesetten ayrı duran hayale doğru yaklaştılar. Onu şefkatle kucakladılar. O da, başını büyükbabasının omuzu üzerine bıraktı. Hastanın nefesi kesilinceye kadar bu halde kaldılar ve sonra hayal, kendisini cesede bağlayan parlak bağları kopararak ötekilerin kucaklarında, hep birlikte pencereden uçup gittiler."

    Madam Joe Suell anlatıyor: "20 sene devam eden hasta bakıcılığım sırasında, bir çok ölüm vak'alarında, ölenlerin başları ucunda bulundum. Ölümü müteakip daima insan şeklinde ruhi bir varlık, cesedin üzerinde yükseliyor ve sonra gözden kayboluyordu."

    Anlattığı vak'alardan birini aşağıda aktarıyoruz: "Maggie'nin annesi, ağır hasta olan kız kardeşinin yanına gitmiş ve yokluğu sırasında kızının yanında kalmamı benden rica etmişti. Kızı üç gün sonra, birdenbire ağırlaştı ve doktor yetişmeden kollarımın arasında son nefesini verdi. Bir ölümle ilk defa karşılaşıyordum. Kalbin durmasını müteakip, su buharına benzeyen bir şeyin cesetten ayrıldığını gördüm. Vücuttan çıkan bu buhar, yavaş yavaş yükselerek kendisine benzer şekilde yoğunlaşıyordu. Hatları evvela belirgin değilken, sonra yavaş yavaş beyaz sedef elbiseli bir insan şeklini aldı. Yüzü değişmemiş, ancak parlak bir şekil almıştı ve artık ızdıraplı çırpınmanın hatlarını taşımıyordu."

    Meşhur medyumlardan A.J.Davis bir kadının vefatı esnasındaki müşahadelerini şöyle naklediyor: "Kadında canın çıkışı sırasında bedenin beyin kısmında vukua gelen ve her an artmakta olan kuvvetli bir yoğunlaşma beliriyordu. Yoğunlaşan bu şey, çırpınmalar azaldıkça ve vücuttaki sarılık arttıkça parlak ve ziya saçan bir hal alıyordu. Can çekişme sırasında görülen bu çırpınışların çekilen acı ile herhangi bir alakası olmayıp, ruh tarafından hissedilmezler. Bunlar tamamiyle organik olan bir takım hareketlerdir. Ölüm anı yaklaştıkça bedenin organları, boşalan torbalar gibi birer birer yatağa seriliyor, buna karşılık hastadan ayrı olarak, ruhî bir bedenin teşekkülü tamamlanıyordu. Can çekişen hastadan ilk kurtulan, ruhî bedenin baş kısmı oldu ve yavaş yavaş diğer kısımları da ayrılarak tam ruhi bir beden olarak kadının başı ucunda ayakta durdu. Bu iki vücudu birbirine, göbeklerinden, hayat bağı dediğimiz, parlak bir kordon bağlıyordu. Bu kordon kopunca bir parçası cesette kaldı. Herhalde cesedin derhal bozulmasına mani olan budur. Kadının ruhi bedeni serbestliğe yavaş yavaş alıştı ve birdenbire ne yapacağını kestirmiş gibi harekete geçerek evden çıktı."

    Dr.F.A.Kraft anlatıyor: "Birinci Dünya savaşında hudutta çarpışan bir nefer 1920 yılında hastahanede ölmüştü. Son nefesini vermeden iki dakika kadar evvel şöyle bağırıyordu: "Hanri, Şarl, demek sizler oradasınız... Artık, etrafa hep birlikte tırpan atarız. Ben iki seneden beri hastayım... ah... evet bekleyin.."

    Ölenler, hemen bütün hallerde kendilerinden evvel ölmüş olan akraba ve arkadaşlarını görürler ve onlara isimleriyle seslenirler.

    Bu konuda ilgi çekici bir başka vaka ise şudur: "Amerika iç harbi kalıntılarından, uyanık ve serbest fikirli eski bir savaşçı, yatağına uzanmış son saatini bekliyordu.

    Bir çarşamba günü hasta, adetinin aksine, bir acelecilik göstererek muhtelif ricacılarla beni ısrarla istetti. Saat sekize doğru koğuşa girdiğim zaman elini kaldırarak yaklaşmam için bana işaret etti. Tasalı yüzü, sevinçli bir hal almıştı. Bana dedi ki: "Bu sabah saat üçte uyanmıştım. Gözlerim açık, hareketsiz yatıyordum. Birdenbire karyolamın ayak ucunda bir varlığın mevcudiyetini hissettim. Hiç bir korkum yoktu. Bilakis istirahat edebilmem için, ölümü istiyordum. Bu görünüş, bana bunu daha iyi anlamak imkanını vermiş oldu. Yavaş yavaş kardeşim James'in yüzünü tanıdım. Canlılığı açık şekilde belli idi. Bana doğru eğildi ve tarif edilemeyecek kadar kolay bir tesirle bana söylemek istediği şeyleri anlattı. Derhal evvelce biricik iyi dostum olan kardeşimle birlikte geçirdiğimiz hayatı bütün tafsilatı ile hatırladım. Konuşmaya başlayınca da sesini iyice tanıdım. Bana: "Maxvelle, önümüzdeki pazar günü sabah 11' de benimle birlikte geleceksin." dedi ve sonra kayboldu. İtiraf ederim ki, kendimi hakikaten bahtiyar hissediyorum. Bunun bir hayal veya aldığım ilaçların tesirinden mütevellid olmadığına katiyyen eminim.

    Pazar günü hastanın başı ucunda idim. Sakin bir hali vardı. Saat 10'a doğru, hareketsiz yatıyor, hiçbir kelime söylememekle beraber, zaman zaman bana tanıdığını hissettirecek şekilde bakıyordu. Onbire çeyrek kala sağ elini kaldırdı ve sol tarafındaki köşeyi göstererek tamamiyle anlaşılan bir sesle: "Kardeşim James" dedi. Tam saat onbirde, daha evvel söylemiş olduğu gibi ruhu öteki aleme gitmek üzere cesedini terketti."

    d- Allah Rasulü'nün "Ebherim Koptu" Dediği An

    İlim adamları, üzerinde durduğumuz mesele ile ilgili daha birçok vak'a anlatıyor. Biz yeri geldikçe bu anlatılanları nakletmeye devam edeceğiz. Ancak sözün burasında anlayış bakımından size de enteresan gelecek bir hususu arzetmek istiyoruz:

    Efendimiz son anlarını yaşarken bir ara "Ebherim koptu" buyuruyor. Ebher, damar manasına da gelir. (Buhari, Megazi 83; Darimi, Mukaddime 11; Müsned, 6/18.) Bu hadisi şerhedenler ekseriyetle, meseleyi Allah Rasulü'nün Hayber'de zehirlenmesiyle irtibatlandırmışlar ve Efendimizin ifadesine böyle bir izah getirmeye çalışmışlardır. Ancak vücuda giren zehirin seneler sonra şahdamarına tesir etmesi bize çok uzak bir ihtimal gibi gözükmektedir. Kanaatımızca Allah Rasulü'nün sözünden şu mânâyı anlamak daha uygundur:

    Efendimiz, o esnada kendi vizyonunda, dedublesinin kendisinden yani mübarek cesedinden ayrıldığını haber vermektedir.

    "Ebherim koptu" demek, "Dedublem benden ayrıldı." demektir. Ve işte o esnadadır ki Allah Rasulü, "Refik-i A'lâ"yı istemektedir..

    D- Herşey Gördüğümüz Maddeden İbaret Değil

    Daha önce aktarmış olduğumuz misaller bize, maddenin ve fiziğin ötesinde başka bir varlığın mevcudiyetini haber verirler. Herşey gördüğümüz maddeden ibaret değildir. Ve herşeyi laboratuar tecrübesi altına alamazsınız. Böyle yapmak isteyenler büyük bir yanılgı içindedirler. Ve bunlar ilmin ancak onda biriyle iştigal ediyorlar demektir. Beşeri topyekün ele almayı düşünenler, onun maddesine, ****onomisine baktıkları gibi ruhuna, manasına, dedublesine de bakmalıdırlar. Ancak o zaman, insan hakkında sağlam bir hüküm verme imkanına sahip olurlar. Ve o zaman insan bir meçhul olmadan çıkar. İnsanı tek yönü ile ele alıp tahlil edenlerin nazarında ise, o, Alexis Carrel'in ifadesiyle, hep bir meçhul olarak kalır. Halbuki mevcud-u meçhul, varlığını bildiğimiz tek varlık Hz. Allah (c.c.)'dır. O'nu idrak ve ihata etmek mümkün değildir. O'nu idrakın en güzel ve doğru ifadesi, idrakinden aciz kalındığını itiraf olacaktır. Nebilerden sonra beşerin en muhteşem dimağı Hz. Ebu Bekir (r.a) "Seni idrak edememe, idraktir" demektedir. Efendiler Efendisi de "Ey bilinen (herşeyden ayan olan) seni hakkıyla bilemedik" der ve bu ifadesiyle marifetin zirvesine taht kurar.

    İşte, hakkında bilemedik hükmünü vereceğimiz, ihatasızlık ve idraksızlığımızı ifade edeceğimiz tek varlık Allah'dır. Bunun dışında Cenab-ı Hakk'ın bildirmesiyle, bildirdiği kadar ve bildirmek istediği şeyleri bilebiliriz. Buna insan da dahildir. Ama insanı bilmenin bir yolu vardır.
    O da insanı bütün yönleriyle ele almaktır. İnşaallah yakın bir istikbalde maarif yuvalarımız, meseleye bu türlü yaklaşan ilim adamlarıyla dolup taşacak, hadiseler ve bu arada insan yeni bir bakış tarzıyla tahlile tabi tutulacaktır. İşte o zamandır ki, tek gözle bakıldığında muzlim ve karanlık görülen her yer ve her yöre aydınlığa kavuşacak; ilim, fen ve teknik ile ilgili yeni buluş ve keşifler insanımızın hizmetine nurlu bir kadro tarafından takdim edilecektir.

    Burada şu hususu da arzetmeden geçemeyeceğim: Her ilim dalının kendisine göre belli ölçü ve kıstasları vardır.
    Bunlar o sahaya ait hakikatı bulmada sabit hakikatlar olsa dahi, bir başka sahada geçersizdirler.

    Mesela, matematiğin, fiziğin, kimyanın ve tıbbi ilimlerin sahaları ayrı ayrıdır. Siz, fiziğin kanunlarını tıbba veya tıbbın kanunlarını fiziğe tatbik ederseniz, işi karıştırırsınız.
    Birbirine çok yakın ilim dallarında dahi bu nüansa dikkat etmek bir zarurettir.

    Bunlar gibi, maddeye ait, maddeyi ölçen ve tartan kıstaslarla, mânâya ait ve mânâyı ölçen ve tartan kıstaslar tamamen birbirinden farklıdır.
    Binaenaleyh, elinde sadece maddi kıstaslar bulunan, yani cesedin altında kalıp ezilmiş, midesine esir düşmüş, ten cenderesinden bir türlü kurtulamamış insanlar elbette ruha ait hakikatları müşahade altına alamayacaktır. Zira bu ayrı bir meleke ve ayrı bir mazhariyet gerektirmektedir.
    Ruhunu inkişaf ettirenlerdir ki, bu sahada söz sahibi onlardır. Zira manayı ölçecek tartı ancak onlarda vardır. Onlar, dedubleyi, perispriyi veya bizim dilimizdeki ifadesiyle, "Vücud-u mevhibe-i hakkani" yi görmekte ve bize böyle bir varlıktan haber vermektedirler. Bu meselede kendi müşahade ufku, o seviyeye ulaşamayanlara düşen vazife ise, bu sahanın söz sahiplerine itimad edip teslim olmaktır. Aksi her davranış sadece bir inad ve yobazlık sayılır. Bu da ilimle, ilim adamlığı ile bağdaşmaz bir davranıştır.

    Soralım böylelerine: Acaba rüyaları ne ile izah edecekler? Kabul gören dualar hakkında ne diyecekler? Altı ay kabirde yatan ve ölmeyen yoginin bu hareketine nasıl bir te'vil getirecekler? Rufai tarikatına mensub olanlarda görülen harikulade hadiseleri nasıl yorumlayacaklar? Ya mucizeleri? Mesih'in nefesiyle dirilenleri... Hz. Musa'nın Asa'sını ve Yed-i Beyza harikasını... Hz.İbrahim'in ateşte yanmayışını ve Hz. İsmail'i kesmeyen bıçağını... Allah Rasûlü'nün işaretiyle iki parça olan ayı... Parmaklarından su akmasını... Dağların ağaçların ve hayvanların dile gelip O'na selam durmalarını...

    Evet, daha binlerce mucizeyi nasıl izah edecek ve nasıl anlatacaklar? Akılları almayan herşeyi inkara mı kalkacaklar? Bu kaçış onlara ne fayda getirecek? Ve soralım onlara: İnkarları ne zamana kadar sürecek? Firavun'a fayda vermeyen iman mıdır yoksa onların da nasip payları? Ebu Cehil perdesine mi büründü yoksa akılları? Heyhat, can gırtlağa gelince hakikatı görecekler. Bizim bugün dediklerimizi onlar o zaman söyleyecekler.. söyleyecekler ve fakat fayda getirmeyen bir hasarete gömülecekler.

    E- Dünden Bugüne Kirlian Fotoğrafçılığı

    Kirlian fotoğrafları da madde ötesi varlıkların mevcudiyetine önemli bir delildir.

    "Kirlian Fotoğrafçılığı ismini, 1939'dan beri bu mevzularda araştırma yapan ve Sovyet olduğu söylenen bir karı-kocadan almıştır. Bir elektronik mühendisi olan Samyon Kirlian, insan eli, böcek veya bir bitki yaprağını, fotoğraf plağı üzerine koyup bunu da bir elektrodun üzerine yerleştirip, sırayla cismi, yüksek voltajlı elektrik akımına ve alçak amperli elektrik akımına maruz bıraktı. Neticede cismin "aura" (Ruh gölgesi, enerji beden; bazı kimselerin gördüklerini ileri sürdükleri bir bedene sarınmış gibi görünen parlak bir gölge anlamlarına gelir. Burada biz bu kelimeyi ruhun dedublesi, kılıfı manasında kullanıyoruz.) ile çevrili olduğu görüldü. Kirlianların çalışması, daha önce bu mevzuda çalışan ve çoğunun ismi, ilim çevrelerinde ve umumi terimlerde geçen Avrupalı ilim adamlarının çalışmalarının izinden gider. Mesela, kas spazmlarının galvanik faaliyetini keşfeden Galvani, bir hayat gücünden bahsetmişti. Ona göre, bu hayat gücü bütün hayvanlarda devr-i daim eden manyetik elektriğin bir şekliydi. l9.asırda yüksek frekans bobininin kâşifi Nikola Tesla, fotoğrafik görüntüler meydana getirmek üzere frekansı yüksek voltajı kullanan ilk şahıstır. Onun çalışması X şuaı kaşifi Wilhelm Roentgen'e ve insanın aurasını (enerji bedeni) insanoğlunun görme sınırları çerçevesine renkli "kilner ekranları" vasıtasıyla getirmeyi ***e edinmiş Walter J. Kilner gibi araştırmacılara önayak oldu. Bu renkli kilner ekranları, bir gözleyicinin normalden daha kısa dalga boylarını görebilmesine imkan verecek şekilde planlanmıştır. Zira Kilner, dışarıya yayılan enerjinin ultraviyole (morötesi) frekanslarından oluştuğuna inanmıştı. Bu teori daha sonraki araştırmalarla da desteklenmiştir. Aynı zamanda Kilner, auranın, cismin sağlıklı olup olmamasına göre renk ve boyut yönünden (bedenin) değişik göründüğüne dikkati çekti.

