Anksiyete; nedeni bilinmeyen, içten gelen, belirsiz, korku, kaygı, sıkıntı, kötü bir şey olacakmış duygusudur. Bu duygu kısa süreli ya da anlık olmaktan çok; içten ya da dıştan gelen tehlike veya tehlike beklentilerine karşı oluşan ve süregiden bir tepkidir ve çoğu zaman kişinin işlevselliğini bozar. Çok hafif gerginlik ve tedirginlikten panik derecesine varan değişik yoğunluklarda gözlemlenebilir. Anksiyete; kas gerginliği, mide ağrısı, kalp atışının hızlanması gibi fiziksel; yoğun bir korku ve gerginlik hissi olarak ortaya çıkabilir. Bu duruma, kötü bir şey olacağına dair gerçekdışı inançlar ve abartılmış tehlike algısı eşlik eder. Sonuç olarak kişi bu belirtileri ortaya çıkaran durumlardan kaçınmaya başlar.
Anksiyete bozuklukları toplumda en sık görülen ruhsal hastalıklardan biridir. Araştırmalar anksiyete bozukluklarının yaşam boyu yaygınlık oranının %29 olduğunu göstermektedir. Türkiye Ruh Sağlığı Profilinde ise anksiyete bozukluklarının 12 aylık yaygınlığı %6,7 olarak bildirilmiştir. Anksiyete bozukluklarının genellikle erken yaşlarda başladığı görülmektedir. Ortaya çıkma açısından en riskli dönemin 10-25 yaş arası olduğu söylenebilir. Kadınlarda ve düşük gelir düzeyine sahip kişilerde görülme sıklığı çok daha yüksektir. Bunun yanı sıra yaşam boyu anksiyete bozukluğu tanısı almış hastaların %75’inde en az bir başka ruhsal bozukluk daha görülmektedir.
Anksiyetenin pek çok fiziksel belirtisinin ortaya çıkmasından sorumlu olan iki sistem hipotalamus tarafından kontrol edilen otonomik sinir sistemi ve adrenokortikal sistemdir. Buna göre bu iki sistem tehlike anında aktive olduklarında bedeni tehlikeden kurtulmaya hazırlamak için uyarırlar. Bedenin tehdit karşısındaki bu mekanizmasına “kaç veya savaş tepkisi” denir. Tehlike gerçek olduğunda bu mekanizma uyumlu bir süreç işletir.
Ancak tehlike algısı bozulup tehlikeye gerçekdışı bir büyüklük atfedildiğinde beden tehlike olmadığı halde uyarılmış olur, böylece uyumsuz bir anksiyete tepkisi oluşur. Araştırmalar bazı kişilerde erken yaşlarda anksiyeteye karşı bir hassasiyet bulunduğunu ortaya koymuştur. Bu eğilim Eysenck tarafından nevrotiklik, Watson ve Clark tarafından olumsuz duygulanım, Gray tarafından ise davranışsal ketlenme olarak tanımlanmıştır. Farklı isimlerle tanımlansa da, kişilerde bu eğilim yüksek olduğunda, kişilerin stres faktörleri karşısında olumsuz duygulara daha eğilimli oldukları ve daha kolay kaygılandıkları görülmektedir . Çocukluk döneminde bu karakteristik özelliklerin yüksek olması ergenlik ve yetişkinlikte anksiyete bozuklukları için ciddi bir yatkınlık ve risk faktörü oluşturmaktadır

Anksiyete Kuramsal Olarak Nasıl Açıklanıyor?

Bu bölümde anksiyeteyi psikolojik açıdan inceleyen temel yaklaşımlar (Psikodinamik, varoluşçu, davranışçı ve bilişsel) anlatılacaktır.
Anksiyete ve Psikodinamik Yaklaşım

Psikodinamik yaklaşımda anksiyete, amacı doyum olan dürtüler ve bunların doyum araması sırasında, süperego tarafından baskı altına alınmaya ve engellenmeye çalışılmasından kaynaklanan bir iç çatışma olarak tanımlanmıştır. Freud’un yapısal modeline göre bu iç çatışma, id tarafından ortaya konan bilinçdışı cinsel ve saldırgan isteklerin süperego tarafından sosyal ve ahlaki normlara uygun hale getirilmeye çalışılması veya bu isteklerden dolayı cezalandırılma tehdidi ile ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla anksiyete, bilinçdışında oluşan ve egonun, bilinç düzeyine ulaşmasını engellemeye çalıştığı bir tehlike sinyalidir. Freud kaygının üçe ayrıldığını ifade etmiştir:
1. Gerçek Anksiyete (Realistic Anxiety): Dış dünyada gerçek bir tehlike ile karşılaşılması sonucunda oluşur. Korku duygusuna benzerdir.