    20.asrın araştırmacıları, insanlar tarafından dışarı çıkarılan kısa dalgalı radyasyonun, ruhi faaliyetleri değiştirilebileceğini ve aynı zamanda kafein ve tütün gibi uyarıcılar tarafından da tesir edilebileceğini buldular.

    Biyologlar ve psikiyatristler, insanın manyetik sahaları ile sağlığının hissî ve fizikî durumları arasında bir alakanın olduğunu ortaya koydular. Dış çevredeki manyetik sahalara bağlı olarak da değişebilen ruhî faaliyet ve rahatsızlıklar ayrıca her ferdin kendine has aurasında da tesirini gösterir. Mesela, ayın dönüşündeki ve güneşin hareketindeki çeşitli safhalar insan davranışlarına tesir edebilmektedir. İnsan vücudunun elektromanyetik sahası, oksijen ve azot gibi havada mevcut mikroskobik gaz habbeciklerini, tutucu bir tuzak olarak iş görür. Derinin hemen üzerindeki hava yüksek bir enerji sahasıyla elektriklendirildiğinde, derhal kızarmaya ve ışık saçmaya başlar. Bu da Kirlian fotoğrafının tesbit ettiği enerji halesidir. Mühendisler de metalürijistler de buna çok benzer bir metod olan "korona boşalması fotoğrafçılığı"nı, metallerdeki yarık ve çatlakları keşfetmek için kullanırlar. Metaldeki yarık ve çatlaklar, metalin korona kalıbında düzensizlikler şeklinde görülür.

    Samyon Kirlian ve karısı tarafından yürütülen ilk çalışmalardan biri de, bitkilerin fotoğrafını çekmektir. Onlar, kullandıkları tekniğin basit bir yapraktaki akılları hayrette bırakıcı kompleks reaksiyonları gösterebildiğini keşfettiler. Dıştan bakıldığında her yönüyle aynı görülen iki yaprakta, şayet birinde hastalık varsa, değişik fotoğrafik görüntüler elde ediliyordu. Hastalıklı yaprağın enerji kalıbında hastalığın meydana geldiği kısımlarda bazı pürüzlü boşluklar görülürken, sağlıklı yaprakta koyu ve kompleks bir enerji kalıbı görünüyordu. Bu yolla kazanılan bilgileri kullanarak, kirlian fotoğrafçılığını bahçecilikte, gözle görülebilen hastalık alametleri çıkmazdan evvel bitki hastalıklarını teşhis etmede kullanabilmek mümkün olacaktır. ABD'de yürütülen daha teferruatlı çalışmalar, bitkilerdeki ani değişikliklerin de kaydedilebileceğini gösterdi. Mesela, bir yaprağın dış yüzünü bir iğne ile çizdiğinizde, bu çizik kirlian fotoğrafında kırmızı bir leke olarak görülecektir.

    Nöro-psikiyatri Enstitüsünde vazifeli Dr.Thelma Moss, Kirlianlar tarafından yürütülen çalışmaları araştırmak üzere Sovyet Rusya'ya giden ilk batılı ilim adamlarından biridir. O, insan elektromanyetizmasının bitkiler üzerinde sahip olduğu tesirleri kaydetti. Bazı insanların ellerini, zarar görmüş yaprakların üzerinden geçirerek tedavi ettiklerini müşahade etti. Bu şöyle oluyordu: Kirlian fotoğrafında zararı gösteren leke, daha sonraki görüntülerde göze çarpmıyordu. Bazı insanlar ise bunun tam aksi bir tesire sahipti; bunlar ellerini yapraklar üzerinden geçirdiklerinde onların ölümüne sebep oluyorlardı. Birbirine zıt bu iki hadise sırasıyla "Green Thumb (Yeşertici Temas)" ve "Brown Tuhmb (Soldurucu Temas)" tesiri olarak bilinmektedir. Hayali (fantom) yaprak ise, kirlian tekniklerinin tesbit ettiği başka bir garip tesirdi. Tecrübeyi yürüten şahıs, yaprağın bir kısmını kesip uzaklaştırdıktan hemen sonra, geri kalan kısmın fotoğrafını çekiyor. Takriben 200-300 tecrübeden sonra yaprak, kesilmeden önceki haliyle Kirlian fotoğrafında görülüyordu.

    Kirlian fotoğrafçılığı, vücudun dış yüzündeki ve daha sonraları keşfedilen vücud içindeki elektrikî alanları ve akımları kaydetmek için bir vasıtadır. Romen bir doktor olan İon Dumitrecsu, Kirlian tekniğini; vücut içindeki elektromanyetik sahalarda meydana gelen değişmeleri ektroğrafik olarak kayıt edebilen ve ektronoğrafi olarak bilinen bir şekle dönüştürdü.

    Thelma Moss'un tecrübeleri Kirlian ile tesbit edilen rahatsızlık sebeblerinin ruhi ve fertler arasındaki alâkalara dayandığını gösterir. Mesela, insanın derin ruhi rahatsızlıktan kurtulup sükûnete doğru ilerlemesi esnasında hasıl olan değişiklikler başarılı bir şekilde çekilmiş Kirlian fotoğraflarında açık bir şekilde görülebilir. Beraber fotoğrafları çekilmiş iki ferdin his ve tavırlarını gösteren auraları birbirine kıyas edilerek onların karakter ve his haritaları çizilebilir.

    İnsanların psikolojik durumları ve diğer insanlarla olan münasebetleri Kirlian fotoğraflarına aynen akseder. Mesela, iki kişi birbirlerine karşı sıcak, samimi hisler duyduklarında neşrettikleri dalgalar birbirine doğru uzanır ve bazen tek bir desen halinde iç içe geçer. Tersine, iki kişi birbirlerine karşı düşmanca duygular içinde olduklarında alevler aniden kesilerek parmakları arasında bir boşluk hasıl olur. Bu boşluk umumiyetle öylesine keskin ve net bir halde müşahede edilir ki "saç traşı etkisi" (haircut effect) adıyla tanınmıştır. Aşırı öfkelenmelerde mavi-beyaz koronanın içinde kırmızı bir leke meydana geldiği keşfedilmiştir. Ölüm halindeki sujelerde, dışa kıvılcımlar ve alevler fırlatıldığı; tam ölüm anında ise bunların tükenerek dindiği ve belli bir müddet sonra da kaybolduğu Kirlian fotoğraflarıyla tesbit edilmiştir. Ayrıca güsul icab ettiği durumlarda koronanın sertleşip garip renk değişiklikleri gösterdiği müşahede edildi. İslam'daki, güsul gibi bütün bedene su değdikten sonra Kirlian fotoğrafı çekildiğinde ise bu garip değişikliklerin kaybolup koronanın normal hale döndüğü tesbit edilmiştir.

    F- Ruh Fotoğrafçılığı

    Madde ötesi varlıkların, varlık delillerinden bir diğeri de "Ruh Fotoğrafçılığı"dır. Günümüzde ruh fotoğrafçılığı en ileri seviyeye ulaşmış durumdadır. Öyle ki, ruh artık aynen maddî cesed gibi görüntülenmekte ve böylece madde ötesi varlıkları inkar edenlerin ne derece büyük yanılgı içinde oldukları gözler önüne serilmektedir. Biz bu meseleye de yine üzerinde durduğumuz mevzua delil olması bakımından temas edecek ve bu sahada söz sahibi Tom Patterson'dan bazı nakiller yapacağız. Ancak, asıl ***emiz, ruh fotoğrafçılığının tahlili olmadığı için, bir-iki misalle yetineceğiz.

    Tom Patterson, "Yüzyıl Boyunca Ruh Fotoğrafçılığı'' adlı eserinde diyor ki:

    "Psişik ilim, ruhî olayların bir neticesidir ve umumi nizama aykırı değildir. Yıldızlarla bezenmiş bir gökyüzü, Astronomi ilmini gerektirmiş ve onu bugünkü seviyesine yükseltmiştir. İnsandaki zihnî ve bedenî arızalar tıbbın pek çok branşlarının doğmasına vesile olduğu gibi, ruhî olayların farkedilmesi de insanı bu yönde bir araştırmaya sevk etmiş ve onların anlaşılır olmalarına yol açmıştır.

    Ruh fotoğrafçılığı olarak bilinen konu bir medyumluk çeşididir, fotoğrafı çekende de, çektirende de bu medyumluk melekesi geliştirilebilir. 1862'de, Amerika'da, Boston'lu bir hakkak olan Mr. Mumler arkadaşlarının fotoğraflarını çekmişti; negatiflerinde, arkadaşlarının yanısıra başka kimseler de bulunuyordu. Bundan dolayı bu tipteki olaylara "Ruhî Fotoğrafçılık" ismi verildi. Mumler bu fotoğrafçılardan ilki olarak tanınır. O zamandan bu yana, buna benzer pek çok ruhî fotoğraf elde edilmiştir.

    Bizlerin, spiritüalistler olarak (Ruhbilim felsefesi ile uğraşanlar), ruhun varlığına sarsılmaz bir inancımız var. Biz, ruhun, tıpça ölüm diye bilinen şartın ötesinde yaşamağa devam ettiğine de inanıyoruz.

    Uzun araştırmalarım neticesinde şu sonuca vardım: Bedensiz ruhlardan çıkan ışık radyasyonları, fotoğraf filmi yüzeyine birtakım izler kaydedebiliyorlar. Tıpkı gün ışığı ve diğer ışınların film üzerinde husule getirdikleri şekiller gibi... Burada, takdim edeceğim deliller, bu ön kabulü fazlasıyla destekleyecek ve inkarcıların inançsızlığını dahi giderecek niteliktedir.

    Fotoğrafçılığın 1839'da keşfolunmasından 23 sene sonra, ruhların bu metoddan faydalanmaları çok düşündürücü. O zamandan bu yana binlerce ruh fotoğrafı, tanınmış veya tanınmamış medyumlar aracılığı ile çekilmiştir. Yalnız benim elimde binden fazla belge mevcuttur ve her birinin de ayrı bir hikayesi vardır. Faaliyette olan bu kudreti, ölümden sonra hayatın devam etmekte olduğu inancı dışında başka bir şeyle izah etmeye imkan yoktur."

    Tom Patterson, elindeki ruhî fotoğraflarla ilgili olarak şöyle devam ediyor:

    "İngiltere'de, Sheffield'den Mr. E..., 5 Haziran 1961'de bana bir fotoğraf gönderdi. Zarfın içinden bir de şu mektup çıktı:

    "Bu fotoğrafı çektiğim zaman film rulosundaki rakam 8'i gösteriyordu niyetim, yeni dekore ettiğim mutfağımın resmini çekmekti. Akşam kameramı mutfağa, uygun bir yere yerleştirmiş ve objektifi bir müddet açık bırakmıştım; önünden geçmemeye özellikle dikkat ettim. Daha sonra, filmi, banyosu ve baskısı için fotoğrafçıya gönderdim. Netice bu fotoğraf oldu. Fotoğrafın karıma ait olduğuna eminim. Onun, ölümünden beri yine burada bizimle beraber olduğuna dair daimi bir his içindeydim. Fotoğrafta karım, eskiden yaptığı gibi masaya eğilmiş, oğlumuz David'in dört yaşında iken çekilmiş bir fotoğrafına bakarken görülüyor.

    Ruhî konular üzerinde şimdiye kadar hiç uğraşmamış ve duyduğum bazı şeyler üzerinde de hiç durmamıştım."

    Mr. E.... emekli bir polis memuru olup halen sorumlu bir görevde bulunmaktadır. Gönderdiği, ruh ilmini ilgilendiren bir fotoğraftı.
    Mr. Mumler de, kendisinden sonra ün yapmış diğer ruhî fotoğraf medyumları gibi her kademeden mütehassıslar tarafından amansız bir şekilde tetkik ve kontrole tabil tutulmuştur. Bu sıkı kontroller sonunda kamera medyumluğunun bir gerçek olduğu ortaya konmuştur. Ve yine bu kanalla bugün Washington'da "Aquarian Foundation of Seattle"in televizyon programlarını takip eden milyonlarca seyirci, ölümden sonra hayatın devam etmekte olduğunu bizzat görebilmektedirler. Ruhî fotoğrafların elde edilmesinde, insan müdahalesi sözkonusu değildir.
    Bize ruhanî şahsiyetin delillerini verenler, insana benzer tabiatta olağanüstü nitelikte olan bir başka girişimin olduğunu mantıken de kabule zorlamaktadırlar.

    Ruhî fotoğrafçılık hakkında edindiğim tecrübelere göre, bir fotoğraf elde etmek için yüz sene evvel, nasıl bir seans odasına lüzum olmuşsa, bugün de aynı metodun geçerli olduğuna inanıyorum.
    Modern fotoğrafçılık, ruhların bu tür tezahürlerine daha da kıymet kazandırmıştır." (Yüzyıl Boyunca Ruh Fotoğrafçılığı, Tom Petterson, s: 7-19)

    G- Duyu Organları Aracılığı Olmadan Gören, İşiten ve Koku Alanlar

    Duyu organlarının aracılığı olmadan görme, işitme, koku alma gibi hadiseler de yine madde ve fizik ötesi varlıkların ve bilhassa ruhun mevcudiyetine bir delildir.

    Mevlana bir beytinde şöyle der:

    "Zerreha didem dehenşan cümle baz,

    Gerbu guyam hordeşan gerged duraz."

    "Cümlesinin ağızları açık zerreler gördüm,

    Onların yediklerini de eğer söylesem söz çok uzar. "

    Mevlâna 7 asır önce yaşamış bir İslâm mutasavvıfıdır. Onun devrinde kimsenin ne mikroptan ne de mikroskoptan haberi vardı.
    Fakat Mevlâna, mikropları ve onların neler yediklerini, nasıl beslendiklerini gördüğünü söylüyordu.
    Mevlâna bütün bunları nasıl görmüştü? Bu görmeyi maddi gözle izah mümkün müdür? Elbette Mevlâna, gördüklerini, maddenin ötesinde bir ruhî gözle görüyor ve müşahede ediyordu. Meseleyi başka türlü izah etmek de imkânsızdır.

    Ancak bu çeşit müşahedeler elbette herkese mahsus değildir. Bunun için insanın ruhen duruluğa ermesi ve o işe hazır hale gelmesi gerekir.
    Ayrıca müşahede de şahsın, o anda elde ettiği durum ve kazandığı pozisyon da çok mühimdir.
    Onun içindir ki, aynı mecliste birinin gördüğünü diğerleri göremeyebilir. Çünki göremeyenler o anda görme pozisyonuna girememişlerdir.

    Ahmed b. Hanbel ve Taberani'nin ortaklaşa anlattıkları bir vak'a, dediğimiz hususu daha da net isbat eder mahiyettedir. Vak'a şudur:

    Hz. Abbas yanına oğlu Abdullah'ı da alır ve beraberce Allah Rasûlü'nü ziyaret maksadıyla mescide gelirler. O esnada Allah Rasûlü, yanında oturan bir başka kişiyle ciddi bir meseleyi müzakere etmektedir.
    Onun için de Hz. Abbas ve oğluyla ilgilenemez.
    Bunun üzerine Hz. Abbas belki de biraz buruk olarak oğluyla dışarıya çıkar. İbn-i Abbas (r.a.), babasına: "Baba! Allah Rasulü'nün yanında bulunan adamı görmedin mi? Şimdiye kadar o kadar güzel yüzlü birini görmedim." der. Hz. Abbas: "O mu, Allah Rasulü mü güzel?" der. İbn-i Abbas: "O" deyince, "Hadi gidelim, soralım" derler ve beraberce geriye döner, mescide girerler. Olan hadiseyi aynen Efendimize naklederler.
    Allah Rasûlü, İbn-i Abbas'a sorar: "Sen benim yanımdaki şahsı gördün mü?"