2. Nevrotik Anksiyete (Neurotic Anxiety): Bastırılmış cinsel ve saldırgan duyguların sonucu olarak oluşur.
3. Ahlaki Anksiyete (Moral Anxiety): Kişinin dürtülerini kontrol edememekten dolayı yaşadığı suçluluk, vicdan azabı, utanma gibi duyguların yarattığı sıkıntıdır.
Bu üç tür anksiyeteden gerçek anksiyete, hemen hemen herkes tarafından belli durumlarda yaşanmaktadır ve kişinin hayatta kalmasını sağlayacak işlevsel bir boyutu vardır. Ancak nevrotik ve ahlaki anksiyete, egoya karşı oluşturdukları tehlike algısı yüzünden baskı altında tutulmaya çalışılır. Bu süreçte ego, tehdit olarak algılanan bu çatışma karşısında, uygun olmayan dürtü ve isteklere karşı savunma mekanizmalarını harekete geçirir. Freud fobileri açıklarken, yer değiştirme mekanizması kullanılarak baş edilmeye çalışılan biliçdışı anksiyetenin bir nesneye ya da bir duruma aktarılmasıyla oluştuğunu savunur. Böylece daha öncesinde etkisiz olan bir nesneye ya da duruma karşı fobi geliştirilir. Dolayısıyla, fobi yaşanan durumlarda bu, o nesneye karşı gerçek bir korku değil, biliçdışı çatışmanın o nesneye aktarılmasıdır. Eğer savunma mekanizmaları dürtüleri ya da nevrotik ve ahlaki anksiyeteyi baskı altında tutmayı başaramazsa kişi, tıpkı yaygın anksiyete bozukluğunda görüldüğü gibi sürekli bir anksiyete hali içine girer.
Özetle, psikodinamik yaklaşıma göre anksiyete, bilinçdışı öğeleri olan bir iç çatışmanın yansıyan belirtisidir.
Anksiyete ve Varoluşçu Yaklaşım

Varoluşçu kurama göre anksiyete, insanın varolmasıyla birlikte ortaya çıkar. Çünkü anksiyete varoluşa karşı yokoluş gerçeğinin algılanmasıdır. May (1977) anksiyeteyi kişinin varlığı için temel saydığı değerlere yönelik bir tehdit olarak tanımlar. Kendi olmanın sınırları ve sorumluluklarını farketmenin yarattığı bu endişe yaşam boyu devam eder. Tillich’e göre bu anksiyetenin öğretici bir işlevi vardır. Kişiyi sahtelikten kurtararak, sahici bir hayat yaşamasına, otantik kendiliği yakalamasına olanak sunar. Varoluş anksiyetesini tektikleyen en önemli kaynak ise kişinin bu hayatta varoluşunu tehdit eden ölümdür. Ölümle yüzleşmenin uyandırdığı anksiyeteden kaçınmak için kişi çoğu zaman kayıtsızlığa düşer, sorumluluklarını erteler, kendini duyarsızlaştırır. Bu durum anksiyeteyi sustursa da kişiyi sahici kendiliğinden uzaklaştığı, otantikliğini yitirmiş bir hayata sürükler.
Özetle, varoluşçu kurama göre anksiyete, varolmanın imkânları ve sorumlulukları ile bu varlığın sınırlarını farketmenin bir sonucu olarak oluşur. Kuram, hayat boyu süre giden bu anksiyeteyle başa çıkma yolu olarak onu kabullenmek ve öğreticiliğini kullanmayı sunmaktadır.
Anksiyete ve Davranışçı Yaklaşım