    O, "Evet ya Rasulallah, gördüm" der. Ve Allah Rasûlü biraz evvel yanında bulunan şahsın Cibril olduğunu ve kendisi hakkında söylediği müsbet şeylerden bahseder. (Ali el-Müttaki, Kenz, 13/458)

    Hz. Abbas o esnada görme pozisyonunda, kuşağında olmadığı için Cibril'i (a.s) görmemiştir.
    Halbuki yanında bulunan oğlu Abdullah b. Abbas (r.a.) onu müşahede etmiştir.
    Demek ki, görmek için, görme durumunu kazanmak şarttır. Sözün burasında, hemen şu noktaya intikal edelim:
    İnsan Allah'ı görme durumuna ulaştığı zaman O'nu da görecektir. Bu da insanın Rahmet ve Uluhiyet alemiyle rezonans olmasıyla alakalıdır. Dünyada iken hiç kimse Allah'ı göremez.
    Görenler hayal görmüşlerdir.
    Gördüm diyenler hata içindedirler, Nâmütenahi (sonsuz) olan, sınır tanımaz ki, mütenahi (sonlu) olanlar tarafından görülsün.

    Ama mesele bir hüviyet kazanma ve varlığımızla orada zuhur etme meselesidir. Muhbir-i sadıkın ifadesiyle: "Biz Cennette Allah'ı görecek ve her görüşle değişeceğiz.
    Cenab-ı Hakk'ı müşahede ederken apayrı alemlere gireceğiz. O'nu Cennetten göreceğiz; ama ne Allah Cennet içinde muhat ne de O'nun tecellisi sadece Cennet'e münhasırdır.
    Biz Cennete girdiğimiz zaman -inşaallah- bu âlemin buudlarından çıkmış olacağız. Ne üç buudlu mekan ne de tek buudlu zaman artık bizi hapsedemeyecektir. Yukarılarda uçuyor gibi bir atmosfere girecek ve işte o zaman Cenab-ı Hakk'ı müşahede edeceğiz.

    Mü'min olarak bizler, en az fiziğe inandığımız kadar, fizik ötesine de inanırız. Katiyyen biliriz ki, eşyada hakikat adına seyrettiğimiz şeyler, esasen onların arkalarındaki gölgelerinden ibarettir.
    Ne var ki, nazarı sathî, kalbi kapalı ve duyguları körelmiş kimseler, daha çok bu gölgeler üzerine konar kalkarlar.

    Vicdan, eşyanın özüne uyandığı, onun dış yüzüne bağlı kalmayıp perde arkasına nüfuz ettiği nispette, insanın kalbi, ruhu, beyni, hisleri ve bütün melekeleri daha bir derinliğe ulaşırlar.
    Bu durumu kazanan bir insan ise artık gözünü kullanmadan da görebilir, kulağını kullanmadan da işitebilir ve burnunu kullanmadan da koku alabilir.
    Peygamber Efendimiz (s.a.s.) "Saflarınızı düzgün tutunuz. Şeytanın aranızda gezdiğini görüyorum. Ben önümü gördüğüm gibi arkamı da görürüm" (Ebu Davut, Salat 93,98; Nesei, İmame 28; Müsned, 5/262; 3/154,260,283) buyurarak bu hakikate işaret etmiştir. Yine bu meyanda, Hz.Yakub (a.s), Hz.Yusuf (a.s)'ın kokusunu çok uzak mesafeden hissetmiştir. (Yusuf, 12/94) Hz.Ömer, on günlük mesafedeki ordularının baş komutanına, savaş esnasında taktik vererek "Ey Sâriye! Dağ tarafına, dağ tarafına" (Keşfü'l-Hafa, 2/380) demiştir. Ve sesini bu uzun mesafeden Hz.Sâriye'ye duyurmuştur.
    Bu mevzuda günümüzden de yüzlerce misal getirmek mümkündür.
    Burnu ile duyup, topuğu ile koku alanlar, parmak uçlarıyla veya ayaklarıyla görenler çoktur.
    Bu v.b... tecrübeler göstermiştir ki insan, belli bir ruh haletini kesbedince, fiziki bedene ait fonksiyonların hepsini, fiziki uzuvlara ihtiyaç duymadan da eda edebilecektir.

    Nedir bütün bunlar? Neyi isbat etmektedir? Allah, görmek için gözü, konuşmak için ağzı, koklamak için burnu, duymak için de kulağı yaratmıştır.
    Ama bunların hiçbiri, ruhu bağlamamaktadır.
    Gerektiğinde ruh, rüyalarda olduğu gibi kendi dilini ve kendi alfabesini kullanır. Bunlarla duyup, bunlarla görür ve konuşur.
    Günümüzde "telestezi" başlıbaşına bir araştırma sahasıdır.
    Ve bu sahada elde edilen tecrübeler, her kuvveti maddeye bağlı ve maddeden doğmuş, maddenin bir buudu kabul eden maddeci zihniyeti biraz daha çıkmaza sokmaktadır.
    Zira bu vaka'ların hiçbirini madde ile izah etmek mümkün değildir.

    Ğ- Radyastezi

    Günümüzde, fizik ve madde ötesi varlıkların mevcudiyetine delil olan "Radyastezi" ilmi de telestezi'nin bir buudunu teşkil etmektedir. "Radyastezi" isminden de anlaşıldığı gibi radyasyon ilmi, radyasyonlarla ilgili anlamlarına gelmektedir. Dünyada ve hatta kâinatta mevcud olan her cisim (canlı veya cansız) etrafına bir takım radyasyonlar, yani göze görünmeyen tesirler yayarlar.
    Bunlar, fizik aletleri ile tesbit edebildiğimiz vibrasyonlardan (titreşim) farklıdır. Bilinen en ince vibrasyonlar, kozmik şualardır.
    Bunların dalga boyları o kadar küçüktür ki, kalın kurşun levhalardan bile rahatlıkla geçebilmektedirler.

    Asrımızda her cisim ve her canlıdan, kendi hususiyetlerini ve o andaki hallerini belirten, çeşit çeşit radyasyonların intişar ettiği bilim adamlarınca isbat edilmiştir. "Radyastezist" olan bazı kimseler, yer altındaki bir suyun veya bir madenin neşrettiği tesirleri, herhangi bir emare ve işaret olmadan, tam ve doğru olarak alabilmektedirler.
    Bunlar, ellerinde bir çubuk tutmak suretiyle arazi üzerinde gezmekte ve su bulunan yere geldiklerinde, bu çubuklar kendiliğinden istikamet değiştirerek, suyun bulunduğu tarafa eğilmektedirler.

    Radyastezi'nin tarihi insanlık tarihi kadar eskidir.
    Tarih öncesi zamanlardan bu yana, bu tür kabiliyetler kullanılmış, ancak belki de bu faaliyetlere, ilmî bir isim verilememişti.
    Şu vak'a, tarihi bir vak'a olarak bu mevzuda oldukça ilgi çekicidir:

    "Birinci dünya savaşı sırasında Gelibolu yarımadasına çıkartma yapmış olan İngiliz Kuvvetleri, adaya ayak bastıkları günden itibaren, etrafta içecek su olmadığından, şiddetli susuzluk çekiyorlardı.
    Su ikmali ancak Malta'dan gemilerle yapılıyordu.
    Bu da hem çok zaman alıyor, hem de külfetli idi.
    Ayrıca bu taşıma su, oradaki değirmeni döndüremiyor ve oradakilere kifayet etmiyordu.
    Bu esnada General'e, orduda Saffer Kelly isminde radyastezi kabiliyeti olan birinin var olduğu haberi geldi.
    General derhal Kelly'nin çağrılmasını emretti. Kelly gelip, ertesi sabah tetkikata başlayacağını söyledi.
    Radyastezist Kelly ertesi sabah işe koyuldu. Elinde sadece basit bir bakır çubuk bulunduruyordu.
    Kelly bu bakır çubuk sayesinde otuzdan fazla yeraltı su kaynağını tesbit edebildi.
    Hatta bu çubuğa bakarak, suyun ne kadar derinde ve ne miktarda olduğunu da haber veriyordu.
    Halbuki aynı bölgede daha önce bir çok mühendis tarama yapmış, ancak muvaffak olamamışlardı."

    Radyastezi üzerine en ciddî ilmî çalışmalar Rusya'da yapılmıştır.
    Üstelik bu çalışmalar, madde ötesi varlıkların toptan inkara uğradığı bir döneme rastlamaktadır.
    Mesele bu yönüyle de ilgi çekicidir.
    Bir yandan bu nevi araştırmalar inkar edilirken, diğer taraftan da kullanma mecburiyeti hasıl oluyordu.
    Dolayısıyla Rus ateist bilim adamları, mistik sihir olarak nitelenen bu nevi ilmî araştırmalara bir isim bulmada zorluk çekiyorlardı.

    Bu inkarcı yaklaşıma rağmen Rus jeologları, cesaretle meselenin üzerine eğildiler.
    Nihayet Dr. Bodomolow isminde bir su jeoloğunun eline aldığı bakır çubuklar, aniden titreşim yaparak, bulunduğu yerde büyük bir yeraltı su deposu olduğunu gösterince herkes dehşete düşüverdi.
    Zira artık elindeki çubuk ve bedenindeki radyastezi şuaları ile yer altındaki derelerin derinliğini ve su damarlarının çapını bile anlayabiliyordu.
    Dr. Bodomolow, nihayet radyastezi çubuklarının maharetini kabul etmiş ve bu mistik hadiseye inanmayı kendine telkin etmeye başlamıştı.

    Böylece Rusya'da arka arkaya yapılan testler, insanın, toprağın derinliklerindeki maddelere karşı, tuhaf bir duyarlık istidadının olduğunu göstermiştir.
    Bu duyarlık bilim için oldukça hayatîdir.
    İlim adamları bunun da mutlaka kullanılıp geliştirilmesi gerektiğine inandılar.
    O kadar ki, aynı akademiye mensub birkaç bilim adamı, bizzat Stalin'in şahsi arazisi üzerinde araştırma yaparak, buldukları neticeyi bilimsel bir dergi olan "The Journal of Electricitiy" (Ocak 1944) de yayınlamak cesaretini de göstermişlerdir.
    Bu hadise o gün Rus bilim adamları arasında bir hayli yaygınlaşmıştı.
    Bunun üzerine 100'den fazla bilim adamı (bir kısmı kızıl ordudan) geniş çapta bir radyastezi araştırma yapmaları için görevlendirildi.
    Belli bir arazi tayin edildi.
    Herbirinin elinde normal yaş ağaçtan (Y) şeklinde kesilmiş çubuklar bulunuyordu.
    Bu çubuklar su olan bölgeye gelindiğinde esrarengiz bir şekilde duyarlık gösteriyorlardı.

    Sonunda "Bilimsel Komisyon" radyastezi çalışmalarına "evet" diyerek, çubuklara da "Büyücü değneği" ismini verdiler. İşin ilgi çekici bir yanı da bu radyastezi çubuklarının duyarlılığına hiçbir maddi kuvvet mani olamıyordu.
    Kauçuk eldiven takıyorlar, değişik maddelerden mamul zırh giyiyorlar yine de bu çubuklar harıl harıl çalışıyor ve insandaki esrarengiz istidatlarla alakaya devam ediyorlardı...

    Bugün artık Sovyet bilimine radyastezi iyice yerleşmiş ve geliştirilerek bilimsel olarak da "The Biophysical Effects Method" kısaca "BPE" olarak adlandırılmıştır. Fakat aynı zamanda "Niçin ve nasıl?" sorularını da beraberinde getirmiştir.
    Su, insan ve basit bir çubuk arasında nasıl bir ilişki söz konusu idi? elektromağnetizm gibi bilmediğimiz bir enerji ya da insanın henüz keşfedilmemiş bir duyum organı mıydı? Hep beraber göreceğiz...

    H- Önsezi (Hiss-i Kable'l-vuku)

    Bilindiği gibi asrımıza gelinceye kadar, madde ötesi varlıklar hakkında ilmî seviyedeki araştırmalar bugünkü buudlarıyla henüz gerçekleştirilmemişti.
    beraber ilmî bir kariyer ifade etmese de, insanoğlu madde ötesi âlemlerle yakından alakadar oluyordu.
    Bu da bize, herşeyin maddeye bağlı ve bağımlı olmadığını gösterme bakımından önemli bir referanstı.

    Önceleri bir kısım insanlar, o günlerde izahı yapılamayan bir takım gizli kabiliyetler ve maharetler göstermişlerdir.
    Ne var ki bunlar sadece maden ve su arayıcılığında, bir kısım hastalıkların teşhisinde, cinayet suçlularının tesbit edilişinde, çalınan eşyaların saklandığı yerlerinin tayininde, hırsızların izlerinin takibinde ve kaybolmuş insanların ortaya çıkarılması gibi hususlarda kullanılıyordu.
    Bugünkü yaklaşım tamamen farklı ve fizik ötesi hadiselerin hayatımızla ne kadar içli-dışlı olmasıyla alakalı. Hemen herkes farkında olsun veya olmasın başından geçmiş bir hayli esrarengiz hadise vardır.
    Mesela, herhangi bir hadiseyi önceden hissetme veya zikredilen bir şahsın, üç-beş dakika sonra çıkıp-gelmesi, ilk defa karşılaştığı şahsı veya manzarayı önceden görmüş olma hissi.. birinin içinden geçenleri okuma, bir düşüncenin bir-kaç insan tarafından birden ifade edilmesi, olduğu gibi zuhur eden ilhamlar.. hepimizin başından geçen dünya kadar hadise vardır ki, bunların hiçbiri üzerinde ne düşünmüş ne konuşmuş ne de imâl-i fikretmişizdir.
    Buna rağmen bu sırlı hususlar ve bu esrarengiz alaka bizlere daima bir takım gizli mesajlar sunmakta, hayatı ve kâinatı daha şuurlu bir şekilde duyup yaşamaya davet etmektedir.

    Hayatı duyarak yaşayan ve bir kısım garip hadiselere maruz kalan insanın, belki de en çok karşılaştığı ve telestezinin bir buudu olan hiss-i kable'l-vukû (önsezi, hadiseleri önceden hissetme) mevzuu da yine rûhî duyularla ilgili ve madde ötesi varlıkların mevcudiyetine ayrı bir delil teşkil eder.

    Önsezi ile ilgili yüzlerce, binlerce hatta yüzbinlerce misal bulmak mümkündür.
    Biz burada sadece kendi dünyamıza ait birkaç misal ile yetineceğiz:

    İncelerden ince büyük bir kadın Hz. Fatıma anamız, Efendimizin vefatından sonra, her günü bin ölümden daha ağır bir hicran ve ayrılığa ancak altı ay kadar dayanabildi.
    Babasını kaybedince, âdeta semasının bütün yıldızları sönmüş ve onun için dünya, zindandan farksız bir hale gelmişti.
    Son bir iki ayı da hep yatakta geçirmişti. Ayağa kalkamayacak, hatta doğrulamayacak derecede hasta idi.
    Ümmü Seleme validemiz (Efendimizin zevcât-ı tâhiresinden) ise başucundan ayrılmıyor, Allah Rasulü'nden (s.a.s.) geri kalan bu tek ve biricik emaneti gözü gibi koruyordu.
    Saçlarını okşuyor, yüzünü, gözünü öpüyor ve her türlü hizmetinde bulunuyordu. Belki o da bu yaptıklarıyla Allah Rasulü'nün rûhâniyatını hoşnud ve memnun etmeye çalışıyordu. Şimdi hadiseyi, nurlu validemiz Ümmü Seleme'den dinleyelim:

    "Son günüydü. Gözleri eskisi gibi pırıl pırıl yanıyor, her tarafından neşeli olduğu belli oluyordu. Bir ara 'Artık ben kalkmayacağım, bana bir gusül abdesti aldırın' dedi. Denileni yaptım. Bana tekrar baktı ve neşe dolu bir eda ile 'Ben biraz sonra vefat edeceğim ve Sevgili Babama kavuşacağım. Artık beni ikinci bir defa daha yıkamayın' dedi. Aradan birkaç dakika ya geçmiş ya geçmemişti ki nur kadın vefat etti." (İbni Hacer, el-İsabe, 8/57,58; Ebu Nuaym, Hılye, 2/42,43)

    İşte Hz. Fatıma (r.anha) vefat edeceği haberini verirken henüz ölümün manyetik alanına girmiş değildi. Hatta sekerâta bile maruz kalmamıştı; acaba ölüm nasıl bir tebessüm ile kendisine görünmüştü ki, biraz sonra vefat edeceğini söylemişti.

    Yine bunun benzeri bir hadiseyi de Tâhirü'l-Mevlevi anlatıyor: "İskilipli Atıf Hoca ile aynı kağuştaydık. Hocanın ertesi gün mahkemesi vardı. Bu yüzden durmadan müdafaa hazırlıyordu. Derken sabah vakti yaklaşmış idi ki, yataktan kalktı ve gece geç vakitlere kadar hazırladığı müdâfaaları yırtıp atıverdi. Niye böyle yaptığını sordum. Şöyle cevap verdi: "Bu gece Peygamber Efendimizle (s.a.s.) müşerref oldum. Bana: 'Atıf! Hala bize gelmek istemiyor musun?' dedi. Ben de: 'İstiyorum Ya Rasulallah!' karşılığını verdim. Artık kendimi müdafaa etmemin bir manası kalmadığı kanaatindeyim. Zira bana ***ri, sefer göründü, Rasulullaha kavuşacağım' dedi. Hakikaten dediği gibi oldu. O gün Atıf Hoca son duruşmasında hüküm giydi ve birkaç gün sonra da idam edildi."

    Şimdi İskilipli Atıf Hoca acaba, Efendimizle (s.a.s.) nasıl bir irtibat kurmuştur ve Allah Rasulü (s.a.s.) ***bî ifadesinde ona öleceğini ne şekilde bildirmişti ki o da müdâfaadan vazgeçivermişti? İşte bunların hiçbirini maddi sebebler ile izah kabil değildir.

    Hz. Fatih, iştiyakla Hz. Ebu Eyyûb el-Ensâri (r.a.)'in mübarek merkad (kabri)inin bulunmasını ister. Zira bu, onda bir aşk, bir iştiyak haline gelmiştir. ***esinin tahakkuku için Akşemseddin'e müracaatta bulunur. Akşemseddin murakebeye varır. Ve o büyük sahabinin merkadini bu yolla tesbit eder.

    Hz. Ebu Eyyûb el-Ensârî hazretleri ile ilgili benim de bir hatıram var müsadenizle onu burada arzetmek istiyorum:

    Senelerce önce, Ebu Eyyub el-Ensari hazretlerini ziyaretlerimden birinde ve tâm ziyaret esnasında içime -ihtimal onun oradaki huzuruyla alakalı- bazı şeyler geçmiş olacak ki, tam benim içimden bu duygular geçerken birden burnuma Cennet kokusu gibi bir koku geldi. Uzun süre de kokunun tesiri geçmedi. Sanki bu büyük sahabi bana, "Evet buradayım" der gibiydi. Akşemseddin Hazretleri onu tam yerinde keşfetmişti. Şimdi, ne Akşemseddin Hazretleri'nin keşfini ne de benim duyduğum o enfes güzel kokuyu madde ile izah etmek mümkün değildir. Fakat bütün bunlar birer vak'a ve birer realitedir.

    İ- ***bı Bilmenin Manası

    Görüldüğü gibi insanın malumatı, maddi-manevi çok farklı bir buud arzetmektedir. Evet, Allah'ın bildirmesi ile insanlar, "***b" dediğimiz ve insan ilmine perdeli olan malumatları da bilebilmektedir.

    İnsan ilminin muttali olamayacağı kadar uzak mazi ve istikbale ait hadiseler ''***b" kabul edilmektedir. ***bı da Allah'tan başka hiç kimse bilemez. Ancak bu ifadeyi çok iyi anlamak gerek. "***bı sadece Allah bilir" demek Cenab-ı Hakk, ***bı kimseye bildirmez demek değildir. Nitekim ayette bu husus açık ifade edilerek, istisna yapılmıştır. "***bı bilen O'dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez. Ancak razı olduğu elçiye gösterir. O elçinin önüne ve arkasına gözetleyiciler koyar." (Cin, 72/25,26) denilmiştir. Peygamber böylece Allah adına konuştuğunu ispat etmiş olacak ve bu da onun hesabına mu'cize sayılacaktır.

    Diğer taraftan seviye farkı çok değişik olmakla beraber, Cenab-ı Hakk bazı veli kullarının da gözlerini açar, onlara, başkalarının göremedikleri noktaları gösterir. Yani bazı kimseler fıtratlarında bu duyuya ait meleke mevcuttur. Hatta bazı medyumlar da böyle bir ruhî melekeye sahip olarak yaratılmışlardır. Onlar, da kendi cehd ve ***retleriyle, Cenab-ı Hakk'ın fıtratlarına yerleştirdiği bu melekeyi çalıştırır ve istikbale ait çok meseleleri hissedebilirler. Ancak bunların hiçbiri, mutlak ***bı bilmek değildir. Mutlak ***bı bilmek, Allah'a mahsustur. Peygamberlerin, velilerin ve medyumların bildikleri ise, mutlak ***ba göre oldukça sınırlı ve mahduddur. Ve yine bu da ancak Allâmü'l-Guyûb'un bildirmesiyledir. Yoksa normal şartlarda ve beşeri ölçüler dahilinde, ***bı bilmek, maziyi ve istikbali, hadiseleriyle ihata etmek imkansızdır.

    Kur'ân-ı Kerim, ***be ait verdiği haberler ile beşerin dikkatlerini üzerine celbetmiş mû'ciz bir kitaptır. Ne bir velinin ne de herhangi bir medyumun ***btan haber verme hususunda Kur'ân'la boy ölçüşmesi imkansızdır. Zira Kur'ân, Ezel ve Ebed Sultanı olan Cenâb-ı Hakk'ın kelâmıdır ve verdiği haberler de ezel ve ebed kaynaklıdır. Bu meyanda Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de zaman zaman, ilm-i ***be mazhar olmuştur. Ve mazhar olduğu bu lütuflar, O'nun nübüvvetinin birer mu'cizesi olarak addedilmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.)'in dünya mihrabından, mazi ve müstakbelle alakalı bazı mu'cizevi haberlerinden birkaç misal arzedeceğiz.

    a- Peygamberimizin ***bı Bilmesi

    Kur'ân, Peygamberimize (s.a.s.) verilen bir mu'cize kitap olması hasebiyle, Efendimizin Kur'ân diliyle anlattığı bütün ***bî haberler, aynı zamanda O'nun peygamberliğini de te'yid eder. Fakat bir de Efendimiz (s.a.s.)'in, doğrudan doğruya kendi diliyle verdiği ***bi haberler vardır ki, biz daha ziyade burada ondan söz edeceğiz. Zira şimdilerde telestezi diye anlaşılan hususlar ile alakalı en mühim vak'alar, önce bin bu kadar sene evvel, Efendimizden sadır olmuş ifadelerdir. Bunlar elbette birer mu'cizedirler. Ancak Peygamber Efendimiz (s.a.s.), bütün bunları söylerken kendinden söylemiş değildir. O'nun bir beşer olarak bu ***bi ufuklara ulaşması söz konusu olamaz. Halbuki öte yandan 14 asır önce söyledikleri bir bir vaki olmuştur. Bütün bu hâdiseleri ve mucize olarak cereyan eden hadiseleri maddi şeylerle izah etmeye imkan yoktur. Öyleyse, Allah Rasulü'nün verdiği ***bi haberlerin aynen zûhuru, bir bakıma madde ötesi varlıkların isbatına da bir delil teşkil eder.

    Peygamber Efendimizin (s.a.s.) ***bi haberlerini iki ana grubta toplamak mümkündür. Bunlardan birincisi kendi devrine ait verdiği ***bi haberler ve vakti gelince bunların tahakkuk etmesi, ikincisi ise yakın ve uzak istikbale dair verdiği haberler ve bunların günü geldikçe zuhurudur. Efendimiz'in bu tarzda ***bi haberleri oldukça fazladır..

    1) Peygamberimizin Kendi Devrine Ait Verdiği ***bi Haberler.

    a- Senin baban Hüzafe'dir

    Başta Buhari ve Müslim olmak üzere bütün hadis kitapları ittifakla şu hususu kaydediyorlar: Birgün Allah Rasulü minbere çıkmışlardı. ***bî aleme ait bir kısım haberler veriyorlardı. Bu esnada bir hayli de celalli görünüyorlardı. Bir ara "Bugün bana istediğinizi sorun" buyurdular. Herkes birşeyler soruyor, o da cevap veriyordu. Tam o esnada bir genç ayağa kalktı, "Benim babam kim ya Rasulallah!" diye sordu. Hakkında dedikodu ediliyordu. Babası olmadığı yolundaki bu dedikodular burnunu kızartıyordu ve insanların yüzlerine rahatça bakamıyordu. Bugün bir fırsat bulmuştu.. ve işte onu soracak ve bundan sonra o ezici bakışlardan kurtulacaktı. Efendimiz şöyle cevap verdi: "Senin baban Hüzafe'dir." Genç artık müsterihtir. Aldığı cevap onu memnun etmişti. Bundan böyle o da bir babaya nisbet edilerek çağrılacaktı. "Abdullah b. Hüzafet'üs-Sehmi (r.a)" şanlı ve samimi bir sahabi...

    Allah Rasûlü (s.a.s.) minber üzerinde celalli bir vaziyette ve herkese birşeyler anlatıyor. Bu arada, sorulan sorulara da, ***bâşina bir üslupla cevaplar veriyordu. Rasûlullah'ın neden celallendiğini bilemiyoruz ama, Hz. Ömer birden ayağa kalkıp, Allah Rasûlü'ne hitaben sanki O ***bi bilmese de O'na inandıklarını dile getirir bir eda ile: "Biz rab olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan ve peygamberimiz olarak da Hz. Muhammed (s.a.s.)'den razıyız" (Buhari, İlim 28,29; Mevakit 11; Tefsir 5,12; Fiten, 15; İ'tisam, 3; Müslim, Fezail, 134-138) dediğine şahit oluyoruz ki, onun bu ince ve manidar sözleri, Efendimiz (s.a.s.)'i yatıştırmıştır.

    Peygamber Efendimiz'in (s.a.s.) mesciddeki istikbale ve ***ba ait bir kısım haberler vermesi, mescidi dolduran binlerce sahabî huzurunda meydana geliyordu. Ve bütün sahabî Allah Rasûlü (s.a.s.)'nün dediklerini aynen tasdik ediyor ve adeta sükûtlarıyla da "sadakte" (el-Hak, doğru söyledin ey Allah'ın Rasûlü) diyorlardı.



  2. #2
    Nartaneside - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Uzak duя huzuя veя!
    Üyelik tarihi
    08.Ocak.2016
    Mesajlar
    19,824
    Mentioned
    1221 Post(s)
    Tagged
    27 Thread(s)

    b- Tek tek yerlerini gösteriyordu

    Ve yine Kütüb-i Sitte ashabından rivayet edilen bir hadise göre sahabi anlatıyor: Bedir'de bulunuyorduk. Allah Rasûlü, muharebe adına stratejisini tam tesbit etmiş, kavganın cereyan edeceği yerleri dolaşıyordu. Bir ara gözleri yine ***ba ait perdenin verasına kaydı ve bakışları istikbale uzandı. Bazı yerleri eliyle işaret ediyor; burası Ebu Cehl'in öldürüleceği yer, şurası Utbe'nin, şurası Şeybe'nin ve şurası da Velid'in sırtının yere geleceği yer... Ve daha birçok isim... Muharebeden sonra hadisi rivayet eden sahabi kasemle şunu anlatıyor: "Allah Rasûlü (s.a.s.) nereyi kim için işaret etmişse, hepsini işaret edilen o yerlerde ölü olarak bulduk." (Müslim, Cihad 83; Cennet, 76; Ebu Davut, Cihad 115; Nesei, Cenaiz 117)

    Beşer aklıyla kavranması imkansız bu kabil hadiseler, bugünün insanları için dahi mesajlar vermekte ve 14 asır sonraki nesillere "Sadakte ve bil hakki natakte ; doğru söyledin. Ve Hakk'tan başka da konuşmadın" dedirtmektedir.

    c- Biraz sonra buraya bir insan gelecek

    Ahmed bin Hanbel'in Müsned'inde şöyle bir hadisenin nakledildiğini görüyoruz: Allah Rasûlü (s.a.s.) ashabıyla mescidde oturuyor. Bir ara, şöyle buyuruyor: "Biraz sonra, buraya, nâsiyesi, yüzü temiz bir insan gelecek; şu kapıdan, içeriye girecek. O Yemen'in en hayırlılarındandır. Ve alnında meleğin elini sürdüğü bir iz taşımaktadır." Bir müddet sonra, aynen Allah Rasûlü (s.a.s.)'nün haber verdiği tipte bir insan gelip O'nun huzurunda diz çöküyor ve Müslüman olduğunu ilan ediyor. Tertemiz, pırıl pırıl, görkemli ve edeb âbidesi bu insan, Abdullah bin Cerir el-Becelî'den başkası değildir. (Müsned, 4/359,363)

    2) Efendimizin Yakın ve Uzak İstikbale Ait Verdiği ***bi Haberler

    a- Fatıma annemizin vefatını bildirmesi

    Yine birgün Efendimiz (s.a.s.), irtihaline sebep olan rahatsızlığı günlerinden birinde, o incelerden ince, oturuşu, kalkışı ve derin bakışlarıyla aynen babasına benzeyen anamız Hz. Fatıma'yı yanına çağırdı ve eğilip kulağına bir şeyler fısıldadı. Hz. Fatıma öyle ağladı öyle feryad-u figan etti ki, bu ancak, İnsanlığın İftihar Tablosunun gurûbuyla yorumlanabilirdi. Bir süre sonra Allah Rasûlü (s.a.s.) yine onun kulağına birşeyler fısıldadı. Bu sefer de öyle sevindi ki, onu karşıdan görenler, kendisine bütün Cennet kapılarının açıldığını zannederlerdi. Bu hadise Hz. Aişe validemizin gözünden kaçmamıştı. Biraz sonra bunun sebebini sordu ama, Hz. Fatıma validemiz, bunun Allah Rasûlü'ne ait bir sır olduğunu, dolayısıyla da açıklayamayacağını söyleyerek onu cevapsız bıraktı. Allah Rasûlü'nün vefatından sonra Hz. Aişe validemiz tekrar sorunca, Fatıma anamız da şöyle cevap verdi: "Birinci defada bana, kendisinin vefat edeceğini söylemişti. O'nun için ağlamıştım. İkinci defa ise bana, kendi ailesi içinde, O'na en erken kavuşacak insanın, ben olduğum müjdesini vermişti. Ve işte onun için de sevindim" (Müslim, Fezailü's-Sahabe 97-99; Buhari, Menakıb 25; Fezailü Ashabi'n-Nebi 12; İzti'zan 43; İbni Mace, Cenaiz 64) demiştir.