Davranışçı yaklaşım anksiyeteyi öğrenilmiş bir korku olarak değerlendirir ve klasik koşullanma ile açıklar. Buna göre kişi, korku uyandıran ya da tehdit oluşturan bir durumla, tehlikesiz herhangi bir nesne ya da durumu eşleştirerek bu nesne ya da duruma karşı anksiyete oluşturur. Bu açıklama Watson ve Reynor’ın ünlü ‘Little Albert’ deneyine dayanmaktadır. Buna göre daha önce fare korkusu olmayan küçük bir bebek klasik koşullanma ile fareye karşı bir korku geliştirmiştir. Watson ve Reynor’ın deneyi daha önce var olmayan bir korkunun labaratuvar ortamında oluşturulmasından dolayı oldukça ses getiricidir. Bazı teoristler ise korku edinmede sosyal öğrenme, model alma ve taklidin önemli bir rolü olduğunu savunurlar. Bununla birlikte, korku ya da daha genel anlamda anksiyete bir kez oluştuğunda kaçınma ile sürdürülür. Mowrer’ın iki-faktör modeline göre anksiyetenin oluşmasında klasik koşullanma, sürdürülmesinde ise edimsel koşullanma rol oynar. Korkulan nesneden ya da durumdan kaçma veya kaçınma ile bu kaçınmanın sonucu olarak korkuda yaşanan azalmanın olumsuz pekiştirme yoluyla kaçınmayı arttırdığı gözlemlenir.
Anksiyetenin davranışçı açıklamasına getirilen en büyük eleştiri, insanların neden bazı özel durum (uçak korkusu, yükseklik gibi) ve nesnelere (yılan, örümcek, fare gibi) karşı anksiyete geliştirip diğerlerine karşı geliştirmemesidir. Seligman’ın ‘hazırlanmış’ kavramına göre türler genetik olarak yaşamsal tehditler ortaya çıkaran Pyaranlara karşı korku geliştirmeye eğilimlidir. Dolayısıyla bu hazırlanmış korkular çabuk edinilme, çabuk ortadan kalkmama ve akılcı olmama özelliklerine sahiptir.
Özetle, davranışçı yaklaşım anksiyeteyi açıklarken koşullanma temelli modelleri savunur. Buna göre koşullanma ve pekiştireçler hem anksiyetenin edinilmesinde hem de sürdürülmesinde işlev sahibidir.
Anksiyete ve Bilişsel Yaklaşım

Bilişsel yaklaşıma göre, anksiyete, öfke ve umutsuzluk gibi olumsuz duygular yaşayan kişilerin bunları olayların kendisine karşı değil, bu olaylarla ilgili kendi beklentileri ve yorumlarına karşı yaşadıkları öne sürülür. Beck ve arkadaşları anksiyete hisseden kişilerin zihinsel olarak sürekli tehlike teması ile meşgul olduklarını ortaya koymuştur. Dolayısıyla bu zihinsel saplantı hali, var olan tehlikeyi abartılı olarak, olduğundan daha fazla hissederler. Bu durum, hem otomatik düşüncelerde hem de şemalarında tehlike temasının sürekli gündemde kalmasını sağlar. Bilişsel model anksiyetede, bilgi işleme süreçlerinde çeşitli çarpıtmaların önemini vurgular.
Anksiyete en sık karşılaşılan bilişsel çarpıtmalar şunlardır:

  • Keyfi çıkarsama: Yeterli kanıt olmamasına rağmen olumsuz değerlendirmede bulunma.


  • Seçici soyutlama: Durumun tamamen bir yönüne odaklanarak, diğer özellikleri gözden kaçırma.


  • Aşırı genelleme: Tek bir olayı temel olarak genel bir olumsuzluk algılama.


  • Felaketleştirme: Olacak şeylerin dayanılamayacak kadar kötü olduğuna inanma.


  • Kişiselleştirme: Kişinin olumsuz olaylar için kendisini orantısız biçimde suçlaması.


  • Akıl okuma: İnsanların düşünceleri hakkında yeterli kanıta sahip olmadan, onların düşüncelerini bildiğine inanma ve hareketlerine bir anlam yükleme.