    Evet, Hz. Fatıma anamızın vefat-ı nebiden altı ay sonra vefat etmesi, aynen haber verdiği gibi vaki olmuş ve bu ***bî haberi tasdik etmiştir.

    b- Hz. Hasan'ın feragatı

    Kütüb-ü Sitte ricâlinin ekseriyetinin rivâyet ettiği bir hadiste Allah Rasûlü, hutbe îrad ederken Hz. Hasan (r.a)'a işaretle şöyle buyurmuşlardı: "Bu benim evlâdım Hasan. O seyyiddir. Allah (c.c.) onunla iki büyük cemaati birbiriyle sulh ettirecektir." (Buhari, Fiten 20; Sulh 9; Fedailü Ashabi'n-Nebi 22; Menakib 25; Darimi, Sünnet 12; Tirmizi, Menakib 25; Nesei, Cuma 27) Evet O, kerim oğlu kerim, Allah Rasûlü'nün evladı ve tam bir efendidir. Bir gün kendisine tevdî edilen hilâfet ve saltanatı, sadece ümmet arasında tefrikaya sebebiyet vermemek için terkederken, nasıl bir seyyid olduğunu mutlaka gösterecektir. Aradan geçen yirmibeş-otuz sene Allah Rasûlü'nü doğrulamıştı.

    Hz. Ali'den sonra Emeviler karşılarında Hz. Hasan'ı buldular. Ancak bir sulh ve sükûn insanı olan Hz. Hasan bütün haklarından feragat ettiğini ilân ederek, birbirine girmek üzere olan iki İslam ordusunu uçurumun kenarından geriye döndürdü ve sulhda buluşturdu. Burada bilhassa şu hususa dikkatinizi çekmek istiyorum: Efendimiz (s.a.s.) Hz. Hasan'a ait bu hadiseyi haber verdiğinde, o, henüz küçük bir çocuktu. Belki o gün Allah Rasûlü'nün işaret ettiği hadiseyi bile anlayacak yaşta değildi. Yani o, Allah'ın Rasûlü böyle dedi diye bu işi yapmış değildir. Bilâkis Rasûlullah onun öyle olacağını bildiği için bu ***bî sözü sarfetmişti...

    I- Psikokinezi

    Ruhun varlık delilleri arasında psikokineziyi de sayabiliriz. Psikokinezi (Psychokinesis) çok geniş bir konudur. Kısaca, zihnin doğrudan doğruya maddeyi etkileme gücü demektir. İnsan vücudundan çıkan ve insan, hayvan, bitki ve eşyaya tesir eden güç (Biyoplazmik Enerji) maddeler üzerindeki vibrasyonlara tesir eden güç (psikometri), manyetizma, hipnotizma ve bu usullerle yapılan tedaviler, nazar, sihir ve büyü gibi vak'alar, yogizm, fakirizm gibi kavramlar hep psikokineziye dahildir. Ayrıca ruh, cin veya şeytanların yaptıkları veya yaptırdıkları fiziki hareketleri de aynı konu içinde incelemek mümkündür.

    Elbet biz burada psikokineziyi bütün teferruatıyla inceleyecek değiliz. Zira teferruata girmemiz, konuyla ilgili temel espirimizin dışına çıkmak olur. Bu yüzden bütün bölümleri ana hatlarıyla ve bir tasnife tabi tutmadan, bazı misaller vererek konuyu takdime ***ret edeceğiz. Ve neticede göreceğiz ki, psikokinezi de bütün dallarıyla madde ve fizik ötesi varlıkların mevcudiyetinden haber vermekte ve ısrarla iddia ettiğimiz düşünceye kuvvetli bir delil olmaktadır.

    a- Bükülen Çatal Bıçaklar

    Konuyla alakalı şu vaka çok manidardır: "Bir pazar günü saat 13'te binlerce Danimarkalı evlerinde masa başına oturmuşlar, önlerine "Billet Bladet" adlı haftalık dergiyi açmışlar ve yanına bulabildikleri çatal, bıçak gibi madeni eşyaları koymuşlardı. Hepsi de derginin yapmayı teklif ettiği bir denemeye katılmayı arzuluyor ve o anda Londra'da bulunan 28 yaşındaki İsrail'li Uri Galler'in düşünce ve irade kuvveti ile önlerine koydukları çatal ve bıçakları bükmesini veya kırmasını bekliyorlardı.

    Az bir zaman sonra "Billed Bladet" gazetesinin telefonları bloke olmuş, binlerce okuyucu 13'te Uri Galler'i düşündükleri sırada çatal ve bıçakların bükülmeğe başladığını söylemek için kuyruğa girmişlerdi. Bu Danimarka'da ilk defa olagelen bir olay değildi. Bundan bir hafta önce Uri Galler, Danimarka televizyonunda gözüktüğü zaman yine aynı olaylar cereyan etmiş; üstelik Galler, milyonlarca televizyon seyircisinin gözü önünde, bir bıçak kırmış ve bir de anahtarı bükmüştü. Onu, ilmî gözlem altında tutan ve kendisi ile deneyler yapan Amerika'daki Stanford Research İnstitute'a mensup bilginler, söylenenleri doğruluyor ve hatta onunla birlikte yaptıkları bir seansta Galler'in irade kudreti ile Brezilya'da bir şehirde gezindiğini ve uyandığında avucunun içinde bir Brezilya parasının bulunduğunu söylüyorlardı."

    b- Hareket Eden Masa

    "Rusya'da biyolog E.Naumov'un huzurunda, medyum Nelya Mihailova tarafından gerçekleştirilen bu neviden bir tecrübe filme alınmış bulunmaktadır.

    Bu deneyde, N.Mihailova parmaklarını pusulanın 15 santim kadar önüne yatay olarak, uzatmış ve elini pusulanın üzerinde dairesel şekilde hareket ettirirken bir taraftan da gözlerini, pusulanın ibresi üzerine dikmiştir. Bu sırada nabzı 250'ye yükselmiştir. Pusulanın ibresi bir müddet sonra titremeğe başlamış, saat yönünün tersine doğru hareket etmiş, daha sonra da plastik kutudaki bakır kaidesi dönmeğe başlamıştır.

    Nelya Mihailova'nın yaptığı diğer bir tecrübede ise, biyolog E.Naumov'un kutusundan çıkararak 30 santim uzaklığa serpiştirdiği kibrit çöpleri, sabit bir şekilde üzerlerine diktiği gözleri ve uzattığı eli altında kaynaşmağa ve masa üzerinde hareket ederek birer birer masanın kenarından yere düşmeğe başlamışlardır.

    Nelya Mihailova, kendisinin anlattığına göre, gençliğinde öfkeli olduğu bir zaman bu kudretinin farkına varmış ve bundan sonra istediği eşyayı, gitmeden kendi yanına getirmek tecrübelerine başlamıştır.

    1904'de Binbaşı A.H.Davis, medyum Eusapia Palladino'yı Napoli'deki villasına davet etmişti. Aydınlıkta ve 6 kişinin önünde yapılan seansta binbaşı arkasını, bir meşe dolaba vererek oturmuştu. Odanın orta yerinde üstü mermer bir masaya, Eusapia ellerini uzatınca masa, büyük ve ağır olmasına rağmen, herkesin gözü önünde kımıldanmaya başladı ve yavaş yavaş hareket ederek binbaşının yanına kadar gitti. Bu esnada Eusapia, bir heykel gibi, elleri masa istikametinde uzanmış, gözleri sabit ve boş bir halde hareketsiz ve kaskatı duruyordu.

    Böyle şeylere pek inanmayan binbaşı, bu sırada bir sigara yaktı, fakat derhal mobilyaların hücumuna uğrayarak, kendi kendine hareket eden masa ile arkasındaki dolap arasında sıkıştı kaldı. Kurtarmak için dört hizmetçinin yardımı ile yapılan bütün ***retler, hiçbir netice vermedi. Ancak medyum masayı aksi istikamette hareket edecek duruma getirmek suretiyle binbaşıyı bu zor durumdan kurtarabildi."

    c- Ellerdeki Esrar

    "Amerika'lı Jeoloji profesörü Danton, "Eşyanın ruhu" adlı kitabında kendi yaptığı psikometri tecrübelerini anlatmaktadır. Danton'a göre, kız kardeşi Anna Danton Cridge, elinde tuttuğu mektubun sahibinin içinde bulunduğu durumu, şeklini, gözlerinin rengini, karakterini bildirdiği gibi kendisinin eline verilen bir maden veya taşın devrini, o devirde yaşayan hayvan türlerini, panoramik bilgiler halinde verebilmiştir."

    Psişik melekelerden biri olan psikometri deneyleri, eşya üzerindeki hiçbir hatıra ve intibaın kaybolmadığını ve bütün olayların tarih sırasıyla tabiatta bir fotoğraf gibi kayıt ve tesbit edilmiş bulunduğunu bize göstermektedir.

    d- Ölmüş Annenin Sesi

    "İsviçreli şifacı Ernest Kapp, akıl hastalıklarını da tedavi etmekte idi. Bir doktor onu hususi bir hastaneye çağırdı. Çok tehlikeli bir kadın, hasta hakkında fikrini almak istiyordu. Kadın, bir devlet akıl hastanesine sevkedilmek üzere idi. Kapp, hastanın odasına girdiği zaman hemşire elinde bir iğne tutuyor, kadın da atılmağa hazırlanan bir kaplan gibi iki büklüm duruyordu. Hemşire, onun elini yakaladı, iğneyi koluna batırmak üzere idi ki, şifacı, enjeksiyon yapmamasını rica etti. Çünkü, eğer iğne yapılırsa kendisi hiçbirşey yapamayacaktı. Kendisini hasta ile yalnız bırakmalarını istedi. Hemşire, zilin yerini gösterdi ve çıktı.

    Kapp, kadınla yüzyüze kaldı. O anda gözlerini kapayan rahip, yapması icap eden şeyin, kendisine bildirilmesi için dua etmeğe başladı. Sol kulağında ölmüş annesinin teganni eden sesini işitti; bir Alman ninnisi söylüyordu. "Ama burası Amerika, Almanya değil" diyecek oldu. Ses, teganniye devam ediyordu. Kendisi de ninniyi Almanca olarak söylemeğe başladı. Dördüncü kelimeye gelmişti ki, kadın tepeden tırnağa titremeğe başladı. Kapp, "şimdi üstüme saldıracak" diye düşündü. Fakat ninniye devam etti. İkinci mısra bittiği zaman kadın, hıçkırarak ağlamağa başlamıştı. Ve Almanca olarak, "Siz Allah'ın bana gönderdiği bir melek olmalısınız" dedi. Fevkalade bir klervayan (Clairvoyance) hassasına sahip olan Kapp, kadının üstüne çökmüş olan ağır absesyon bulutunun dağılıp gitmekte olduğunu görebiliyordu. Ayağa kalktı, ellerini hastanın üzerine koydu ve şükretti. Kadının sonradan Kapp'a anlattığına göre, kocası gırtlak kanserine yakalanmıştı. Kadın, ona gece gündüz bakıyordu. Bir gün, hastanın odasına girdiği zaman onu yerde kanlar içinde buldu, adam gırtlağını keserek intihar etmişti. O zamandan beri de kadın kocasının tasallutuna uğramıştı. Bir kaç dakika sonra Kapp, doktorla hastabakıcıya, yukarı çıkıp hastayı görmelerini söyledi. Kadın iyileşmişti. Derhal taburcu edildi."

    e- Yüce Ve Süflî Ruhlar

    Âlî ve temiz ruhlar, insanlar için koruyuculuk vazifesi yaparken, habis ve şerir ruhlar da insanlara zarar vermek için ellerinden gelen herşeyi yaparlar. Zaten ruh çağırma seanslarına koşarak gelenler de ekseriyet itibariyle böyle ruhlar veya cinlerdir. Yoksa yüce ruhların öyle meclislere gelmesi mümkün değildir.

    Fahreddin Razi dediğinde haklıdır. O şöyle demektedir: "Habis ruhlar davete icabette seri, kuvvetli ve güçlü ruhlar ise ağırdırlar."

    Efendimizin ruhu ve diğer nebilerin ervahı, katiyyen böyle davetlere icabet edip gelmezler. İmam Rabbani, Abdülkadir-i Geylani, Muhyiddin İbn-i Arabi ve Bediüzzaman Hazretleri gibi âli ruhları da bu tür metodlarla davet imkânsızdır. Habis ve alçak ruhlardır ki, her türlü süflî davete koşarak gelirler. Cinlerin ayak takımı da böyle davetlere icabette seridirler.

    Ve bunlar, aynı zamanda insanlara hasım ve düşmandırlar. Bütün şerlerin ve kötü şerârelerin altında bunlar bulunurlar. Karakter, irade ve ruh bakımından zayıf insanları tesir altına alır ve kullanırlar. Bunların eline düşmüş zavallı insanlara, tıp çeşitli isimler verir; "paranoyak", "şizofreni" der, fakat ekseriyetle de bu tür hastalıklara tıp şifa bulamaz. Zira, her türlü cinnet vak'asının altında kesinlikle şerir cinler ve habis ruhlar vardır. Öyledir ki, bu tür rahatsızlıklar çoğunlukla dua ve okumakla iyi olmaktadırlar. Bu münasebetle birini dinlediğim, diğerini bizzat müşahade ettiğim iki vak'a arzetmek istiyorum.

    Mekandan uzaklaşma

    Teyzem âbide, zâhide bir kadındı. Alvar İmamı'na da yürekten bağlıydı. Başından iki defa delirme hadisesi geçti. Birini ben hatırlamıyorum. Söylenen şu: Teyzem gece kalkmış tesbihini çekiyor. Bir ara, spiritualistlerin "Mekandan uzaklaşma" dedikleri hal oluyor ve teyzem seccadesinin üzerinde bir metre kadar havaya yükseliyor. Kocası bu durumu görünce endişe ediyor ve ayaklarından tutup onu yere çekiyor, teyzem de deliriyor, hatta mütecaviz bir hal alıyor. Öyle ki ancak zincirle zaptedebiliyorlar. Hattâ bir keresinde, düğün evinde ne kadar ayakkabı varsa hepsini toparlayıp tandıra atıyor ve elinde sopayla tandırın kapısı önünde nöbet tutuyor. Hiç kimse cesaret edip yanaşamıyor ve bütün ayakkabılar tandırda cayır cayır yanıyor... Nasılsa dedem arkasından yakalayıp onu oradan uzaklaştırıyor.. Daha sonra teyzeme birisi bir muska yazıyor. Hadisenin bundan sonrasını dayım şöyle anlatırdı:

    "Misafir odasında oturuyorduk. O yine zincirle bağlıydı. Yazılan muska yerine konulduktan kısa bir müddet sonraydı ki, ağlamalı bir sesle:

    "Dadaş beni niye bağladınız ki?" dedi... Hemen çözdük. İyileşmiş ve tamamen eski haline dönmüştü..

    İkinci delirmesine de ben şahid oldum. Küçüktüm, hafızlık yapıyordum. Alvar İmamı'nın torunu ilk dönemlerde hocamızdı. Birisi, bir iki kelimelik, pek de öyle hakaret olmayan bir söz sarfetti. Rahmetli dedem ve teyzem oturuyorlardı. O böyle deyince birdenbire bir çığlık kopardı: "Benim efendime ha?" dedi. Yine delirdi. Zorla arabaya koydular. Dedem onu götürdü. Psikiyatriye yatırdılar. Klinik, hastahanenin 4. katındaydı. Kendini 4. kattan aşağıya attı ama hiçbir şey olmadı. Bu hadise üzerine teyzemin kocası Erzurum'dan bir hocaya gidip muska yaptırdı. Teyzem anında şifa buldu ve ***et sakin olarak eve döndü.

    f- Batı İnsanının Bunalım Sebebi

    Evet, ervah-ı habise daima pusudadır. İnsanın açığını bulduğu an saldırır. Gücü yettiğince zarar vermek ister. Böyle habis ruh ve şerir cinlerin saldırısından korunmak için Cenab-ı Hakk'a sığınmak gerekir. O'na iltica edene hiçbir habis ruh veya cin zarar veremez. Günümüzde Batı insanının -hiç mübalağa etmeden söylüyorum- yüzde kırkı ruhi bakımdan dengesizdir. Siz isterseniz bu dengesizliğe "delilik" deyin isterseniz daha ılımlı başka isimler verin ama, netice değişmeyecektir. Batı insanının azımsanmayacak kadar ve büyük bir kısmı ruhî tedavi görmektedir. Almanya'da bu iş için devlet bütçesinden ayrılan miktar akıl alacak gibi değildir. Ama yine de meseleye çare bulunabilmiş değildir. İskandinav ülkelerinde kırk yaşını geçen insanların yüzde onu intihar etmektedir. İntihar geçici bir cinnetle olur. İntihar eden insanları beş-on dakika önce psikiyatriye kaldırmak mümkün olsa, onların muvakkat bir delilik içinde oldukları ***et rahatlıkla tesbit edilebilir. Cinler veya habis ruhlardır ki, bünye içinden kendilerine gelen küçük davetiyeye icabet etmekte ve irade bakımından iyice zayıf düşmüş insanların ruhlarını kapkaranlık hale getirmektedirler. Hiç olmazsa, ilim mahfillerimiz meselenin bu yönünü "ihtimal" deyip kabul etselerdi, bugünkü bakış açıları çok değişecek ve içinde bulundukları madde saplantısından belki o zaman kurtulmaları mümkün olacaktı. Ama bu yapılamadı. İlim adamlarımız, deve kuşu gibi başlarını kuma soktu. Etraflarındaki hakikatlara göz kapadı. Neticede ruhlarda bir "habâset" meydana geldi. "Habisler habisleredir" (Nur, 24/26) ayetinin ifade ettiği manaya uygun olarak da habisleşen ruhlara, habis ruhlar musallat oldular. Batı dünyasının paranoyak bir kitle haline gelmesinin altında yatan hakikat budur. Halbuki temiz bir atmosferde, temiz insanların yaşadığı dönemlerde temessül edenler, melekler oluyordu. Âli ruhlar o meclislerde boy gösteriyorlardı. Nitekim bu hususu yeri geldiğinde detaylarıyla söz konusu edeceğiz.

    g- Trans Eylemi Ve Etkisi

    Dr.Bedri Ruhselman anlatıyor:

    "Kendisi 1931 senesinde Adana'da iken oturduğu evin karşısındaki M... Efendi'nin evi taşlanmağa başlanmış, evin etrafına ve taş atılabilmesi mümkün olan istikametlere polis memurları yerleştirildiği halde, evin taşlanmasına mani olunamadığı gibi, dakikada muntazaman 15-20 adet olarak atılan taşların intizamı dahi bozulmamıştır. Doktorun müşahadesine göre bu taşlar M...Efendi'nin bahçe duvarı üzerinden geliyordu. Hafif bir şekilde hareket ederek çinko dam üzerine yavaşça düştükleri ve boyları da küçük olduğu halde çok şiddetli bir ses çıkarıyor ve ele alındıkları zaman fırından çıkmış gibi sıcak bulunuyorlardı.

    Bu hal, 40 gün kadar devam ettikten sonra bir gün M...Efendi'nin büyük bir korku ve heyecan içinde feryat ederek evinden fırladığı görülmüştür". Doktor Bedri Ruhselman, olayı şöyle hikaye etmektedir:

    "Bahçeye ilk giren ben oldum. Evvela genç kızın hali nazarı dikkatimi çekti. (Bu kız M...Efendi'nin ölen eski karısından olan kızıdır.) Kız, yarı trans halinde idi. Bahçede bulunan yemek masasının önündeki iskemleye çökmüş, başını masanın üzerine koymuş, gözleri dalgın ve etrafta olup bitenlerle sanki hiç ilgili değilmiş gibi bir halde bulunuyordu. Daha doğrusu kendisini kaybetmişti. Hâdiseler şöyle cereyan ediyordu:

    M...Efendi -taşlanma hadisesi üzerine- evi terkettikten sonra, evin dört odasından üç tanesinin dışardan kepenklerini sımsıkı kapayarak kilitlemiş, yalnız yukarıda ismi geçen odayı bakkaliye levazımatı için depo olarak kullanmak maksadıyla açık bırakmıştı. İşte, o sırada kapısı aralı bulunan bu odanın içinde zeytinyağı fıçıları, yağ tenekeleri, içinde öte beri bulunan bir sürü camdan veya topraktan mamul kavanozlar vesaire bulunuyordu. Şimdi, içeride bu tenekeler birbirine çarpıyor, kavanozlar devriliyordu.

    Aynı zamanda kapıları ve pencereleri kapalı, yukarıda arka sokağa bakan odanın camlarının kırılmakta olduğu da yere düşen cam seslerinden anlaşılıyordu.

    Hemen, evvela yukarıdaki odaya çıkıp, kapıyı açtık. Dışarıdan kepenkleri kapalı olan pencerenin içeriden camları kırılmıştı. Tedbirli hareketlerle ve adımlarla aşağıdaki depoya indik. İçerisi karma karışık bir halde idi. Fakat dışarıdan duyulan gürültülerle orantılı tahribat yoktu. Bir iki şişe kırılmış ve bazı mayiler dökülmüştü. Bununla beraber fıçıların ve diğer eşyanın yerleri değişmişti. Odaya benimle M...Efendi'den başka kimse girmeye cesaret edemedi. Bahçede de kimse kalmadı. Kız hâlâ aynı halde bulunuyordu. Kızı hemen dışarı çıkarmasını M...Efendi'ye söyledim. M...Efendi, kızı kollarından tutarak kaldırdı. Dışarıda bir ahbabına, evine götürmesi için teslim etti. Kızın bahçeden çıkması ile hadiselerin durması bir oldu."

    ğ- Aleyküm Selam Abdullah

    Isparta'lı Müderris Mustafa Efendi vefat etmişti. Bütün akraba-i taallukatı ve talebeleri başına toplanmışlardı. Bu sırada oraya gelen Hoca Abdullah Efendi:

    -Selâmünaleyküm Mustafa Efendi... deyince çenesi bağlı bir halde yatmakta olan ölü birden kalkıp oturarak:

    -Aleykümselam Abdullah... demiş ve bir hafta daha yaşadıktan sonra tekrar vefat etmiştir.

    h- Silahını Vermeyen Şehid

    Mezarlarda ve ölmüş insanlar üzerinde müşahede edilen harikulade halleri de bu fasılda zikretmekte fayda var. Bu esrarengiz vak'alar da, yine madde ve fizik ötesi varlıkların mevcudiyetine bir delildir... Birinci Dünya Savaşı'nda, Anadolu'nun her karış toprağına bir şehidin kanı akmıştır. Onlar, din, ırz, namus ve vatan uğruna canlarını seve seve vermişler ve meleklerle omuz omuza bir hale gelmişlerdir. Öyle yücelmiş ve öyle ulvileşmişlerdir ki, Şair onlar hakkında "Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi" demiştir. İfadedeki mübalağa, şiire ve şairliğe verilecek olursa, o gün şehid düşenler, cidden sahabinin hemen arkasında yer alacak kadar büyümüşlerdi. Zira şartlar çok ağırdı. Bu kadar ağır şarta rağmen, canını dişine takan bu insanlar, elbette Allah katında büyük bir değere sahip olacaklardı. Zaten Kur'an şehidler hakkında, "Onlara ölüler demeyin, onlar diridirler, fakat siz anlamazsınız" (Bakara, 2/154) buyuruyordu. İşte yine böyle şehidlerden biri hakkında sözüne güvenilir müşahid bir dostum bana şunları anlatıyordu:

    "Tarlayı sürerken saban sert bir şeye takıldı. Baktım, bu bir ceseddi. Etrafını itina ile kazıp cesedi çıkardım. Mehmetçik, üzerindeki elbisesiyle sırtüstü yatıyordu. Elindeki silahı da sımsıkı tutmuştu. Ne kadar ***ret ettimse de elinden silâhı alamadım."

    Aynı benzer bir hadisede veya bu hadisenin devamında şöyle ikinci bir vakıa daha cereyan ediyor. Daha sonra bu askerin yanına ona komutanlık yapmış, yaşlı bir zatı getiriyorlar. Komutan askerini tanıyor ve ona ismiyle hitap ederek silahını teslim etmesini istiyor. İşte o zaman mehmetçiğin eli gevşiyor ve silâhını teslim ediyor.

    Selçuklu devrinde, Anadolu'nun fethine iştirak eden seyyahlardan biri -ki o devrede bir yer fethedilmeden önce seyyahlar gider ve kendi manyetik alanlarını oraya taşıyarak fethe zemin hazırlarlardı. Seyyahlardan sonra akıncılar, ardından da fetih orduları gelir, oralar fethedilirdi- şöyle bir hadise anlatıyor:

    "Bizans topraklarında dolaşıyordum. Yolda benim gibi seyyah genç bir adamla karşılaştım. Beraber gezmemizi teklif etti. Razı oldum. Yolumuzun üzerinde bir Bizans müfrezesi ile karşılaştık. Ve onlarla aramızda çatışma başladı. Bir ara arkadaşımı şehid ettiler. Ben yalnız kalmıştım. Fakat kav***ı sürdürüyordum. Nihayet ben de güçten, dermandan kesildim. Hasmım tam beni alt edeceği sırada idi ki arkadaşım birden yerinden doğruldu.

    "Allah yolunda öldürülenlere ölüler, demeyin." ayetini okuyarak geldi ve beni öldürmek üzere olan hasmımı yere serdi. Onun yerinden doğrulup kalkmasını gözümle görmüş ve okuduğu ayeti kulağımla duymuştum. Ben kurtuldum. Fakat o eski hali üzerinde ve upuzun yerde yatıyordu.

    i- Herşeyi Gösteriyorlardı

    Diyarbakır'ın Maden kazasında bir kadının öldükten dört saat sonra, tekrar dirildiği ve hadiseyi şöyle anlattığı bildiriliyor:

    "Hiçbir hastalığım yoktu. Akşamdan başımda hafif bir ağrı hissediyordum, öğleyin saat 12 sıralarında yere düştüm. İlk hissettiğim şey, parmaklarıma bir sopa ile vurulması idi. Hatta ayıldıktan sonra bile parmaklarım ağrıyordu. Orada ölen bütün akrabalarımı gördüm. Beni yüksek bir tepenin üzerine çıkarıp her şeyi gösteriyorlardı.

    1954 senesinde ölen kayın validemi, bir kapının önünde domuz şeklinde bağlı gördüm. Niçin böyle oldu? dedim. Ben dünyada misafir sevmediğim için onun cezasını çekiyorum, dedi.

    1959 senesinde ölen Hulki Sel ismindeki adam, dünyada yetim malını yediği için boynuna zincir bağlamışlar eziyet çekiyordu. 7 yaşında ölen oğlumu yeşillikler içinde bir elma ağacı altında elma toplarken gördüm.

    1960 senesinde ölen Arif Danışman halen sağ olan Şerif Harman'dan bir çap "bir ölçü" buğday borç almış, öldüğünde vermediği için azab çekiyordu. Bana yemin verdirdi. "Oğluma söyle, borcumu götürüp versin" dedi.

    "Bu haber tamamen doğruydu. Nitekim oğlu, maden işletmesinde çalışan Fahri Danışman babasının borcunu verdi."

    Son olarak döneceğim sırada bana, "Senin çocukların çok küçük, sana acıdık, iki sene müddet veriyoruz, iki sene sonra dünyayı terk edeceksin, buraya geleceksin" dediler.

    Bu çeşit vak'aları, Efendimiz devrinde de görmek mümkündür. Nitekim, kız çocuğunun bir derede boğularak vefat ettiğini söyleyen sahabiye Allah Rasûlü acımış ve ondan kendisini oraya götürmesini istemişti. Yanlarında daha birçok Sahabe olduğu halde bu yere gelinmiş, Efendimiz kıza ismiyle hitap edip, kızın da "Lebbeyk Ya Rasûlallah" dediği duyulmuştu. Efendimiz kıza geri gelmek isteyip istemediğini sormuş, o ise bulunduğu yerden çok memnun olduğunu ve geri dönmek istemediğini söylemişti. (Kadı İyaz, eş-Şifa, 1/320; Hafaci, Şerhu'ş-Şifa, 3/106)

    Hz. Enes anlatıyor:

    Yaşlı bir kadının bir tek oğlu vardı. Çocuk aniden vefat etti. Kadın çok üzüldü ve ellerini açarak şöyle dua etti: "Ya Rabb! Senin rızan için, Rasûlü Ekrem (a.s.)'e biat edip hicret ile buralara geldim, benim biricik evladımı o Rasulü'n hürmetine bağışla."

    Hz. Enes, sözüne şöyle devam ediyor: O ölmüş çocuk kalktı ve bizimle beraber yemek yedi.. (Kadı İyaz, eş-Şifa, 1/320; İbni Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 6/292)

    ı- Bir Elin Becerileri

    "Fransa'da Arl Vilayeti'nin Pontde-Cran kasabasında oturan Madam Manson da, el kudretine haiz bulunmaktadır. Kendisi hayvan ve insanlara ait hastalıkları, elini bunların üzerine tatbik etmek suretiyle iyileşmesine sebep olmanın yanında hayvan, balık ve sebzeleri de ellerinin altında mumyalaştırmaktadır. İyi ettiği hastalıklar arasında astım, sinuzit, sıraca, kist, idrar darlığı, Malta humması, otite, ekzama, romatizma, rahim hastalıkları, siyatik ve verem bulunmaktadır. Anlatıldığına göre, hekimleri dolaştıktan sonra tedavi edilemez teşhisi ile kendine gelen hastaların % 80'i tamamen iyi olmakta, diğer % 20'si ise, hastalıkları diğerlerinden hafif bulunduğu halde hiçbir ilacın, doktorun ve ruhî kudretin tesiri altında kalmayacak müstesna yaradılışta olduklarından iyi olamamaktadırlar.

    Madam Manson'un tedavi ettiği hastalardan Madam Alerme'in kızı Odette, görme hassasını kaybetmiş ve doktorlar ümidi keserek tedaviden vazgeçmişlerdi. Madam Manson'a götürülen kız, bir kaç seanstan sonra görme hasasını tekrar tamamıyla kazanmıştır.

    Yine doktorların tedaviden aciz kaldıkları bir bağırsak hastalığına tutulmuş olan Madam Pinet, kendisi ile konuşan muhabire şunları anlatmıştır:

    "Madam Manson, ellerini karnımın ve boş böğürlerimin üstüne koydu, birden müthiş terlemeye başladım. Şiddetli bir sıcaklık duydum; bacaklarım kesildi, ayaklarım karıncalandı ve bütün vücudumda asabi bir titreme başladı. Bu tek seanstan sonra hiçbir şeyim kalmadı."

    Madam Manson'un tedavi ettiği hastalardan en şayanı dikkati aşağıdaki vak'adır: Nimes şehrinden bir kadın Madam Manson'a müracaat ederek kız kardeşinin, bir kaç saatten beri komaya girdiğini ve gelecek halde bulunmadığı için fotoğrafını getirdiğini söylüyor. Madam Manson, fotoğrafı alıp bir müddet gözlerinin bütün kuvveti ile baktıktan sonra kadına iade ediyor ve "Eve döndüğünüzde kardeşinizi sıhhatte ve gözleri açılmış bulacaksınız" diyor. Hakikaten kadın kız kardeşinin yanına döndüğü zaman onu sıhhatte buluyor."

    j- Rüyalar

    Rüyalar da, ruha ait bir hassa olmaları itibariyle telesteziye dahildirler. Bu cihetle de madde ve fizik ötesi alemlerin ve o alemlere ait varlıkların mevcudiyetine delil teşkil ederler. Rüya, hakikat alemine açılan pencerelerden, olmuş ve olacak hadiselerin aynen veya bir kısım sembollerle müşahade edilmesinden ibarettir. İnsan zihni, değişik baskı ve şartlanmalardan uzak kaldığı ölçüde herbir rüya, ötelerden birer ışık, birer işaret gibi insanın önündeki karanlıkları aydınlatıp ona yol gösterebilir. Rüyalarda, göze, maddeye ve ışığa ihtiyaç duyulmadığı, görülen şeyler basiret ve ruhun idrakiyle sezildiği içindir ki, rüyalar çok defa insana tasavvur edemeyeceği kadar güzel ve geniş şeyler de anlatabilirler. Bir tek rüya ile dün, bugün ve yarına dair, kitaplara sığmayacak kadar geniş malumatın verildiği hiç de az değildir. Rüya görmeyen insan yok gibidir. Bu itibarla da ona, ruhun tabii müşahadesi diyebiliriz. Bu müşahadeyle insan, cismaniyet çeperinin dışında ve tamamen ayrı bir buudda yaşayabileceği gibi, aynı kuşakta kadere ait çok sırları sezebilir...