Bunun yanı sıra, Wells ve Butler anksiyetenin ortaya çıkışı ve sürdürülüşünü, tehlike algısına saplanılmasının yanı sıra, kişinin kendi başa edebilme becerilerini küçümsemesinin de önemli bir etkisi olduğunu savunur. Kişilerin kendi baş edebilme becerilerini hafife almaları sonucu tehlike algısı daha da yükselmektedir. Bu abartılı değerlendirme sonucunda da otomatik olarak anksiyete aktive edilir.
Farkındalık temelli yaklaşımlar, ruh ve bedenin bir bütün olarak sağlıklı olabilmesi için farkındalık ve kabullenmenin temel rolüne dikkat çeker. Bu nedenle anksiyete gibi fiziksel bileşenleri oldukça yoğun bir kavram için, bu yaklaşım kendisinden önceki birinci dalga olarak tanımlanan davranışçı ve ikinci dalga olarak tanımlanan bilişsel yaklaşımlardan oldukça farklılaşır. Farkındalık temelli yaklaşımlara göre anksiyete doğal bir tepkidir ve kişinin hayatında ya da o an içinde bulunduğu durumda birşeylerin yolunda gitmediğine işaret eder. Anksiyete ile ilişkili bozukluklara tüm yaklaşımlar ise yaşanılan korku ya da anksiyete duygusunu azaltmak hedefiyle yaklaşır. Ancak farkındalık temelli yaklaşımlarda anksiyetenin kendisi ‘kötü’ kabul edilmez. Bu sebeple hedef, anksiyete hissedilen anlarda oluşan duygusal, bilişsel ve fiziksel tüm duyumları olduğu gibi kabullenen ustaca bir ilişki kurmaktır. Bu kabullenme ile anksiyete yaşayan kişinin psikolojik bir özgürlük elde etmesi beklenmektedir.
Anksiyete Tanı Ölçütleri Nelerdir?

Amerikan Psikiyatri Birliği ( APA)’nin tanımına göre anksiyete; kişiliğin bilinçli bölümünde hissedilen ve ortaya çıkan tehlike sinyalidir. Bu tehdit, kişiliğin içinde, dış ortamda bağımsız veya bağımlı olarak üretilir. Amerikan Psikiyatri Birliği’nin (APA) psikiyatrik bozukluklar için kullandığı temel tanılama sistemi olan DSM-5’te anksiyete bozuklukları olarak tanımlanan genel başlığın altında;

  • Ayrılma kaygısı bozukluğu
  • Seçici konuşmazlık
  • Özgül fobi
  • Sosyal fobi
  • Panik bozukluğu
  • Agorafobi
  • Yaygın kaygı bozukluğu
  • Maddenin yol açtığı kaygı bozukluğu yer alır.

Daha önce anksiyete bozuklukları başlığı altında incelenen travma sonrası stres bozukluğu ve obsesif kompulsif bozukluk, DSM-V ile anksiyete bozukluğu olarak değerlendirilmemektedir. Anksiyete bozuklukları olarak gruplandırılan bu bozuklukların ortak özelliği farkedilebilir herhangi bir stres olmaksızın kendiliğinden ortaya çıkan anksiyetenin fiziksel, duygusal, bilişsel ve davranışsal belirtilerinin olmasıdır. Bu belirtiler:

  1. Bilişsel belirtiler: fiziksel olarak zarar görme endişesi, tehlikeyi büyütmek, gerçeklik duygusunu kaybetme, dikkat dağınıklığı, yoğunlaşma güçlüğü, kontrolünü yitirme kaygısı, ölme korkusu, aşırı uyarılma.
  2. Duygusal belirtiler: Korku, huzursuzluk, endişe, çaresizlik, alarm duygusu, panik.
  3. Davranışsal belirtiler: Anksiyete yaratan durumlardan kaçma ya da kaçınma davranışı, donakalma, öfke.
  4. Fizyolojik belirtiler:


  • Kardiovasküler sistem: Çarpıntı, kan basıncı değişiklikleri, soluk renk ya da yüzde kızarma.
  • Solunum sistemi: Nefes darlığı, hava açlığı, boğazda düğümlenme, boğulma hissi.
  • Gastrointestinal sistem: Yutma güçlüğü, bunaltı, kusma, ishal, karın ağrısı.
  • Genitoüriner sistem: Sık idrara çıkma, cinsel isteksizlik.
  • Cilt belirtileri: Terleme, kızarma, sıcak basması.
  • Nörolojik: Tremor, bas dönmesi, bayılma hissi veya bayılmalar, kas gerginliği, motor huzursuzluk.

Bu belirtiler ortak olmakla birlikte, seyri ve klinik tablosu anksiyete bozukluğunun sınıflandırılmasına göre değişmektedir.