    Aynıyla ortaya çıkan rüyalar o kadar çoktur ki, eğer her şahıs gördüğü rüyalardan sadece tabiri çıkanları tesbit edebilseydi, bundan kocaman kitaplar meydana gelirdi.

    Öteki alemden insanın müşahade ufkuna sarkmış ve her temiz ruhun istidadına göre, gördüğü nice rüyalar vardır ki, gönül o rüyalara girip tenezzüh eder.. herbiri birer gül bahçesi sayılan o bahçelerdeki kevser çeşmelerine varıp kana kana içer ve sonsuzluğa açılan o gizli menfezlerden, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve ruhların tasavvurundan aciz bulunduğu manzaraların müşahadesiyle kendinden geçer.

    Rüyalar sayesindedir ki, kalb ve basiret gibi iki ayrı hassamızın olduğunu idrak eder ve cismin üç buudlu mahbesinden kurtuluruz. Vâkıa, hakikatle bütünleşmiş yüksek ruhlar için, öteleri müşahedede rüyalara ihtiyaç yoktur. Onlar her zaman, orayı ve burayı birarada görür ve sonsuza ait güzelliklerle mest-u mahmur olarak yaşarlar. Ne var ki bu kapı, herkese açık değildir; açılanlara da çok ciddî mücâhede ve ruhî tecrübelerden sonra açılabilmektedir. İnsan zihnini, en pes şeylerin içiçe bulunduğu bir mezbelelik görenler veya bu mevzudaki tesbitlerini hayvanî duyguların bulanık dünyalarında takip edenler, binbir ilham esintisinin üfül üfül esip durduğu rüyaları, şuuraltı hortlaklarının karnavalı görüp göstermelerine karşılık, ilk ilhamlarını onlardan alan binlerce mucit ve binlerce Hakk dostu, misal aleminin bu feyyaz ve bereketli iklimine hep minnet duymaya devam edeceklerdir.

    Dünyayı aydınlığa boğan En Yüksek Ruh, rüyalarla yelken attığı marifet denizlerinde seyrederken bile, yer yer bu ilk kutlu basamağa dönmüş ve peygamberliğin kırk şu kadar şubesinden bir parça sayılan bu mübarek meşcereliğe dikkati çekmiştir.

    A- Rüya ile Gelen Mesajlar

    Doğru ve sadık rüyalarda ilham ve irşad yüklü mesajlar vardır. Onun içindir ki nice büyük keşifler rüyalar sayesinde elde edilebilmiş ve niceleri de ferd ve milletlerin kaderini tayine vesile olmuştur. Kitaplar bunların binlerce misaliyle doludur. Biz, bunlardan sadece bir kaçını arzedeceğiz:

    1. Hz. Yusuf, belli bir yaştan sonra adeta hep rüyasının tabirini yaşamıştır. Neticede de gördüğü rüya aynen tahakkuk etmiştir.

    2. Hapishane arkadaşlarının rüyalarına dair yaptığı tabir, melikin rüyasına getirdiği yorum da aynen vaki olmuştur ki, adeta bu rüyaların tabirlerinde -bir ölçüde- ferd, cemiyet ve milletin kaderi resmedilmektedir. Yusuf Sûresi, bu mevzuda, hassasiyetle üzerinde durulması gereken bir hazinedir.

    3. Firavun gördüğü rüya ile o uğursuz akibetini açık-seçik görmüştü ve bunu değiştirebilmek uğruna başvurduğu hiçbir çare de fayda vermemişti.. evet onun için de kaderin hükmü aynen gerçekleşmişti.

    4. Dördüncü Mehmed'in sadrazamı, Tarhuncu Ahmed Paşa, bir Nevruz günü padişah tarafından idam olunacağını, müneccimbaşı Hasan Bahâî Efendi'den öğrenmişti.

    5. Devrin vakanüvistinin anlattığına göre: Mehmet Efendi adında dindar bir kimse varmış, bir gece rüyasında sadrazamı görmüş, önüne bir mendil yaymış, halk başına üşüşmüş, her gelen mendile bir kızıl filorin bırakırmış. Mehmed Efendi de bir altın bırakmış ve kendisinden bir memuriyet istemeye niyetlenmiş. Tam o sırada bir derviş gelip mendile, ortasından kesilmiş bir yarım altın bırakmış, sonra tekrar geri almış... Sadrazam da oturduğu yerden inerek gözden kaybolmuş. Bu rüyasını bir rüya tabircisine anlatan Mehmet Efendi'ye bunu şöyle tabir etmişler: "Sedir makamdır. Akçe, dedikodu, sözdür. Yayılmış olan mendil sadrazamın mevkiindeki hal ve şanıdır. Sedirden inip gitmesi makamdan azli, gözden kaybolması, alem-i şuhuttan (madde aleminden, dünyadan) gitmesi; derviş, kaptan paşadır ki, adı derviştir; akçesini geri alması, kendi zevaline dahi alamettir."

    6. Bir rüya da Ahmet Paşa bizzat kendisi görmüştü. Peygamberimiz:

    - Ahmet, seni istemezler, yeter durduğun, şimdiden sonra bize gel, diye mübarek elleriyle işaret ve davet etmiş... Yakınlarının anlattıklarına göre Ahmet Paşa, ölümü kendisi için muhakkak bilip, kayıtsız ve laübali hareket edermiş. 1653 Nevruzu'nda Salı günü divana geldiği vakit üzerinde, âşikâr bir vahşet varmış, vüzeraya selam verdikten sonra:

    - Paşa karındaşlar, bugün son divana gelişimizdir, ahiret hakkını helal edin diye veda etmiştir. İki gün sonra perşembe günü de idam olunmuştur.

    7. Dördüncü Mehmet'in en küçük kızı "Kaya Sultan" bir korku ile uyanır ve gördüğü rüyayı kocası Melek Ahmet Paşa'ya:

    - Bu gece rüyamda dedem Sultan Ahmed'i gördüm. Bana Cennette oturduğu sarayı gezdirdi. "Kaya'm" dedi. Yeni Camii yaptırırken işçilerin arasına karışarak eteğimle taş ve toprak taşımış ve "Ulu Allah'ım, Ahmet kulunun hizmetini kabul eyle" diye yalvarmıştım. O da kabul ederek beni Cennete aldı. Şimdi gel Kaya'm, sen de benim gibi Cennette sefa eyle. Fakat solunda duran büyük amcam Mustafa: "Kardeşim, Kaya için bu kadar acele etme. Melek Ahmet'ten bir kızı olsun, ondan sonra Cennetimize gelsin" deyince dedem bu niyetle "Elfatiha" diyerek elini yüzüne sürdü. Elime baktım sağ eline kan bulaştı. Korkudan uyandım" diye anlatır.

    Paşa her ne kadar rüyayı iyi bir şekilde tabir edip Sultan'ı teselli etmeye çalışırsa da diğer taraftan Evliya Çelebi'ye:

    - Bu eser-i Hüdâdır, sende Allah emaneti olsun, bu sırrı kimseye açıklama, Allahu âlem bizim Sultan doğururken kanı akar, şehid olur, diyerek ağlar ve belki de kaderini düzeltir düşüncesi ile hazinesinden beşbin dörtyüz kese getirtip, Sultan'ın eliyle fukaraya ve saraydaki adamlara dağıttırır. Hatta bundan, Evliya Çelebi'ye üçyüz, kızkardeşine de yüz altın düşer.

    Filhakika Kaya Sultan, ikinci kızını doğurduğu sırada (son) denen kısım içerde kaldığından, ebelerin üç gün süren türlü müdahaleleri neticesinde rahim zedelenir ve Sultan da kan kaybederek ölür.

    8. Amerika'nın eski cumhurbaşkanlarından Abraham Lincoln, 1856 yılının l4 Nisan gecesi gördüğü garip bir rüya ile sıçrayarak uyandı. Rüyanın verdiği sıkıntıdan sırılsıklam terlemişti. Kalktı, çamaşır değiştirdi. Bir süre kitap okudu. Tekrar uzandığında, sanki aynı rüya kendisini yatağın içinde bekliyormuş gibi rahatsızlık duydu.

    Tekrar uykuya dalabilmesi bir kaç saatini aldı.

    Sabah olduğunda rüyasını eşine ve yakınlarına anlattı. Hatta o günkü kabine toplantısında bile bahsetmek lüzumunu hissetti.

    Rüyasında, Beyaz Saray'ın hizmetkârları telaşla koşup geliyorlar ve cumhurbaşkanının öldürüldüğünü kendisine haber veriyorlardı.

    Abraham Lincoln'ün yakınları bunu hayra yorarak, ömrünün uzayacağını söylediler.

    Aynı günün akşamı Lincoln ve karısı dostlarıyla birlikte tiyatroya gittiler. Kötü rüya Lincoln'ü manen sarsmıştı. Bir önsezi ile olacak hadiseleri hissediyormuşcasına konuşuyor, yakınlarının teskin edici telkinlerine rağmen ruhunu saran karanlıktan sıyrılamıyordu.

    Temsilin heyecanlı bir sahnesinde Lincol'ün oturduğu loca kapısı yavaşça aralandı. Sahneden akseden ışıkla elindeki tabancası parlayan genç bir adam içeridekilerin hareketine fırsat vermeden kurşunları boşalttı.

    Amerika'nın 16. Cumhurbaşkanı, beynine dolan kurşunlarla koltuğuna cansız yığılıverdi. Henüz gördüğü rüyanın üzerinden yirmi dört saat bile geçmemişti.

    Böylece, rüyanın gelecekten haber veren işareti ile bir ülkenin devlet başkanı tarihe karışmış oluyordu.

    9. Çanakkale Harbi'nde İtilaf Devletleri Kumandanı Sir Jan Hamilton, 21 Eylül 1911'de gördüğü bir rüyayı şöyle anlatıyor:

    "Dün gece korkunç bir rüya gördüm. İmroz'da çadırımın içindeki küçük portatif karyolamda yatmaktaydım. Birdenbire kendimi buz gibi sulara gömülmüş buldum. Birisi beni denizin dibine doğru çekiyordu. Boğuluyordum. İki kuvvetli elin boğazımı sıktığını hissediyordum. Bu iki el, beni hem boğuyor hem de denizin derinliklerine sürüklüyordu. Nefesim kesiliyordu.

    Dehşetli bir mücadeleyle kendimi bu iki elden kurtarmaya çalıştım. Bu, o kadar sıkıntılı bir boğuşmaydı ki, yatağımda güçlükle gözlerimi açtığım zaman, bütün vücudum zangır zangır titremekteydi. Baştan aşağıya kan ter içinde kalmıştım. Boğazımı sıkan iki kuvvetli pençeyi görür gibi oldum. Çadırımın içinde sanki bir hayalet vardı. Fakat yüzü karanlıkta seçilmiyordu. Bu hayal yavaş yavaş gözden silinip kayboldu. Boğazım ferahladı. Rahat nefes almaya başladım.

    Çadıra bir düşman mı girmişti? Ömrümde bu kadar korkunç bir rüya gördüğümü hatırlamıyorum.

    Uyandıktan sonra saatlerce bu korkunç rüyanın dehşeti içinde kaldım ve bir türlü kafamdaki acayip düşünceleri atamadım: Çanakkale tekin değildi. Üzerimize kaçınılmaz bir tehlike çökmüştü. Hepimizi meş'um (uğursuz) bir akibet beklemektedir". Ve Hamilton'un beklediği akibet aynen vaki olmuştur..

    B- Rüyalar ve Bazı Keşifler

    1- Mühendis Elias Howe, uzun çalışmalar sonunda dikiş makinası yapmayı başardı. İlk yaptığı iğnelerde delik, iğnenin ortasında idi. Fakat, iğne üzerindeki deliğin uygun yere açılmayışı istenilen neticeyi vermiyor, tabii olarak dikiş dikmek mümkün olmuyordu. Bu ise Howe'u derin derin düşündürüyordu. Beyni gece gündüz, hatta uykuda bile bununla meşguldü.

    Bir gece rüyasında vahşi kabilelere esir düştüğünü gördü. Kabile reisinin önünde iğnesiz bir dikiş makinası durmaktaydı.

    -Elias Howe! diye kükredi kabile reisi. Sana makinayı derhal tamamlamanı emrediyorum. Aksi halde öleceksin!

    Zavallı Elias'ın dizlerinin bağı çözüldü, elleri titremeye başladı ve yüzünden soğuk bir ter boşandı. Düşünüyor, taşınıyor, makinenin bu parçasındaki eksikliği bir türlü gideremiyordu. Bütün bunlar, ona o kadar gerçek gibi gözüküyordu ki uykusunda avazı çıktığı kadar bağırdı.

    Boyalar sürünmüş, esmer tenli cengaverler etrafını sardılar ve onu ölüm meydanına doğru götürmeye başladılar.

    Çevresinde ateşlerin yandığı daire şeklindeki meydanlığa geldiklerinde kan ter içinde kalan Howe, dikiş makinesini unutmuş can derdine düşmüştü.

    Yere çakılı, insan boyunu aşan ve kalın gövdeli bir kazığa sıkıca bağlanan Howe, her şeyin bittiğini anladı. Ölüme hazırlanmaktan başka yapılacak birşey yoktu. Titreyen dudaklarıyla kendisinin de anlayamadığı bir takım dualar mırıldanmaya başladı.

    Sonra, gök gürültüsünü andıran kabile reisinin emri, kulaklarında yankılandı.

    - Öldürün!

    Yerli muhafızların mızrakları gövdesine saplanmak üzere havaya kalkmıştı ki, Howe birden bir şey farketti. Mızrakların ucunda bulunan göz şeklindeki delikler, düşünüp de bir türlü keşfine muvaffak olamadığı dikiş iğnesinin ta kendisiydi. Mızraklar tam göğsüne saplanırken sıçrayarak uyandı.

    Kalbinin heyecanlı çarpışına ve sırtından süzülen tere aldırmadan yataktan fırladığı gibi laboratuarına koştu. Rüyadaki mızrağın ucundaki deliğin benzerini, iğne üzerinde açarak eserini tamamladı.

    2- 19. Asrın ortalarında ilim adamlarını hayrete düşüren bir olayın hikayesi, bilim tarihinin sayfalarında yerini aldı. Bu olay, kimya ilminde büyük bir adımın atılmasına yol açan, Alman kimyacı Friedrich August Kekule'un rüyasıydı.

    1850 yıllarında İngiltere'nin, sisi eksik olmayan şehri Londra'da çalışmalarını sürdüren Kekule, yorgun argın laboratuardan oteline dönerken otobüste uyuyakaldı. Tabii biraz sonra da rüya görmeye başladı. Rüyasında atomlar zıplayıp oynayarak karşısında dans ediyorlar, bazıları da elele verip zincir şeklinde bir halka meydana getiriyorlardı.

    Arabanın fren yapmasıyla Kekule uyandı. Fakat rüyası ona çok şeyler öğretmişti. Gördüklerini formül haline getirip defterine kaydetti. Rüyadan istifade ederek ortaya attığı teori ile meşhur oldu ve kimya ilminde de büyük bir hamlenin öncülüğünü yaptı.

    Aradan 15 sene geçti. Bir kış günü Kekule, çalışma odasının şöminesinde yanan odunların çıtırtısını dinlerken uyuyakaldı. Pek tabii rüya görmeye başladı. Yine rüyasında atomların hoplayıp zıplayarak raks etmekte olduğunu ve onları birbirine kenetleyen zincirlerin de birer yılana benzediğini gördü. Sonra yılanlardan biri aniden dönerek kendi kuyruğunu ısırdı. Bu esnada Kekule uyanıverdi.

    Böylece karbon atomlarının zincirler şeklinde halkalar meydana getirebileceğini, rüya sayesinde farkedebilmişti. Bunun neticesi olarak iç yapısı çözümlenemeyen "Benzen"in mahiyeti anlaşıldı.

    C- İbret Yüklü Rüyalar

    1- Senin istifa ettirdiğini biz de istifa ettirdik

    Rahmetli babam Ramiz Hocaefendi, Mehmet Akif'ten naklen şöyle bir vak'a anlatmıştı. Vak'anın bir yönü rüya ile alakalı olması bakımından burada takdimde fayda görüyorum:

    Mehmet Akif her sabah namaz için Sultan Ahmed Camii'ne gelir. Her gelişinde de yaşlı bir adamın camiye kendisinden önce gelmiş olduğunu görür. Ne kadar erken gelse bu durum değişmez. Yaşlı adam mutlaka camiye ondan önce gelmiş bulunur. Ancak bu yaşlı pîr-i fâni ve bu nur yüzlü adam hiç durmadan ağlamakta ve gözyaşı dökmektedir. Bundan sonrasını Mehmed Akif şöyle anlatıyor: Bu yaşlı insanın yanına birgün sokuldum ve niçin durmadan ağladığını sordum ve ona Cenab-ı Hakk'ın rahmetinin enginliğini anlattım. Ama o yine ağlamasına devam etti. Bana, "derdimi tazeleme, git" dedi. Ben yine ısrar ettim. Çaresiz kaldı ve yine gözyaşları içinde bana şunları anlattı:

    "Ben, dedi, II. Abdülhamid zamanında binbaşıydım. Ailem çok zengindi. Ve ben bir subaydım, kışladan ayrılmıyordum. Ancak birgün anne ve babamın ardarda vefat haberlerini aldım. Ailede benden başka da işlerimizi evirip çevirecek kimse yoktu. Çiftlikler, dükkanlar, mağazalar ortada kalmıştı. Hemen Sadârete bir dilekçe ile müracaat edip istifa etmek istediğimi bildirdim. Sadâretten gelen cevap menfiydi. İstifam kabul olunmamıştı. Ben ikinci ve ardından üçüncü bir müracaatta daha bulundum. Ama her defasında aynı cevapla karşılaştım. Bunun üzerine Hünkar'a müracaata karar verdim. Bu kararımı sadârete bildirdim. İsteğim kabul edildi ve mâbeyne alındım. Durumumu Hünkara vicahi olarak anlattım. Elimden geldiğince mazeretimin meşruluğunu isbata çalıştım. Hünkar istifa talebimden hoşlanmamıştı. Yüz ifadesinden bunu anlamak hiç de zor değildi. İsteksiz bir halde elinin tersiyle işaret etti: "Git, seni istifa ettirdik" dedi.

    Ben sevinerek huzurdan ayrıldım, eve döndüm. O gece bir rüya gördüm. Rüyamda Osmanlı ordusu tabur tabur bölük bölük geliyor ve Efendimiz'e teftiş veriyordu. (Bu ordu idi ki kısa bir müddet sonra bütün cihana karşı kavga verecekti. Ve bu ordunun teftişini bizzat Efendimiz yapıyordu) Yanında Dört Büyük Halife olduğu halde Efendimiz önünden geçen bölük ve taburları teftiş ederken, O'ndan bir adım geride edep ve terbiye içinde, boynu bükük halde Abdülhamid de bulunuyordu. Derken benim tabur geçmeye başladı. Ancak tabur dağınıktı. Başlarında kumandanları yoktu. Efendimiz bunu görünce Abdülhamid Cennetmekan'a: "Bu birliğin kumandanı nerede?" diye sordu. O da "Talebi üzerine istifa ettirdik" cevabını verdi. İşte o esnada Efendimiz, beni bütün bir ömür boyu ağlatan şu sözü söyledi: "Senin istifa ettirdiğini biz de istifa ettirdik." Söyle, bunu duyduktan sonra ben ağlamayayım da kim ağlasın?"

    Ve Mehmed Akif diyor: Yaşlı adam ağlamasına, inlemesine devam etti. Derdi çok büyüktü. Sessizce yanından uzaklaştım. Zaten başka yapabileceğim birşey de yoktu. Zira bu pîr-i fâni, tesellisini yine Efendimiz'den bekliyordu. Kabul edildiği müjdesi gelmeden belli ki inlemesi dinmeyecekti.

    2- Nureddin Zengi'nin Rüyası

    Berzah alemi, renk ve televvünleriyle şehadet âlemine çok benzemektedir. Bu itibarla, manaya perdesiz, hailsiz açılabilen ve berzaha muttali olanlar, Cenab-ı Hakk'ın lütuf ve ihsanlarının şuuruna daha çabuk varırlar. Varır ve anlarlar ki, herşey maddeden ibaret değildir. Belki insan, maddenin bitip tükendiği yerde, madde ötesi bir âlemle münasebete geçmektedir. Böyle bir münasebet sayesindedir ki bazı kimseler, ileride olacak şeyleri ve uzak bir istikbalde vuku bulacak hadiseleri rüya ve hiss-i kable'l-vuku ile çok önceden görüp müşahade edebilmektedirler.

    Nebî, nübüvvet kürsüsünde, veli velilik ufkunda ve daha başkaları kendi müşahede buudunda bunu anlatmakta ve bize madde ötesi âlemden mesajlar sunmaktadırlar.

    Haçlılar karşısında amansız bir mücadele veren Şam Atabeyi Nureddin Zengi, şahsen benim gönlümde muallâ yeri olan büyük bir mücahiddir. İşte bu büyük mücahid bir gün rüyasında Kâinatın Fahrı'nı (a.s) görür. Efendiler Efendisi, ona çirkin yüzlü üç insanı gösterir ve "Nureddin, beni şu habislerden kurtar" buyurur.

    Efendimiz, esasen şahsına, İslâm'a ve Allah'a karşı tecavüz ve ihanette bulunan her kim olursa olsun elinin tersiyle onları tersyüz eder, kaldırıp atar. Fakat alem-i berzahın da kendine göre kanun ve kuralları vardır. En büyük ruhlara dahi bu mevzuda sonsuz tasarruf selahiyeti verilmemiştir. Hatta bazen vurulan manevî kelepçelerle onların kollarının bağlandığı da olur. Nitekim başımıza gelen bela ve musibetler karşısında evliya ve asfıyanın rûhânîyatlarına az gönül koyan bir büyük ruh, onlara "Niçin bize yardım etmiyor, medetresan olmuyorsunuz?" diye sitem edince onlardan biri hemen sırtını döner ve ellerine vurulmuş kelepçeyi gösterir. "Zannediyor musun der, "Biz istediğimiz gibi hareket ediyoruz ve sorumsuzca tasarrufta bulunabiliyoruz. Görüyorsun ki kollarımız bağlı ve hiçbir şey yapamıyoruz" Evet en büyük ruhlar dahi ancak Cenab-ı Hakk'ın verdiği selahiyet nisbetinde tasarrufta bulunabilirler. Bu meselenin birinci yönü.

    İkincisine gelince, Cenab-ı Hakk, bu vesile ile Nureddin Zengi'ye şeref kazandıracaktır. Onun için de Efendimiz O'na rüya âleminde, görünecek ve kendisine muhafızlık vazifesi tevdi edecektir.

    Bunu duyan Nureddin Zengi, hiç durur mu? Yatağından fırlar ve yola revan olur. Maiyyetiyle beraber Şam'dan Medine'ye tam 16 günde varır. Medine'ye varır varmaz da hemen ilan eder: Yanına gelen herkese bahşiş verecektir. Bütün Medine halkı önünden geçer. Fakat Allah Rasûlü'nün işaret ettiği, siret ve suretleri o menhûs adamları gelip geçenler arasında göremez. Başka kimsenin kalıp kalmadığını sorar. Ravza-i Tâhire'nin hemen karşısındaki küçük kulübede oturmakta olan üç tane mağriplinin gelmediği anlaşılır. Derhal adamlarını gönderir ve bu şakîleri huzuruna celbeder. Bakar ki, rüyasında gördüğü aynı şahıslar... Hemen küçük kulübeyi teftiş eder. Artık iş anlaşılmıştır. Bu üç şakî Allah Rasûlü'nün mübarek naşını çalmak ve O'nu Hıristiyan diyarına kaçırmak için vazifelendirilmiş üç âdi casustur ki, kulübeden Ravza-i Tahire'ye doğru bir tünel kazmakla meşguldürler. Suçlarını itiraf ederler. Nureddin bu alçaklara "layık oldukları cezayı verir ve sorumluluğunu yerine getirir. Daha sonra da Ravza-i Tahire'nin dört tarafına derin hendekler açtırıp erimiş kalay ile doldurur. Böylece, Nureddin'in gördüğü rüya, bütün bir İslâm âlemi için, peygamberlerinin naşını kaybetmek gibi, önemli bir hadiseden kurtarmış olur.

  3. #3
    Nartaneside - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Uzak duя huzuя veя!
    Üyelik tarihi
    08.Ocak.2016
    Mesajlar
    19,824
    Mentioned
    1221 Post(s)
    Tagged
    27 Thread(s)
    3- Tabiri çıkmış bir rüya

    Tabiri çıkmış bir rüyayı da asrın büyük Çilekeş'inden nakledelim. Şöyle diyor:

    "Eski Harb-i Umumiden evvel ve evailinde bir vaka-i sâdıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı'nın altındayım. Birden o dağ, müthiş infılak etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: "Ana korkma!" Cenab-ı Hakk'ın emridir; O Rahîm'dir ve Hakîm'dir." Birden o halette iken, baktım ki mühim bir zat, bana âmirane diyor ki: "İ'caz-ı Kur'an'ı beyan et." Uyandım, anladım ki bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılabdan sonra, Kur'an etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur'an, kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur'an'a hücum edilecek; İ'cazı, O'nun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i'cazın bir nevini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım." (Risale-i Nur Külliyatı, Tarihçe-i Hayatı 2/2131, Nesil Yayınları)

    Rüyalar bütünüyle objektif sayılmayabilir. Ancak rüya gören şahsa göre onun ifade ettiği mananın değişmesi herkesçe kabul edilen bir husustur. Bediüzzaman gibi İslam aleminin mukadderatıyla yakından alakalı ve adeta onunla bütünleşmiş bir insanın gördüğü rüya, bir başkası tarafından da aynen görülse elbette aynı manayı ifade etmeyecektir.

    Ancak burada objektif olan bir yön vardır. O da, herkesin rüya vasıtasıyla, misal alemiyle irtibat kurması gerçeğidir. Evet herkes bir cihetle misal alemiyle irtibat kurar, bu sayede berzah alemine girer ve herşeyin şu şehadet alemindeki ecsamdan, eşbahtan ibaret olmadığına muttali olur. O alemde de bir kısım acılar duyulmakta ve bir kısım lezzetler tadılmaktadır. Gönül yüce alemlere iştiyak içindedir. İnsan ruhu ve insan kalbi, süfli şeylere karşı, fıtratı icabı tiksinti duymaktadır. Bunu da insan, berzâhî tablolarda daha iyi anlamaktadır.

    Bazı rüyalar beşarettir ve bu yolla bir kısım ***bî gerçeklere muttali olunabilir. Yeter ki bu rüyalar, naslara, muhkemata zıd ve muhalif olmasınlar. Evet, dinî kriterlere ters düşmeyen rüyalar, başkasını bağlayıcı olmasa bile gören şahıs için yol gösterici birer rehber sayılabilirler.

    D- Rüyalar Üzerine Son Bir Değerlendirme

    Rüyamda görüyorum ki, İzmir Eşrefpaşa mıntıkasındayım. Babam ve yanında bir başka kuvvetli ruh, boynuma sarılıyor, ağlıyor; ağlıyor ve beni bırakıp gidiyorlar. Az sonra ben, Bornova'da konuşma yapmak üzere arabaya binip giderken, onların boynuma sarılıp ağladıkları aynı yerde birisi gelip şiddetle arabamıza çarptı.

    Evet, şimdi aynen böyle vaki olan bir hadiseyi nasıl izah edersiniz? Demek ki, şu şehadet alemi ile alakası kesilen ruhlar, biraz daha serbest, biraz daha kayıtsız, biraz daha bizim bulunduğumuz mekanın buudlarının dışında eşya ve hadiselere nüfûz etme imkanına sahipler. Cenab-ı Hakk'ın emri ve izniyle, istedikleri yerde bulunuyor ve istedikleri kimselere, istedikleri işaretleri veriyorlar. Biraz hayallerine inen, biraz geçmişini kontrol eden ve biraz dinlediklerini değerlendiren hemen herkes, zannediyorum benim bu dediklerimi tasdik edecek ve aynı şeyleri söyleyecektir. Bütün bunları, yani bir hakikat-ı uzmâ etrafında tahşidat yapan bu sızıntıları, sızıntı da olsalar efsaneye irca etmek mümkün değildir. Görüyoruz ki madde, dıştan idare ediliyor. Kuvvetli bir el, maddeyi istediği tarafa evirip çeviriyor.

    Rüyalar, gözün, alemi şehadete kapanmasıyla nazarımıza arz edilen berzahî tablolardan ibarettir. İstikbalimiz adına bize mesajlar sunan ve bize açıkça geleceğimizi anlatan rüyaların hepsi de birer berzahî tablodur. Rüyalarda bir kısım eşya ve hadiseler temessül eder ve nazarımıza arz edilir. Bu arzediliş bazen semboller halinde, bazen de ***et açık ve net olur.

Konu Bilgileri

Bu Konuya Gözatan Kullanıcılar

Şu anda 1 kullanıcı bu konuyu görüntülüyor. (0 kayıtlı ve 1 misafir)

Benzer Konular

  1. Melek
    Konu Sahibi Nartaneside Forum Maji ve Türleri
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 30.Kasım.2017, 00:03
  2. Zekanın 9 boyutu
    Konu Sahibi Escobar Forum Kişisel Gelişim
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 12.Ekim.2017, 17:22
  3. Cevap: 0
    Son Mesaj : 27.Mayıs.2016, 14:58
  4. Metafizik
    Konu Sahibi muStafa Forum Ruh & Sinir Hastalıkları
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 27.Nisan.2015, 06:36
  5. Standart senin varlığın...
    Konu Sahibi CeMo Forum Ünlü Şairlerin Şiirleri,
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 29.Mart.2014, 07:30

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •  
gaziantep escort bayan gaziantep escort sesli sohbet seks hikaye onwin venüsbet giriş tipobet365 sahabet karabük escort ordu escort kars escort kocaeli escort izmit escort edirne escort ısparta escort karabük escort manisa escort adana escort
ankara escort ankara escort ankara escort bayan escort ankara çankaya escort kızılay escort kızılay escort ankara eskort ankara escort çankaya escort ankara otele gelen escort kayseri escort istanbul escort avrupa yakası escort çapa escort şirinevler escort avcılar escort beylikdüzü escort